‘Muhittin Bozkurt’ Kategorisi için Arşiv

Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Elçi`ye gelin!” dense, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter!” derler. Babaları hiçbir şey bilmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı? (Maide-104)

çarpılmak

Son zamanlarda internette dolaşan bu karikatüre hepiniz rastlamışsınızdır. Karikatürde taasuplu-muhafazakâr bir aile çizilmiş. Ailenin küçük ve yaramaz çocuğu, duvardaki Kur`an-ı Kerim`e eli yetişmediği için, duvara bir merdiven dayamış ve ellerini Kur`an-ı Kerim`e uzatmış. Hemen merdiven dibinde anne, baba, dede, nine bitivermiş.

Anne: ”Oğlum in aşağıya. Yaşın kaç, başın kaç?”

Dede: ”O sıpanın abdesti var mı?”

Nine: ”Torunum innnn! Sen anlaman hocalar bilir. ”

Anne: ”Yavrum in aşağıya çarpılacağız. ”

ve çocuğun zihninde o müthiş cevap aydınlanıveriyor:

“Bizimkiler neden telaşlandı acep? OKU yazmıyor muydu?”

Bu karikatürü ilk gördüğümde çocukluğumda annem ve babamın “abdestsiz kitaba dokunmak günahtır.“ söylemleri ve kimse okumasa dahi her evde duvara asılı olan, bir gün bile içindekiler merak edilmemiş, perşembe günleri okunsa da anlamı bilinmeden lafızları tecvidli bir şekilde okunan, evi; şeytanlardan, kötü ruhlardan, cinlerden koruyan bir kitap aklıma geldi, aslında hatırladım demek daha doğru olur.

İlk dini bilgilerimizi genellikle aile içinde ediniriz. Bu bilgilerin yanlış olabilme olasılığını hiç düşünmeyiz, hatta hiçbir şekilde bu bilgiler hakkında bir düşüncemiz olmaz. Kesin bir şekilde iman getiririz. Gerek çocukluğumuzun getirdiği düşünememe, gerekse anne ve babamızın doğruyu bildikleri hakkındaki inancımız, bizim bu tür bir bilgileri sorgulamamız önündeki en büyük engeldir. Zamanla bu kabul öyle bir içimize siner ki, kişiliğimiz buna göre şekillenir. Yetişkinlik ve olgunluk çağımızda dahi bu düşüncelerin sorgulanması gerektiği fikri aklımıza gelmez.

Şunu belirtmem lazım ki, maalesef bugün doğru bildiğimiz birçok yanlış bulunmaktadır. Belki anne-babamızdan, belki de arkadaş-yakın çevremizden edindiğimiz bilgiler aslında yalan-yanlış bilgilerdir. Çünkü bu bilgiler sorgulanmamış, üstünde düşünülmemiş ve kesin bir inançla kabul edilmiştir. Hatta toplumda birçok kişi de bu bilgileri yanlış olarak almış olabilir. Birçok kişinin bir bilgiyi-eylemi bilmesi o bilgiye inanması, onu uygulaması o bilgilerin-eylemlerin doğruluğuna kanıt oluşturmaz. Yani biz kele sayarak doğruyu bulamayız. Bizden önceki atalarımızın da o yol üzerinde olması, o yolun doğruluğunu göstermez.

Hemen aklımıza şu gelebilir: Peki biz bir bilginin-eylemin doğruluğunu nasıl anlayacağız? Bu sorunun çok basit bir cevabı var, eğer sabrederseniz, biraz tahammül ederseniz cevabı bulacaksınız. Öncellikle Kur`an-ı Kerim`deki ayetlerde ataların sapkın gelenek-görenekleri nasıl bir din haline geldiğini görelim.

Şimdi nüzul sırasına göre bulduğum ayetlerin bir kaçını aşağıya aktarıyorum:

Çirkin bir iş işledikleri vakit, “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: “Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz? (Araf-28)

Yaptıkları çirkin işleri, ataların mirası olarak görmeleri ve bu çirkinlikleri hiç sorgu-sualsiz kabul etmeleri ve Allah`a iftirada bulunmaları açık bir şekilde anlatılmaktadır.

Onlar, “Sen bize tek Allah’a ibadet edelim, atalarımızın ibadet edegeldiklerini bırakalım diye mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bizi tehdit ettiğin azabı bize getir” dediler. (Araf-70)

Atalar dinine sahiplenme, onu koruma güdüsüyle hareket etme bugün bile sıkça karşılaştığımız bir durumdur.

Ey Muhammed! Onlara İbrahim’in haberini de oku. Hani o, babasına ve kavmine, “Neye tapıyorsunuz?” demişti. “Putlara tapıyoruz ve onlara tapmağa devam edeceğiz” demişlerdi. İbrahim, dedi ki: “Onlara yalvardığınızda sizi işitiyorlar mı?” “Yahut size fayda veya zararları dokunur mu?” “Hayır, ama biz babalarımızı böyle yaparken bulduk” dediler. İbrahim, şöyle dedi: “Sizin ve geçmiş atalarınızın taptığı şeyleri gördünüz mü?” “Şüphesiz onlar benim düşmanımdır. Ancak âlemlerin Rabbi olan Allah, dostumdur. ” “O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir.” “O, bana yediren ve içirendir.” “Hastalandığımda da O bana şifa verir. ” “O, benim canımı alacak ve sonra diriltecek olandır.” “O, hesap gününde, hatalarımı bağışlayacağını umduğumdur.” (Şuara-69-82)

Hz İbrahim denince akla ilk gelen sanırım putlarla ve atalar diniyle verdiği mücadele gelir. Hz. İbrahim ile ilgili ayetler kuşku yok ki sorgulamayı, diyalektiği, düşünmeyi, anlamayı ve sonra da kabullenmeyi anlatıyor.

Mûsâ, onlara delillerimizi apaçık olarak getirince onlar, “Bu, ancak uydurulmuş bir sihirdir. Biz geçmiş atalarımızın zamanında böyle bir şeyin varlığını duymadık” dediler. (Kasas-36)

Onlar şöyle dediler: “Ey Salih! Bundan önce sen, aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmamızı bize yasaklıyor musun? Şüphesiz, biz senin bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz.” (Hud-62)

Dediler ki: “Ey Şu`ayb! Babalarımızın taptığını yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor. Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” (Hud-87)

(Ey Muhammed!) Şunların taptıkları şeylerin batıl olduğu konusunda şüpheye düşme. Onlar sadece, daha önce babalarının taptığı gibi tapıyorlar. Şüphesiz biz onlara (azaptan) paylarını eksiksiz olarak tastamam vereceğiz. (Hud-109)

Kur`an-ı Kerim de, atalar dinini temsil eden, kabullenen bir prototip her zaman bulunmaktadır. Zaman değişse de, çağ atlansa da, gelen elçiler farklı olsa da bu prototipin temsil ettiği zihniyet hep aynı kalmıştır. Aslında bu atalar dininin temsilcileri özelde elçilere karşı değiller, hatta elçileri akıllı, emin, sözüne güvenilir kimseler olarak dahi kabul etmişlerdir, ama iş onların yapageldikleri şeylerin yanlışlığına gelince; bir anda elçilerin karşısına hep aynı cevapla dikildiğini görüyoruz: “Şüphesiz biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk ve biz onların izlerinden gitmekteyiz” diyorlar.

“Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere (düzmece ilâhlara) tapıyorsunuz. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf-40)

Biz de Allah`ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeylere inanıyor olabilir miyiz? Nerden bilebiliriz kitabı açıp bir kere okuduğumuz mu var? (okuyanlar, üstüne alınmasın)

Kendilerine, “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiği zaman, “Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Şeytan, kendilerini cehennem azabına çağırıyor olsa da mı? (Lokman-21)

Hayır! Onlar sadece, “Şüphesiz biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk ve biz onların izlerinden gitmekteyiz” dediler. İşte böyle, biz senden önce hiçbir memlekete bir uyarıcı göndermedik ki, oranın şımarık zenginleri, “Şüphe yok ki biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de elbette onların izlerinden gitmekteyiz” demiş olmasınlar. (Gönderilen uyarıcı,) “Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?” dedi. Onlar, “Biz kesinlikle sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz” dediler. (Zuhruf 22-23-24)

Allah çarpıcı bir ayetle, onların tutukları yolun yanlışlığını ortaya koyuyor:

Bu konuda ne kendilerinin, ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ne büyük bir söz (bu) ağızlarından çıkan! Onlar ancak yalan söylüyorlar. (Kehf-5)

Allah’a ortak koşanlar, dediler ki: “Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık, O’nun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen sadece apaçık bir tebliğdir. (Nahl-35)

“Babalarımızı bunlara ibadet ediyor bulduk” dediler. İbrahim, “Andolsun, siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi. “Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen bizimle eğleniyor musun?” dediler. (Enbiya 53-55)

Bunun üzerine kendi kavminden inkâr eden ileri gelenler şöyle dediler: “Bu ancak sizin gibi bir beşerdir, size üstünlük taslamak istiyor. Eğer Allah dileseydi, bir melek gönderirdi. Biz önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” (Müminun 24)

Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)? İnkâr edenleri imana çağıran (peygamber) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı anlamazlar. (Bakara 170-171)

Bu ayetler, kısa bir araştırma sonucu Kur’an’da bulduğum ayetler. Muhakkak ki benzer birçok ayet daha bulunmaktadır. Diğer ayetlerde de verilmek istenen temel mesaj üç aşağı beş yukarı aynı doğrultudadır. Eğer biz Kur`an-ı Kerim`in evrensel bir kitap olduğunu, mesajının her çağdaki, yer iklimdeki insanlara hitap ettiğini kabul ediyorsak, bizim de bu ayetlerden çıkaracağımız dersler olduğuna inanıyorum. Yani demem o ki, biz bugün kendimizin doğru yolda olduğuna kanaat getirmiş olabiliriz, bu ayetlerdeki muhatapların Müslüman olmadıklarını kabul etmiş olabiliriz. Ama bu, gerçeği değiştirmez. Allah Kerim olan bir Kur`an gönderdiğine göre, ondan ne kadar faydalanmışız, onu kaç kez açıp üzerinde düşünerek (tertil tertil) okumuşuz. Yoksa bizler de daha annelerimizin babalarımızın dostlarımızın ya da yakın çevremizin söyledikleriyle ya da cami sohbetlerinde duyduklarımızla mı bir dine mensup olduğumuzu kabul ediyoruz. Acaba kaçımız din adına kabul ettiğimiz bu bilgileri, uyguladığımız eylemleri bir düşünce süzgecinde geçirmiş, kaçımız kendi bilgilerimizin-eylemlerimizin doğruluğunu Kur`an`la test etmişiz, sağlamasını yapmışız. Kaç günde bir Kur`an`ı “kerim bir gözle” üzerinde düşüne düşüne okuyoruz…

Sahi Kur`an-ı Kerim`in ilk emri neydi?

