Temmuz, 2013 için arşiv

Görüşler yeni değil, görüşleri destekleyen bulgular yeni yeni elde ediliyor

Apollo 16’nın 1971 yılında dünyaya getirdiği Ay toprağı örneklerini bir kez daha inceleyen bilimadamları dünyamızdaki hayatın uzaydan geldiği iddialarını destekleyen bir sonuçla karşılaştılar.

Dünyamızın atmosferi, jeolojik tarihini okuyabileceğimiz maddelerin kısa zamanda bozulmasına neden oluyor. Bu nedenle bilimadamları dünyanın uydusu Ay’a bakma yoluna gidiyor.

METEORLAR YIKIM DEĞİL ÇEŞİTLİLİK GETİRDİ

Yapılan incelemelerde Ay’ın bundan 400 milyon yıl önce ağır bir göktaşı bombardımanına maruz kaldığı ortaya çıktı. Ayın burnunun dibindeki Dünya’nın aynı bombardımandan etkilenmemiş olduğu düşünülemez.

Berkeley Üniversitesi’nde görevli bilimadamlarından Richard Muller konu hakkında şöyle konuşuyor: ‘Meteor hareketlerinde 400 milyon yıl önceki artış yeryüzündeki Kambriyen Çağı ile aynı zamana rastlıyor. Bu çağda yeryüzünde ansızın birçok yaşam biçimleri ortaya çıktı. Balıklar, kuşlar ve insanın ataları konumundaki canlılar hep bu çağda yeryüzünde görülmeye başladılar. Çoğu insan yeryüzüne düşen meteorların yıkıma neden olduğunu düşünmekte. Oysa bu çarpmalar hayatın çeşitlilik kazanmasına, renklenmesine de neden olmuş olabilir.’

Araştırmalar, Ay’dan getirilen ve meteor çarpmaları sonucunda camlaşmış küçük taneler üzerinde yapıldı. Bu taneler birer küçük radyoaktif saat niteliğini taşıyor. Böylece yaşlarını hesaplamak da kolaylaşıyor. İçerdikleri potasyumun argon gazına dönüşmesi süreci değerlendirilerek taneciklerin yaşları ölçülebiliyor.

Ancak araştırmacılardan Paul Renne Ay’dan daha fazla numune getirilmesi gerektiğine işaret ederek ‘Henüz bilmemiz gereken her şeyi bilebildiğimiz bir konumda değiliz. Daha çok numuneye ihtiyacımız var’ şeklinde konuşuyor.

GÖRÜŞ YENİ DEĞİL, BULGU YENİ

Aslında bu konudaki görüşler yeni değil. Ama görüşleri destekleyen bulguların elde edilmeye başlanması yeni yeni gerçekleşmekte.

Bu bulgulardan biri bilim dünyasına bomba gibi düşen 1996 tarihli NASA keşfi.

7 Ağustos 1996’da NASA’dan yapılan açıklamada, Mars orijinli bir göktaşında, bundan 3.6 milyar yıl önce Mars’ta ilkel bir yaşam biçimine kanıt gösterilebilecek izler bulunduğu ifade edilmişti.

Konuya ilişkin bir makale yazan bilimadamı Paul Lutus (1985’te Oregon Bilim Akademisi tarafından yılın bilimadamı seçilmiştir) bu araştırmaları şöyle özetliyor:

‘Öncelikle Mars’a insanlı ya da insansız uzay araçları göndererek daha fazla numune elde etmeliyiz. Oradaki yaşamın DNA temelli bir yaşam olup olmadığını saptamalıyız.

HER CANLI DNA TEMELLİ OLMAYABİLİR

Eğer oradaki yaşam dünyadakinin aksine DNA temelli değilse bundan şu sonuç çıkar:

Her gezegendeki yaşam biçimi, o gezegenin kendi özelliklerine bağlı olarak gelişir. Bu özellikler arasında sıcaklık, atmosfer basıncı, sıvı durumdaki suyun varlığı ve nitelikleri ile bu şartların uygun süre mevcudiyetini koruması sayılabilir. Bunun da anlamı her gezegenin potansiyel bir yaşam mekânı olduğudur.

Ancak Mars’taki yaşam DNA temelli ise bu durumda Dünya’daki ve Mars’taki yaşamın kökenlerinin aynı olduğunu düşünmemiz gerekecektir. DNA, farklı koşullar altında aynı şekilde gelişecek kadar basit bir mekanizma değildir çünkü.

Bu durumda da şu üç sonuç ortaya çıkar:

1. Dünyadaki DNA bir şekilde Mars’a ulaştı

 2. Mars’taki DNA bir şekilde Dünya’ya ulaştı.

 3. Mars ve Dünya aynı kaynak tarafından tohumlandı.

Bu üçüncü alternatif uzun bir zamandır Panspermia adıyla bilinen bir teori şeklinde varlığını sürdürmekte.

Panspermia, yeryüzündeki tüm yaşamın dünyadışı zeki yaratıklarca ve belli bir sebepten ötürü başlatıldığını iddia eder. Teori, kanıt dışında varlığını sürdürmek için her şeye sahiptir.’

Bu bilgiler ışığında Rus bilimadamları Stanislav Zhmur ve Lyudmilla Gerasimenko’nun araştırmalarına da yer vermek istiyoruz.

Zhmur ve Gerasimenko, 1999’da ABD’nin Denver şehrinde yapılan bilimsel bir toplantıya bazı resimler sundu.

Resimler, Murchinson, Efremovka ve Allende adlı meteorlarda yer alan bazı oluşumlara aitti. İşin ilginci bu oluşumlar morfolojik olarak düpedüz yeryüzünde de bilinen mikroorganizmalara benzemekteydi.

Bu bulgular hakkında Zhmur şunları söylüyor:

‘Meteorlarda bulunan bakteriyomorfolojik yapılar ile yeryüzünde bilinen organik yapılar arasındaki benzerlik bize yaşamın kaynağının tek olduğunu işaret etmeli. Yaptığımız araştırmalarda Güneş Sistemi’ndeki çeşitli objelerde yaşamın, o objelerin oluşumundan daha önce de var olduğunu ortaya koydu. Bu da Panspermia teorisinin doğruluğunu kanıtlayacak bir bulgu bence.’

Bilim adamları Ay’dan getirilen toprak örneklerini bir kez daha inceleyince şaşırtıcı bir sonuçla karşılaştılar: Hayat, uzaydan gelmiş olabilir! 400 milyon yıl önce Ay yoğun bir göktaşı bombardımanı yaşarken, dünyada tek hücreli canlılar yaşıyor; canlı çeşitliliği görülmüyordu. Sonra birden bire, dünyadaki hayat çeşitleniverdi; balıklar, kuşlar, sürüngenler ortaya çıktı.

GRİP DE Mİ UZAYDAN GELİYOR

Astrofizikçi Sir Fred Hoyle ve Cardiff Üniversitesi’nde görevli meslektaşı Chandra Wickramasinghe yaptıkları gözlemler sonucunda yeryüzündeki grip salgınlarının uzaydan gelen virüslerce tetiklendiğini açıkladılar.

1918-19 tarihlerinde Dünya’yı kasıp kavuran grip salgının Boston’da ve Bombay’da aynı günde başladığı bilgisi üzerine konuyu araştırmaya başlayan bu iki bilimadamı 1761’den bu yana yaşanan tüm salgınlarda Güneş lekelerinin aktiviteleri ile enteresan bir paralellik olduğuna dikkat çekiyorlar.

Virüs taşıyan ve kuyrukluyıldız kaynaklı toz taneciklerinin atmosferin üst tabakalarında asılı olduğunu ve Güneş’te meydana gelen lekeler ve patlamaların neden olduğu enerji boşalımları ile yeryüzüne inerek hastalığın yayılmasına yol açtığını iddia ediyor bu bilimadamları. Grip salgınlarının 11 yıllık Güneş lekesi periyotlarına paralel yayılması bu görüşü destekler nitelikte.

HAYAT UZAYDAN MI GELDİ

Panspermia (Gk. πάς/πάν (pas/pan, tüm) σπέρμα (sperma, tohum)) hipotezi şudur: yaşamın kökü olan “tohumlar” tüm evrene dağılmış şekilde bulunmaktadır dolayısıyla dünyada yaşamın kökeni bu yaşam kaynağı olan tohumlardan meydana gelmiş olabilir.

Exogenesis (Gk. “dış köken”) daha kısıtlı bir hipotezdir ve ve Dünyadaki yaşamın evrendeki bir yerden nasıl olduğu belirsiz bir şekilde dünyaya aktarıldığını iddia etmektedir. Panspermia terimi daha çok bilindiğinden exogenesis olarak adlandırılması gereken iddialar için de kullanılmaktadır.

Varsayım

Bu konuda bilinen ilk düşünce MÖ 5. yy’da Yunan düşünürü Anaksagoras’a aittir.[kaynak belirtilmeli] Panspermia varsayımı, 1743 yılında, uzaydan gelen mikropların okyanuslara düştüğü ve önce balıklara, sonra amfibiyumlara, sürüngenlere ve en sonra memelilere dönüştüğünü iddia eden Benoît de Maillet yazılarında belirene kadar rafa kaldırılmıştı. Ondokuzuncu yüzyılda modern bir biçimde Jöns Jacob Berzelius (1834)’ün ve [1] Kelvin (1871),[2] Hermann von Helmholtz (1879) ve daha sonra, Svante Arrhenius’un (1903) da içinde bulunduğu çeşitli bilim insanları tarafından tekrar gündeme getirildi.

Muhyiddin İbn Arabi

“Vahdet-i Vücud Teorisi: -Lâ mevcude illallah.”

1165-1239

Mekke’de kaldığı iki yıl boyunca sık sık Kâbe’yi tavaf edermiş. Bir seferinde Kâbe’yi tavaf ederken, herkezin gölgesi olduğu halde, çok uzun boylu bir adamın gölgesinin olmadığını farketmiş. Uzun boylu adam tavaf ederken; -“Bizler de sizler gibi bu beyti tavaf ediyoruz” dermiş.

Yanına yaklaşıp, kim olduğunu sorduğunda:

– Ben senin büyük atalarındanım, demiş.

– Sordum:

– Hangi asırda yaşadınız?

– Kırkbin sene evvel vefat etmiştim.

– İnsanın atası olan Âdem’in (A.S) altıbin sene evvel halkolunduğunu söylerler.

– Sen hangi Âdem’den bahsediyorsun? Bil ki; insanın ilk atası olan Âdem’den evvel yüzbin Âdem gelip geçmiştir.” dedi.

HANGİ ÂDEM’DEN BAHSEDİYORSUN

Hangi Âdem?

“Bir kimsenin rüyasında gördüğü gibi, Allah bana yüzlerini tanımadığım bir gurup insanla birlikte kendimi Kâbe’yi tavaf ederken gösterdi. İlk mısraını hatırlamadığım bir şiiri ezberden okuyorlardı.

“Yıllarca seni tavaf ettik biz tavaf ettik bu evin etrafını hep birlikte her birimiz”

Bu insanlardan birisi tanımadığım bi isimle kendini tanıtıp bana: “Ben senin soyundan atalarından biriyim” dedi. “Öleli kaçyıl oldu” diye sordum. “40 bin yıldan çok daha uzun bir süre” dedi. “Ama” dedim, “Âdem (a.s) bu kadar yıl önce yaşamıyordu.” Şöyle dedi: “Hangi Âdem’den bahsediyorsun? Sana yakın olandan mı yoksa diğerlerinden mi” O zaman Peygamber(s.a.v.)’ in şu hadisini hatırladım: “Allah yüzbin Âdem yaratmıştır”…

Şeyh-i Ekber Muhyiddin ibni Arabi’ nin Fütuhat isimli kitabında böyle bir pasaj var. Şeyhin belirttiği gibi bu konuşmalar Misal Âleminde vuku buluyor. Yoruma muhtaç olduğu kesin. Hadisin sıhhatini de bilmiyorum. (ibni Arabi iyi muhaddis olduğunu hatırlatalım)

Hinduizmdeki kozmik devirler öğretisine göre “bu dünya”‘nın tam tekâmülünü içeren bir “Kalpa” (en büyük devir. Kâinatından yaratılışından Kıyamete kadar olan süre. Tabi bizim kainatımızın ve bizim kıyametimizin.) iki yedili “Manvantara” dan oluşur..Hindu geleneğinde zaman daireseldir.. (modern dünyanınki çizgisel, bize göre islamda ise helezoniktir). Zaman bir tekerleğe benzetilir. Ve her bir tam dönüş bir manvantaradır. Her Manvantara dört çağa (Yuga) ayrılır. Ve bu çağlarda bir iniş, bir düşüş sözkonusudur. Yani en mükemmel çağ ilk çağ en kötü çağ ise son çağdır. Kreta-Yuga denilen ilk çağ (Romalıların Altın Çağ dedikleri) manevi açıdan en mükemmel çağdır. Şamanistlerin ve birçok dinsel içerikli metinlerin de dediği gibi o çağda insanlar göğe çıkabiliyorlardı. Yani Allah ile irtibatları tam idi. Diğer çağlarda tam bir “iniş” vardır. Bu “iniş” ile modern düşüncenin “ilerleme” mefhumuna dikkat çekelim. Modern düşünce bunun tam tersini ileri sürer. Eski Çağlar ilkeldir ve Darwin’e göre hayvansıdır. Zamanda ileriye doğru sürekli bir mükemmelleşme vardır. (islam’da da buna benzer bir tekâmül nazariyesi vardır ama tamamen farklı.) Bütün dinler bir “bozulma”‘dan bir “düşüş”‘ten bahsederken modern düşünce bir ilerleyişten bahsediyor. Burda modern düşüncenin herzaman gördüğümüz bir yanını görüyoruz.

Hakikatları tersyüz etme.

Darwin, Marx ve Freud ile zirveye ulaşan ilerleme düşüncesi bu çağın manevi boşluğunu örtmek gizlemek için uydurulmuş. Herşeyi mecraından sapıtmada ve tersyüz etmede usta olan bir aklın safsatasıdır. Bu safsata perdesi öyle ustaca örülüp insanların gözüne çekilmiştir ki doğumdan ölümüne her insanın hayatı bu fikirler cenderesinde devam edip gider. Her türlü baskı aleti ile artık modern insanın kendine ait bir zihni bir aklı bir kalbi kalmamıştır. Artık zihin, kalp ve akıl bir “matrix”‘in içine hapsolmuştur. Programcıları Marx, Freud, Descartes, Comte ve Darwin olan bir programın içindedir insan artık. Evet, insan artık maddeden başka bir şey düşünemiyor madde ile yatıyor madde ile kalkıyor made solukluyor; eskiyi bir ilkellik gerilik görüyor bazı manevi olaylarıda psişik hasielere indirgiyor. Ya da Bergson’un maneviyatçı materyalizmine kendisini kaptırıyor

Biz yukarda saydıklarımız gibi bazı şahısların aslında bir gurubun sözcüsü olarak konuştuklarını ve yazdıklarını düşünüyoruz. Evet, tarihi yönlendirmeye azmetmiş bir “gizli” güruh belli bazı idealist ve hırslı insanları seçip birçok kişi tarafından ortaklaşa üretilen bazı bilgi ve icatları onların diliyle halka açıklamıştır. Ne darwin ne bergson ne de bir başkası tamamen kendine ait olan şeyler söylemiyorlar. Bunlar gizli bir güruhtan emir ile ve onların teşviki ve yardımı ile icatlar üretiyorlar. Hatta bazılarının hiç bir katkısı bile olmuyor sadece sözcülük yapıyor.

Ruhu bile maddi bir bakış açısıyla anlatan kimseler ne derece GAYB’i anlayabilir. Gayb nedir? Görebileceğimiz, düşünebileceğimiz, hissedebileceğimiz herşeyin ötesidir.

Manvantara’nın dört çağı Kreta-yuga, Treta-yuga, Dwapara-yuga ve Kali-yuga’dır. Süre olarak bunlar: Bir manvantarayı 10 kabul edersek 4-3-2-1 olarak dağılır. Hiç birinin kesin bir bitiş ve başlangıç tarihi yoktur. Ve ilham edilmemiş hiç bir kalp bunu bilemez. Bu romalıların altın, gümüş, tunç, demir çağına tekabül eder. Son çağ kaliyuganın -ki karanlık çağda derler ve bazılarına göre 6480 sene bazılarına görede 2500 senedir- son zamanlarını yaşadığımıza inanılır.

Acaba her manvantara başında farklı bir Âdem mi geldi?

Âdem sözcüğünün anlamlarından biri “KIRMIZI”dır. İbranice’deki “Topraktan olma” anlamına gelen “adamoh”, “Kan” anlamına gelen “dam”, “Kırmızı varlık” anlamına gelen “adam” sözcüklerinden birinden türemiştir. Ayrıca Latincede toprak manasına gelen “humus” ile insan manasına gelen “homo” ya da “humunus” arasındaki benzerlik ilgi çekicidir. Âdem’e kanının renginden dolayı kırmızı varlık denildiğide söylenir.

İncil’de geçen Edom sözcüğüde ilgi çekicidir. Edom ile Âdem arasında sadece sesli harflerde bir farklılık var. Edom “kızıl” demektir ve gerçekte diğer manvantaralardaki beşer ırkına tekabül eder.

Farsçada da Âdem manasına gelen kelime Keyumers’dir. Süryanice de Âdem toprak manasına gelir.

“Derlenmiştir”

İbn Arabi hakkında kısa bilgi için bakınız http://tr.wikipedia.org/wiki/Muhyiddin_%C4%B0bn_Arabi

ALTINCI HİS / ÖNSEZİ / SEZGİ

Yayınlandı: 01 Temmuz 2013 / İktibaslar

Olacakları önceden hissetmeye yarıyan ve özellikle hayvanlarda gelişmiş olan, insanların çoğunda farklı derecelerde bulunan, olayları önceden tahmin etme bilme yeteneğidir;

Gelecekteki bir durum, gelişme ya da olayın kendiliğinden bilinmesi. Gerçeğin deneye ya da usa vurmadan, doğrudan doğruya kavranması durumu

Her hangi bir konuda karar verici mevkide bulunan kişilerin yakın ya da uzak geleceğe matuf olarak sağlam kararlar alma imkânı.

Çeşitli projelerin gelecekteki uzantılarının, tahminlere değilde, geçerli belirlemelere dayandırılma imkânı.