Bu yazımızda daha önce ehl-i kitaptan olan kavimlerin ve bugün de biz müslümanların düştüğü bir yanlışı ortaya koymak istedim. Müslüman âlemine baktığımızda bir parçalanmışlık bir bölünmüşlük almış başını yürümüştür. Herkesin ya bir cemaati vardır ya bir tarikatı.. ya bir mürşidi vardır ya da bir evliyası… Ya bir şeyhi vardır ya da bir hocası…

Herkes kendi cemaatini kendi tarikatını kendi mürşidini, şeyhini, hocasını daha ön planı çıkarıyor ve kendi mezhebinin/grubunun/cemaatinin/tarikatının doğruluğunu savunuyor.

Hatta “ayrılıkta rahmet vardır. ” deyip işi iyice zıvanadan çıkarıyor.

Okumayan bir toplum olduğumuz için, Allah (c. c) bize Kur`an da ne bildirmiş ne buyurmuş ondan haberimiz bile yok. Biz okumayan garibanlar(!) olarak, onların her dediklerine Allah`tan gelen ayetmiş gibi inanmışız, onların yanılabileceğini aklımızdan bile geçirmemişiz.

Alimlerin kerametlerini (mucizelerini)-ki peygamber efendimize bile mucize verilmemişken- dilimize vird etmişiz, büyüklüklerinden kimse şüphe edemez demişiz.. Şüphe edenleri ya da eleştirenleri mürted ilan etmişiz… Kimisi ölüyü diriltmiş kimisi yağmur yağdırmış kimisi isteği zamanda istediği mekânda rahatça dolaşmış diye kabul etmişiz, yani anlayacağınız sevgili kardeşlerim uçurabildiğimiz kadar uçurmuşuz. “şeyh uçmaz, mürit uçurur misali”…

ve bunların dediklerini kabul ederken hiç düşünmemişiz geleneğe uymuşuz, atalar dinini takip etmişiz… Kur’an’ı okumayı/anlamayı/üstünde düşünmeyi hiç mi hiç akıl edememişiz…

Gelin beraber sizinle şu ayetler üzerinde kafa yoralım, bakalım dendiği gibi ayrılıkta rahmet mi var yoksa zahmet mi, kendimiz görelim:

Enam suresi 153. ayet

İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.

Enam suresi 159. ayet

Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.

Enam 159. ayetten anlaşıldığı üzere kendi dinini parçalayanların gruplara mezheplere ayrılanların hiçbir şekilde doğru yolda olamayacağını bildirmektedir. Peygamberimize hitaben senin onlarla hiçbir alakan yoktur, onların işi Allah`a kalmıştır, denmektedir.

Enam 153. ayette de Allah “bu benim dosdoğru yolum diyerek” adeta “ayrılıkta rahmet vardır” diyenlere cevap vermektedir…

Biz müslümanlar olarak hristiyanlığı çok güzel eleştirebiliyoruz, onların kendi dinlerini parça parça ettiklerini farklı mezheplere/kollara/gruplara ayrıldığını söyleyebiliyoruz. Bazılarının kendilerine katolik demesini bazılarının protestan bazılarının ortodoks demesini dinlerinin bozulma sebepleri olarak görebiliyoruz. Peki ya biz? Biz bölünmedik mi, biz ayrılmadık mı?

Bizim ayrılığımızda rahmet vardır da onlarınki de neden zahmet olsun.. biz çuvaldızı başkalarına batırırken bir kere olsun neden iğneyi de kendimize batırmıyoruz…

Enam 159. ayeti cemaatte bağlı bir arkadaşıma okumuştum da, bana: “Bu ayet hristiyanlar ve yahudiler için inmiştir. ” demişti, Bu yazıyı okuyanlar da böyle bir kanıya varabilir o zaman arkadaşıma yazdığım diğer ayetleri sizinle de paylaşayım, bakalım bu ayetler kimlere hitap ediyor:

Şura suresi 13. ayet

“Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslâm dini), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır.

Evet, kardeşlerim şu ifadeye dikkatinizi çekmek istiyorum, “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nûh’a emrettiğini, SANA VAHYETTİĞİNİ, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya emrettiğini size de din kıldı. ”Buradan anlaşıldığı üzere ayrılık/hizipleşme/gruplaşma belası nasıl ki diğer ümmetleri sapkınlığa düşürmüşse, yoldan çıkarmışsa böyle bir durumun biz müslümanlar içinde geçerli olduğunu ve önlemimizi almamız gerektiğini Rabbim bizi uyararak bildiriyor.

Bakalım bu konuda daha neler bildiriyor:

Şura suresi 14. ayet

Onlar, kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer (azabın) belli bir süreye kadar (ertelenmesi ile ilgili olarak) Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra Kitab’a mirasçı kılınanlar da, onun hakkında derin bir şüphe içindedirler.

Rum suresi 31. ve 32. ayet

Allah’a yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine çevirin, O’na karşı gelmekten sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden; dinlerini darmadağınık edip grup grup olan kimselerden olmayın. (Ki onlardan) her bir grup kendi katındaki (dinî anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir.

Ali İmran suresi 105. ayet

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.

Beyyine suresi 4. ayet

Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine o apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.

Benim Kur`an`da bulduğum ayetler bunlar, okuması yazması az buçuk anlayışı olan herkes kolay bir şekilde dinde ayrılığın hoş karşılanmayacağını anlayabilir/görebilir.

Aksine Rabb`imiz ayrılığı değil birleşmeyi; parçalanmışlığı değil bütünleşmeyi emrettiğini bilmemiz lazım.

Ali İmran suresi 103. ayet

Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.

Bizleri yaratan Âlemlerin Rabb`ine hamdolsun…

Gayb:

Gerektiği yerde bulunmamak, kaybolmak, uzaklaşmak, gizli kalmak, bulunmamak, hazırda olmamak anlamına gelen gayb Kur’an’da sıkça işlenen bir temadır. Gayba iman müminlerin özelliklerindendir

Kur’an’da gayb geçmiş olaylar gizli ve sır olan şeyler bir hadisenin gerçek yüzü, fiziki dünyada başkalarının göremediği davranışlar, bilinmeyen her şey ve görünmeyen her şey manalarına gelmektedir. Allah kendisini gayb olarak değil de yine görünmeyen anlamına gelen batın olarak nitelendirir. Bu anlamda Allah gaybtır diyebiliriz.

Bilinmeyen, geçmişte yaşanmış, ya da gelecekte yaşanacak herhangi bir olayı haber vermek ancak ve ancak Allah’ın gücü, kuvveti nispetindedir. Kur’an-ı Kerim’ de bu durum şöyle ifade edilmektedir:

Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

HUCURAT-18

Zaten yeri, göğü ve arasındaki her şeyi hikmetle yaratanın bunlardan habersiz olması düşünülemez.

Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Şüphesiz O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.

FATIR-38

Ayetlerimizi inkâr edip “Bana elbette mal ve evlat verilecek!” diyen kimseyi gördün mü?

Gaybı mı görüp bilmiş, yoksa Rahman’dan bir söz mü almış?

Hayır! (İş onun dediği gibi değil). Biz, onun söylediklerini yazacağız ve azabını arttırdıkça arttıracağız! MERYEM 77-78-79

De ki: “Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler.” NEML-65

“…De ki: “Gayb, Allah’ın tekelinde. Hadi bekleyin; sizinle birlikte ben de bekleyenlerdenim.”     YUNUS-20

Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur. Bütün işler O’na döndürülür. Öyle ise O’na kulluk et ve O’na tevekkül et. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir. HUD-123

Gaybın anahtarları O’nun yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde olanı da bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Toprağın karanlıklarındaki bir dâne, yaş ve kuru her şey apaçık bir Kitap’ın içindedir. ENAM-59

De ki: “Ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan, gaybı da, görünen âlemi de bilen Allah’ım! Ayrılığa düştükleri şeyler konusunda kulların arasında sen hükmedersin.” ZÜMER-46

Bu ayetlerden  – özellikle Neml-65. Ayet ve Hud-123. Ayet-  anlaşılan o ki, “gaybı” Allah’tan başkası bilmiyor/bilemez. Demek ki gaybın anahtarları onun elindedir. Burada aktaramadığımız daha birçok ayette yine aynı durum söz konusudur: Gaybın sahibi Allah’tır. İnsan doğası gereği geçmişte yaşanmış ya da gelecek yaşanacak olaylar hakkında gerçeği birebir bilemez, ancak Allah’ın bildirmesiyle bu olay/durumlar hakkında bilgi verebilir. İnsan ilerde meydana gelebilecek olay/durumlar hakkında tecrübeleriyle öngörüde bulunabilir ya da belgelerden yararlanarak geçmiş olay/durumlar hakkında bir çıkarımda bulunabilir. Buradaki tahminler, çıkarımlar/sonuçlar mutlak doğru bilgi değildir. Her zaman yanılma payı vardır. Oysa Kur’an’da bildirilen hiçbir gaybi bilgide yanılma payı yoktur, o bilgiler mutlak doğrudur.

Üzerinde ayrıca durulması gereken bir konu da, “cinlerin gaybı bildiği” uydurmasıdır. Kendisine cinci hoca diyen, psikiyatrik vaka olan hastalara cinlerin musallat olduğunu söyleyip akıl almaz yöntemlerle insanları sömüren hastalıklı ruhlar bu toplumda mevcuttur. Ne yazık ki, Kur’an’ı “Kerim Bir Gözle” okumayan bu toplum, bu sahtekârların tuzağına düşebilmektedir. İnsanların, yaşamlarında başlarına gelebilecek olası durumları yuvarlak laflarla anlatan bu sahtekârlar, cinleri sayesinde gaybden haberler aldıkları yalanını uydurmaktadırlar.

Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü onlara ancak değneğini yemekte olan bir kurt gösterdi. Süleyman’ın cesedi yıkılınca cinler anladılar ki, eğer gaybı bilmiş olsalardı aşağılayıcı azap içinde kalmamış olacaklardı. SEBE-14

Sanırım yukarıdaki ayette açık şekilde cinlerin gaybı bilmediği ortadır. Eger gaybı bilselerdi, o aşağılayıcı azap içinde kalmazlardı. “Kelin ilacı olsa kendi başına sürerdi” misali..

Peygamberin ağzından anlatılan ve gelecekte yaşanılacak şeyler sanılan rivayetler nasıl değerlendirilmelidir? Bu sorunun çok basit bir cevabı var: Kur’an-ı Kerim’e bakmamız yeterli olacaktır.

(Gözden kaçmaması gereken şeylerden biri de Deccal gibi, Mehdi gibi birçok kavram/kişi ve bu kavram/kişilere bağlı olarak anlatılan hikâyeler Kur’an ‘da geçmez. Bunlar hastalıklı ruhların ürünleridir.)

Kur’an, Peygamberin de gaybı bilmediğini (Eger Allah bildirmemişse) şu ayetlerle bize bildirmektedir.

De ki: “Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.” ARAF-188

Size ben, “Allah’ın hazineleri yanımdadır”, demiyorum; gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim” de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, “Allah, onlara asla hiçbir hayır vermez” de diyemem. Allah, onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben gerçekten zalimlerden olurum. HUD-31

De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” ENAM-50

Sanırım bu ayetler çok açık bir dille Peygamberin de gaybı bilmediğini gösteriyor. Peygamber elbette ki kendi başına bir şeyi uyduracak da değildir. Şimdi bu ayetler ışığında kıyametin ne zaman kopacağı, Mehdi’nin gelişi, deccal ile ilgili rivayetleri bir düşünün.

De ki: “Sizin uyarıldığınız şey yakın mıdır, yoksa Rabbim ona uzun bir süre mi koyacaktır, bilemem.”

O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez.

Ancak razı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.  CİN-25-26-27

Allah mü’minleri, (şu) üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, temizi pisten ayıracaktır. Ve Allah sizi gaybe vakıf kılacak değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (onu gaybe vakıf kılar). O halde Allah’a ve elçilerine inanın; eğer inanır ve (günahlardan) korunursanız sizin için büyük mükâfat vardır. ALİ İMRAN-179

Asıl üstünde durmamız gereken Cin suresi 27. ayetiyle Ali İmran 179. ayet.

Bu ayetlerden anlaşılan, Allah’ın seçtiği elçilere gaybı bildirdiğidir. Peki, bu gayble ilgili haberler bugünkü anlatılan rivayetler midir, Yoksa bu rivayetlerin dışında başka bir şey midir?

Elbette ki bugün anlatılan rivayetler değildir. Allah’ın elçilerine bildirdiği gaybi haberler Kuran’daki peygamber kıssaları, cennet ve cehennem, kâinatın ve insanın yaratılışı bazı olaylar ve durumlardır. Vahiyle bildirilen bu durum ve olaylar Allah’ın elçilerine bildirdiği gayb haberleridir. Özetle biz gaybı ancak vahiy sayesinde öğrenebiliyoruz. Vahiy dışında anlatılan gelecekle ilgili haberlerin doğru bir tarafı olmadığı açıktır. Kur’an-ı Kerim, Allah’ın gaybı vahiyle peygambere bildirildiğini şöyle anlatır:

İşte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun, ne de kavmin. O hâlde sabret. Çünkü (iyi) sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacaktır. HUD-49

İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin. YUSUF-102

(Ey Muhammed!) Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i kim himayesine alıp koruyacak diye kalemlerini (kur’a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Bu konuda) tartışırlarken de yanlarında değildin. ALİ İMRAN-44

Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Önce de, sonra da emir Allah’ındır. O gün Allah’ın (Rumlara) zafer vermesiyle mü’minler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir. RUM 2-3-4-5

Sonuç olarak gayb ile ilgili bilgilere ancak Kur’an sayesinde ulaşabilir. Kur’an’da olmayan ve Peygamber ağzından anlatılan rivayetlerin hiçbir suretle kabul görmemesi gerekir. Gayb, Allah’ın elçileri vasıtasıyla insanlara ulaşan vahiydir. Tekvir suresi 24. ayetinden anlaşılıyor ki, Allah gaby konusunda cimri değildir. Allah, sevdiği elçileri vasıtasıyla gaybı insanlara bildirir.

Bugün peygamberin ağzından anlatılan gaybi bilgiler( kıyametin kopması, mehdinin gelişi, deccal’ın çıkışı gibi), eğer Allah tarafından peygambere bildirilmişse ve Peygamber bunu Kur’an’a almamışsa, Risalet görevini layıkıyla yerine getirmemiştir. Bakın Kur’an-ı Kerim bu konuda ne diyor:

Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir. MAİDE-67

“Rabbinin sözü hem doğruluk hem de adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur. O en iyi işiten, en iyi bilendir.” Biz müslümanlar olarak buna iman etmişiz.

Sevgili kardeşlerim! Bu yazdıklarım benim Kur’an-ı Kerim’den çıkardıklarım, eğer yanıldığım bir nokta veya eksik anlattığım bir yer varsa Rabb’ime sığınırım.

Bizleri yaratan Âlemlerin Rabb`ine hamdolsun…

Hayat kitabını (Kur’an) okuyan, ona gönül veren, üstünde düşünen akıl sahipleri müminlere; kitaptan bihaber olan Müslüman kardeşlerimiz: “Kur’an’da her şey varsa, namazın vakitlerini de bize göster.” diye eleştiri getirirler. Akılları sıraca Kur’an merkezli düşünen insanların  “sadece Kur’an” tezlerini çürüttüklerini düşünürler. İmanda bir güven ve teslimiyet vardır. İnanan insan yani mümin Allah’a güvenen kişidir. Allah, kendisine güvenen kişinin (mümin) güvenini boşa çıkarmaz, ona en doğru yolu gösterir. “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir, rehberdir (2/2).” Müminin yol haritası Kur’an’dır. Mümin yolunu bulmak, menziline ulaşmak istiyorsa; kitabı kendisine rehber edecektir/etmelidir.

Muhammed Nebi de, kendisine vahyedilen Kur’an’a göre hayatını düzenlemiş ve insanlara Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ ederken Kur’an’ı temel almıştır. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilmektedir: “O, nefis arzusu ile konuşmaz. Kur’an ancak kendisine bildirilen bir vahiydir (53/3-4).” “Öyle ise sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen doğru bir yol üzeresin (43/43).” Peygamber (a.s) da kendisine bildirilen bu vahyin mesajlarını doğru şekilde Müslümanlara ulaştırmak için, Rabb’inin emriyle onu sürekli okumuş ve üstünde uzun uzun düşünmüştür.

[Müzzemmil (Ey yüklenecek olan/hazırlanan/içe kapanan/giysisine bürünen/gizlenen), Kumilleyle (geceleyin kalk), rettilil kur’ane tertila (Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku), ‘aleyke kavlen sekila (üzerine ağır bir söz bırakacağız)] (73/1-5)

Müzzemmil suresinde Allah Teâlâ nübüvvet/risalet misyonunu/görevini verdiği Muhammed Nebi’yi bu görev için hazırlamıştır. Bir nevi kendisine bu zor görev için, yükleme yapılmıştır. Üstünde asıl durulması gereken “Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku (73/4).” ayetidir. Allah’ın, Muhammed Nebi’nin Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne okumasını istemesinin sebebi  “hikmet”  sözcüğünde saklıdır. Hikmet sözcüğü her ne kadar Kur’an dışı vahye delil olarak gösterilse de, kanaatimizce “hikmet” Kur’an’ı okuyup anladıktan sonra Kur’an’dan en güzel şekilde hüküm çıkarmaktır.

Sonuç olarak Allah, Muhammed Nebi’nin Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne okumasını ve Kur’an hakikatlerini, hikmetlerini insanlara bildirmesini istemektedir. Daha ilk inen surelerden biri olan Müzzemmil suresinde Allah Teâlâ, Peygamber (a.s)’a gecenin yarısından fazlasını Kur’an okuyarak geçirmesini istemektedir. Müzzemmil suresi nüzul (iniş) sırası bakımından 4. suredir. Yani henüz Kur’an ayetlerinin çok az bir kısmı Peygamber (a.s)’a vahyedilmiştir. Buna rağmen Peygamberimizin ağır ağır, düşüne düşüne az sayıdaki ayetleri uzun uzadıya okumasındaki sır ne olabilir?

Kanaatimizce ayetler arasındaki bağlantıları kurmak ve ayetlerden hikmetler (hüküm) çıkarmak için yapılan titiz bir çalışmadır denilebilir. Bu okuma, sevap kazanmak için, ayetlerin anlamları üzerinde düşünmeden yapılan tekrarlardan ibaret değildir. Aksine bilinç ve sorumluluk yüklü bir okumadır.

Bizler de Kur’an’ın namaz ile ilgili ayetleri üzerinde düşünelim ve Rabb’imiz hikmetlerini bulmaya çalışalım. Ama bunu yaparken namaz ile ilgili olan bazı kavramlara da yeri gelince kısaca değinmemizde fayda var.

Kur’an’da salat/namazla ilgili 70 küsur ayet vardır. (11/114, 17/78, 24/58, 2/238, 50/39-40, 30/18, 20/130, 76/26 v.b ayetler)

KUR’AN’DA İSMİ GEÇEN NAMAZ VAKİTLERİ

Namazla(salat) ilgili ayetlerden hareketle, namazın insanlar üzerine vakitleri belirli bir zamanda farz kılındığını görmekteyiz (4/103). Dikkat çekici bir husus da Kur’an’da isimleri zikredilen 3 namazın bulunmasıdır. Şimdi ayetlerde isimleriyle anılan bu namazları görelim:

1-Salat-el Fecri (sabah namazı) (24/58, 11/114).

2-Salat-el İşa’ (akşam namazı) (24/58, 17/78, 11/114, 38/32).

3-Salat-el Vusta (orta namaz) (2/238).

“Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunanlarla, ergenlik yaşına gelmemiş olanlarınız sizden üç durumda izin istesinler: Sabah namazından (salatil fecri) önce, öğlen vaktinde elbiselerinizi çıkardığınızda, akşam namazdan (salatil işa’) sonra… Kaygılanacağınız üç vakittir bunlar. Bunlar dışında size de onlara da bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah, ayetleri size işte böyle açıklıyor. Allah Âlim’dir, Hâkim’dir.” (24/58)

“Namazlara ve orta namaza (salatil vusta) devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaza durun.”(2/238)

Nur suresi 58. ayette salatil fecri ve salatil işa’; Bakara suresi 238. ayette ise salatil vusta belirtilmektedir. Sanırım 3 vakit namaz kılanlar bu ayetlerde geçen namaz/salat isimlerinden hareketle namazlarını kılmaktadır. Kaldı ki Nur suresi 58. ayetinde salatil fecr ve salatil işa’ isimleri zikredilmesine rağmen, bu ayet 3 vakit namaza delil olarak gösterilemez. “Öğle vakti elbiselerinizi çıkardığınızda” diyerek insanların müsait olmadığı/mahrem yerlerinin dışarda olabileceği 3 vakte işaret edildiği açıktır. Bu 3 vakitte namaz kılındığını kabul etsek bile, ayetlerde ve hadislerde elbiselerin çıkarılarak namaz kılındığına dair tek bir delil yoktur. Bu görüşün de ne kadar temelsiz olduğu apaçıktır.