Astronot, pilot, kâşif, doğa araştırmacısı gibi şahısların karşılaşabilecekleri tehlikelere ve beklenmeyen durumlara karşı belirli bir süre önceden hazırlıklı olabilme imkânı.

Doğal afetlerin önceden belirlenmesi sayesinde, gerekli önlemlerin zamanında alınması ve böylece can kaybının önüne geçilmesi.

-Sezgi felsefede, mistisizmde, ezoterizmde ve farklı öğreti sistemlerinde farklı anlamlarda kullanılmış bir terimdir.

Kimi felsefi akımlarda akıl yoluyla kavranamayacak gerçeklerin derin düşünme (tefekkür) yoluyla aranışı sezgi kapsamında değerlendirilir.

Ruhçulukta sezginin, insanın kendi düşüncesi olmaktan ziyade çeşitli etkenlerden kaynaklanan tesirlerle belirdiği kabul edilir ki, bu etken genellikle bedensiz bir ruhtur. Bu yüzden ruhçular yüksek bilgileri içeren tebliğlerin alındığı ruhsal irtibatlara “sezgisel (intuitif) irtibat” derler.

Gnostiklere ve antikçağ inisiyelerine göre spiritüel aydınlanma yolunda üç tür bilgi mevcuttur ki, bunlardan öğretim yoluyla öğrenilebilir bilgi mathesis, his ya da ıstırap yoluyla edinilebilen bilgi pathesis, sezgi yoluyla öğrenilebilir bilgi de gnosis olarak adlandırılmıştır. İnisiyasyonlarda en yüksek aşamaya ulaşanların, yani inisiye oluş aşamasına erişenlerin sezgi yoluyla aldıklarını çevresine aktararak aydınlatması sözkonusu olur. İnisiye adayının bu hale gelişi kimi inisiyasyonlarda tohumun bitki haline gelmesi sembolizm’iyle, kimi inisiyasyonlarda ise meşale sembolüyle temsil edilmiştir.

İlham (inspiration) adı verilen sezgi söz veya yazı tarzında dışarı yansıdığında vahiy (revelation) adını alır. Vahiy sözcüğü yalnızca peygamberler için kullanılan bir terim değildir. Terim Araplar’da İslamiyet gelmeden önce de bilinen ve kullanılan bir terimdi.

En genel anlamıyla, gerçekliği dolaysız olarak içten ya da içeriden kavrayabilme, tanıyıp bilme yetisi. Adım adım ilerleyen gidimli düşünmenin ya da birtakım uğraklardan geçerek yol alan usavurmanın tersine, bir şeyi doğrudan doğruya algılayıp kavrama; bilinçli bir düşünme ve yargıya yarma süreci olmaksızın doğrudan, aracısız gerçekleşen anlama ya da bilme; hiçbir çıkarıma dayanmaksızın, dolaysız bir biçimde bilgiye ulaşma yordamı.

Başka bir deyişle, önermelerden başka önermelere yönelerek, mantıksal yolla çıkarımlar yaparak ilkelerden sonuca ulaşan, tek tek parçalardan bütünlüğü olan bir düşünce oluşturan gidimli düşünme yoluna karşı, doğrudan ya da aracı kullanmaksızın düşünce kuran, bütünü bir kerede, bir bakışta tümüyle ele geçiren, şeylerin özüne dolaysız bir biçimde, doğrudan doğruya ulaşan, şeyleri tüm bir devingenliği içinde bütünlüklü kavrayan “içten duyma” yolu.

ALTINCI HİS  ÖNSEZİ  SEZGİ

-Telepatik Önsezi ve Morfo Genetik Alan

Telepatik önsezi yüzde 45 doğru. Cambridge’de bulunan Trinity Koleji’nde yapılan bir araştırmaya göre, birini düşündükten hemen sonra telefonunuzun çalması ve arayanın düşündüğünüz kişi olması, “telepatik bir önsezi”.

Rupert Sheldrake, yaptığı araştırmada kullandığı deneklerden dört tane akraba veya arkadaşının numaralarını aldı. Daha sonra rasgele seçilen numaraları arayan Sheldrake, bu insanlardan deneği aramalarını istedi ve şu şaşırtıcı sonuca ulaştı: Telefonu çalan deneklerin yaptığı tahminlerin yüzde 45 oranında doğru çıktı. Aynı bilim adamı, bu deneyin e-posta için de aynı sonucu verdiğini iddia etti. Ancak bazı uzmanlar, bu sonuçların sadece tesadüften ibaret olabileceğini ve Rupert Sheldrake’nin bu sonuca sadece 63 denekle ulaşmasının bu ihtimali güçlendirdiğini savundu.

Görünmeyen Enerji Alanları konusunda uzman, ünlü bilim adamı Rupert Sheldrak, tüm sistemlerin bilinen enerji ve madde faktöründen başka, bir de görünmeyen enerji alanları tarafından organize edildiğini söylüyor. Bu alanlar etkin alanlar; form ve davranış için şablon olarak görev yapıyorlar. Bu alanların, bizim anladığımız ve kullandığımız enerjinin bildik anlamıyla, pek alakası yoktur; çünkü morfo genetik alan kavramının etkileri, normalde bildik enerjiye uygulanan zaman ve mekân sınırlarının çok ötesine uzanmaktadır. Bu hipoteze göre, bir türün üyesi bir davranışı öğrendiği zaman, türün etkileme alanı, yavaş da olsa değişmektedir. Eğer davranış türler tarafından yeterince uzun süre tekrarlanırsa, bunun “morfik rezonansı” bütün türü etkiler.

Sheldrake buna, (morf ve genesis) var edilmek köklerine dayanarak morfo genetik alan adını veriyor. Bu alanın hareketi, zaman ve mekânda “uzaktan etkide bulunmayı” anlatıyor. Zamanın dışındaki fiziksel evren yasaları ile şekillenen form yerine, zaman içindeki morfik rezonansla bağlantılı formlar arasındaki iletişim anlatılmak isteniyor. Yani morfik alanlar zaman ve mekân içinde çoğalıp yayılabilirler ve geçmiş olayları, ya da diğer tüm olayları etkileyebilir.

Bu bilimsel hipotezi bilginin yayılması konusunda da ele almak mümkündür. İnsanlar arasında bilgi alışverişleri de alan teorisinin temel esaslarına göre yayılım gösterir. Watson, bir maymun grubunun yeni bir davranışı öğrenmelerinden sonra, aralarında olası bir ‘normal’ (yani bizim beş duyu ile normal diye tanımladığımız) iletişim yolu bulunmayan diğer adalardaki maymunların bu yeni davranışı sergilemeye başladıklarını bulmuştu. Rupert Sheldrake’nin Cambridge’de bulunan Trinity Koleji’nde yapmış olduğu telepati deneyi morfo genetik alanlar teorisi ile açıklığa kavuşur.

Telepati deneylerinde bu morfo genetik alanın hareketi söz konusudur ve zaman ve mekânda alan girişimleriyle “uzaktan etkide bulunmayı” anlatır. Yani zaman içindeki morfik rezonansla bağlantılı formlar arasındaki iletişimin bir diğer adı da telepatidir ve telepati bilimsel deneylerle ispatlanan bir duyular dışı algılama yeteneğidir, doğaldır, doğanın bir parçasıdır. Telepati bilinen zamanın dışına da taşabilir.

Sempati ve rezonans yasaları gereğince evrenin tüm meskun köşelerinden birbirleriyle telepatik rezonansa geçebilenler ve telepatik iletişim kuranlar hep olmuştur.

-Psişik Casusluk Savaşları

Genellikle korku ve gerilim filmlerine konu olan parapsikolojik olgular insanı hem ürkütüyor hem de son derece merakını uyandırıyor. Son zamanlarda büyük ilgi çeken gerilim filmlerinden birinin de konusu oldu, 6. His!

Filmi görmeyenler için özet:

“Çocuk psikiyatrisi Dr. Crow, yıllar önce bir saldırıya uğramış ondan sonra hayatı değişmiştir. İlgilendiği son hastası ise 6 yaşlarında Cole Sear adında bir erkek çocuk… Ama Cole çok az insana nasip olan hayli garip özellikleri olan kutsanmış ya da lanetlenmiş bir çocuktur. Ölmüş ama bir türlü huzura ermemiş insanları görüp onlarla konuşabilmektedir.

Cole güçlerinin sınırlarını bilmediği için korku içindedir ve Dr. Crow onunla ilgilenmeye başlar. Böylece onun tek sırdaşı olarak bilinmeyen bir dünyaya adımlarını atar. Karşılaştıkları her olay onları hiç beklenmedik bir sona götürür. Bu da doktorumuzun bizzat kendisinin de bir hayalet olduğu gerçeğidir! “

Filmde önseziden de öte, parapsikolojik hayli karmaşık bir olay işleniyor. Ancak bu tür olayların adı ister 6. his, önsezi olsun, ister telepati, deja vu… Beş duyumuzun ötesinde yaşananlar, bilim adamlarınca psişik güçler olarak adlandırılıyor ve çok geniş bir yelpazede inceleniyor.  -Nedir Altıncı His?

Hani bazen kapıyı çalanın kim olduğunu, telefon çaldığında kimin aradığını biliriz, bazen de durup dururken aklımızdan geçen biri beklenmedik bir zamanda karşımıza çıkar, kimi zaman içimizi bir sıkıntı sarar da, sonu hayır olsun deriz ve hoşumuza gitmeyen bir haber alırız, bazen rüyalarımızda olabilecekleri görürüz…

Bütün bunlar sizin duyular dışı algılama (DDA) yeteneğinizin olduğunun göstergesidir. Herkeste yok denir ama bu da doğru değil. Aslında DDA, tüm varlıklarda ve insanoğlunda da derinlerde bir yerde saklıdır.

Bu güce “Psişik Yetenek” ya da “Ruhsal Güç” adı veriliyor. Altıncı his dediğimiz aniden bilme olgusu,

Psişik Yeteneklerimiz ise bizim sezgisel zekâmızın eseri olarak açıklanıyor.

Hep benzer şeyler anlatılır ya, hani kimi insanların başlarına gelecek bir tehlikeyi farkında olmadan, tesadüfi olarak nasıl geçiştirdiğini. Son olarak da 11 Eylül saldırılarından kılpayı kurtulanların nedensiz bir sıkıntı ya da mide ağrıları yüzünden o gün işe gitmeyenler olduğu anlatıldı.

Aslında kahve falına bakan kişi ile de aramızda telepatik bir bağ oluşuyor ve bu telepatik bağ sayesinde fala bakan kişi doğru yorum yapabiliyor! Kahve telvesi ya da başka bir nesne ise sadece bir vasıtadır, önemli olan kişinin o anda sizden algıladığı şeyler ve doğal yeteneği olan önsezileridir.

Bu duygunun kadınlarda daha çok olduğu kabul görür, nedeni de kadınların olaylara daha duygusal yaklaşımlarıymış.

Birbirine çok bağımlı olan eşlerde, sevgililerde, ana çocuklar arasında ve ikizlerde de önsezi ve telepatinin çok güçlü olduğu görülüyor.

Aslında bu yeteneklerin hepimizde biraz olduğu kabul ediliyor, sadece bize ürkütücü geldiği için bilmezlikten gelmeyi ve uzak durmayı yeğliyoruz. Ama bir yandan da bu yeteneklerimizi uyandırmak için teoriler üretiliyor, dersler veriliyor, seanslar düzenleniyor…

Fransa’da Adsensio diye bir grup ise 6. his çalışmalarıyla uykusuzluğu tedavi ediyormuş.

Bu konuda yayınlanan kitapları da unutmayalım. Ama genel olarak günlük tutmanın sezgisel gücümüzü güçlendirdiği de ileri sürülüyor. Kendimizle baş başa kalmak ve iyi dileklerde bulunmak için. Sezgisel zekânızı ya da duyular dışı algılama yeteneğimizi uyandırmanın birçok yolu var ve belki de ürkerek yaklaştığımız bu gizli yeteneğimizi ciddiye alarak uyandırmamız mümkündür!

-Geçmiş mirasımız…

Hepimizin bildiği beş duyumuz var: İşitme, görme, dokunma, koklama ve tat alma. Bu duyular da çevremizi algılamamızı sağlıyor ve hepsi de madde ile ilgili. Ama bazen hepimiz bu duyuların dışına çıkarak farklı bir algılama yaşıyoruz, az veya çok hepimizde var bu özellikler.

Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, önsezi, deja vu, telepati, hepsi de psişik güçlerimiz.

Peki, bu güç neden bazı insanlarda çok yoğun olarak vardır da, bazılarımızda yoktur?

Daha geniş bakarsak, neden hayvanlar olacakları sezerler, neden deprem sadece saniyeler önce hareketlenmişken bunu bizden önce hayvanlar sezinler? Aslında bu güçlerin, hayvanlar gibi geçmiş çağlarda ilk insanlarda da var olduğu düşünülüyor. Yani insanın doğaya en yakın olduğu, doğa ile bir bütün oluşturduğu zamanlarda insanlar bu yetilerini kullanarak gelecek tehlikeleri sezinleyebiliyorlar ve tehlikelerden korunabiliyorlardı.

Bilim henüz tam olarak tanımlayamadı ama insanoğlunun evrimleşmeye başladığı ilk zamanlarında kendini savunabilmesi için önsezilerinin belki de en önemli duyularından biri idi!.

Demek ki insanoğlu geliştikçe, medeniyetleri kurdukça, en sonunda teknolojiyi de yaratıp büyük ölçüde hayatına da kattıkça artık önsezilerini kullanma ihtiyacı duymadı ve bu gücünü kaybetti.

Kullanılmayan her şeyin zayıflaması gibi bu yetenek de zayıflayıp derinlerde bir yerde saklı kaldı, unutuldu. Bu da neden bazılarımızda hala bu güç varken bazılarımızda zaman zaman hissedilse bile yok sayıldığını açıklayabiliyor.

Sonuç olarak, belki de beynin diğer duyularından bağımsız olarak bir haberleşme sistemi vardır; işte bu da epey zamandan beri bilim adamlarını meşgul ediyor.

-Bilim araştırıyor

Bilim dünyası, “parapsikoloji” adı altında topladığı bu tür psişik güçlerin sırrını 1800 lerden beri araştırıyor.

Parapsikoloji terimi ilk kez 1930’lu yılların başında A.B.D de Duke üniversitesinde J.B.Rhine ve eşi L.Rhine tarafından yürütülen psişik çalışmalarda kullanıldı ve sonra bilim dünyasında benimsendi.

Beynin tüm sırları henüz çözülemedi ama yine de bu konuda çok ciddi araştırmalar sürdürülüyor, denekler üzerinde testler yapılıyor ve her geçen gün çeşitli sonuçlar elde ediliyor.

Yapılan son deney ve araştırmalar ile “altıncı his” denen şeyin bir söylenti ya da metafizik olmadığını ortaya koymuş.

Bazı kuramlara göre önsezi veya telepati, beynimizden yayılan manyetik dalgalara bağlı. Beynimizdeki bağımsız bir algılama merkezi yalnızca insan beyninden yayılan elektriksel dalgaları değil, çeşitli doğa olaylarının meydana getirdiği elektromanyetik enerji dalgalarını da algılıyor olabilir. Bu sayede olacaklar “içimize doğuyor”.

Diğer taraftan bilim adamları hem hayvanlar hem de insanlar arasında cinsel etkileşimi (ve aşkı) tetikleyen kimyasal bir molekül ile beyinde bunu algılayan bir merkezin varlığını keşfettiler.

Aslında yakın zamana kadar  “Feromon” adlı bu kimyasalların sadece hayvanlar tarafından salgılandığı ve algılandığı sanılıyordu. Ama son yıllarda insanlar tarafından da salgılandığı saptandı, Feromonlar hayvanlar âleminde seks güdüsünü harekete geçiriyor.

Biraz düşününce, bizde erkek ve kadın arasında aşkın doğmasını da feromonlara borçlu olduğumuz anlaşılıyor.

Konumuza dönelim: Feromonlar sadece seks içgüdüsünü uyandırmıyor, hayvanlar arasında haberleşmeyi de sağlıyor. Bilim diyor ki, insanlar arasındaki telepatiyi de feromonlar sağlıyor olabilir. İnsanlar arasındaki telepatik haberleşme, bazı olayları önceden algılama, bazı doğa olaylarını sezinleme gibi olayların nedeni acaba sadece feremonlar  mı?..

Yapılan bilimsel deneylerde beynin işleyişinin bazı kritik olaylar olmadan hemen önce belirgin bir değişime uğrayarak yoğunluk kazandığı da gözlemlenmiş.

Bu tür araştırmaların doğrulanması halinde, “altıncı his” ve “deja vu” gibi herkesin yaşayabildiği paranormal olaylar da bilimsel düzeyde açıklanabilecek..

-Şimdi okuyacaklarınız ise bir James Bond ya da bilim-kurgu filminin senaryosu değil:

CIA 1970’lerden 1995 yılına kadar sürdürdüğü “Stargate Projesi” ile SSCB’ye “psişik casusluk savaşı” açmıştı.

En önemli silahları ise 6. hissi güçlü olduğu bilinen askerleriydi. Cambridge Üniversitesinde sürdürülen çalışmalardan alınan sonuçlar ise, gelecekten haber almanın mümkün olabileceğini düşündürüyor.

Bugün dünyanın en etkin parapsikoloji laboratuarı da A.B.D.de Foundation For Research on the Nature of Man, yani İnsan Doğasını Araştırma Vakfı’na bağlı olarak çalışan parapsikoloji laboratuarı. Kim bilir, belki de gelecekte bir gün enerjinin doğası, var oluşumuz hakkında birçok bilinmeyen, 6 histen hareketle birer birer çözülmüş olacak!!

-ABD’de yapılan deneylerde, yüzde 53’lük oranla yapılan tahminler, “önsezi” kavramının kanıtı oldu.

Filmlere ve kitaplara konu olan “geleceği görme” yeteneği ilk kez bilimsel bir deneyle ‘ete kemiğe büründü…’ ABD’nin New York eyaletinde yer alan Cornell Üniversitesi psikoloji bölümünde görevli Prof. Daryl Bem, binden fazla gönüllü üzerinde dokuz deney yaptı.

Parapsikoloji ve psişik yetiler konusunda çalışan Bem’in yaptığı deneylerin birinde, katılımcı öğrencilere ezberlemeleri için bir kelime listesi sunuldu. Bu aşamanın ardından da “İleride size listedeki bazı kelimeler sorulacak. Sizce bunlar hangileri olacak” diye soruldu. Ve deneklerin yüzde 53’lük bir kısmının, kendilerine sorulacak kelimeleri doğru tahmin ettiği görüldü.