Bakara suresi 238. ayette geçen namazlar ve orta namaz tabirleri dikkatlice incelenecek olursa, burada en az 5 vakit namazdan bahsedildiği görülecektir. Çünkü bu ayette basit bir gramer mantık var. Türkçede olmayan bir mantıkla çoğul yapılmıştır. Türkçede çoğul, birden fazla sayıdaki her şey için kullanılırken; Arapçada çoğul en az 3 olmak üzere 3’ten fazla şeyi ifade eder. Yani özetle söylemek gerekirse Arapça çoğullaştırma, Türkçedeki çoğullaştırma gibi değildir. “Namazlara ve orta namaza…(2/238)” ifadesindeki “namazlara” kelimesi çoğullaştırma ile 3 olursa şayet, vusta namazıyla beraber bu sayı 4’e çıkar; fakat 4 sayısında orta sayı bulunmaz. Ama buradaki çoğul 4 vakti ifade ederse, vusta namazıyla beraber 5 vakti ifade etmiş olur ki, bu da Muhammed Nebi’den bu yana kılınan namazlarla tasdiklenmiş olur. Eğer buradaki “orta namaz” (salatil vusta) deyimi, “namazlara” deyimi içinde yer alıyorsa, o zaman en az 3 olmak üzere 4, 5 vakti de ifade etmiş olur.

Kur’an ayetleri ikişerli/birbirine benzeyen/birbirini açıklayan ayetlerden müteşekkil bir kitaptır (15/87, 39/23). Bir konuda hüküm vermek için, o konuda inen bütün ayetlerin bir araya getirilmesi ve ondan sonra değerlendirme yapılarak bir hüküm (hikmet) çıkarılması uygun olan yoldur. Aksi takdirde yanlış hükümlere varabiliriz. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse;

“Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, namaza yaklaşmayın (4/44).” ayetinde sarhoşluk veren bir maddenin haram olduğuna değinilmemiş, sadece namaz kılmak için hazırlık yaptığınızda bilincinizin yerinde olmasına dikkat ediniz buyurulmuştur. Şimdi bizler sadece bu ayetten hareketle sarhoşluk verici maddelerin haram edilmediği, sadece namaz kılarken bilincimizin yerinde olması gerektiği sonucunu çıkarırsak, bunun dinde bir hükmü/doğruluğu olur mu? Elbette olmaz. Çünkü başka ayetlerde dikili taşlar, fal okları kumarla birlikte içkinin şeytanın amellerinden olduğu ve biz iman edenlerin bundan kaçınmasını; şeytanın kumar ile sarhoşluk veren maddelerle aramıza kin ve nefret tohumlarını ektiğini, namazdan alıkoyduğunu (5/90-91) görmekteyiz. Sonuç olarak İslam dininde tedriciliğin (derecelendirme) olduğunu, bir konuda hüküm çıkarılacaksa; o konudaki bütün ayetlerin bir arada değerlendirilmesi gerektiğini bilmeliyiz. Kanaatimizce Nur suresi 58. ayet ile Bakara suresi 238. ayetten hareketle namazın 3 vakit olduğunu söyleyenler, diğer ayetleri göz ardı etmektedir. Namaz vakitleri konusunda yapılan başka bir yanlış da, Kur’an’ın hükümlerine başvurmadan (kitap referans alınmadan) başka yerlerde delil aramaktır. Nitekim bugün 5 vakit namazın, Miraç’ta farz kılındığını hadislerden öğreniyoruz(!)

Peki, bu denli önemli bir ibadet olan ve her gün kılınan namazın/salatın vakitlerinin Kur’an’da geçmemesi olacak şey midir?

Allah, “…Rabb’inin asla unutkan olmadığını… (19/64)”, “…Kitapta hiçbir şey eksik bırakmadığını… (6/38)”, “Sözünün hem adalet hem de doğruluk bakımından tam olduğunu… (6/115)” söylediğine göre, Namazın da bütün vakitlerini Kur’an’da bildirmesi gerekmez mi?

Kuranın rehberliğinde namaz ayetlerini inceleyerek, namazın/salatın bütün detaylarını bulmaya çalışalım.

Bilindiği gibi namaz sözcüğü Türkçeye Farsçadan geçmiş bir terimdir. Kur’an’da namaz olarak kullanılan kelime ise salat sözcüğüdür. Bize göre Kur’an’da salat (namaz) yerine ve salatla beraber kullanılan “se-be-ha” (tesbih) ve “dua” kelimeleri bulunmaktadır. Çünkü bu terimler birbiriyle alakalıdır. Hatta iç içe geçmiş şekildedir. Onun için bu terimleri incelememiz gerekir ki, namazla ilgili hüküm verdiğimizde isabetli hüküm verelim.

TESBİH

Se-be-ha kökünden türetilen tesbih kelimesi -ortak koşmadan- Allah’ı yüceltme anlamıyla kullanıldığı gibi, hem namazla beraber hem de namaz yerine de kullanılmaktadır.

Salatın/namazın da tesbih (se-be-ha) olduğuna en güzel örnek Secde suresi 15. ayettir.

“Bizim ayetlerimize o kimseler inanırlar ki onlar, kendilerine öğüt verildiği zaman derhal secdeye kapanırlar; Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.” (32/15)

Secde suresi 15. ayette zikredildiği üzere iman edenler Allah’ın ayetleriyle kendilerine öğüt verildiği zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini Hamd (överek) ile tesbih ederler. “El hamdu lillahi rabbil alemîn (1/2).” ve “Şüphe yok ki ben Allah’ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl (20/14).” ayetlerinde olduğu gibi…

Demek ki bizler, kıldığımız namazlarda Fatiha suresinde Rabb’imizi hamd (överek) ile tesbih etmekteyiz.

Tesbih (se-be-ha) daha genel bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Mümin Sözle, yazıyla, hal ve hareketle, yaptığı işle her an Allah’ı tesbih eder/edebilir. Ama namaz daha çok kuralları olan bir ritüeldir. Bir bakıma tesbih sözcüğü namazı, orucu, zekâtı, haccı, adaletli olmayı, yoksulu doyurmayı v.b içine alacak kadar geniş bir kavramdır. Allah’ övmek için, onun var ettiği sisteme uygun bir biçimde yaşamakla mümkündür.

“Gecenin bir kısmında ve secdelerin ardından da O’nu tespih et.” (50/40)

Bu ayette de tesbihin secdelerin (namaz) ardından yapılmasının emredilmesi; tesbihe, namazın sonunda yapılan bir dua, bir zikir; yani Allah’ı bütün eksikliklerden tenzih ederek anma hüviyeti kazandırmıştır.

“..Her şey O’nu hamd (överek) ile tespih eder..(17/44)” Bu ayette de hamd (överek) ile tesbih etme durumu belirtilmektedir.

Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halimdir, çok bağışlayandır. (17/44)

Baksana hakikat Allah, o Semavât-ü Arzdaki kimseler ve o kanat çırpıp süzülen dizilen kuşlar hep onun için tesbih ediyor, her biri cidden salâtını ve tesbihini bilmiş, Allah da, ne yapıyorlarsa hep biliyor. (24/41)

Ucu bucağı görülmeyen bu kâinatta bizim dışımızdaki diğer canlı ve cansız varlıkların da Allah’ı tesbih ettiğini yine Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz. Yaratılan canlı cansız hiçbir şey gayesiz yaratılmamıştır. Hepsi de tek bir gaye etrafında bir araya gelmiş, O büyük sanatkârın “ol” emrini yerine getirmek için her zaman bir oluş içindedir ve her yaratılan canlı cansız varlık lisanı hal ile tesbihlerini yapmaktadır.

Namaz vakitlerini bulurken başvurduğumuz ayetlerden biri de Ta-Ha suresinin 130. ayetidir. Bu ayette salat yerine belirli vakitlerde Allah’ı yüceltmenin, onu övmenin (tesbih etme) emredildiğini görüyoruz:

“O halde dediklerine sabret de rabbına hamdile tesbih eyle; güneş doğmadan evvel, gece saatlerinde de tesbih et gündüzün etrafında da, ki rızaya erebilesin.” (20/130)

Bu ayette beş vakitte Allah’ın teşbih edilmesinden bahsedildiği aşikârdır. Allah Teâlâ, Peygamber (a.s) ve inananların rızaya erebilmesi, kulluklarını hakkıyla yerine getirebilmeleri için günün beş vaktinde Allah’ı hamd ile tesbih etmelerini buyurmaktadır. Dikkat edilecek noktada bu teşbihin emredildiği zaman dilimleri bugünkü 5 vakit namazın eda edildiği zaman dilimleridir. Buradan hareketle tesbihin emredildiği vakitlerde Allah’ın huzurunda kıyamda, rükûda sonrada secdede durarak, Allah’ı övebilir, yüceltebilir. Onu her türlü eksiklikten, noksanlıktan, kötülükten, çirkinlikten, şerden uzak tutabiliriz. Güneş doğmadan evvel denilerek sabah tesbihi (namazı), gece saatlerinde diyerek akşam ve yatsı tesbihleri (namazları), gündüzün etrafında diyerek de öğle ve ikindi tesbihleri (namazları) kastedildiği açıkça ortadır.

DUA

Dua: Arapça bir kelime olup Kur’an-ı Kerim’de şu anlamlara gelecek şekilde kullanılmıştır: yalvarmak/yakarmak, seslenmek, yardım talep etmek, çağrıda bulunmak, istemek, davet etmek…

Namazlarımızda okuduğumuz Fatiha suresi 5-7. ayetlerinde Yalnız Rabb’imizden isteyeceğimizi ve yalnız Rabb’imize kulluk edeceğimizi ve yine Rabb’imizden bizleri doğru yola (siratal mustakîm.) ve kendisine nimet verdiklerinin yoluna iletmesini istemekteyiz.

Fatiha suresi bütün Müslümanlar tarafından namazlarda okunması ve birliğin sağlanması, cemaatle namaz kılınması bakımından önemli olduğu kadar, Allah’a yalvarıp, yakarırken, Allah’tan bir şey talep ederken hangi yolu kullanmamız gerektiğini de çok iyi ortaya koyan bir suredir.

“Duanız, çağrınız, davetiniz olmasaydı, Rabbim size ne diye değer versin (25/77).”ayeti duanın Allah’a kulluktaki önemli bir gösterge olduğunun altı kalın çizgilerle çizilmiştir.

Yani Dua, namazın içinde bir bölüm olduğu gibi; namaz dışında yapabildiğimiz bir ibadettir/çağrıdır. “Muhakkak ki Allah’ı anmak en büyük ibadettir (29/45).” bir nevi biz dua ederek Rabb’imizle söyleşiriz, dertlerimize/sıkıntılarımıza bir şifa ararız. İsteyenler dua ile ilgili şu ayetlere göz atabilir/araştırabilir. (54/10, 25/77, 35/14, 19/4,48, 27/62,80, 17/11, 10/12, 39/8,49, 41/33,49,51, 44/22, 45/5, 71/6, 14/39,40, 21/45, 30/25,52, 13/14, 2/171,186, 8/24, 3/38, 24/63)

Burada üzerinde durulması gereken şey duanın da namazın içinde bir bölüm olarak yerine getirildiğini bilmemizdir. Kanaatimizce namaz vakitleri üzerinde araştırma yapılırken, namazın yerine kullanılan tesbih, dua gibi terimleri de göz ardı etmememiz gerekir. Aksi takdirde yanlış hükümlere varabiliriz.

NAMAZIN ÖNEMİ

Namaz ruhumuzu tezkiye etmekte ve madden bizi temizlemektedir. Dikkat edilirse, namaz ibadetiyle zekâtın (arınmanın) birçok ayette beraber zikredildiğini görürüz. Namaz bizi manevi olarak temizlerken, zekât ise mal ile temizlenmeyi, yani maddi temizliği sağlar. Zekât ibadetinin birçok yerde namazla birlikte zikredilmesiyle namaz kılan kişinin toplumsal bilinç ve sorumluluğa sahip olması vurgulanır (2/43, 2/83, 9/11, 24/56 v.s). Namaz/salat ibadeti Allah katında çok değerli bir ibadettir. Savaşta, korku anında, bir binek üzerindeyken dahi namazın emredilmesi bunun en açık kanıtıdır. (2/239, 4/101-102). Yine abdest almak için su bulamayanların temiz bir toprakla ellerini ve yüzünü meshetmesi namazın her hal ve şartta kılınması demektir ki, bu da namazın Allah katında ne kadar önemli bir ibadet olduğunun göstergesidir (5/6). Allah Teâlâ bir ayette şöyle buyuruyor: “…Namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar, Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir…(29/45).”  Ve başka bir ayette de Allah şöyle buyuruyor: “O hâlde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl. (20/14)” ayeti namaz gibi önemli bir ibadette Allah’ı anmak, onun bize verdiği nimetlere şükretmek ve onu Kur’an’da kendisinin bildirdiği gibi övmek, yüceltmek, onu her türlü eksiklerden/noksanlıklardan, iftiradan beri tutarak tam bir teslimiyetle ona yönelmek namazın asıl gayesidir. Namaz, sadece Allah’ı anmak için yapılan bir ibadettir (6/162, 7/29, 20/14).

Gerçek manasıyla kılınan bir namaz, toplumsal sorumluluğu, insanlığın içinde bulunduğu duruma karşı bir duyarlılığı da beraberinde getirir. Gerek dil ile gerek beden ile gerekse düşünce, duygu, fikir ve hissiyat ile Rabb’in huzurunda el pençe divan durmamız, hatalarımızı, günahlarımızı, pişmanlıklarımızı hatırlayıp bunlar için af dilememiz, bir daha bu tür yanlış hareketlerde bulunmayacağımızı Rabb’imize arz etmemiz hayatımızdaki kötü işlerden ve nankörlükten uzaklaşmamızı sağlar (29/45).

EZAN-NAMAZA ÇAĞRI

Namaz vaktinin girdiği ile ilgili bir çağrıdır. Bu çağrının nasıl olduğuyla ilgili Kur’an’da bir bilgi mevcut değildir; ama iki ayette bildirildiği üzere namaz vakitleri girdiğinde Müslümanların bir araya toplanması için yapılan bir çağrının var olduğu gerçektir (5/58, 62/9).

Ezanla ilgili birbiriyle çelişkili rivayetler mevcuttur. Kimi rivayetlere göre sahabilerden bir kısmının gördüğü rüya ile kimi rivayetlerde ise, Cebrail’in Muhammed (a.s)’a öğretmesiyle ezan okunmaya başlanmıştır. Yine rivayetlerin birinde Bilal-i Habeş’in sabah namazı okurken “salat uykudan daha hayırlıdır.” cümlesini de ezana eklemesine Muhammed (a.s) ses çıkarmamıştır.  Bu rivayet doğru ise ezanın varlığı vahiyle sabit değildir, eğer ezan vahiyle bildirilmiş olsaydı, hiç kimse bir ekleme ya da çıkarma yapamazdı. Namaz kılmak için ezan okumak, ya da ezanı duymak şart değildir. Namazın kılınmasının şartı, o namaz vaktinin girmesidir.

ABDEST-NAMAZA HAZIRLIK

Abdest, bir nevi namaza niyet etmektir. Namaz kılacak kişinin mutlaka abdest alması gerekir. Abdestin nasıl alınacağı, bozulma nedenleri gibi bütün detaylar Kur’an’da gösterilmiştir (5/6, 4/43). Abdest için su bulamayanlar temiz bir toprakla ellerini ve yüzlerini meshederek namaz için hazırlıklarını yapabilirler (5/6). Abdest sadece namaz için farzdır. Kur’an’a dokunmak için veya onu okumak için abdest şartı yoktur. Su bulunmadığı zamanlarda temiz bir toprakla ellerin ve yüzün meshedilmesi, vücudun elektrik yükünü boşaltması böylelikle insanın vücudunun rahatlaması bakımından önemlidir. Yine boy abdesti ihtiyacı olanların kendilerini iyice yıkamaları ve temizleri lazımdır.

GİYSİ

Allah, insanlar için avret yerlerini kapatmak üzere giysi vermiş ve mescitlere (namaz kılınan yerler) gittiğimiz zaman en süslü ve temiz elbiselerimizi giymeli. Akabinde takva elbisesinin daha önemli olduğunu bilmeli (7/26, 7/İ31). Hem maddi, hem de manevi pislikleri elbisemizden ve düşüncemizden atmalıyız (74/4-5).

KIBLE

Hem plan/strateji/hedef anlamında kullanılmış hem de namazı kıldığımızda yüzümüzü döneceğimiz yer manasında kullanılmıştır ve her nerede olursak olalım yüzümüzü hep beraber Mescid-i Haram’a doğru çevirmemizi Allah emretmiştir (2/143-50).

Allah, başka ayetlerde doğu ve batının (bütün yönlerin) Allah’a ait olduğunu ve yüzümüzü her nereye çevirirsek çevirelim yine ona çevirdiğimizi bilmemizi istemiş ve önemli olan yüzümüzü herhangi bir yöne çevirmemiz değil, aklımızı, fikrimizi, gönlümüzü içten bir yönelişle Allah’a çevirdiğimizin farkında olmamızı istemiştir (2/115, 2/177). Yani Allah’ın değer verdiği bizim hangi tarafa dönüp namaza durduğumuz değil, takvamızdır. Onun için namazlarımızda derin bir saygıyla hem bedenen hem de fikren Allah’a yönelmeli ve ondan hiçbir zaman ümidimizi kesmeyerek pişmanlıklarımızı hatırlayıp içten yalvarmalıyız (39/53).

NAMAZDA KIRAAT

Edip yüksel, namazda kıraat konusunda şunları söyler: “Namazda okuduğumuz duanın anlamını namaz anında bilmeli ve Allah ile konuştuğumuzun bilincinde olmalıyız (4/43). Namazları saygı içerisinde kılmalı (23/2). İhtiyacımıza ve içinde bulunduğumuz duruma uygun olarak Allah’ın herhangi bir ismini (sıfatını) zikredebiliriz (17/111). Namazda Allah’tan başkasını anmak namazın amacıyla çelişir (6/162; 20/14; 29/45). Namazda Allah’ı anmalı, övmeli, yüceltmeli, tesbih etmeli ve sadece O’ndan yardım istemeli (1/1-7; 20/14; 17/111; 29/45; 2/45). Fatiha suresi baştan sona Allah’ı muhatap alan bir dua niteliğinde olan biricik sure olup değişik dilleri konuşanların topluca namaz kılabilmelerini sağlayabilmesi açısından uygundur (62/9-11; 4/101-103). Namazlarda orta bir sesle okumalı ve namazlar ne özellikle gizlenmeli ne de gösteriş amacıyla açıkta kılınmalıdır (17/110). Toplu namaz kılınırsa, namaza önderlik eden kişinin orta bir ses tonuyla okuduğu dua dinlenmeli (7/204; 17/110).” (Edip YÜKSEL, “Kur’an’a Göre Namaz” makalesi, “Okuma” bölümü)

Kur’an’dan kolayımıza geleni okumalı ve namaz kılınmalıdır (73/20, 17/78). Namazlarda Allah’a isimleriyle yakarmalı (17/110), gerekli saygı ve hürmeti göstermeli, hudu ve huşuyu sağlamalıyız (7/56).

Namazlarda Kur’an’dan sure ya da ayetleri okumamızı emreden Allah, bizden önceki ümmetlerin de kıyamda ve secdede Allah’ın ayetlerini okuduğunu belirtir (3/113).

REKÂT SAYISI

Namazın rekâtları ancak korku halinde, bir savaşta ya da bir tehlike anındayken kısaltılabilir.  Korku durumu geçince de Allah’ın emrettiği gibi namazı kılınmalı (2/239). Namazlar en az 2 rekat kılınmalıdır (4:101-103). Bugün dikkat edilecek olursa Cuma namazı, bayram namazları 2 rekât olarak kılınmaktadır. İlk 2 rekâtta zam-ı surenin okunması, 2 rekâttan sonra oturulması tahiyyat duası veya başka duanın yapılması, yine sesli okunan gece namazlarında sadece ilk 2 rekât sesli sonraki rekâtların sessiz okunması namazın minimum 2 rekât olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Mustafa İslamoğlu’nun deyişiyle namazlar 2 rekâttır, diğer iki rekâtta sünnet-farzdır.

NAMAZIN KILINMASI

Burada sözü yine Edip Yüksel’e bırakıyoruz: “Namazı ayakta durarak kılmaya başlamalı (2/238; 3/39; 4/102) ve özel durumlar hariç durulan yerden hareket edilmemeli (2/239). Namazda eğilerek yere kapanmalı (rükû ve secde) böylece Allah’a teslimiyet fiziksel olarak da bildirilmeli (3/43; 4/102; 22/26; 38/24; 48/29). Herhangi bir korku durumunda ayakta durma ve eğilerek yere kapanma koşulu aranmaz (2/239).” (Edip YÜKSEL, “Kur’an’a Göre Namaz” makalesi, “Mekanik Biçim” bölümü)

CUMA NAMAZI

Cuma namazı, cuma günü öğle namazı vaktinde Müslümanların bir araya gelerek toplu olarak Allah’ı zikrettiği bir toplantı namazıdır. “Ey inananlar! Cuma günü, namaz için çağrı yapıldığında, Allah’ı anmaya/Allah’ın Zikri’ne koşun! Alışverişi bırakın!.. (62/9)” ve “Namaz kılınınca hemen yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın!.. (62/10)” ayetleri ile cuma günü Müslümanların topluca Allah’ı zikrettiklerini ve bu zikirden sonra insanların yeryüzüne dağılıp kendi nasiplerini arayabileceğini (çalışabileceğini) gösteriyor. Yahudilerin toplantı günleri olan cumartesi ile Hristiyanların toplantı günleri olan pazar günü çalışma yasağı, diğer adıyla tatil diye bir durum söz konusu değildir. Yahudi ve Hristiyanların toplantı günlerini tatil etmesi, o günlerde çalışmayı uygun görmemesi, kutsal kitaplarındaki anlayıştan dolayıdır; çünkü onlara göre Tanrı 6 günde evreni yaratmış 7. günde de dinlenmeye çekilmiştir : “Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, Yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.” (Tevrat-Yaratılış 2/3). Her şeyden münezzeh olan Allah yorgunluktan da, dinlenmeden de uzaktır. Bu ancak Yahudi ve Hristiyanların uydurduğu bir yalandır.