Bir diğer deneyde de katılımcılara bilgisayar ekranında, birinde erotik fotoğraf gizlenmiş iki perde grafiği gösterildi. Deneklerin erotik görselin hangi perdeli grafikte saklı olduğunu tahmin etmeleri istendiğinde, yine yüzde 53 oranında doğru tahmin yapıldı.

Bazı çevreler söz konusu sonuçların tamamen bir rastlandığı olduğunu savundu. Ancak böylesi bir rastlantı ihtimalinin matematiksel olarak sadece 74 milyarda bir olduğu açıklandı.

Yapılan deneyler akıllara, ünlü yönetmen Steven Spielberg’in Minority Report (Azınlık Raporu) adlı bilimkurgu filmini getirdi. Tom Cruise’un başrol oynadığı film, suçların, işlenmeden önce öngörülerek engellenmesi temasını işliyordu.

-Kabbalah’a göre Altıncı His

Psikologların yapmış oldukları araştırmalar neticesinde, dış dünyamızdan aldığımız bilgileri tasnif ve yorumlamak sürecini, İDRAK Dediğimiz anlamak yeteneği işletmektedir. Başka bir deyimle Psikologlar bize ÖN BİLGİYE İhtiyacımız olduğunu söylemektedirler.

Tarih boyunca Felsefe ve İlim beşeriyetle birlikte ilerleyerek geliştiklerini görüyoruz. Günümüzde İlim ve Felsefeyle uğraşan aydınlar ve âlimler etrafımızı saran dünya gerçeklerini araştıran ve inceleyen insan faktörünün bu konuda sınırlı kaldığını kabul etmektedirler.

Bir an için insanı, dışardan geleni duyumsayan, hisseden ve anlayan bir kara kutu olarak varsayalım. İhtiyacımız olan bilgilerin bu kara kutunun içine nasıl girdiklerine bir göz atacak olursak. Bütün bilgilerin hislerimizin aracılığı ile kara kutuya girdiklerini görürüz.

Hislerimizin dayandığı beş duyu, sabit bir rakam (Miktar) olduğundan bizim için bir sınır teşkil etmektedir. Böylece yapmış olduğumuz bütün araştırma ve incelemeler, beş duyu sınırları içinde kaldığından, ancak mevcut duyularımızın sınırları içinde kalan maddi dünyaya ait gerçekleri görebiliyoruz. Bu nedenle bu sınırların dışında kalan dünya ötesi evrensel gerçekleri görebileceğimiz araç ve aletleri yaratamıyoruz. Şimdiye kadar yarattığımız aletler, var olan duyularımızın etki alanlarını genişletmekten ileri gitmemiştir.

Sınırlı beş duyularımızın dışında kalan dünya ötesi evrensel gerçekleri hissetmek için artı bir duyuya ihtiyacımız olduğunu görüyoruz. Belki başka boyutlarda var olan başka dünyalar ve bu dünyalarda varlıklarını sürdüren yaratıklar da vardır, fakat biz onları hissedemiyoruz çünkü onları hissedebilecek uygun duyulardan yoksun bulunmaktayız.

Belki hissedemediğimiz, bizimkinden daha geniş ve farklı olan öbür dünyada varlığımızın gerçeklerinden olan doğuşumuz, hayatımız boyunca başımızdan geçenlerin ve ölümün nedenleri bu öbür dünya dediğimiz yerde bulunmaktadır bunları bilmeden varlığımızın hedef gördüğü gerçek amacın ne olduğunu da bilemeyiz.

Dünyamızda, bazı insanlar, ek duyumlarıyla elde ettikleri artı hisler sayesinde bizim gördüğümüz gerçek tablodan daha geniş ve daha gerçek bir tablo görürler. Bu insanlara biz Kabalacı (Mekubalim) diyoruz, çünkü onlar yüksek seviyelerden gelen bilgileri almayı ve hissetmeyi bilirler. Bu kişiler, etrafımızı saran bizimkinden daha üstün dünyaların varlığını bize bildirmektedirler. Bu dünyalar bir soğan gibi iç içe gelişmiş tabakalar halinde olup, merkezinde bizim dünyamız bulunmaktadır.

Bizler bu dünyanın içinde doğar – yaşar ve ölürüz. Bizler sadece bu bizim dediğimiz dünyayı hissedebiliriz, Kabalacılar buna yaşadığımız dünya OLAM HAZEH, Diyorlar çünkü Evrenin hakiki gerçeklerinde ufak bir yer kapsamaktadır.

Kendimizde artı bir Manevi duyu geliştirirsek, bu duyu sayesinde, bir bütünü teşkil eden evrenin gerçeklerinden daha geniş bir parçası olan gelecek dünya’yı hissedebiliriz. Türkçe buna öbür dünya diyoruz.

Bize öbür dünya’yı hissetmeye yardımcı olacak sistemin adı Hohmat A Kabala olup bize, gizli kalmış hakiki gerçekleri nasıl algılayacağımızı öğreten de odur.

Bilincinde olmadığımız bu gizli kalmış gerçeklerle irtibat kurmamızı sağlayacak artı duyu’yu geliştirmek için kendimizde, iç dünyamızda bazı değişiklikler yapmak mecburiyetindeyiz.

Örneğin; Radyo alıcısının içindeki dalga ayarı, dıştan gelen radyo dalgası ile % 100 uyum sağladığı zaman dıştan gelen neşriyatı yakalayabilir. Biz insanlar da bir radyo alıcısına benzetilebiliriz, bizde de durum aynı, içimizdeki nitelikler karşılığında dış dünyamızda olan nitelikleri yakalayabiliriz iç dünyamızın içinde, dış dünyamızda kalan niteliklere karşı uyum sağlayan nitelikler yoksa dış dünyadan hiç bir şey hissedemeyiz.

Dış dünyamızda var olanları hissedebilmek için, içimizde, iç dünyamızda var olan nitelikleri geliştirmenin gerekliliğini anladıktan sonra, tanımadığımız manevi dünyayı hissedebilmek için gerekli uygun niteliklerin bizde eksik olduklarını anlıyoruz. Bizde eksik olan nitelikler nelerdir?

Bu niteliklere sahip olanların söylediklerine göre, insan karakteri itibariyle tam anlamıyla egoisttir. İnsanın, düşündükleri – istekleri – konuşarak düşünerek ve fiilen yaptıkları olsun, bütün bunlar kendine olan sevgisinden kaynaklanmaktadır, öylesine ki bütün bunlar kendi istifadesi içindir.

Görünüşte bir başkasına iyilik yapan veya başkaları hakkında iyilikler düşünen kişilerin bunu yaparken gerçek amaçlarını derinlemesine inceleyecek olursak, bunları sırf kendi menfaatleri için yaptığını görüp ve yapmış olduğu iyilikler vasıtasıyla, göze görülmez bir şekilde başkasını kendi çıkarlarına alet ettiği görülmektedir.

Manevi duyu’ya sahip olmakla, bu dünya kaybolup onun yerine başka bir dünya, öbür dünya gelecek değildir. Şimdi hissettiğimiz gerçeklerden oluşmuş olan tablodan başka, artı gerçekleri hissedebileceğimiz zaman, var oluşumuzun ve hayatımızın nedenlerini içeren kaynağın öz’ünü görüp onu anlayabileceğiz. Bununla beraber manevi duyumuz yeterince gelişinceye kadar şimdilik (Mekubalim) Kabalacıların yolunda giderek onların tavsiyelerine uyabiliriz. Bu kişiler burada bizimle olmalarına rağmen her iki dünya gerçeklerini hissettiklerinden, onların bize söylediklerini yapmak, gittikleri yoldan gitmek imkânlarına sahibiz.

Bu gerçeklerin şimdiye kadar neden açıklanıp izah edilmediğini Kabalacılar bize şöyle anlatmaktadırlar. Dünyamızın altı bin yıllık mevcudiyeti boyunca ruhların dünyamıza inmeleri ve bedenlerin içinde yerleşmeleri, bir birini takip eden bir düzenin varlığından söz edilmektedir. Bu düzene göre, ilk iki bin yıllık dönem boyunca dünyaya inmiş olan ruhlar, son derece arınmış tertemiz ve saf ruhlardan ibaret idi, bu ruhların (Tikun) onarım yapmaya ihtiyaçları yoktu. İkinci iki bin yıl zarfında inen ruhlar, öncekilere nazaran kaba ve arınmamış ruhlar olduğundan, arınmak için gerekli bir araca ihtiyaçları vardı.

Bu aracın ismi Tora Şebihtav, Tevrat’ın yazılı metinleridir ki bu dini kurallar gereğince fiilen işlenen sevaplar sayesinde ruhlar arınarak gereken seviyeye ulaşmak fırsatını elde ettiler. Bu ikinci iki bin yıllık süreçte insanlar Tevrat’ın sadece yeryüzünde işlenebilir Mitsvot, Sevaplar kısmını kullanarak arındılar.

Bu nedenle üçüncü yüzyılda yazılmış olan ZOAR Kitabı, onbirinci yüzyıla kadar saklı kalmıştır. Zohar kitabı onbirinci yüzyıldan sonra her kuşakta sadece seçkin kişilerin önüne çıkmıştır. Ta ki yaklaşık bundan 450 sene evvel A Ari Akadoş Rabbi Yitshak Luria, 450 sene evvel şöyle demiştir. Bu dönemden itibaren herkes küçükten büyüğüne kadar Kabala öğrenimi ile uğraşmak zamanı gelmiştir, çünkü bu dönemde inen ruhlar, en kaba vaziyette olan ruhlardır, bu ruhların arınmaları için Tevrat’ın bütününe ihtiyaç vardır, hatta Tevrat’ın içerdiği sırların bulunduğu bölüme bile ihtiyacımız olduğunu bize yazılarıyla söylemiştir.

-Duyular dışı algılama yeteneği

Bazen hepimiz, bizi sadece maddî yaşamla sınırlayan beş duyumuzun dışına taştığımızı fark ederiz. Telefon çalar, kimin aradığını bilirsiniz, o gün ısrarla anımsadığınız eski arkadaşınıza yolda rastlarsınız. İlk kez karşılaştığınız bir yabancının, hayatınızda önemli bir yere sahip olacağını algılarsınız. Yakınlarınızla ilgili çeşitli haberci rüyalar görür, hatta onların geleceklerine ait sezgilerin sahibi olabilirsiniz. Bütün bunlar sizin duyular dışı algılama (DDA) yeteneğinizin olduğunu gösterir. Hepimizin değişik bir şuur hâline açılan çeşitli pencereleri vardır. Şuurumuzu, şimdiki farkındalığımızın ötelerine genişletme gücü, tüm varlıkların içinde saklı şekilde mevcuttur. Bu güce “Psişik Yetenek” ya da “Ruhsal Güç” adını veriyoruz.

Ruhsal Gücümüz hemen hemen her gün bizi sınırlayan beş duyumuzun dışına taşmamıza neden olur ama “neden ve nasıl” sorularına yeterli cevap veremediğimiz için bu potansiyel güç de, gizli bir hazine gibi varlığımızın derinliklerinde saklı kalır. Ve yaşamda uygulama alanı bulamaz. Dünya yaşamı hepimize sunulmuş çok büyük bir armağan ve kendimizi geliştirmek için kullanılacak imkânlar dizisidir. Ruhsal Güçlerin, ilham ve önsezilerin bize sağladığı en büyük fayda, yaşamı sadece biyolojik bir varoluş biçiminden kurtarmaktır. Her şeyin ardında asıl sebebi saklıdır. Görünenin ardındaki görünmeyeni görünür kılmak ve onun nimetlerinden yararlanmak bizim doğuştan hakkımızdır.

-Paranormal Algılamalar ve Sezgiler

İnsanlık var oldu olalı dünya realitesi ve hakikatler hakkında üç ana kanaldan bilgi edinmektedir. Bunlardan ilki gözlem yoluyla elde edilip akıl vasıtasıyla sentezlenen bilgiler, diğeri sezgi vasıtasıyla kendi öz varlığından elde etmiş olduğu bilgiler ve son olarak da ruhsal varlık ve planlardan tebliğ yoluyla elde etmiş olduğu bilgiler. Bu üç ana kaynak insanlığın dünya okulundaki eğitim ve öğreniminde gelişimi artırıcı önemli birer araç vazifesi görmektedir.

Sezgi bilginin veya bir etkinin duyularımızla herhangi bir bağlantı kurmadan, direk algılanması ve idrak edilmesidir. Aynen psişik, paranormal algılarda olduğu gibi herhangi bir duyu organı kullanılmadan bir bilgi bizim algılamalarımıza çarpar ve bu şekilde bir anlayışa ulaşabiliriz.

İnsanın öz varlığında mevcut birtakım bilgilerin, düşüncelerin, tesirlerin doğrudan doğruya elde edilmesine sezgi denilmektedir. Sezgi vasıtasıyla bilgi edinme bilebildiğimiz çok eski zamanlardan beri bazı kişi ve gruplar tarafından birçok alanda şuurlu bir şekilde kullanılmıştır. Özellikle ezoterik eğitim sistemini benimseyen inisiyasyon gruplarında psişik yeteneklerin ve sezgisel yolla bilgi edinmenin geliştirilmesi önemli bir yere sahipti.

Örneğin inisiyasyon içerisindeki müritler, mürşitlerinin kendilerine yönelttikleri sembolik bilgi sorularını çözerken veya gelecek, kozmos, astral dünya, ruhsal dünya, tekrar doğuş, tekâmül, yasalar v.b. gibi konular hakkında bilgi edinirken veya bilgilendikleri bu konuları idrak ederken durugörü ve sezgiyi kullanıyorlardı. Mu Uygarlığı ve Atlantis’te, Eski Hindistan, Eski Mısır ve Yunan kültürlerinde, Çin, Tibet, Kuzey Amerika yerlileri ve şaman gibi bazı toplumlarda sezgisel bilgisini ve durugörüsünü kullanan birçok insanın izine rastlanabilir.

-Sezgi Kanalları

Sezgi iki temel alandan bize ulaşmaktadır. Bunlardan ilki fizik plandır yani ruh varlığının bir bedeni kullanarak enkarne olduğu alan. Diğeri de bu ruh varlığının uzandığı asıl mekânı, ana vatanı olan ruhsal plan. İnsana fizik plandan gelen tesirler genel olarak bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışından kaynaklanırlar. Bu kaynaklardan elde ettiğimiz bilgiler genelde bizim ihtiyacımız olan gelişimimizle ilgilidir. Yaşadığımız olaylar ve ruh halleriyle ilgili fikir, yorum ve bilgileri bu şekilde elde ederiz. En önemli sezgi kaynağı ise bilinçdışından gelen bilgileridir.

Ruhsal alandan gelen sezgilerin kaynakları ise bedensiz varlıklar ve onlarında tabi olduğu ruhsal planlardır. Buradan gelen tesirler kimi zaman bizim bedenimize, şuuraltımıza, üst şuurumuza kadar yansıyabilirler. Fakat burada beden ve ruh arasındaki ilişkiyi temin eden perispri dediğimiz ara vasıta kullanılmaktadır. Bedensiz varlıklardan ve ruhsal dediğimiz planlardan kaynaklanan tesirler bizim perisprimiz vasıtasıyla şuurumuza ulaştığında sezgisel bir bilgi edindiğimizi hissederiz.

Bazen nadir de olsa birtakım parazit tesirleri de algılayabiliriz. Gerek fizik gerekse ruhsal dünyada inanılmaz bir mantal akış vardır. Adeta bir düşünce yağmuru altındayızdır. Kimi zaman bizimle ilgisi olmayan başka varlıkların yayınlarını algılayabilir ve sezgisel bir bilgi edindiğimizi sanırız. Bu hataya düşmemek gerekir. Bu açıdan sezgilerin alınıp kullanılmasında çok dikkatli olunmalıdır. Her algıladığımız tesir yüksek nitelikli olmayabilir. Ya da başkasını ilgilendiren bir bilgiyi tamamen kendimize mal edebiliriz. Bunu önlemek için bize ulaşan o tesirin niteliği onu nasıl yorumladığımız, bize ulaşma zamanı ve tarzı, bizim için ne anlam ifade ettiği gibi bazı kriterleri göz önüne almak gerekir.

Rüyalar geldiği kaynak açısından sezgilere benzerler. Onlarda hem bizim şuuraltımızdan, üst şuurdan hem de ruhsal dünyadan rehber varlıklardan bize kadar ulaşırlar. Yalnız burada bir fark vardır. Sezgi aracılığıyla belli belirsiz bize ulaşan tesirler rüyada imajlara bürünürler. Bu bilgiler rüyada oldukça semboliktir ve yapılması gereken yorum kişinin kendisine kalmıştır. Sezgide ise bir his tarzında belirir.

Görünüş itibariyle sezgi telepatiye benzetilebilir, doğrudur da. Gerçekten sezgi telepatiye benzer fakat arada bazı farklar vardır. Öncelikle telepati karşılıklı bir iletişimdir sezgi ise tek yönlüdür, sezgi yoluyla gelen tesirin kaynağı bilinmez. Telepatide kiminle iletişimde olduğumuzu biliriz. Bir başka fark ise telepati anında oluşan bir iletişimdir yani iletişimin başlaması ve bitmesi hemen hemen aynı anda olur. Fakat sezgisel bilgi bize ulaştığı anda hemen ortaya çıkmaz. Onun psişik bünyemize yerleşmesi ve uyanık şuurumuza ulaşması arasında bazen uzun bir süreç yaşanır. Bize ulaşmış bir tesiri algılayabilmemiz için şuurumuzun belli bir frekansa o an uyum sağlamış olması lazım. Yani bizde bir boşluk olmalı ki o boşluktan bilgi akabilsin. Kısacası telepati yatay sezgi ise dikey bir tesir akışıdır.

-Sezgi ve Paranormal Algı Arasındaki Fark

Bunu tüm paranormal algılarımız için de düşünebiliriz. Sezgi ve paranormal algı arasındaki fark tesirin yatay veya dikey olmasından kaynaklanır. Örneğin bir çocuk tehlikeli bir kaza yaşıyor ve ondan uzakta olan annesi o anda bu durumu bir şekilde hisler tarzında algılıyor. Kendini kötü hissettiğini ifade edebilir, sıkıldığını, sinirlendiğini bildirir. Bu çocuk ve annesi arasındaki sempatizasyondan kaynaklanan bir durumdur. Çocuk tehlike altında iken bunu mantal bir düzeyde devamlı yayınlar bu yayını çocuğa sempatik bir alanla bağlı kişiler çekecektir ki doğal olarak annesi bu durumu algılayabilir. Burada yatay planda bir bilgi akışı, tesir alış verişi mevcuttur.