Cuma günü böyle bir toplantının düzenlenmesi çok önemlidir. Sosyal meselelerin konuşulması, ihtiyaç içinde olanların ihtiyaçlarının giderilmesi, Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin, yekvücut oluşlarının güçlenmesi, Peygamberin gelen vahyi insanlara tebliğ etmesi bakımından büyük önem arz eder.  Eskiden cumalar, bugün bizim kıldığımız gibi 2 rekâtı kılınca kendini dışarı atıp kalabalıklara karışmak değildi.

NAMAZ VAKİTLERİ

Şimdi asıl üzerinde düşünmemiz gereken ayetlere gelelim.

“Hem namaz kıl gündüzün taraflarından ikisinde ve gecenin gündüze yakın saatlerinde, çünkü hasenat, seyyiatı giderir, bu, idraki olanlara bir öğüttür (11:114).”

Elmalılı Hamdi Yazır bu ayet için “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsirinde şunları söylemektedir:

“Zülef: Zülfe’nin çoğuludur ve Arapçada çoğul en az üç sayıdan oluştuğu için bu ayetteki ifadeden anlaşılan sonuç, ikisi gündüzün taraflarında, üçü de gecenin eteklerinde olmak üzere tam beş vakit namaz emredilmiş olduğu açıkça bellidir. Gündüz namazlarının kıraatinde cehir (sesli okuma) meselesinde sabah namazı gece namazlarından sayıldığı için “tarafeyi’n-nehar” dan murad öğle ve ikindi vakitleri, “zülefen mine’l-leyl”den maksat da akşam, yatsı ve sabah namazları olmak lazım gelir ki, İsra Suresi’nde de “Güneşin öğle vakti zevalinden, gecenin karanlığına kadar namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı gerçekten de şahitlidir (17/78).” diye buyrulmuştur. Böylece öğle ile ikindiye tarafeyi’n-nehar denilmesinin sebebi şudur: Sabah gündüzün kökü, güneşin doğuşundan öğleye kadar geçen vakit ise gövdesidir. Zevalden sonra öğle ile ikindi de, ta batıncaya kadar olan kısım da taraflarıdır.”

Elmalılı, fazla söze gerek bırakmadan çok güzel bir şekilde namaz vakitleriyle ilgili bilgi vermiştir. Yine başka ayetlerde de namaz vakitlerinin 5 olduğuna dair güçlü emareler/deliller/işaretler var.

Bu ayetlerden biri İsra suresi 78. ayetidir.

“Güneşin kaymasından/aşağı sarkmasından, gecenin kararmasına kadar namazı kıl. Sabah Kur’an’ını da gözet. Çünkü sabah Kur’an’ı tanıklarca izlenmektedir.” (17/78)

Güneş’in tepe noktasına ulaştığı vakit öğle vaktidir. “Güneşin kaymasından, yani aşağı sarkmasından” ibaresi öğleden sonraki zaman dilimlerini kapsar. Allah ayette belirtilen bu zaman dilimlerinde (gece vaktine kadar) namaz kılmamızı emrediyor. Ayrıca sabah okunan Kur’an’ın da (sabah namazı) şahit olunması gereken önemli bir olay olduğuna vurgu yapıyor. (Namazda ne okuyacağız sorusuna en güzel cevap.)

Diyanet Tefsirinde İsra suresi 78. ayetin açıklamasında şunları görüyoruz:“ Tefsirlerde genellikle namazın farz kılındığı İsrâ olayının ardından inen sürenin bu ayetinde beş vakit namaza işaret edildiği belirtilmektedir. “Dulûk” kavramı” güneşin bir günde izlediği farazi çemberi dönerken gün­düz vakti en yüksek noktayı geçerek batmaya yönelmesi” anlamına gelir. Gün ortasından başlayarak çemberin dörtte üçlük kısmını tamamlaması diye de açıklan­mıştır ki bu da ikindi vaktidir. Ayrıca günbatımı İçin de kullanılmıştır. Sonuç olarak îbn Âşûr’a göre “dülükü’ş-şems” deyimi, öğle, ikindi ve akşam vakitlerini içermektedir. Nitekim “ilâ” edatının da bu deyimin birden fazla vakti içerdiğine işaret etmektedir.

Şevkânî bu deyimin anlamıyla ilgili görüşleri şöyle sıralar: a) Zeval vakti b) Gün batımı, c) Güneşin zevalinden batınıma kadar geçen süre.

“Gasak” kavramı “karanlık” demektir, şafağın tamamının kaybolduğu yatsı vaktini ifade eder; “kur’âne’l-fecr” ise sabah namazına işaret eder. Ayrıca bu deyimin, namaz içinde Kur’an okunması gerektiğini de ima ettiği, bu bütün namazlar için gerekli olmakla birlikte burada sabah namazının örnek olarak anıldığı, nitekim Hz. Peygamber’in uygulaması uyarınca sabah namazında daha fazla Kur’an okunduğu belirtilmektedir.

Fahreddin er-Râzî, “gasak” kelimesinin iki farklı yorumundan biri­nin esas alınması halinde ayette başlıca üç vakit zikredilmiş olduğu sonucunun çıktığını belirtip şu bilgiyi verir: Ayette geçen “dülûkü’ş-şems” öğle ve ikindiyi, “gasaki’l-leyl” akşam ve yatsıyı, “kur’âne’l-fecr” de sabah namazını ifade etmektedir.

Öğle ile ikindinin ve akşam ile yatsının bir arada anılması, mutlak olarak bu namazların cem’ edilebileceğini (öğle ile ikindi, akşam İle de yatsı birleştirilerek dört namazın iki vakitte kılınabileceğini) göstermektedir. Şu var ki, başka deliller, namazların cem’i konusunda sınırlamalar getirdiği için, bunun ancak seferdeyken düşman korkusu vb. gerekçelerle caiz olduğuna hükmedilmiştir.

“O halde dediklerine sabret de Rabbına hamdile tesbih eyle; güneş doğmadan evvel, gece saatlerinde de tesbih et gündüzün etrafında da, ki rızaya erebilesin.” (20/130)

Bu ayette beş vakit namazdan bahsedildiği aşikârdır. Allah Teâlâ, Peygamber (a.s) ve inananların rızaya erebilmesi, kulluklarını hakkıyla yerine getirebilmeleri için günün beş vaktinde namaz kılmalarını ve Allah’ı hamd ile tesbih etmelerini buyurmaktadır. Güneş doğmadan evvel denilerek sabah teşbihi (namazı), gece saatlerinde diyerek akşam ve yatsı teşbihleri (namazları), gündüzün etrafında diyerek de öğle ve ikindi teşbihleri (namazları) kastedildiği açıkça ortadır. Bazı rivayetlere göre Ta-ha suresi 130. ayetiyle bugünkü beş vakit namaz farz kılınmıştır.

Taberi bu ayet-i kerimeyi şöyle izah etmektedir: “Ey Muhammed, kavminden seni yalanlayan kâfirlerin “Sen sihirbazsın.” “Sen delisin.” “Sen bir şairsin” şeklindeki sözlerine karşı sabret. Güneş doğmadan önce Rabb’ine hamd ederek tesbih et. Yani, sabah namazını kıl. Güneş batmadan önce de Rabb’ine hamd ederek tesbih et. Yani, ikindi namazını kıl. Gecenin bir bölümünde de rabbini tesbih et. Yani, yatsı namazını kıl. Gündüzün taraflarında da rabbini tesbih et. Yani, Öğle ve akşam namazını kıl ki, böylece Rabb’inin sana vereceği mükâfatlardan memnun olasın. Müfessirler, ayet-i kerimede geçen “Güneş doğmadan önce Rabb’ini hamd ile tesbih et.” ifadesinden sabah namazının kastedildiğini, “Güneş batmadan ön­ce rabbini hamd ile tesbih et.” ifadesinden de ikindi namazının kastedildiğini söylemişlerdir.

SONUÇ

Yaşamın, yoğun ve stresli çalışma saatlerinin insana verdiği sıkıntıdan kurtulmak için, bir anlık dahi olsa namaz için mola vererek Rabb’in huzurunda tevazuyla eğilmemiz, ona kulluğumuzu ispat etmemiz; ruh ve beden temizliğimiz için önemlidir. Namaz kılmak için aldığımız abdest, kötü/negatif elektriği vücuttan atar. Allah, su bulamadığımız zaman toprakla teyemmüm yapmamızı emretmesinin hikmeti de bu olsa gerek. (Toprağın negatif elektriği vücuttan attığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır.) Çünkü Allah Teâlâ; ruh, beden ve düşünce olarak temiz-hazır bir şekilde karşısında divan durmamızı istiyor. Sanırım namazlarımızda hudu ve huşunun olması için bu ön hazırlığın iyi yapılması gerekmektedir. Yoğun çalışma saatlerinden dolayı namazın 3 vakitte olmasını mantıklı bulanlara en güzel cevaptır.

Namaz vakitleri kadar olmasa da, namazlardaki rekât sayısı da tartışılan başka bir konudur. Nisa suresi 102. ayetten hareketle, peygamber müminlere birer rekât namaz kıldırmış, kendisi de toplam iki rekât namaz kılmıştır. Nisa suresi 101 ve 103. ayetleriyle birlikte Bakara suresi 239. ayette düşman korkusundan namazın kısaltılabileceği hükmü mevcuttur. Böylelikle savaşan müminler peygamberin arkasında birer rekât kılarak bu kolaylıktan faydalanmışladır. Peygamber (a.s)’ın ise iki rekât namaz kılmasının sebebi liderlik vasfının olması ve insanlara namazı öğreten olması hasebiyledir. Peygamberin bulunduğu bir ortamda başkasının imamlık yapması elbette düşünülemez.

Namaz Kur’an’da en çok zikredilen ibadettir. Namazın bütün detayları Kur’an’da mevcut olmasına rağmen, “Kur’an’da namazın detayları yoktur.” demek, esasen Kur’an eksiktir demeye varır.  Kur’an’ın bu eksikliğini (!) çelişkili rivayetlerin tamamladığını iddia ederler. Bugün bilinen başka bir yanlış da kaza namazı diye, daha önceden kılınmamış namazların edasıdır. Oysaki Allah namazı belirli vakitlerde üzerime farz kıldığını söylemektedir (4/103).  Dolayısıyla vakti giren namaz, o zaman dilinde eda edilmeli, sonraya bırakılmamalıdır. Namaz gibi önemli bir ibadetin kazası olsaydı, Allah orucun kaza edilebileceğini ve şartlarını bildirdiği gibi (2/184-185), namazın nasıl kaza edileceğini ve kazanın şartlarını da bildirirdi. Çünkü din adına hüküm koyucu Allah’tır. Ondan başkasına kulluk etmememiz için ayetleri muhkem indiren ve tafsilat yapıp hükümlerini ortaya koyan ve açıklayan Allah’ın kendisidir (11/1-2).

Giysi başlığı altında mescitlere gidildiği zaman temiz ve süslü elbiselerin giyileceğini yazmıştık. Bu genel kural dışında herhangi bir giysi giyilip, sarık takılıp kılınan namazın daha fazla sevap getireceği düşüncesi doğru değildir. Eğer öyle bir şey olsaydı Allah muhakkak bunu bize bildirirdi. Hem sarıkla kılınan namaz daha sevap olsaydı, kadınlar sarık takmadığı için bu fazla sevaptan mahrum kalacaktı, bu da Allah’ın kulları içinde adaletle hükmetmesine ters düşerdi.

Bugün farklı çevrelerde Allah’ın bizlere gösterdiği ibadet yolları dışında yeni yeni ibadet çeşitlerini piyasaya sürenler vardır. Allah’ın bize gösterdiği ibadet biçimlerinden başka hiçbir ritüel Allah katında makbul değildir. Nitekim Allah bir ayette şöyle buyuruyor:

“Onların Beyt(ullah) yanındaki salatları da, ıslık çalmadan ve el çırpmadan başka bir şey değildi. “O halde küfrünüzden dolayı azabı tadın. (8/35)

Ferec HÜDÜR, “Kur’an’a Göre Namaz” makalesinde Enfal suresi 35. ayet için çok güzel bir tespitte bulunmaktadır: “Kâfirler, kendi icat ettikleri bir usulle, Kâbe’nin yanında el çırparak ve ıslık çalarak Allah’ı övdüklerini, O’na salat ettiklerini zannediyorlardı, nasıl ki bugün bile bazı kimseler, dümbelek, tef, kudum  v.s. çalıp raks ederek Allah’ı zikrettiklerini, övdüklerini zan ediyorlarsa, bunlarda ıslık çalıp el çırpmayı Allah’a salat etme zannediyorlardı. Bütün bu hareketler Allah tarafından kabul görmeyen reddedilmiş ve yapanlarını azaba götüren hareketlerdir. Zira Allah öğretmezse Peygamberler dahi, Allah’a nasıl ibadet edeceklerini ve O’nu nasıl övüp salat edeceklerini bilemezler.”

Allah’ın varlığını bilmek ya da Müslümanım demekle iş bitmiyor. Allah’ı gereği gibi takdir etmek, onun bize gösterdiği gibi onu övmek, yüceltmek, ululamak, onu bütün kötülüklerden, çirkinliklerden, eksikliklerden uzak tutup ona tam bir teslimiyetle teslim olmak gerekiyor. Tam anlamıyla bir teslimiyet ise, Allah’ın peygamberler aracılığı ve rehberliğiyle gönderilen kitaba sıkı sıkıya sarılmakla olur. Onun için Allah’ın kitabından bir delile dayanmayan her türlü ibadet, zikir, ritüel ve şekilleri bir sapmadan ibarettir.

Allah’ı, Kur’an’ı gereği gibi takdir edemeyen Müslüman kardeşlerimizin “Kur’an’da her şey varsa, bize namazı da gösterin; ama gösteremezsiniz. Çünkü namaz kıl emri var; ama nasıl ne zaman, kaç rekât kılınacağına dair bir emir yok, bunu Resulullah’ın sünnetinden öğreniyoruz.” İddialar hakikatli bir çıkış olmadığını aksine önceki ataların izinden giden, sorgulama, akletme, düşünme melekelerini devre dışı bırakarak olaylara yaklaştığını ortaya koymaya çalıştık.

Haccın, orucun, zekâtın, mirasın, boşanmanın v.s bütün ahkâmların en ince detayına kadar işlendiği Kur’an’da namaz gibi çok önemli bir konunun da detaylandırılmamış olması düşünülemezdi. Namazla ilgili bu araştırmayı yapınca, namazın bütün detaylarının Kur’an’da mevcut olduğunu gördük. Muhammed Nebi’nin bu detayları çok güzel bir şekilde bir araya getirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü vahyi alan Muhammed Nebi’nin kendisine bu detayları kim vahyetmişse bunu da bu şekilde uygulamasını da öğretmiştir. “Kur’an’ı öğretti (55/2).” ve “Onu, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti (53/5)” ayetleri bize Kur’an’ın sadece vahyedilmediğini, aynı zamanda öğretildiğini de bildirmektedir.

Dostoyevski’nin bir dünya klasiği olan, ünlü romanı ‘Suç ve Ceza’yı bilmeyeniniz yoktur. Raskolnikov’un başında geçen olayların/durumların anlatıldığı, derin sosyolojik ve psikolojik tahlillerin yapıldığı o ünlü romandan hareketle yazımızın başlığını ‘Suç ve Ceza’ diye yazdık. Evet, bir suç varsa cezası da olmak zorundadır. Allah katında kimse imtiyazlı olmadığına göre ve ölüm hak olduğuna göre, bu cezalandırılma ya da mükâfatlandırılma biz insanlar için kaçınılmaz sondur. Bu kaçınılmaz yolun sonunda ya Cennet ya da Cehennem vardır.

Cennet-cehennem konusu hemen hemen inanan her insan için ilgi çekici/uyarıcı bir yönü olmuştur. İnancı çok zayıf olan biri dahi bu konuları merak eder. İnsanlar, anlatılan cehennem manzaralarından ürkse de; Cennet’in güzellikleri anlatılınca tatlı tatlı hülyalara dalar.

Bu dünyada ektiğimizin karşılığı olarak ya Cehennem’de cezalandırılacağız ya da Cennet’le ödüllendirileceğiz. Ama kimsenin öbür dünyada bir ceza beklediğini söylemek güçtür,-insanlar içlerindekilerini açığa vurmasa bile- hemen hemen herkes iyi kötü bir şekilde bu dünyada yaptıkları iyiliklere, güzelliklere göre ödüllendirileceğini düşünmektedir. Yani hiç kimse öbür dünyada bir ceza beklemez.

Cennetin ve cehennemin ebediliği konusunda ortak görüş mevcut olsa da; Allah’a, peygamberlere ve peygamberlerinin getirdiği kitaplara, meleklere, ahirete iman eden; Fakat günah dairesinden çıkamayan insanların durumu hep tartışılagelmiştir.

Kur’an’daki ayetlerle sabit olan Cennet ve Cehhenem’in ebediliği gibi; İnananlardan günahkâr olanların, cehenneme gidip cezasını çektikten sonra Cennet’e gireceği konusunda ayetlerle sabit bu denli bir gerçeklikten söz etmemiz pek mümkün değildir.  Günahkâr müslümanların durumu daha çok hadislerde geçmektedir.

Malum hadisler de, belli bir kritiğe göre değerlendirilir. Hadislerin; cerh, tadil ve usul gibi belli bir kritikten/ eleştiriden/süzgeçten geçtikten sonra onların mütevatir mi ahad mi olduklarına karar verilir. Burada amacımız bu ilimleri tek tek açıklayıp eleştirmek değildir. Bizim açımızdan konunun önemli tarafı, dinde hüküm olabilecek/kullanılabilecek hadislerin doğruluğuna/kesinliğine nasıl karar verildiğinin bilinmesidir.

Kanaatimizce bir hadisin doğruluğu Kur’an’la test edilerek anlaşılabilir. Eğer konumuza geri dönersek; müslüman olanların, cehenneme gitse bile; cezasını çektikten sonra cennete gireceğine inanılır. Bazı İslami ekollere göre büyük günah işlese de müminler, Cehennem’de cezalarını çektikten sonra er geç Cennet’e geleceklerini söylerken; bazı İslami ekoller ise, mümin olan cehenneme gitmez; ancak kötülük işleyip suçu benliğini kaplamış ve böylece şirke düşmüş olanların Cehennem’e gideceğini ve sonsuza kadar orada kalacağını söylemektedir.

Şimdi hadislere bağlı olarak anlatılan günahkâr bir müslümanın durumunu görelim:

Şu kadar ki, Cennet’e gidenlerin hiç birisi oradan bir daha çıkmayacak, ancak Cehennem’e gidenlerin bir kısmı, yani günahkâr mü’minler, günahları miktarınca azap gördükten sonra Cehennem’den azad edilecek ve ebedî hayatlarına Cennet’te devam edeceklerdir.

Muaz b. Cebel (r.a.)’ın Hz. Peygamber (s.a.s.)’den rivayet ettiği şu hadis meseleyi açıklığa kavuşturur:

“-Hiç bir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in, Allah’ın kulu ve resulü olduğuna Şehadet etsin de, Allah ona Cehennem’i haram etmiş olmasın (herhalde haram eder)”

Bu hadisin mütevatir mi ahad mi sahih mi olduğuna değinecek değiliz. Ama buradan anladığımız kadarıyla iman eden her insanın er ya da geç Cennete gireceğidir. Cehennem’den Cennet’e gelecek olan insan, her ne günah işlemiş olursa olsun imanlı olması yeterli görülmektedir. Oysa mümin olan birinin büyük günahları işlemesi ve büyük günahlardan tevbe etmemesi aksine günahta inat etmesi düşünülemez. Çünkü ölüm gelip çattığında artık tevbenin bir anlamı kalmayacaktır. (İmanlı olan bir insan, Cehennem’e gidecek kadar büyük kötülükleri nasıl yapabilir, diye düşünmeden edemiyor insan)

Bu denli önemli olan bir durumun Kur’an’da bahsinin geçmemesi beklenemez. Bakara 80. ayeti ve Ali imran 24. ayeti yahudilerin dinleri hakkında düştükleri yanılgıları ortaya koyuyor.

“Baksana Kitaptan kendilerine bir pay verilmiş olanlar, aralarında hüküm versin diye Allah’ın Kitabına çağırılıyorlar da sonra onlardan bir topluluk yüz çevirerek dönüyorlar. Bunun sebebi, onların, “Bize, ateş sadece sayılı günlerde dokunacaktır.” demeleridir. Uydurageldikleri şeyler dinleri konusunda kendilerini aldatmıştır.” (ALİ İMRAN 23-24)

“Bir de dediler ki: “Bize ateş, sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır.” Sen onlara de ki: “Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız? -Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez-. Yoksa siz Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (BAKARA-80)

Allah,  bizleri hüküm verirken kitaba çağırıyor, ama bizler, Allah’ın o Mübin kitabı dururken hükmü başka yerlerde arıyoruz. İlginç olan nokta ise, “Cehennem ateşi bizlere sayılı günler dokunacaktır” söyleminden önce Allah’ın “hüküm verirken kitaba göre hüküm verin” demesidir. Demek ki bizler hükmü kitaba göre vermiyoruz. Oysaki kitaptaki hükme göre cennet ve cehennem hayatı ebedidir.