-Rüyalarda Verilen Bilgi Sezgidir

Ayrıca sezgiye bağlı olmak üzere şuuraltından, üst şuurdan gelen tesirler başka isimlerle de anılabilir ki bunlardan bir tanesi de rüyadır. Rüyalar, sezgi hakkında anlattığımız tesirin yani bilgi akışının, klişeler veya imajlar haline gelmiş şekillerinden ibarettir.

Rüyalarda verilen bilgi belirsizdir. Yani sezgide, belirsiz olan, açık ve seçik olmayan ve aynı zamanda da olağandışı olan bir mekanizma, rüyalarda daha belirgindir. Çünkü aslında, bütün sezgiler ve sezgi yolu ile gelen bilgiler alışılmışın dışındadır. Yani zihnin akıl yürütmesi yoluyla bazı mantıksal sonuçlara gitmesi sezgi değildir. Örneğin, bir kişinin ekonomik görüşü gayet iyi olabilir ve der ki, “iki ay sonra şu iş şöyle olacaktır, şu malın fiyatı artacaktır, derhal stoğa gidin”. Ve hakikaten de o malın fiyatı artar. Şimdi bu sezgi değildir. Bu kişi sadece mekanik bir sistemi yani ekonomi psikolojisini ve organizasyonunu iyi bilen keskin görüşlü ve zeki bir kimsedir.

Rüyalar, şuuraltından yansıyan sezgilerin, vizyon, rüyet, imajlar ve bazı sahneler tarzındaki sembolik ifadeleridir. Rüyalar çoğu kez, insanın kendi psişik yapısından kaynaklanır. Freud’un ve Jung’un rüyalar hakkında haklı oldukları bölümler vardır. Rüyaların büyük bir kısmı o kişinin kendi şuuraltından kaynaklanırsa da öyle rüyalar vardır ki, onlar, ruhsal varlıkların yardımlarıyla uyarmaları ve bilgi aktarışlarıyla ilişkili olmak üzere belli frekanstaki bazı yayınların bizim tarafımızdan yakalanmasından ibarettir. Bazı rüyalar, Yukarı’nın bir tür yayın şeklidir. Ve biz bu yayını kısmen veya tamamen yakalayabiliriz. Bu bize ve o günkü durumumuza bağlı bir husustur.

Bir de kehanet rüyaları adını verdiğimiz rüya tipleri vardır ki, kehanet rüyalarında o varlığın şuuraltı ihtiyacı devreye hiç girmez. Yani o kişinin şahsiyetiyle, şahsi bilgisi ve endişeleriyle alakalı olmayan fakat görmek zorunda olduğu rüya tipleridir. Çünkü o varlık, yetenek bakımından bu tip bir bilgiyi aktarabilecek güçte olduğu için vazifelendirilmiştir ve kehanet rüyasını görür. Kehanet rüyaları genellikle hiç unutulmaz ve hemen bir sebep oluşturularak kaydetme imkânı ortaya çıkarılır.

-Çok yakın gelecekte olacakları hissedebilme yeteneğine dair güçlü kanıtlar sunan bir araştırma yayınlanacak.

Dünyanın en prestijli psikoloji dergilerinden Personality and Social Psychology (Kişilik ve Sosyal Psikoloji) yeni sayısında “duyuötesi algı”, yani gelecekte olacakları hissedebilme yeteneğine dair güçlü kanıtlar sunan bir araştırma yayınlayacağını açıkladı.

Psikoloji araştırmacılarının bazıları çalışmayı merakla beklerken, bazıları da bilimsel nitelik taşımadığını savunuyor. ABD’nin Cornell Üniversitesi’nden emekli profesör Daryl J. Bem’in yaptığı araştırmada son on yılda yapılan dokuz deney yer alıyor. Deneylerde öğrencilerin rastgele olayları doğru olarak hissedebilme yetenekleri test ediliyor.

Örneğin, öğrencilerden bilgisayar ekranının sağında mı yoksa solunda mı bir fotoğraf ortaya çıkacağını söylemeleri isteniyor.

-Ruhsal Bilimleri Araştırma Vakfı (Spiritual Science Research Foundation) nın yazı dizisinden

Altıncı his, görülmeyen varlıkları görebilmeyi mümkün kılan duyumuzdur, ayrıca normal zekâmızla anlayamadığımız pekçok olayın sebep-sonuç ilişkisini anlamamızı sağlar, medyumluk, sezgi hep altıncı duyu konusudur.

Gördüğümüz dünyayı beş duyumuzla (görerek, dokunarak, koklayarak, tadarak ve işiterek) algılarız, tabii bir de zekâmız işin içine girer. Görünmeyen dünyayı anlamak içinse, beş duyumuz yeterli değildir. Bunun için altıncı duyuya ihtiyacımız vardır.

Altıncı duyu ile ilgili basit bir örnek verelim: Önünüzde bir demet gül varken, bu güllerin kokusunu duymamız olağandır ama evinizin içinde otururken, pencere kapalıyken, evde hiç gül veya başka bir çiçek yokken, birdenbire, durupdururken gül kokusu duyarsanız ve bu kokuyu sizden başka kimse duymaz, hissetmezse, işte bu altıncı histir.

Biz görmesek de, görünmeyen şeyler çevremizde bulunmaktadır, altıncı hissimizi geliştirmek için bu konuda pratik yapmamız, çalışmamız gerekir. Altıncı duyuyu bir televizyon antenine benzetebiliriz, nasıl ki, televizyonunuzun anteni olmazsa, gözle görmediğimiz ama var olduğunu bildiğimiz, sinyalleri alamazsa, biz de altıncı duyumuz olmadan gizli dünyayı göremeyiz. Tanrı’nın varlığını hissedebilmek için de altıncı duyuya ihtiyacımız vardır,

Altıncı duyumuz geliştirmekten söz ettik. Bu kademelerden oluşuyor ayrıca kadınların altıncı hislerinin erkeklerden daha güçlü olduğuna inanılıyor. Örneğin, Nostradamus’un %50 oranında bir altıncı duyuya sahip olduğu düşünülüyor. Altıncı his kademesi, bir insanın altıncı hislerinin kapasitesini, ruhsal yönden gelişmişliğini ifade eder, bu kademeler 1′ den 100’e kadardır. Normal insanların altıncı hislerinin %20 civarındadır, bir insanın altıncı his düzeyi %70’i geçerse, işte o insana Aziz, Ermiş, Kahin deniliyor.

-Beynimiz ve sezgi

Sezgi, günümüzde en çok tasarımcı, sanatçı ve mucitlerde görülüyor. Beynimizin sağ yarı küresinin sıklıkla kullanıldığı bu durumlarda sezgisel kapasitemiz artıyor. Diğer yandan yapılan birçok bilimsel araştırmada beynimizin sinir sisteminin bir parçası olan empatik nöronlarımızın önseziler konusunda asıl rölü üstlendiği gözlemlenmiş.

Çeşitli kaynaklardan derlenmiştir

1. Berke Vardar, “Sözcükler, kavram alanlarını kaplayan dilsel alanlar oluşturur; bir dünya görüşünü dile getirirler.” demektedir (1988, 139). Bu dünya görüşü, yüzeysel bir bakışla bir toplumun kültürü demektir. “Kültürlenme sürecinde, normal bir gelişim gösteren her birey kendi kültüründeki kavramları günlük etkileşimi içinde kazanmaktadır.” (Coşkun: 1999, 17). Ancak bu kavramların yüklendikleri bilgiler, her zaman bilimsel olmamakta, kimi zaman ve hatta çoğu zaman dinsel ve/veya mitsel olmaktadır. İşte dinsel ve mitsel bilgilerle yüklü sağ – solkavramları da yön anlamı taşımak bir yana, belirli yaşam biçimleri ve dünya görüşü bildirir. Pek çok inanç sisteminde belirleyici olan bu iki kavram, bu yüzden, yalnız anlambilimin değil insanbilimin, toplumbilimin, halkbilimin, siyasetbilimin ve hatta ekonominin de ilgi alanlarına girmektedir. Biz bu çalışmayla, bu iki kavrama anlambilim çerçevesinden bakıyoruz. Ancak her gösterge, kavramsal değerini toplumsal yaşam biçimlerinden aldığı için, çalışmamızın insanbilimsel, toplumbilimsel ve halkbilimsel bir yanı da bulunmaktadır. Ayrıca çalışmamızı, küçük saptamalara ve kaynaklardaki tanıklara dayanan betimleyici bir araştırma denemesi olarak sınırladık. Bu sınırlandırmada Lévi- Strauss’un belirlediği iki ilke etkili oldu: 1- Herhangi bir insan topluluğunun çevresinin kendine özgü ögeleri ve bu insan topluluğunun kendi tarihsel özelliğine ve yerleşiminin sayısız ögesi arasında şu ya da bu ögeye verdiği anlam önceden kestirilemez. 2- Farklı kültürlerin hayvanları, bitkileri, göksel cisimleri ya da başka doğal fenomenleri hangi ilkelere göre seçip anlamlandırdığını ve sınırlı bir ögeler bütününden nasıl bir sistem oluşturduğunu bize yalnızca gözlem öğretebilir (1993, 123). Biz insan topluluklarını bir toplumbilimci gibi gözlemleyebilme şansını elde edemediğimiz için, göstergelerle ilgili olarak daha çok sözlüksel verilerden hareket ettik. Bu ise kavramları ve bunların yüklendikleri anlamları belirlemeye yönelik bir araştırma için asla yeterli değildir.

Belirttiğimiz gibi çalışmamızda, sağ ve sol kavramlarının kavram alanlarını araştırırken, sözlüksel alanlarını da belirlemeye çalıştık. Bunun sonucunda, sağ kavramı ve buna “komşu kavramlar”la (Vardar: 1988, 139) sol kavramı ve buna komşu kavramların karşıt anlamlar içerdiğini saptadık. Bu saptama ise bizi, bu anlamlamaların hangi kaynağa veya kaynaklara dayandığı, bütün toplumlarda ve kültürlerde bulunup bulunmadığı ve bu anlamlamalarla ilgili nedensel açıklamalar yapılıp yapılamayacağı gibi sorunsallara itti. Çalışmamız bu sorunsallar çerçevesinde gelişmiştir.

2. Lévi- Strauss, toplumsal mantığın özünde “ikicil” bir mantığın geçerli olduğunu düşünmektedir. Bu varsayıma göre zihin karşıt terim çiftlerini oluşturur (1993, 184). Sağ ve sol kavramları arasında da karşıtlık ilişkisi vardır ve bu iki karşıt kavram da insanlık tarihi boyunca görülegelinen, doğayı ve evreni ikicil bir yöntemle açıklamaya ve anlamaya çalışmanın bir sonucudur: yer- gök, tanrı- insan, cennet- cehennem, iyilik- kötülük, madde- ruh, gerçek- görünüş gibi. Ancak gerçekte, sağ ve sol kavramlarının içerdiği anlamlar, özsel bir içeriğe sahip değildir. Diğer bir deyişle, sağ ve sol, doğal değil zihinsel bir gerçekliktir ve insanın öznel bakışının ötesinde, evrenin sağı vesolu yoktur. Bu yüzden, yönlere değgin bilimsel açılımlar yakalanırken sağ ve sol kavramları yerine “saat yönünde” veya “saat yönünün tersinde” benzeri anlatımlar tercih edilir.

2.1 Sağ ve sol sözcüklerinin yüklendikleri bu karşıt kavramsal değerler, herhangi bir topluma mal edilebilir mi?

Çeşitli toplumlarda ve doğal olarak çeşitli dillerde sağ ve sol sözcüklerinin içerdikleri anlamlar incelendiğinde varılan sonuçlar, bu anlam değerlerinin herhangi bir topluma mal edilemeyeceğini kanıtlamaktadır. Sağ ve sol kavramları, yalnız Türklerin veya doğu toplumlarının değil pek çok toplumun, bu arada -mahkeme salonlarında sanıkların doğruyu söylemelerini sağlamak üzere sol ellerinin kutsal kitaba koydurulup sağ ellerinin havaya kaldırılması biçimindeki yeminde olduğu gibi- batı toplumlarının inanç sistemlerinin de anahtarı durumundadır. Ancak bu kavramların, Türk kültürüne batı toplumlarından girdiği düşüncesinde olanlar da vardır. Cemil Meriç, bununla ilgili olarak, “Bu Ülke” adlı deneme kitabında şöyle diyor. “(…) Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime; semâvî kitapların şeytanı. Ve en tehlikelileri, toprağımızda doğmayanlar. Sol’la sağ bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi. Sol, lâtincede meş’um, eski almancada eğri demek… Cehenneme inen merdiven hep sola bükülür. Sağ kibar ve imtiyazlı; Rabbin sevgili kulları sağında oturacaklar, diyor Tevrat.” (1976, 11). “Sol- sağ. Çılgın sevilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı. Hristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne?” (age., 13). Ancak, bu iki kavram, az-çok benzer anlamlamalarla yalnız batı toplumlarında değil doğu toplumlarında da bulunmaktadır. Günlük yaşamda, bunu doğrulayan çeşitli uygulamaları gözlemlemek veya çeşitli inanmalarla karşılaşmak olasıdır. Tarık Buğra’nın Küçük Ağa adlı romanı okunurken şöyle bir cümleyle karşılaşılır örneğin: “Hangi hesaplar, hangi çıkarlar –örümcekler gibi- ağlarını örmeye çalışacak, hangi dürüstlükler, hangi iyi niyetler ve sağ düşünceler bu ağlardan kurtulabilecek, hangileri bu ağlara takılıp kalacak, can vereceklerdi?” (1997, 409). Alfred Hitchcock’un “The Man Who Knew Too Much (1934, ikinci çevirim 1955 Tehlikeli Adam / Çok Şey Bilen Adam) (Ana Britannica: 1987, 122) adlı filminde, olayların bir bölümü Fas’ta geçiyor: Fas’a tatil için gelen iki Amerikalı bir restorana girerler. Restoranda Fas’a özgü yer sofraları vardır ve iki Amerikalı yemek sırasında yalnızca sağ ellerini kullanmaları yönünde uyarılırlar. Amerikalılardan biri “Bu dini bir zorunluluk mudur?” diye sorar. Ona verilen yanıt, “Ondan öte toplumsal bir kural.” biçimindedir. Günlük yaşamda buna benzer sayısız uygulama veya inanma gözlemlenebilir. Yine, batıl inançları konu alan herhangi bir çalışmada sağ- sol ayrımına ve bunlara yüklenen anlamlara ilişkin sayısız önermeyle karşılaşmak olasıdır. İşte bunlardan birkaç örnek:

“Salı günü dışında herhangi bir gün solak birine rastlamak uğursuzluk getirir. En eski inançlardan bazıları insan eliyle ilgilidir. Solaklığın kaynağı, solak iskandinav tanrısı Tiw’e dayanır. İngilizcede Salı anlamına gelen ‘Tuesday’ sözcüğü ‘Tiw’s day’den (Tiw’in günü) kaynaklanmaktadır. Günümüzde bile dünyamızın belirli yörelerinde, ‘sol’ kötü çağrışımlar yaratmaktadır. İki bin yıl önce, putperestlik döneminde, sol yanda uçan kuşların uğursuzluk getirdiğine inanılırdı.” (Lorie: 1997, 74). “Sabahleyin yataktan kalkmak, geceleyin uyumak için yatağa girmekten çok daha önemlidir. Sözgelimi, giyinirken hiçbir giyim eşyanızı yere düşürmemeniz gerekir. Sağ taraftan kalkmak ise ‘günün selâmeti’ açısından ilk koşuldur. Solun uğursuz sayıldığını daha önceki bölümlerde belirtmiştik. Özellikle balıkçılar, sağ sol ayrımına çok dikkat ederlerdi. On dokuzuncu yüzyıla aklı başında hiçbir balıkçı, teknesine soldan binmezdi, bunun uğursuzluk getireceğine inanılırdı. (…)” (age., 122). Görüldüğü gibi genel olarak toplumlarda sağ-sola yüklenen anlamlar mitsel ve dinsel kaynaklıdır. Bütün tek tanrılı dinlerin aynı topraklarda doğup aynı topraklardan yayıldığı düşünülürse, özellikle bu toplumların dinsel inançlarında ortaya çıkan bu benzerlikleri de yadırgamamak gerekir.

Yine günümüzle ilgili olarak, kaynağının mitsel ve / veya dinsel olup olmadığına bakmadan derlediğimiz bazı halk inanmalarını ve uygulamalarını şöylece örnekleyebiliriz. Kuşkusuz, kimi genel, kimi ise yerel bir özellik gösteren bu inanmalar ve uygulamalar, günlük yaşamı düzenlemede önemli belirleyicidir (Kaynak kişilerle ilgili olarak verilen bilgilerde, “adı- soyadı, yaşı, doğum yeri, öğrenim durumu, mesleği, derleme yeri” sırası izlenmiştir):

Un, bulgur çuvallarından sağ elle alınırsa bu çuvallarda bereket eksilmez (Fatma SÜZER, 50, Osmaniye, lise, memur, Adana).

Solak çocuklara sağ ellerini kullanmaları öğretilmelidir. Çünkü sol elle yapılan işler uğursuzluk getirir. Örneğin sol elle yenilen yemek haram olur (Perihan ÇIBLAK, 56, Koçarlı / Aydın, ilkokul, ev hanımı, Söke / Aydın).

Sağ elinin üzerine yatarsan güzel rüya görürsün (Leyla SERT, 21, Batman, Adana).

Sağ elin kaşınıyorsa, para gelecek; sol elin kaşınıyorsa para gidecek demektir ( Fatma EKİNCİ, 21, Ceyhan, üniversite öğrencisi, Adana ).

Sol elin kaşınıyorsa hakkında dedikodu yapılıyor, demektir (Fatma EKİNCİ, 21, Ceyhan, üniversite öğrencisi, Adana).

Sağ omuzda iyi amelleri yazan iyilik melekleri; sol omuzda kötü amelleri yazan kötülük melekleri bulunur (Azime Tokmak, 41, ev hanımı, Adana).

İngiltere’de, sağ el kullanılarak, sol omuzun üzerinden tuz atılırsa, sol omuz üzerinde oturan şeytanın kör edildiğine inanılır. Böylece sağ omuzda bulunan meleğin, sürekli olarak orada oturacağı düşünülür (Gary William PERCİVAL, 29, Dancester / İngiltere, üniversite, öğretmen, Adana).

Yatarken yatağa sağa dönük olarak uzanılmalıdır, aksi halde kâbus görülebilir (Fatima RAMADAN, 31, Hama / Suriye, üniversite, ev hanımı, Adana).

Kız istenecek, sınava girilecek, iş aranacak vb bir mekâna girerken sağ adım kullanılırsa hayırlı sonuçlar alınır (Zeynep ŞİMŞEK, 48, İmranlı / Sivas, okuma- yazması yok, ev hanımı, Adana).

Sağ, Allah’ın; sol şeytanın yönüdür (Nadejda Kirli, 25, Çadır / Moldova, öğretmen, Adana)

Sol tarafa bakılarak konuşulursa yalan söylendiği anlaşılır (Hüseyin Yağmur, 25, Nevşehir, öğretmen, Adana).

İnsanın başına iyi bir şey geldiği zaman, bu kişi sağ elini bir başkasının başına koyarsa iyilik ona da bulaşır (Pervane Gaffarova, 28, Azerbaycan, öğrenci, Adana).

 Şu iki uygulamada ise genel olarak doğu toplumlarına özgü başka bir toplum bilimsel gerçeklikle (erkek çocuğun kız çocuğa görece tercihiyle) bağlantı söz konusudur:

Annesi hamile olan ve henüz yön kavramı gelişmemiş çocuklardan, doğum sırasında veya doğuma yakın bir zamanda tek ayaklarını kaldırmaları istenir. Çocuk eğer sağ ayağını kaldırırsa erkek, sol ayağını kaldırırsa kız çocuk olacağına işarettir (Yeter TORUN, 25, Ceyhan, üniversite, öğretim elemanı, Adana).

Hamile kalmak isteyen kadınlar kocalarının sağına yatarlarsa erkek, soluna yatarlarsa kız çocukları olurmuş (Jülide SAKIZCI, 24, Osmaniye).

Yemek sağ elle yenilmelidir (genel)

Nişanlı çiftler, nişanlılık süresince alyanslarını sağ yüzük parmağına, düğün sonrasında ise sol yüzük parmağına takarlar (evlilikle masumiyetin bozulduğu düşüncesine koşut olarak) (genel).

Tuvalette temizlik sol elle yapılır (genel).

Tuvalete sol ayakla girilir, tuvaletten sağ ayakla çıkılır (Sevim ÖRTLEK, 21, Kadirli, üniversite öğrencisi Adana).

İki kişi bir kapıdan geçerken, geçiş önceliği sağdakine verilir (Türkân TAN, 63, Malatya, okuma- yazması yok, ev hanımı, Malatya).

Kıyafetler giyilirken ilk önce sağ el koldan geçirilir (Meltem EŞİT, 21, Mardin, üniversite öğrencisi, Adana).

Eski zamanlarda rahibe okullarında okuyan solak çocukların sol ellerine vurularak sağ elleriyle yazmaları istenirdi (Pasquale Steduto, Bari / İtalya. Aktaran Özlem Çetinkökü, 30, mühendis, Adana).

Gelin, gelin geldiği eve sağ adımıyla girer. Bu arada eşikteki su dolu bir kabı, sağ eliyle sağ omuzundan aşırarak gerideki herhangi birine verir (Zeynep ŞİMŞEK, 48, İmranlı / Sivas, okuma yazması yok, ev hanımı, Adana).

 SAĞ VE SOL KAVRAMLARINA İLİŞKİN BİR ARAŞTIRMA DENEMESİ

Değişik kültürlerdeki sağ- sol ayrımını vermesi bakımından, Anadolu Ajansı’nın 14. 03. 1999 tarihinde geçtiği şu haber de ilgi çekici: “ (…)Tarihe yön veren birçok insanın solak olmasına karşın, toplumlar tüm olumsuzlukları tarih boyunca “sola” bağlayarak, uğursuz saydılar. (…) Geçmişten bugüne sağ ve sol el kullanımı kültürden kültüre, geleneklere göre değişim gösteriyor. Her toplumda sağ elin kullanımı, ahlaki normlara, sosyal kodlara, büyü törenlerine uyarlanırken, solaklık daima uygunsuz görülüp tabu sayıldı ve uğursuz olarak kabul edildi. Arnavutluk’ta sol elin kullanımı cezalandırılırken, Endonezya’da solaklığı önlemek için çocukların sol kolu bağlanıyordu. Güney Afrika’da Bantu Kabilesi’nin üyeleri uğursuz olarak gördükleri sol eli kızgın kuma gömüyordu. Zulu Kabilesi’nde ise çocukların sol ellerini kullanmaları yasaktı. Arap ülkelerinde ve Hindular arasında sol el, geleneksel olarak “kirli” saylıyordu. Bu yüzden, kişisel temizlik için kullanılırken, yemek “temiz” sayılan sağ elle yeniyordu. Bazı kültürler de hırsızları cezalandırmak amacıyla “sol” elini kesiyordu. Fas’ta yerli halka göre, sağ gözün seğirmesi uzaktaki bir aile bireyinin eve dönüşü ve mutlu haber anlamı taşırken, sol gözün seğirmesi bir yakının ölümüne işaret ediyor. Yeni Zelanda Maorileri arasında ise uyurken sağ tarafın ürpermesi uğurlu sayılırken, sol tarafın ürpermesinin hastalık ve ölümü getireceğine inanılıyor. Kırsal alanlarda yaşayan Japon kadını için “sol” elini kullanmaksa boşanma sebebiydi. Benzer biçimde Nijer Irmağı çevresinde yaşayan çeşitli Afrika kabilelerinin kadın üyelerinin “sol” elle yemek pişirmeleri yasaktı. Dünyada kadınlara oranla daha fazla solak erkek olmasına karşın, toplumlarda kadına verilen önem “sağ” ve “sol” kavramlarına yansıdı. Birçok kültürde uğursuz kabul edilen “sol”, ikinci sınıf sayılan kadınlarla özdeşleştirildi. Budizm’in “Ying-Yang” öğretisinde soldaki “ying”; kadını ve zayıf yönü, cinselliği temsil ederken, sağdaki “yang”; erkeğin ve gücün sembolü. İngilizce’de “sağ” anlamına gelen “right” sözcüğünün kökeni, Latince’de doğruluk, düzenli olma, adalet anlamına gelen “rectus” kelimesine dayanıyor. Türkçe’de de aksiliği üzerinde olan kişiler için “sol tarafından kalkmış” deyimi kullanılırken, akla uygun, yerinde karar verme yeteneği olanlar için “sağduyulu” deniliyor. Ayrıca, Türkiye’de sağ elle tokalaşma geleneği sürdürülürken, sağ ayakla adım atmanın uğuruna inanılıyor. (…)”

Genel olarak dünya dillerine bu açıdan bakıldığında ne tür bulgular elde edilir, Türkçede ve diğer bazı dillerdesağ ve sol kavramlarına yüklenen anlamlar nelerdir? Konuyla ilgili genel eğilimleri vermek bakımından –eldeki verinin yeterli olmadığının bilincinde olarak- bazı dillerdeki sağ- sol göstergelerinden ve bu göstergelerin gösterdiği anlamlardan örnekler sıralamak istiyoruz:

Türkçede sağ kavramının içerdiği anlamlar, diğer pek çok dille benzerlik göstermektedir. Bu kavram, diğer pek çok dilde olduğu gibi görece olumlu anlamlarla yüklüdür. Türçenin tarihsel ve çağdaş dönemleriyle ilgili tanıklar şöyle sıralanabilir:

Türkçenin tarihsel dönemleriyle ilgili olarak yapılmış bazı çalışmalarda: Atebetü’l- Hakayık’ta: Sağsözcüğünün taşıdığı anlamlara benzer anlamlarla oŋ (Arat: 1992, 49) ve saġ (age., 51) ayrıca “iyileş-“ anlamındaoŋal- ve oŋul-  (age., 60); Divanü Lügat-it Türk’te:  saγ “intelligence, cleverness; health, soundness”, saγun “doctor” (…) (Dankoff: 1985, 182); oŋ “right (hand), oŋa- “make right” (age., 41); sol “left (hand) (age., 165); Gerard Clauson’un An Etymological Dictionary of Pre- Thirteen- Century Turkish adlı çalışmasında “sağ” anlamında  oŋ(1972, 166),  sag (age., 803), “iyileş-, düzelt- vb.” anlamlarda on- (age, 168), oŋ- (age., 169), *oŋa- / oŋar- (age., 189), oŋul- / oŋal- (age., 185); “sol” anlamında  sol (ege., 824) ayrıca “sol elli” anlamındaki  solak  sözcüğü için de olası bir *sola- kökü (age., 826); Yeni Tarama Sözlüğü’nde: sağ (I) 1. Sağlam, sağlıklı. 2. Temiz, saf, halis. 3. Doğru, gerçek, sahih. (…), sağ işi sol olmak İşi tersine dönmek (…), sağ itmek [eylemek]  Sağaltmak, hastayı iyi etmek, sağ olmak İyileşmek, şifa bulmak (Dilçin: 1983, 176); sol Aksi, ters, çarpık. (…), sol işi sağ olmak İşi yoluna girmek, ters işi düzelmek (age., 189- 190);

 Türkçenin çağdaş lehçelerinden biri olan Türkiye Türkçesi üzerine hazırlanmış en geniş kapsamlı çalışmadasağ sözcüğünün yön anlamı ve siyasal / ekonomik bir terim olan sağ, aynı girdi içinde ele alınmış, bu kavramın kazandığı diğer anlamlar yeni bir girdi içinde değerlendirilmiştir. Ancak bizce sağ kavramının ikinci girdiyle verilen anlamları da birinci girdiyle verilen anlamlar dolayısıyla ortaya çıkmıştır: sağ (I) 1. Vücutta kalbin bulunduğu tarafın karşısında olan, sol karşıtı (…). 2. Bu taraftaki yön (…). 3. Ekonomi ve siyasette eskiden yana olan, gelenekçi (kimse, görüş) (…).sağ (II) 1. Sağlam, esen. 2. Katkısız. 3. Yaşamakta olan (…). (…) sağı solu olmamak olumlu mu olumsuz mu davranacağı bilinmeyen bir kişi olmak. (…). Türkçe Sözlük’te bu ikinci girdide verilen anlamlara yakın anlamlı kullanımlar olarak sağalmak, sağaltmak, sağbeğeni, sağduyu, sağgörü, sağistem, sağlam, sağlık, sağ ol, sağ para / çürük para, sağ salim vb (Türkçe Sözlük: 1998, 1882-1886); sol (I) 1. Kalbin bulunduğu tarafta olan, sağ karşıtı (…). 2. Bu taraftaki yön (…). 3. Bir parti içerisinde sosyalizme yakın görüşte olan grup (…) sol tarafından kalkmak 1) aksilik, huysuzluk, terslik edenler için kullanılır, 2) işleri ters gitmek, iyi gününde olmamak (…) (age., 2004- 2005).

Azericede sol, sağa yüklenen olumlu anlamlar dolayısıyla olumsuz anlamlar kazanmıştır: Sağ (1) 1- Canlı, diri, hayatta olan, 2- Sağlam, zedesi, kırığı olmayan (…), 3- mec. Saf, bütün, temiz; Sağ (2) 1- Vücutta kalbin bulunduğu tarafın zıt kısmında bulunan, solun zıt tarafı (…), 2- Siyasi ve sosyal hayatta muhafazakâr görüş. Sağ el mec. En yakın kimse, yardımcı, sırdaş, sadık dost, arkadaş. Sağ eli(n) başıma (başımıza, başınıza, başına) Bir kimseye nasip olan, kısmet olan, iyi bir şeyi, mutluluğu kendisi ve başkaları için de arzu etmek anlamında bir ifade. Sağ közü kimi istemek Çok sevmek, haddinden fazla sevmek (…) (Altaylı: 1994, 1008); Sol 1- Vücudun kalbin olduğu tarafı (…), 2- Siyasi olarak diğerlerine göre daha radikal olan. (…) (age., 1052).

Türkmencede: Sag I sağ, sağlam, iyi II sağ, sağ taraf.  Sagal-  iyileşmek, sağalmak, hastalıktan kurtulmak (Tekin: 1995, 551); Sol  sol, sol taraf (age., 582).

Gagauzcada: saa 1) Sağ, sağlıklı, sağlam. (…). 2)  Bütün, zedelenmemiş (…). 3) Hayatta (…). saa sağ taraf (Gaydarci ve diğerleri: 1991, 204); sol sol, solak solak, solakçı sol eliyle çalışan (age., 221).

Özbekçede birbirinden az-çok farklı anlamlarla hem sağ hem de ong göstergeleri kullanılmaktadır: ong I 1- gavdaning yurak ornaşgan tamaniga karama karşi tamanga caylaşgan (“gövdenin kalbin yer aldığı tarafa karşı gelen tarafı”) (…), 2- siyasiy va ijtimaiy hayatdaki ilgar akimga, progresga duşman, konservator (“siyasi ve toplumsal yaşamdaki ilerici akıma, gelişmeye düşman, tutucu”)(…); ong II amalda, hakikatda sadir boladigan vakea yaki hadisa, bar narsa, hakikat, real halat (“gerçekte olan vakıa veya hadise, var olan, gerçek, gerçek hal”) (Mağrufov: 1981, 506);  sağ kasali yok, sihhat, salamatliği yahşi, sağlam (“hastalığı olmayan, sağlığı yerinde olan, sağlam) (…) (age., 73). Özbekçede sol kavramını karşılamak üzere iki gösterge vardır: sol ve çap. Çap, daha çok “kalbin bulunduğu taraf” ve “insanlarla ilişkisi iyi olmayan, ters, zıt” anlamlarında kullanılırken (age., 355), sol, bu anlamlar yanında siyasetteki sağın karşıt anlamlısı olarak kullanılmaktadır (age., 96).

Kırgızcada: onğ 1. sağ; sağ el; sağ cenah (…) onğ közü tartat: onun talihi var, muvaffak oluyor; (…) 2. münasip, uygun, onğ- muvaffak olmak, muvaffakiyetli olmak, yoluna konulmak, onğboğon hiçbir işe yaramaz, beceriksiz, hayırsız adam, (…); onğçul sağcı (sağ cenah mensubu); (…) onğdo- 1. bir işi sağ taraftan, sağ elle ve s. yapmak (…); 2. düzeltmek, yoluna koymak,  (…) onğol- düzelmek, yoluna konulmak, onulmak;  oorusunan cakşı onğolup kaldı: hastalıktan büsbütün iyileşti (…) (Yudahin: 1988, 591- 592), soo sağ, esen (…); can sooğala-hayatını kurtarmak, aman istemek (age., 659- 660), sol (I) 1. sol; sol kol; sol el; 2. sol cenah (…); 3. (…) kuzey, şimalî (…); 4. yanlış, kötü (…) (age., 658).

Kazakçada: Sav Sağ, sıhhatli, sağlam (Oraltay ve diğerleri: 1984, 236); On 1. Sağ. 2. Yanlış değil, doğru, On közi Sağ gözü, güvendiği kimse (…), On qolı Sağ kolu, yardımcısı, On men solın ayırdı İyi ve kötüyü bilen, aklı başında (…) Onaluv  Semirmek, düzelmek, yoluna girmek (…), Ondı İyi, doğru, hoş (…), Onşıl Sağcı, doğrudan yana (age., 210-211); Sol  (II) Sol (…), Solagay Solak, sağ eliyle değil, sol eliyle iş yapan (age., 243).

Teleütçede: oň 1. Şans. 2. Sağ (taraf, yön), oňdo- (I) Düzeltmek, onarmak, oňdon- 1. İyileşmek. 2. Şişmanlamak, yaramak, oňdu 1. Sağlam. 2. Başarılı, talihli, şanslı, oňoy Ucuz (Ryumina- Sirkaşeva ve diğeri: 2000, 76), sol Sol, solım Yabancı, tanımadık (age., 100).

Karaçay- Malkarcada: sav sağ, canlı (…) (Tavkul: 2000, 333), sav sağlam, bütün, tam (…) (age., 334), ong sağ taraf ong 1) güç, kudret, 2) kabiliyet, yetenek, 3) fayda, menfaat, çıkar, 4) başarı, 5) şans, talih, 6) imkân (…) ong- refaha ermek, mutlu olmak, başarı kazanmak, başarılı olmak (…) ongay-  1) iyileşmek, daha iyi olmak, 2) şanslı olmak (…) (age., 309); onovlu sağ duyulu, aklı selim sahibi, akıllı, düşünceli (age., 310); sol sol (age., 350).

Türkçenin bazı tarihi dönem metinlerinde ve bazı çağdaş lehçelerde sol ismi ile ilgisi tartışılabilecek olan sol-fiili ve bu fiilin çeşitli biçimleri, “solmak, tazeliğini yitirmek, gevşemek, esnemek vb.” anlamlarda kullanılmıştır. Bu iki kavram ile paralel olarak düşünülebilecek oŋ ismi ile oŋ- fiilinin ve bu fiilin diğer biçimlerinin anlam ilgisi ise ilginçtir: Sözü edilen bu dönem metinlerinde ve bu lehçelerde, oŋ- fiili ve bu fiilin değişik biçimleri, oŋ ismi ile anlam ilgisi oluşturarak “iyileşmek, düzelmek vb.” anlamlarda ve ayrıca bunun tam karşıtı olarak sol- fiilinin anlamlarıyla da kullanılmıştır (Ayrıntılı bilgi için, “Kaynaklar” bölümünde verilen, sözlüklere ve dizinlere bakmak yeterli olacaktır.).

Türkçe dışındaki diğer bütün dilleri sağ ve sol göstergeleri açısından inceleme olanağımız olmadı. Ancak incelediğimiz bazı dillerdeki anlamlandırmalar Türk dillerindeki anlamlandırmalarla büyük benzerlik göstermektedir:

Farsçada sağ kavramı için rast, sol kavramı için çep kullanılmaktadır: “rāst, Right, true; good, just, sincere, uprigt; straight, even, level; right (opposed to left); complete; actually, certainly, surely, truly (…) rāst- būd, (really existing), God. (…) (Steingass: 1975, 562-563); chap, The left side; discordant, inharmonious; -chap uftādan(bastan), To oppose; to use stratagem; -chap dādan, To sew on a patch; to deceive, betray, forsake; to drive away, to repel; -chap u rāst (lit. Left and right), Unsteadiness, carelessness, want of principle; (…). chapāt, chappāt, A slap on the face. (…) chapār, Spotted, speckled, mottled (particularly applied to a green dove and a horse both spotted black). (…) chapan, chuppān, Tattered garments. (…)(age., 387-388). Farsça rast ve çep göstergelerinin, biri olumlu ve diğeri olumsuz anlamlarda olmak üzere Türkiye Türkçesinde de birçok kullanımı vardır: “işi rast gitmek”, “rast gele”, “çeper / çepel / çepir: çamur, pislik, bulaşık, kir (Derleme Sözlüğü: 1968, 1141)”, belki “çapak” vb.

Rusçada, sağ kavramı ve buna komşu kavramlar ve için prav ve türevleri kullanılır: pravda 1. gerçek, hakikat, realite; eto suşaya pravda bu su katılmamış bir gerçektir; skazat komu-libo vsyu pravdu birine gerçeği olduğu gibi söylemek; birinin suçunu yüzüne vurmak (…); 2. (pravdivost) doğruluk; 3. (pravota) haklılık (…); 4.(spravedlivost) adalet, hak, hakkaniyet; (…). pravednik 1. dindar, mümin; 2. Namuslu adam. pravilo 1. kaide, kural (…). pravilno 1. doğru (olarak); isabetle; düzgün şekilde, kusursuz (…). pravota haklı olma, haklılık; masumluk, suçsuzluk (…). pravoflangovıy 1. sağ, sağdaki, sağ taraftaki (…). pravıy I 1. sağ; (…); 2. sağcı (…).pravıy II 1. haklı; (…) (Mustafayev- Şçerbinin: 1989, 679-681). levıy 1. sol (…); 1) sol yan (…); 2) ters; (…); 2. solcu; (…); vstat s levoy nogi  ters (sol) tarafından kalkmak (age., 364).

İngilizcede: right doğru, düz; doğrulu, dik; haklı, adil, insaflı; uygun, münasip; doğru, gerçek, gerçeğe uygun, dürüst; iyi, sağlam; sağ (taraf); doğru, adaletli olarak, adalete uygun şekilde; dosdoğru, doğruca; pek, çok; hak, adalete uygunluk; hakikat; doğruluk, dürüstlük; sağ taraf; yetki; sağ kanat; hakkını yerine getirmek; doğrultmak; tashih etmek, düzeltmek; doğrulmak. Right! Haklısınız! Doğrudur! (…). Right on Tam isabet. Devam et. (…) have a good right çok hakkı olmak, tamamıyle haklı olmak. On the right side doğru tarafta,  doğru yüzünde. (…) right- hand sağdaki, sağ tarafa ait, sağa dönen; güvenilen. right- hand man en çok güvenilen kimse, sağ kol (özellikle iş sahasında). rightist sağcı (kimse) (…) rightminded doğru düşünüşlü, sağduyu sahibi. (…) (Avery ve diğerleri: 1988, 834-835) left sol, solda, sola ait; sol taraf, sol kanat. Be in left field yedeğe alınmak (…). left-handed solak; sağdan sola; acemice, acemi; salak; sinsi, entrikacı; ikiyüzlü; asil olmayan bir kadınla evlenmiş bir prensin evliliğine ait (…). leftist solcu, sol tarafı destekleyen kimse. leftover artan yemek, artan artık. (age., 561- 562).

Ayrıca başka bir kaynakta, İngilizce sağ ve sol kavramlarıyla ilgili olarak şu sözlüksel bilgiler verilmiştir: “Sağ ellerini kullanan insanlar genellikle zayıf olduğunu düşündükleri sol elleriyle iş görmeyi zor bulurlar. Eski İngilizce’de her ne kadar yetersiz delil olsa da left kelimesi “zayıf” anlamındadır. Left, Latince’deki “empty or weak = boş ya da zayıf” anlamına gelen inanis kelimesinin çevirisi ya da bir yan anlamı olarak ortaya çıkmıştır ve aynı kelime “felç” anlamına gelen ve İngilizce’ye “zayıflık hastalığı” olarak çevrilen “lyftadl” ın ilk şeklidir. Left’in zayıflık ile ilgili yönü, sağ elini kullanan çoğu insan tarafından daha zayıf olan sol elleriyle özdeşleşmiş, daha sonra vücutta kalp ile aynı tarafı paylaşan el’e gönderme yaparak “left” kelimesini “sol” tarafla özdeşleştirmekle sonuçlanmıştır. 12. yy. itibarıyle Orta (middle) İngilizce döneminde bize tanıdık gelen birçok “left” anlamı gelişmiştir. En son gelişmelerden biri Avrupa yürütme meclislerinde bir gelenek olarak kabul edilen ve yönetimde olan tarafın liberal üyelerinin başkanın solunda oturmaları ve böylece left = sol kelimesinin politik yönünü de ima etmeleridir.” (Kanar: 1998, 51).

Fransızcada: droit 1. Doğru, sağlam, yerinde. 2. Dik. 3. Sağ. 4. Doğru, doğruca, dosdoğru (…) etre le bras droit de qn Birinin sağ kolu olmak, en yakın, en güvenilir adamı olmak. rester dans le droit chemin Namuslu yaşamak, doğru yoldan hiç ayrılmamak (…). droit 1. Türe, hukuk. 2. Hak. 3. Vergi, resim. 4. Tüze, adalet (…)droite 1. Sağ yan, sağ yön. 2. (Meclislerde) Sağ kanat, sağ. 3. sağ el (…) droitement Açık açık; dürüstçe, namusluca. droiture 1. Doğruluk, dürüstlük, denserik. 2. Sağduyu (…). (Saraç: 1985, 465, 466);  gauche 1. Sol, sol yan. 2. (Siyasal anlamda) Sol, sol parti (…). gauchement Beceriksizce, acmice (…). gaucherie 1. Tutukluk. 2. Beceriksizlik, sakarlık (…). gauchir 1. Çarpılmak, çarpıklaşmak. 2. Sakınmak üzere yana çekilivermek. 3. Çarpıtmak, çarpıklaştırmak. 4. Bozmak, değiştirmek, çarpıtmak (…). (age., 654).

Almancada: recht 1- hak, salâhiyet, yetki 2- hukuk (ilmi) 3- adalet, hakkaniyet, tüze rechte 1- sağ el 2- sağ 3- sağ cenah partileri, muhafazakârlar (Steuerwald: 1974, 440); link sol linke 1- sol sayfa 2- kumaşın ters yüzülinkisch 1- beceriksiz, hoyrat, köylü (age., 363).

Arapçada sağ anlamındaki yemin (yümn’den) ile sol anlamındaki yesar (yüsr’den), diğer dillerdekine benzer anlamlarla kullanılmasının yanısıra ilginç bir biçimde yakın anlamlarla da kullanılmaktadır. Burada sol kavramı da sağ kavramı gibi olumlu anlamlar kazanmış, “kolaylık, zenginlik, bolluk” anlamlarında kullanılmıştır. Bunun kaynağında, solun yani yesarın, sağa yani yemine göre “daha değersiz, daha önemsiz, dolayısıyla daha kolay elde edilebilir” sayılması biçiminde özetlenebilecek dünya görüşü yatıyor olmalıdır: yamana, yamina, yamuna, yumn to be lucky, fortunate (…), good luck, good fortune, prosperity, success. Yaman, yamna right side or hand (…),yamin, aiman right side; right hand (…), yamīnī  of or pertaining to the right side, right- hand, right. (…) tayammun auspiciousness, good augury, good omen (…), muyamman lucky, auspicious (Wehr: 1980, 1109); yasira (yasar) to be or become easy; yasura (yusr) to be small, little, insignificant (…), yusr ease, easiness, facility, easy, pleasent circumstances; prosperity, affluence, wealth, abundance, luxury (…), yasra left side (…), yasārī  leftist, left- wing (…) (…) (age., 1107).

Bütün bu veriler, bu anlamlamaların tek tanrılı dinlerin hepsinde yer alan ortak bir kültür ögesi yani dinler ötesi olarak alınmasının olanaklı olduğunu göstermektedir. Kitab-ı Mukaddes’teki ve Kur’an-ı Kerim’deki şu tanıklar da savımızı doğrulamaktadır:

“İnsanoğlu kendi görkemi içinde tüm melekleriyle birlikte gelecek ve görkemli tahtına oturacak. Ulusların hepsi O’nun önünde toplanacak. O da koyunları ve keçileri ayıran bir çoban gibi, onları birbirinden ayıracak. Koyunları sağına, keçileri soluna alacak. O zaman Kral, sağındaki kişilere ‘Sizler Babamın kutsadıkları, gelin!’ diyecek, ‘Dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan egemenliği miras alın. (…)’. (…) Sonra solundakilere şöyle diyecek: ‘Ey lânetliler, çekilin önümden! İblis ile onun melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe yollanın (…)’ “ (İncil-i Matta, bab 25, ayet 31-43).

“ (…) sizin çarmıha gererek öldürdüğünüz İsa’yı diriltti, günahlarınınzdan tövbe etme ve bağışlanma fırsatını vermek için Allah O’nu önder ve kurtarıcı olarak kendi sağına yükseltti.” (İncil / Resullerin İşleri, bab 5, ayet 30).

            “İsa Mesih’in dirilişi sayesinde şimdi sizi de kurtarıyor. Göğe çıkmış olan Mesih, Allah’ın sağındadır. Melekler, yetkiler ve güçler O’na bağlı kılınmıştır.” (İncil / 1. Petrus, bab 4, ayet 22).

“Ne var ki havariler, O’nun İsa olduğunu anlamadılar. İsa, ‘Çocuklar, balığınız yok mu?’ diye sordu. ‘Yok.’ cevabını verdiler. İsa, ‘Ağı kayığın sağ yanına atın, tutarsınız.’ dedi. Bunun üzerine ağı attılar. O kadar çok balık tuttular ki artık ağı çekemez olmuşlardı. (…)” (İncil-i Yuhanna, bab 21, ayet 5).

“Hikmetli adamın yüreği sağındadır; fakat akılsızın yüreği solundadır.” (Tevrat/ Vaiz, bab 10, ayet 2).

“(…) Ve sol yanına yat ve İsrail evinin fesadını onun üzerine koy; onun üzerine yatacağın günlerin sayısına göre fesadını taşıyacaksın.” (Tevrat / Hezekiel, bab 4, ayet 4).

“Senin sağ elin, ya Rab, kudrette celildir,

 Senin sağ elin, ya Rab düşmanı ezer.

 Harikalar yapan senin gibi kim vardır?

Sağ elini uzattın, yer onları yuttu.” (Tevrat / Çıkış, bab 15, ayet 6-12), (Bu ilâhi İsrailoğulları’nın Kızıldeniz’den geçerken söyledikleri ilâhidir.).

“Senin koruyucun Rab’dir.

 O sağ yanında sana gölgedir. (…)” (Zebur, 121. mezmur, ayet 5-7).

“Yeni bir ezgi söyleyin Rabb’e,

  Çünkü harikalar yaptı,

  Zaferler kazandı, sağ eli ve kutsal koluyla.” (Zebur, 98. mezmur, ayet 1).

“Sevinç ve zafer çığlıkları,

  Çınlıyor doğruların çadırlarında:

  Rabb’in sağ eli güçlü işler yapar!

  Rabb’in sağ eli üstündür,

  Rabb’in sağ eli güçlü işler yapar!” (Zebur / 118. mezmur, ayet 6)

“Ashab-ı yemin ise nedir ashab-ı yemin? Dikensiz kiraz ağaçları altındadırlar. Ve meyveleri kat kat olmuş muz ağaçları altındadırlar. Ve yayılmış gölgededirler. Ve çağlayıp akar bir su başındadırlar. Ve pekçok meyveli bir yerdedirler. (…) Ve yükseltilmiş yataklardırlar.” (Vakıa suresi, ayet 27-34); “Ashab-ı şimal ise nedir ashab-ı şimal? Mesamata kadar nüfuz eden bir sıcaklık ve son derece hararetli bir su içindedirler. Ve pek siyah bir dumandan bir gölge içindedirler. O gölge ne soğuktur ne de faydalıdır. Çünkü şüphe yok, onlar bundan evvel nimetlere- zevklerine- düşkündüler. Ve büyük günah üzerine ısrar eder olmuşlardı.” (Vakıa suresi, ayet 41-46) (Burada geçen “ashab-ı yemin “sağdakiler”; ashab-ı şimal ise “kuzeydekiler”, burada “soldakiler” anlamındadır.).

“Artık kitabı sağ tarafından verilmiş olan der ki ‘Alınız kitabımı okuyunuz.’ (…) Şimdi o, hoşnut olduğu bir yaşayıştır. Yüksek bir cennet içindedir.” (Hakka suresi, ayet 19-22); “Fakat kitabı sol tarafından verilmiş olan der ki ‘Keşke kitabım bana verilmemiş olsa idi. Hesabımın da ne olduğunu bilmese idim. (…)’ Taraf-ı ilahiden de denilecektir ki ‘Onu tutun da ellerini boynuna bağlayın. Sonra cehenneme kavuşturun.’“ (Hakka suresi, ayet 25- 31).

Ayrıca bu sanıyı, toplumbilimdeki dinsel düşünce biçimleri de doğrulamaktadır Bu düşünce biçimine göre, tek tanrılı dinlerin aşkın bir birliği söz konusudur. Dinler, dairesel bir hareketlilikle birbirlerinden doğar ve yine bu yüzden birbirlerini etkilerler. O halde, Eski Ahit’le Yeni Ahit’te (Kitab-ı Mukaddes’te) ve Kuran-ı Kerim’de de ortak birtakım düşünce biçimleriyle karşılaşmak şaşırtıcı olmamalıdır. Bu bağlamda,  sağ ve sol kavramlarının, içerdiği anlamlar bakımından, bütün tek tanrılı dinlerde benzerlik göstermesi de şaşırtıcı değildir.

2.2 Eğer sağ ve sol, tek tanrılı dinlerin ve bu dinlerin yayıldığı çağdaş toplumların ortak düşünce biçimiyse, bunu ilkel toplulukların düşünce biçimleriyle ilişkilendirmek olanağı var mıdır? Dilden, göstergelerin gösterdikleri / yüklendikleri anlamlardan yola çıkarak bunu bilebilir miyiz? Toplumbilimdeki bir başka genel ilkeye göre, olgular ve kültür değerleri, bir dönemden başka bir döneme aktarılarak devinirler. Bu durum en ilkel dönemlerden çağdaş dönemlere böyledir. Humboldt da bu konuyu dille bağdaştırarak ve benzer bir yaklaşımla şöyle diyor: “İnsan, dilde, içinde yaşadığı zamanın duygusuna daha bağlı olduğu halde uzak geçmişi de açık ve canlı olarak duyar ve sezer. Dil bu iki duyguyu birleştiren bir şeydir. Çünkü dil, daha önceki kuşakların duygularından geçmiştir ve onların solukları dilde gizlidir.” (Akarsu: 1998, 21). Lévi- Strauss ise konuyu insanbilimsel açıdan ele alıyor: “Her ideolojinin ardında daha önceki ideolojilerin birikimi yatar ve zaman içinde hepsi birbirinde yankılanır; kuşkusuz sonsuza dek değil ama en azından yüzbinlerce yıl önce ya da daha eskiden, henüz ilk adımlarını atan insanlığın ilk mitlerini düşünüp dile getirdiği o ulaşılması olanaksız ana dek uzanır bu yankılanma.” (1993, 126). Şu durumda ilkel veya çok tanrılı dediğimiz dönem değerlerinin tek tanrılı dönemlere oradan da günümüze yani pozitivist döneme aktarılması olanaklıdır. Ancak şu farkla ki her dönem, önceki dönemlerden devraldığı değerleri değiştirerek (bir durumda öz anlam az ya da çok korunur) geleceğe taşır. Dilin doğasında da anlamsal boyutta böyle bir yayılım söz konusudur.

Genel olarak uzak doğu felsefelerinde ve eski Türklerde sağ ululanır. Reşit Rahmeti Arat, eski Türk şiirinden aldığı bir parçayı şöyle çevirmiştir: “ong tegzinçlig … tigme … nom tilgenin … öze … ongaru evirür (sağ dönüşlü … denilen … töre  çarkını  … ile  … sağ tarafa [iyilik için] çevirir)” (Arat: 1991, 351). Çinlilerde ise “İÖ son yüzyıllardan itibaren yönlere değin tüm kavramlar, Yin, Yang ve Beş Unsur kuramlarının ışığında oluşmuştur. Gölge, rutubet ve soğuk gibi dişil ilkeleri olan Yin’in batı ve kuzey yönlerini (…), ışık, sıcak ve kuraklığın eril ilkesi olan Yang, doğu ile güneyi temsil eder.“ (Bonnefoy: 2000, 353). Uzak doğu felsefesindeki Yin- Yang sembolünde Yang sağda, Yin isesolda yer almaktadır.

Günümüzde bazı gelişmemiş toplumlardaki, diğer bir deyişle, ilki ve ilkeli yaşayan topluluklarda, sağın vesolun kavramsal değerlerinin ne(ler) olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ancak Claude Lévi- Strauss’un verdiği şu bilgiler, bazı gelişmemiş topluluklarda sağ ve sola yaklaşımlar konusunda, sözcüksel değil fakat kavramsal anlamda bizi aydınlatmakta ve sanımızı güçlendirmektedir: “Nijerya’nın Sahel bölgesinde yaşayan göçebe Peul’ler olan Afrika Bororo’ları da, Kaguru’lar gibi, sağ yanı erkeğe ve –zaman düzleminde- önceye, sol yanı kadına ve sonraya bağlar görünürler; buna koşut olarak, erkek ‘hiyerarşi’si güneyden kuzeye, kadın ‘hiyerarşi’siyse kuzeyden güneye doğru gider.” (1996, 180). Ayrıca Osagelarda da “Doğan güneşe bakan insan (aynı zamanda da doğuya kadar ve böylece gerçekten) güneyi sağına, kuzeyi soluna alır.” (age., 180). Yine Lévi-Strauss’un bildirdiğine göre aynı Osageların söylence geleneklerinde şu söylence vardır: “ (…) atalar toprağın derinliklerinden çıktıkları zaman, iki öbeğe ayrılmışlardı, biri barışçıldı, bitkilerle beslenirdi ve sol yanla özdeşleşmişti, öbürü savaşçı ve etoburdu, sağ yanla özdeşleşmişti. (…)” (age., 93). Ancak burada ilkel insanın “savaşçılık” ve “barışçılık” kavramlarına yükledikleri anlamsal içeriklerin çağdaş insanla aynı olup olmadığını araştırmak gerekir. Mitoloji Sözlüğü’nde Eskimoların (İnuitlerin) mitsel kültürlerini ortaya çıkarmak adına yapılan üç boyutlu simge denemesinde sağ erkeğin ve spermin; sol ise kadın ve kanın simgeleri durumundadır (Bonnefoy: 2000, 241)[1]. İlkel topluluklarla gelişmiş toplumların bakış açılarındaki bu benzerliklerin nedenini düşündüğümüzde, “(…) ne denli uzaklara, ne denli eskilere gidersek gidelim, insan düşüncesinin nesneleri hep kesinlikle karşıtlaştırıp birleştirdiği, hep aynı tutarlılıkla ayırıp sınıflandırdığı” (Lévi- Strauss: 1996, 15) bilgisiyle karşılaşıyoruz. İnsanlar ve doğadaki canlılar için güneşin yaşam kaynağı olduğu, dolayısıyla güneşin bulunduğu yönlerin, doğunun, güneyin ve böylelikle sağ’ın bakış açıları için odak noktası oluşturduğu da bir başka gerçekliktir. Burada güneş ışığına olan gereksinim, bu gereksinimin karşılandığı sırada ortaya çıkan sağlık, sonra aydınlık ve buna bağlı olarak istenen başka durumlar, örneğin mutluluk bağıntılarının hepsigüneş ve sağ kol aracılığıyla algılanabilir bir anlatıma kavuşuyor. Almanya’da gelişen ve “Doğa- Mitoloji”  denilen okul da “ilkel insanın doğa olaylarına çok güçlü bir ilgi gösterdiğini ve bu ilginin başlıca kuramsal, derin düşünceye dalma ve şiirsel düzeyde olduğunu” ileri sürmektedir. “İlkel insan ayın evrelerini ya da gökte güneşin düzenli ama değişen hareketini yorumlamak ve dile getirmek isterken yapıcı rapsodiler tasarlıyor.” (Malinowski: 1998, 98). Sağ- solayrımındaki “yabanıl / yaban düşünce”nin ana etkenin güneş ve hareketleri olduğu kabul edildikten sonra bu yaklaşım şöyle geliştirilebilir: Bilimsel bilgiden yoksun ilk(el) insan toplulukları için güneş çevresel etkenlerle ulaşılamayacak bir nesne (obje)dir. Bu yüzden düşselliğe açık, gerçekle imgelem arasında gidip gelen ve gözlenen özelliklerinin çarpıtılmaya yatkın bir yönü vardır.

2.3 Gerek (belki) ilkel topluluklarda gerekse gelişmiş toplumlarda[2]  sağ ve sola benzer kavramsal anlamlar yükleniyor. Şu durumda bunun nedeni nedir? “Değişik kültür coğrafyalarında neredeyse şimdilerdeki gibi eşzamanlı ve benzer bakma biçimlerine rastlanması sadece ilginç bir rastlantı olabilir mi?” (Karadeniz: 2002, 12). Bunun, çevresel nedenlerin ötesinde, evrensel- ussal nedenleri olabilir mi? Yoksa Lévi- Strauss’un dediği gibi (1993, 125) ussal yasalarla çevresel etkiler arasında bir etkileşim mi vardır? Yani “anlamlı bütün” böyle mi ortaya çıkar?  Lévi- Strauss böylece iki tür gerekircilikten (determinizm) söz ediyor ve ona göre bunlar “birbirlerini koşullandırmaksızın birlikte bulunabilirler.” (age., 125).

Sağ- sol karşıtlığının neden kaynaklandığı, niçin biri görece olumlu anlamlar yüklenirken diğeri görece olumsuz anlamları karşıladığı sorusuna, tek tanrılı dinlerde dinsel ve çokçası efsanevî yanıtlar veriliyor. Gerçekte bunun nedenini basit bir anatomik bilgide mi aramak gerekir? İnsan vücudu, beynin yapısı gibi. Sağ ve solun insanın anatomik yapısıyla ilgisi gerçekte bizim ilgi alanımızın dışında kalmaktadır. Ancak örneğin beynin yapısıyla ilgili olarak yapılan şu açıklama ilginçtir: “Bir Fransız doktor olan Paul Broca, 1865 yılında konuşma ve dil merkezlerinin beynin sol yarımküresinde bulunduğunu belirledi. O zamandan bu yana araştırmacılar, hasara uğramış beyinler üzerindeki çalışmalarla duyusal ve zihinsel fonksiyonları yöneten beyin bölgelerinin haritasını çıkarmaya çalışıyorlar. Bu çalışmalar sonucu beynin sol yanının, dil öğrenme ve kullanımıyla, sağ yarımküreninse, sezi, soyutlama gibi konuşma dışı yeteneklerle ilgili olduğu yaygın kabul görmüşe benziyor.” (Bilim ve Teknik: 2000). Gerçekten de doğada ve doğanın bir parçası olarak insan vücudunda her zaman bir simetriden (bakışım) söz edilebilir mi? Parçacıklar fiziğine göre, bir cismin simetrik olduğu söyleniyorsa, o cisme uygulanan dönüştürme işleminin, cisim üzerinde bir değişiklik yaratmaması gerekir (Thėma Larousse: 1993-1994, 290).Sosyal bilimler alanında sağ vesoldan birinin diğerine dönüştürülmesi, bu olgular bütününde büyük bir kaosa neden olmaktan öte sonuçlar vermez. Bu da gösteriyor ki doğada her zaman simetri yoktur ve sağ- sol ayrımını bu asimetrik ilişkilerle bağdaştırmak gerekir.  Müge İplikçi’nin bildirdiğine göre Ballard, Yakın Geleceğin Mitosları adlı çalışmasında (J. G. Ballard, Yakın Geleceğin Mitosları, Çeviren: Ümit Altuğ, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993), “teorik fizik, bize tüm maddelerin doğasında, DNA sarmalının sağa dönüklüğünden elektronların döngülerine kadar uzayıp giden içkin bir sağa yatkınlık olduğunu” söylemektedir. Ona göre, aksi yöne doğru yapılacak her türlü devinim kara deliklerin oluşmasına yol açacak dev ters enerjileri açığa çıkarabilir (İplikçi: 2000, 12). Burada sözü edilen sağa yatkınlık, sağdan sola doğru dönüşü bildirir. Neden her ne olursa olsun, yeryüzünde yaşayan insanların büyük bölümünün vücutlarının sağ tarafını örneğin sağ ellerini daha çok kullandıkları,  bir gerçektir. Bu yüzden sağ, sola göre daha esas, daha genel, daha sıradan ve giderek toplumsal bir norm olmakta, sol ise daha az bulunan ve norm dışı konuma gelmektedir. Bu, doğu toplumlarında az sayıda görüldüğü için sarı saç ve mavi gözün uğursuz sayılmasına veya batı toplumlarında “cadı” tiplemesinin genelde karakaşlı, kara gözlü ve esmer olmasına benzemektedir. Yani sol sağa kıyasla vardır, aslolansağdır ve sola verilen değer sağa göre belirlenir. Ayrıca örneğin Türkçede sağ kavramının sol’a göre daha çok komşu kavrama sahip bulunuşu ve “sağ elini kullanan” anlamında özel bir gösterge yokken, “sol elini kullanan” anlamında “solak” göstergesinin varlığı da bununla ilgili olmalıdır.

2.4 Bütün dillerde, sağ ve sol kavramları temel anlamlarını yön adı olmakla kazanırlar. Bu kavramlar, özellikle de sağ, bu yan anlamlarını nasıl kazanmıştır? Kavramı kavram yapan ayırt edici özellikleridir ve yalnızca bu ayırt edici özellikleri söz konusu olduğunda kavram düz anlamıyla kullanılmış demektir. Sağ ve sol kavramlarının ayırt edici tek özellikleri, dolayısıyla düz anlamları ve ilk anlamları, birbirine karşıt yön adları olmalarıdır. Ancak kavramlar, öznel bir yaklaşımla, temel ayırt edici özellikleri ile çağrışımsal bağlarından soyutlanarak da kullanılabilirler. Bu durumda da kavramlar yan anlamlar kazanmış olur. Yan anlam, “düz anlamın ötesindeki duygusal, yorumlayıcı, değerlendirici niteliklerdir.” (Akerson: 1997, 73). Sağ ve sol kavramları ve bunlardan özelliklesağ kavramı da yan anlamlarını bu duygusal ve yorumbilgisel anlamlandırmalarla kazanmıştır. Doğan Aksan da benzer bir açıklamayla, kavramların, yan anlamlarını “somuta yeni soyut anlamlar eklenmesi” (1999, 60) sonucu kazandığını söylemektedir. Bu eklenmeler için, diğer bir deyişle iki kavramı yaklaştırmak için aktarmalardan yararlanılır. Aksan’ın bu aktarmaların başında saydığı deyim aktarmaları (insandan doğaya, doğadan insana ve doğadaki nesneler arasında aktarma), kimi kez diller arasında ilginç koşutluklar, yakınlıklar yaratır (age., 62-66). Sağve sol kavramlarındaki anlamsal değerler de, ilginç bir biçimde diller arasında benzerlik gösterir. Bu durum, kavram oluşturmanın, toplumların yaşam biçimleri ve edindikleri dünya görüşleriyle ilişkili olmasından ve bu yaşam biçimleri ve dünya görüşlerinin, tarihsel süreç içerisinde birçok toplumda benzerlik göstermesinden kaynaklanmış olmalıdır. Dillerdeki benzer kavramlar incelendiğinde, düşünmenin ve anlam vermenin evrensel boyutları ortaya çıkacak, “evrensel anlam bilim” yolunda önemli adımlar atılmış olacaktır.

2.5 Peki siyasal ve ekonomik alanlarda kullanılan sağ / sağcı ve sol / solcu terimlerinin, yukarıda sözü edilen kavramlarla bir ilgisi var mıdır? Yoksa bu göstergeler, başka kaynaklardan beslenen, başka esinlerle doğan yeni ve başka kavramsal gelişimlerle, yeni ve başka anlamları mı göstermeye başlamıştır? Başka bir anlatımla siyaset ve ekonomi tarihi açısından vazgeçilmez olan sağ / sağcı ve sol / solcu kavramları, siyaset ve ekonomi tarihinde metaforik (eğreti) anlamlarla mı kullanılmaktadır yoksa bu kullanımlar başka bir tarihsel gerçekliğe mi dayanmaktadır? Norberto Bobbio, sağ ve sol arasındaki ayrımın Fransız İhtilâlinden başlayarak, yaklaşık iki yüzyıl boyunca siyaset dünyasını iki karşıt gruba ayırdığını söylemektedir (1999, 48). Siyasal ve ekonomik alanda kullanılan sağ ve sol kavramlarının kaynağı ile ilgili olarak genel kanı budur. Fransız İhtilâli sırasında sağ-sol ayrımına kaynak olan olay Meydan Larousse’ta şu biçimde açıklanmıştır: “Sağ kelimesinin siyaset dilinde kullanılması, dolaylı olarak Fransız milli meclisinin 11 Eylül 1789 günkü oturumunda başladı. Çünkü taraflar arasındaki anlaşmazlıklar, oturdukları yerler dolayısıyle ilk olarak Kurucu meclisin bu toplantısında kendini gösterdi. Bu oturumda, hükümdarlık yönetimi taraftarları salonun başkana göre sağda olan yanında yer almışlardı. Bir süre, salonun içindeki yerlerin adı olarak kaldıktan sonra, ‘sağ yan’ ve ‘sol yan’ terimleri, kısa zamanda siyasi görüş farklarını belirtmek amacıyle kullanılmağa başlandı. (…) Bu tarihten itibaren, sağ-sol çatışması bütün Fransız siyasi tarihine hâkim oldu.” (Meydan Larousse: 1990, 827). Fransa’da başlayan bu çatışma daha sonra bütün dünyaya yayılmıştır. Ancak yine Bobbio’nun da belirttiği gibi “(…) sağ ve sol yalnızca ideolojileri göstermezler. Bunları ideolojik düşüncenin ifadesine indirgemek basitleştirmek anlamına gelir.” (age., 49). Sağ ve sol, insanbilimsel, biyolojik ve dinsel alanlardaki sağ ve sol kavramlarıyla güçlü çağrışımsal bağını her zaman korumuştur. Şu farkla ki “(…) güçlü terimin ‘sağ’ olduğu biyolojik, dini ve etik dilin aksine politik dilde güçlü olan şartlara ve zamana göre değişmektedir.” (age., 59).

3.  Sonuç: Bu iki kavram hakkındaki saptamalarımız şöyle sıralanabilir: Sağ ve sol kavramlarının kavramsal alanlarını tam olarak ortaya koyabilmek için mitolojiden astrofiziğe ve kozmolojiye kadar birçok bilim dalından yararlanmak gerekmektedir. En ilkelden en gelişmişine kadar birçok toplumda, önemli bir kültürel ayrımın öğeleri durumunda olan sağ ve sol kavramları, bu işlevleri dolayısıyla birçok dil için “önemli” ve “belirleyici” kavram durumundadır. Mitsel ve / veya dinsel bilgilerle yüklü olan sağ ve sol kavramları arasında bir karşıtlık ilişkisi vardır ve bu iki kavram, insanbilim, din, halkbilim, siyaset ve ekonomi alanlarında ve bu arada biyolojik alanlarda yapılan açıklamalar için de birer anahtardır. Birer anahtar, birer ölçüt olmaları, onları birer “değer” olarak almamızı da gerekli kılar. Bu değerler (“hayırlanabilme” ya da “yanlışlanabilme” olasılığını da göz önünde bulundurarak), oldukça öznel bir yaklaşımla, siyaset ve ekonomi dışındaki alanlar için “sağ”ın “iyi; “sol”un bazan doğrudan, bazan dolaylı olarak “kötü” olduğu üzerine temellenir. Nesnel bir yaklaşımda ise bu kavramların bütün sözlüksel anlamları anlamsızlaşır, kavramların içi boşalır. Çünkü bu kavramlara bu anlamsal değerleri veren insandır, insanın bakış açılarıdır. Evrenin uzak bir köşesinden, neyin sağda veya solda olduğunu saptamak olanaksız olduğu gibi, neyin “iyi” veya “kötü” olduğunu belirlemek de güçleşir. Bu yargı en fazla olarak siyasal ve ekonomik alanlardaki ayrımda doğrulanabilir. Çünkü bu alanlarda neyin “iyi” olduğu zamana ve koşullara göre değişir. Bu iki kavram içinde asıl olan sağdır. Başka bir anlatımla sağ “iyi”yi simgelediği için sol “kötü”yü simgeler. Kültürel anlamda solun niçin “kötü”yü simgelediğinin yanıtı budur. Ancak sağın niçin “iyi”yi simgelediğine, akılcı ve bilimsel bir yanıt bulmak şu aşamada olanaksız ve bu yüzden de bu kavramın bu değeri simgelemesi rastlantısal görünüyor. Bu nedensel açıklanamazlık, belki de Wittgenstein’in dediği gibi (Soykan: 1995, 19), dünyaya, dünya dışından tanrısal bir bakışla bakamayışımızdan, zihnimizin sorguladığımız kavramlara yapışık olmasından kaynaklanmaktadır.

BOŞLUK: YARATICI KARANLIK / Cem ŞEN

Yayınlandı: 01 Temmuz 2013 / İktibaslar

-Şekil boşluktur ve boşluk şekildir. Şekil boşluktan başka bir şey değildir. Boşluk şekilden başka bir şey değildir. Şekil ne ise boşluk da odur. Boşluk ne ise şekil de odur. Algı, algılama ve bilgi de boşluktur. Şekil şekildir ve boşluk boşluktur.

—Prajna Paramita Sutra

-Adlandırılabilen Tao, Tao değildir. Ona verilen adlar, onun adı değildir.

—Tao Te Ching

Karanlığın içinde ışığı ararken zamanla olguların birbirlerine göre ve en nihayetinde de kendime göre biçim aldığını fark ederim. Demek ki tanım, bana göre oluşmaktadır. Bu anlayışla kimseyi suçlamamaya başlarım. Kendi hayatım için teşekkür edebileceğim ya da suçlayabileceğim kimse yoktur. Kendi gerçekliğimi kendim yaratmaktayımdır. Bunun üzerine kendimi değiştirdiğimde gerçekliği değiştirebileceğimi fark ederim. Bu farkındalıkla yaratma girişiminde bulunarak, tanrı ile ortaklık kurmaya kalkarım. Fakat yaratma eylemi, “benim” aklımdan, duyularımdan, duygularımdan, korkularımdan, arzularımdan ve elbette sahip olma isteğimden kaynaklandığı için gerçek bir yaratım değildir. Olsa olsa yaratımın kaba, eksik ve çoğu zaman da zararlı bir kopyasıdır. Olmak, yerini bir kez daha sahip olmaya bırakır. Mutluluğu yaratabileceğimi ve ona sahip olabileceğimi sanırım.

İlk başlarda her şey yolundadır. İstediğim gerçekliği, kaba bir düzeyde de olsa gerçekleştirmeye başlarım. Yine de zaman geçtikçe beni yeni bir ıstırabın beklediğine tanık olurum. Bu ıstırabın iki temel nedeni vardır: Birincisi, istediğim her şeyi yaratamam, ikincisi ise yaratımlarım gerçekten de beni mutlu etmez. İçimde, sahip oldukça kendini fakir hisseden insanın huzursuzluğu büyümeye başlar. Belki de hatalı şeyler istiyorumdur diye düşünürüm. Doğru şeyleri istemeliyimdir belki? Kendim için istemeyi bırakmalı ve başkaları için istemeliyim; fakat bu da mutlu etmez beni.

O zaman gerçek isteklerimi keşfetmeliyim. Belki de istemeyi bırakmalıyım? Peki, ama isteyen Ben kim? Gerçek isteklerimi ya da onları isteyeni keşfetmek için “Ben” dediğim kişinin kim ya da ne olduğunu anlamalıyım. Bu arayışa giriştiğimde, kullandığım yöntem geçmiş yaşamlarımı bulmak da olsa psikoterapi de olsa durum değişmez. Mutsuzluğum hâlâ devam etmektedir. Mutsuzumdur, çünkü hâlâ bir tanım peşinde koşuyor ve bir şeye, “Ben” dediğim bir şeye sahip olmaya çalışıyorumdur. Gerçekliği değiştiren ve değiştirme arzusunda olan da bu Ben’dir. Her şey, bu Ben’e göre şekil almaktadır. Peki, ama eğer tüm gerçeklik bana göre oluşuyorsa, gerçekten de kimdir bu Ben dediğim küçük insan?

Derken, Ben hakkında bildiğim her şeyi unutur ve tarafsız bir şekilde “Ben” dediğim şeyi gözlemlemeye başlarım. Gözlemlemenin ilk aşaması oldukça zordur. İnsanın elinde son derece kaygan bir buz tabakasını tutmaya çalışmasına benzer. Bir an yakalar gibi olur beni, hemen ardından kaybediverir. Bene bakarken, onu kendi bakış açısına göre biçimlendirdiğini fark eder. Her şey benim bakış açıma ve niyetime göre biçim almaktadır bu evrende. Ben dediğim şey de bu gerçeklikten ayrı bir yerde durmamaktadır. Beni, yalnızca “bana göre” gözlemleyebilirim.

Ben, benim ona yönlendirdiğim niyete göre biçim alır. Tıpkı, ışığı parçacık olarak gözlemlemeye niyetlenen bir gözlemcinin onu parçacık, dalga olarak gözlemlemeye niyetlenen gözlemcinin onu dalga olarak görmesi gibi. Peki, ama ışık gerçekte nedir? Ben nedir? Bunun için gözlemi bırakmalı mıyım? Fakat eğer onu gözlemlemezsem onun ne olduğunu nasıl anlayabilirim? Ben, beni nasıl gözlemleyebilir? Göz kendini nasıl görebilir? Bunun tek bir yolu olabilir diye düşünürüm; kendi gözümü ancak bir başkasının gözünden ya da bir yansıtıcıdan görebilirim. Bunun üzerine beni bana anlatacak kişileri kullanmaya başlarım. Elbette bu çaba boş bir çabadır; çünkü beni gözlemleyen ve bana anlatan, beni kendi benine göre gözlemlemektedir. Bu durumda, Ben dediğim şeyi tarafsız, olduğu haliyle gözlemlemek için ne yapabileceğim konusunda aklım karışır. Ben, beni gözlemleyemez çünkü ben, beni gözlemlemeye kalkıştığında onu bana göre değiştirir. Başkası beni gözlemleyemez çünkü başkası beni kendine göre değiştirir. Ben, kimim ya da neyim? Ben’i nasıl gözlemleyebilirim?

Sonunda vazgeçerim. Bilirim ki Ben dediğim şeyi gözlemlememin bir yolu yoktur. Onu gözlemleme niyetim olmadan otururum. Bütün niyetler, bütün istekler ve bütün tanımlar anlamını yitirir. Bilirim ki bütün tanımlarım, bütün niyetlerim, Ben dediğim şeyi bana göre değiştirecektir. Bilirim ki, bilgim, bilmenin önündeki engeldir. Bunun üzerine, zihnimi bir ayna yapar ve gözlemleme niyetim olmadan gözlemlemeye başlarım. Gözlemleyen gözlemlenen olur. Derken yavaşça şekil boşluğa, boşluk ise şekile dönüşmeye başlar. Soru sormam, bir şey beklemem, niyetlenmem, yalnızca durur ve bakarım. Bakarım. Bakarım…

BOŞLUK YARATICI KARANLIK

Derken, şekil kendini çözündürmeye başlar. Ben dediğim şeyin kocaman bir yanılgı olduğunu fark etmeye başlarım. Her şeyden ayrı ve bağımsız bir ben yoktur. Her şeyden öte, Ben yoktur. Tanımlanan şey Ben değildir. Yalnızca bir yanılgıdır. Bir cehalettir. Ben olarak adlandırdığım şey, yokluğun kendini var sanmasından başka bir şey değildir. Bilen bir Ben yoktur. Baktıkça, çözünmeye başlar her şey ve geriye boşluktan başka bir şey kalmaz. Bu boşluk, her şeyin temelindeki boşluktur. Her şey bu boşluktan yaratılmaktadır. Peki, ama boş olan bir şey nasıl yaratabilir?

Boşluğu gözlemlemeyi sürdürürken içimi mutlu bir duygu kaplamaya başlar. Tanımlayamam onu; boşluktayımdır çünkü. Yine de mutlu bir duygu olduğunu bilirim bunun. Sevgi ve cesarete benzer bir duygudur. Boşluk, gözümün önünde gittikçe büyüyen bir ışık gibi parlamaya başlarken ilk aydınlanmamı yaşarım. Doğmadığımı ve ölmeyeceğimi anlarım. Işık gittikçe artarken bunun gerçek bir ışık olduğunu anlarım.

Boşluk, ışıktır! Gözlerimin gerisinde bir yerlerde parlar. Tüm evreni doldurur. Boşluğu gözlemlemeyi sürdürürüm. Yavaş yavaş beni oluşturan şeyin boşluğa dönüştüğünü hissederim. Işık olarak algıladığım boşluk her yer ve tüm zamanlardır; aynı zamanda hiçbir yer ve hiçbir zamandır. Boşluğun zamansız ve mekânsız olduğunu fark ederim. Bir toplu iğne başındaki miktarı ile tüm evrendeki miktarının aynı olduğunu fark ederim.

Işığı izlemeyi sürdürürüm. İzlerken, onun aynı zamanda yaratılışın temel nedeni ve kendisi olduğunu anlarım. Işığın içinde bir bilincin varolduğunu fark ederim şaşkınlıkla. Ve ışık bana ne olduğunu anlatır.

Işık, erdemdir!

Şeklin ötesine geçin, psiko-estetik felsefeyle tanışın. Sıfır’ı bulun. Gönül gözünüz açılsın.

Boşluğun yerine tamı tamına boşluk anlamına gelen bir çizgenin koyulabileceğini ve koyulması gerektiğini düşünebilmek… İşte, çok vakit, çok imgelem ve kesinlikle büyük bir zihin olgunluğu gerektirmiş olan son soyutlamadır bu. Bu yüzden matematikte son temel keşif sıfır olmuştır.

Önceleri ayrı kavramlar olarak düşünülen boşluk ve hiç’in aynı şeyin iki görünümü olduğunun farkına varıldı. Böylece sıfır imi sonunda günümüzün cebiri ile matematiğin temel kavramı olan yok sayı’nın değerini simgelemeye başladı. Mezopotamya tarihinin geç dönemlerinde M.Ö. IV. yüzyılda tarihin ilk sıfırı olan Babil sıfırı, birkaç yüzyıl sonra Maya sıfırı ortaya çıkmışsa da bugünkü kullanımı Hint uygarlığına borçluyuz.

Hintliler’den bizlere Rabbi ben Ezra adında Yahudi-Ispanyol bilgini taşımış görünüyor çağdaş kullanımıyla sıfır’ı. 1139’daki uzun Doğu gezisinden sonra Hint kökenli hesap yöntemlerini İbrani dilinde kaleme alıp “Sefer ha Mispar” (Sayı Kitabı) adını verdiği bir yapıtta sergilemiş. Birden dokuza kadar olan rakamları harflerle simgeleyerek, yanlarına kâh sifra (boşluk anlamına gelen Arapça bir sözcük), kâh galgal (tekerleğin İbranice adı) adını verdiği küçük yuvarlak biçimli bir im eklemiş. Sıfır sözcüğünün Arapça sifra’dan (boşluk) veya İbranice sefer’den (sayı) gelmiş olabileceğini de böylece anlamış olduk.

Fakat biz sıfır’ı psikiyatride -biz psikiyatristlere kafa doktoru denildiğine göre- kafa biliminde kullanımını, yaratılışını borçlu olduğu hiç’lik ve boşluk kavramları ile irdeleyeceğiz.

Kafa içi boşluğu dolduran beyni iletişim kolaylığı açısından ikiye ayıracağız önce. Üst beyin -ki biz bu beyin bölümüne cortex diyoruz- 1mm kalınlığında olduğundan ve iki beyin yarım küresini sarmaladığından ve soymayı becerebilirsek bu kabuğun 1,5 metrekarelik bir alanı kapsadığından anatomik bilgilerimiz nedeniyle eminiz. Onunla okuduğumuzu, yazdığımızı, çok sıfırlı rakamları dahi hesaplayabildiğimizi, analiz ve sentezler yapabildiğimizi yine üst beynimizle çözümlüyoruz. Fakat çoğumuz böyle düşünüp, felsefe yapabilen bir cortex’e sahip olduğumuz ve başka canlılarda örneğini göremediğimiz için, megalo bir süreçle tüm beynimizi üst beyin zannediyoruz.

Oysa anatomik olarak üst beyin, tüm beynimizin en çok %28’ini kapsıyor. Geriye kalan beyin bölümlerine anlatım ve anlama kolaylıkları bakımından alt beyin diyelim. Onun tamamı Latince olan (Thalamus, Amygdeal Nucleus, Substantia Nigra, Pons, Bulbus vs) bölümlerini ayrıntılı olarak incelemeye başlarsak konumuz bir anatomi dersi niteliği kazanır ve ben enbaşta olmak üzere çoğumuz “sıfır” alırız.

Alt beyin sistemi duygularımızın ve içgüdülerimizin kaynağıdır öncelikle. İkinci olarak atalarımızdan RNA (Rubo-Nucleic Asid) denilen bir molekül yardımıyla bilgi şifrelerini taşır ve depolar. (1989’da ispatlandı; ispatlayıcıları ABD’li Thomas Cech ve Kanadalı Sydney Altman Nobel Kimya Ödülü kazandı. Üçüncü önemli fonksiyonu da otonom sinir sistemi kanalı ile nöro-hormono-transmitter bir mekanizmayla iç organlarımızı refleksif olarak komuta etmesidir. Bu nedenle de haklı olarak beynimizin %72 hücresini kullanır.

Bu aşamada bir buzul gibi düşünelim beynimizi. Buzulun üstü göründüğü için herkes konuşuyor, cortex bilimi yapıyor -konuşsunlar ve yapsınlar da- buzulun altı bir mikrokozmos olduğu halde din ve felsefe dışında tanımlanmıyor.

Üst beynin “iyi insan ol, takma kafaya (ona göre de kafa sadece üst beyindir), sev birbirini” nutuklarını yazdığı kitapları zamanında best-seller (en çok satan) olan Dale Carnegie’nin intihar ederek öldüğünü duymuş muydunuz?

Üst beynin en hâkim olduğu ülkelerin başında gelen ABD dahi “yaşasın üst beyin” öğretisinin “otomatik portakallar” yarattığını farketmiş olmalı ki “EQ, IQ’yu döver” kitaplarına ödün vermeye başladı.* EQ: Duygusal katsayı -alt beynin işlevlerinden sadece biriIQ: Zekâsal katsayı -üst beyin işlevleri

Ayrıca bilgisayarlar üst beynimizi çok iyi taklit etmeye başladıklarından ve de ortalama 70-80 yıl yaşayan bir insan üst beyninin biriktirebileceğinden çok daha fazla bilgiyi depolayabildiklerinden “yaşasın üst beyin” eğitimi ufak çaplı bilgisayarlardan da inferiprite duygusu hissetmemize neden oluyor. Cep telefonları, internet, materyalist felsefe, aşırı üst beyin faaliyetlerine, bu da strese neden olarak beyin sağlığını giderek artan bir şekilde bozuyor.

İşte şimdi; Mevlana’nın Mesnevi’de “hiç’i bulunuz, gönül gözünüz açılsın” deyişini anlamaya başladık. Hatta Budist rahiplerin niçin kendilerini mağaraya kapattıktan bir yıl kadar sonra “Üçüncü gözümüz açıldı” dediklerini veya Kuran’da “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” demesini Allah’ın… Tasavvufta hiçliğin, nokta gibi olmanın, kalbe giden yol olduğunu… Dikkat ederseniz gönül, üçüncü göz, şah damarı, kalp, alt beyin yerine kullanılmış; hiçlik, izolasyon üst beynin devre dışı bırakılması yerine kullanılmıştır.

Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende, benden içeri” sözüne uygun içteki ben’i hissetmenin yolu üst beyni devre dışı bırakmak, hiçleştirmek, sıfırlamaktır. Hintliler’in Transandantal Meditasyon (düşünceyi aşma) yöntemi dahi aynı sıfırlaştırmayı amaçlar.

Biraz üst beyninizle düşünerek örnekleri arttıracağınızdan eminim. Niçin bir yığın öğreti; üst beyinde hiçliği bulmanın, alt beynin farkındalığını azaltmaktaki rolünü kendi kavramları ile işlemiş?

Son araştırmalar bir RNA molekülünün 20 milyon bilgi taşıdığını söylüyor. Bu durumda belki de milyonlarca yıllık bir bilgi birikimine sahip alt beyin sistemi, tabiidir ki pek çok öğretide bir mikrokozmos olarak tanımlanacak.

Üst beyinde hiçliği bulun, alt beyinde mikrokozmosla tanışın. Zerdüşt öğretilerinin beyaz enerjisiyle I. Ching felsefesinin aydınlığı ile hatta Isis-Osiris öğretilerinin hiyeroglif gözüyle, yaratıcılıkla, Rahim-Rahman, anima-animus, Yin-Yang güçleriyle tanışın, arkatiplerle, sembollerle, gizemle tanışın. Şeklin ötesine geçin, psiko-estetik felsefesiyle tanışın. Sıfır’ı bulun. Gönül gözünüz açılsın.

Psiko-estetik kavramlarını yan yana ilk defa benim üst beynim bir araya getirdi. Ayrıntıları merak eden okurlarım için Sistem Yayıncılıktan çıkan Psikoestetik isimli kitabımı okumalarını önermem belki de yeni bir sıfır’a neden olacaktır.

SIFIR HAKKINDA

Biraz da sıfır’ın yuvarlaklığından bahsedelim. Çok eskilerden beri onun yuvarlaklığı “rahim”i simgelemişti. Bir zamanlar mandala (yuvarlak) yapılar mimaride çok modaydı ve insan cenininin rahimdeki rahatlığını üst beyinsel yaşamda da bulabilecekleri düşünüldü mandala yapılarda. Belki de yuvarlak hatlı arabalardan bir süre sonra yuvarlak hatlı yapılar yeniden moda olacak. Ben şahsen yuvarlak bir yatak aradım Modoko’da, bir türlü bulamadım. Sonra vazgeçtim. Alt beynim rahime regresi(gerileme) olur diye. Fakat alt beyinlerimizi anacığımızın rahmine doğru gerileten o kadar çok neden var ki aslında. Anne kalp sesini taklit eden ritimdeki müzikler, rahim kaynaklı libido kullanan anneler… (İster toprak, ister su, ister ateş, rahim olsunlar doğurdukları çocukların alt beynini büyütmezler. Bunu keşfeden bazı yazarlar da “İçinizdeki çocuğu sevin” derler. Oysa o çocuğu büyütmezsek kolay kandırılan, kolay saldırabilen, kolay uyutulabilen bir çocuk kalırız, üst beynimiz büyüse de.) Babanızın, amcanızın, dayınızın mesajlarını biteviye yenileyenler, yalnızca üst beynin eğitim ve otoritesini kullanan eğiticiler, alt beyinde sıfırı tüketmiş materyalist otomatik portakallar, insanın özgürlüğüne ve özgünlüğüne saygı duymayan doğa yıpratıcıları…

Son olarak sıfır’ın rahimden ürediği “boşluk” duygusundan bahsetmek istiyorum. Bebeklerin salıncakta, beşikte veya ayakta sallanarak büyütüldüğü, herkesin vıcık vıcık bir arada uyuduğu bir toplumda boşluk duygusu çok sıktır. Birincisi boşluğun sallanarak hissedilmesi; ikincisi de çok sert seksüel içerikli alt beyin takıntılarına neden olarak, alt beynin hissedilmemesi için boşluk duygusuna sığınılması olarak koca bir boşlukta minicik mikroplar olduğumuz duygusuna götürür bizi. Oysa uzayda boşluk zannettiğimiz karanlık dahi esir denilen bir maddeyle doludur. Dünyamız saniyede 18 millik bir süratle güneşin etrafında döner. Ve yaşamı sadece cortex yaşamı kabul edersek 70-80 yılda biter. Milyonlarca yıllık bir uzay zamanında bir noktadır, hatta bir hiçtir, bir sıfırdır cortex yaşamı.

Sıfırlayın üst beyin yaşamını, boşluk duygusundan kurtulun. Bizde bilinmediğine bakmayın, Batı ülkelerinin psikiyatristlerinin çoğu rüya analizi ile yardımcı oluyorlar danışanlarına. Ben de öyle… Evrenin sembol dili ile kuşdili (mantıkut tayr) ile yardımcı oluyorlar. Çünkü alt beynin kullandığı tek dil sembol dilidir.

Okuduysanız James Joyce Ullysess’te Dublin’de geçmiş tek bir günü 1000 sayfada toparlamıştır. Çünkü bir satır üst beyin dili kullandıysa kırk satır alt beynin sembol dilini kullanmış ve ölümünden sonra ABD’de çok sayıda bilim adamı ne dediğini anlamaya çalışarak çok sayıda tercüme ve açıklama kitabı yazmıştır.

Aynı Babil Kulesi efsanesinde Tanrı’nın insanları o zamana kadar aynı dili konuşuyorken, konuştukları dili farklılaştırıp birbirini anlamaya mahkûm etmesi gibi. Aynı dili bile konuşsak üst beyinde birbirimizi anlamayacak hale geldik.(Siz beni anladınız mı ki?) Bunun da nedeni doğduğumuzda üst beynimizin olmamasıdır. Okuyamazsın, yazamazsın, konuşamazsın, çişini bile tutamazsın, üst beyinler sonra gelişir. Çevre, anne, baba, ekonomi her şey farklı, tıpkı yüzler gibi üst beyinler de farklıdır. O halde üst beyinlerde anlaşamayız.

İnin alt beyninize, hakiki aşkı bulun, yazın rüyalarınızı, kuşdilini öğrenin, hükmetmeyi öğrenin, yaratıcılığı, barışçıllığı, mikrokozmosu, gücü keşfedin.

Boş, hiç, sıfır cortex’li günler dileğiyle…