Seyyid KUTUB, “FİZİLA’İL KUR’AN TEFSİRİ” nde Ali İmran 23-25. ayetlerini şöyle açıklıyor: (aşağıya kısaca bir bölüm alıyorum, merak edenler tamamını araştırabilir.)“Onların bazıları bu inançlarına rağmen, Allah’ın kendilerine günahlardan temizleme dışında asla azab etmeyeceğine, bu cezalarını çektikten sonra Cennet’e gönderileceklerine ahmakça inanırlar. Nitekim müslüman değiller mi! Bu, ehl-i kitabın ileri sürdüğü iddianın ta kendisidir. Dinde hiçbir temeli bulunmayan uydurma tezlerle kendilerini avutmanın aynısıdır. Hem ehl-i kitab hem de kendilerini müslüman zannedenler, dinin temelinden sapmakta, Allah’ın razı olacağı gerçekten; İslâm’dan, teslim oluştan, itaat etmekten ve bağlanmaktan sıyrılma noktasında aynı konumdadırlar. Hayatın her alanında yalnız Allah’tan direktif almaktan uzaklaşma açısından da aralarında fark yoktur.”

Süleyman Ateş Ali İmran suresi 23-24-25. Ayetlerinin tefsirinde şunları söylüyor: “Bu tür inançlar, peygamberlerin öğretileri değil, dinin ruhundan uzaklaşmış din adamlarının dini keyiflerince yorumlarından ibaret uydurmalardır. Bu yanlış yorumlar halkı da saplantılara, hurafelere düşürmüş, böyle hayallere kaptırmıştı. Maalesef bu tür hayaller her din mensubunda olduğu gibi, Müslümanlar arasında da yayılmıştır. Müslümanlar da bunun benzerini söylemiyorlar mı? Reşid Rızâ şöyle diyor: “Bugün müslümanların çoğunun inancı budur: Diyorlar ki: ‘Büyük günah işleyen müslüman, ya şefaatle, ya keffâretle veya Allah’ın lütuf ve rahmetiyle kurtulacaktır. Günahı kadar cehennemde yanacak, sonra çıkıp cennete girecektir. Fakat diğer din mensupları, durumları ve amelleri ne olursa olsun ebedî olarak cehennemde kalacaklardır.’ Oysa Kur’an, herhangi bir dine mensup olmağa değer vermiyor; cehennemden kurtulmayı nimet yurdu olan cennete girmeyi; benimseyenlerin davranış biçimlerini tanımladığı, vasıflarını açıkladığı imana, yararlı eylemlere, yüksek ahlâk ve takvaya, açık ve kapalı günahları bırakmağa bağlıyor. “Allah’ın bağışlaması ise Kur’an’a göre, günahı kendisini kuşatmış olan kimseye mahsus değildir. Günahı kendisini kuşatmış, kalbini tamamen kapatmış, bütün arzusu şehvetini doyurmaktan ibaret olan; dinin, ruhunda hiçbir etki yapmadığı kimseler, cehennemde sürekli kalacaklardır. Bunun için bu hikmetli Kitâb, dini ırkçılığa hasreden, sadece o dine mensup olmayı cehennemden kurtulmağa yeterli sayan, ya da geçmişte yaptıklarına güvenen kimse, vehmine kapılmıştır.’ Uydurdukları şeyler, dinleri konusunda onları aldatmıştır'(Ali İmran-24) ayetinde buyurulduğu gibi o kimse bilmeden Allah’a iftira etmiştir. “Yahudilerin bu sözü de dinlerine aldanmalarından ve ona güvenmelerinden kaynaklanmıştır.”

Mutezile, Hariciye ekolleri, Süleyman ATEŞ, Seyyid KUTUB’la yanı görüşü paylaşmaktadır. “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat”e bağlı ilim sahipleri ve Fahreddin Razi gibi ilim sahipleri ise, Cehennem’in müslüman olanlar için değil; müslüman olmayanlar için ebedi olduğu görüşünü savunmakta, büyük günah işleyen Müslümanlar Cehennem’de cezalarını çektikten sonra Cennet’e geleceklerini söylemektedir. Fahreddin RAZİ bu görüşlerini ise şu delillere bağlamaktadır:

Cenab-ı Hak: “Kötülüğün cezası, misliyle bir kötülük ve cezadır” (Şûra-40)

“Her kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür; her kim de zerre ağırlığınca kötülük yaparsa, onu görür” (zilzal, 7-8) ayetidir.

Büyük günah sahibi rüsva olmaz; hâlbuki Cehennem’e giren herkes, hakirliğe duçar olur. Buna göre büyük günah sahibi Cehennem’e girmez. Biz, büyük günah sahibinin rezil ve rüsva olmayacağını söyledik, çünkü büyük günah sahibi mü´mindir; mü´min ise rezil ve rüsva edilmez. Biz, mü´minin rezil ve rüsva edilmeyeceğini, birkaç yönden söylemekteyiz.

1) Allah´u Teâlâ´nın: “Allah Peygamberi ve onun yanındaki iman etmiş olan kimseleri, o gün rüsvay etmez” (Tahrim. 8) ayetidir.

2)Yine Allah´ın: “Muhakkak ki, o gün rüsva ve kötülük, kâfirleredir” (Nahi, 27) ayetidir.

“Biz kâfirlerden başkasını cezalandırmayız” (Sebe-17) buyurmuştur. Ayetteki kelimesi mübalağa ifade eden bir kalıptır. Bu sebeple tam kâfire has olması gerekir.

“Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır” (Nisa-123) buyurmuştur. İster büyük ister küçük günah olsun, onu yapan kimsenin ebedî olarak cehennemde kalacağının zannolunması mümkün olduğundan, şüphesiz Allah. Teâlâ, ebedî olarak cezaya hak kazanmış olan kimsenin günahının, kendisin çepeçevre kuşatmış olacağını beyan etmiştir. Buna göre Cenab-ı Hak sanki şöyle demiştir: Evet, kim bir kebire irtikâb eder ve o büyük günahı onun taatlarını çepeçevre kuşatırsa, işte onlar cehennem yaranıdırlar, onlar orada ebedî kalacaklardır.

Bu iki görüş birbirinden farklı olsa bile, ortak olan bir noktada buluşmaktadır. Bu ortak noktaları ise, “kötülük işleyip suçu benliğini kaplamış ve böylece şirke düşmüş olan kimseler, Cehennem’de ebedi olarak kalacaklardır.”

BAKARA-80. ayette ise yahudilerin, “cehennem’e gitsek bile orada sayılı günler kalacağız.” demesi eleştiriliyor ve Allah, onlara bu konuda bir söz vermediğini; ancak onların azgınlıklarından dolayı hakkında herhangi bir bilgileri olmadığı konularda yalan yanlış sözler sarf ettiğini söylüyor.

Asıl dikkatimizi çeken ayetler ise, Bakara 78-79:

Bunların bir de ümmî takımı vardır; Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Onların bütün bildikleri bir sürü kuruntulardır. Onlar sadece zanda bulunurlar. Vay o kimselere ki, elleriyle Kitab’ı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların hâline! Vay kazandıklarından dolayı onların hâline!

Bir de dediler ki: “Bize ateş, sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır.” Sen onlara de ki: “Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız? -Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez-. Yoksa siz Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (BAKARA 78-80)

Bu ayetler sanki biz müslümanların söylemlerini anlatıyor değil mi? Bizler de demiyor muyuz, “Cehennem ateşi bize ancak sayılı günlerde dokunacaktır.” ondan sonra er geç bütün müslümanlar Cennet’e…

Bizler Allah’tan bir söz mü aldık yoksa?

Yüce Allah, Müslümanlara hitaben buyuruyor ki:” (İş) Ne sizin kuruntularınızla, ne Kitâb ehlinin kuruntularıyla olmaz. Kötülük yapan (kim olursa olsun, hangi din, mezhep veya millete mensup bulunursa bulunsun), onunla cezalandırılır ve kendisine Allah’tan başka ne dost, ne de yardımcı bulamaz (Allah’ın vereceği cezayı hiç kimse ondan savamaz).

Erkek veya kadından her kim inanarak güzel işler yaparsa, işte öyle kimseler cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar. (Nisa 123-124)

İşte Kur’an, herhangi bir din veya zümre mensubuna ayrıcalık tanımıyor, bütün insanlık için genel bir prensip getirerek Allah’a, ahirete inanan, sadece Allah’a tapan ve güzel işler yapan herkese cennetin kapısını açıyor. Bunun dışında hiç kimseye bir garanti vermiyor.

Yine başka bir ayette Yüce Allah, günaha batıkça batan haksız olarak insanların mallarını yiyen, sadece bu dünyanın menfaatlerini isteyen,  kitap açık bir şekilde önlerinde dururken kendi nefislerine göre hüküm veren ve “Biz zaten bağışlanacağız” diyenleri de şöyle uyarıyor:

”Arkalarından, yerlerini alan halefler geldi. Bunlar, Kitap’a varis olmuşlardı. Şu basit dünyanın geçici menfaatini esas alıyorlar ve şöyle diyorlardı: “Biz zaten bağışlanacağız!” Kendilerine, bir menfaat daha gelse onu da alıyorlardı. Bunlardan, Allah hakkında, gerçek dışında bir şey söylememelerine ilişkin Kitap misakı alınmamış mıydı? O Kitap’ın içindekileri okuyup incelemediler mi? Ahiret yurdu, takvaya sarılanlar için daha hayırlıdır. Hala aklınızı işletmeyecek misiniz?” (Araf-169)

Ali İmran suresi 23. ayetinde olduğu gibi Allah, hüküm vereceğimiz zaman kitabı adres gösteriyor, ama bizler kitabı bir tarafa bırakıp din adına uydurulan hurafeleri, yorumları Allah’ın kesin emri gibi kabul ediyoruz. Oysa bu kabul ettiklerimiz, kuruntudan başka bir şey değildir. Allah kendisinin söylemediğini ona iftira edenlerin zalimlerin ta kendileri olduğunu ve asla kurtuluşa eremeyeceklerini bildirmektedir.(Ali İmran-94, Enam-21)

Bizler de kendi ellerimizle yazdığımız kitaplarda Allah’ın söylemediği şeyleri, -sanki Allah söylemiş gibi- “Bu, Allah katındandır.” deyip az bir para karşılığında satmıyor muyuz? Peygamber dahi bir ücret istememişken, bizler dini bir ticaret haline getirmiyor muyuz? Oysa Allah, “Bu, Allah katındandır.” söylemleri için “Kuruntudan başka bir şey değildir.” diyor.

Vay kendi elleriyle yazdığı kitaplarda, Allah’a iftira edenlerin haline!

Vay kendi kuruntularını din diye insanlara yutturanların haline!

Vay kitabı okumayanların/bilmeyenlerin haline!

Vay zanlarının peşine düşenlerin haline!

Vay onlara inananların haline!

Vay bizlerin haline!

Evet, kötülük işleyip suçu benliğini kaplamış (ve böylece şirke düşmüş) olan kimseler var ya, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. İman edip salih ameller işleyenler ise cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. (BAKARA 81-82)

Sonuç olarak, kötülük işleyip de suçu benliğini kaplamış ve böylece şirke düşmüş olan insanlar Cehennem ehlidir ve orada ebedi kalacaklardır. Bizler iman etmiş olsak bile, yaptığımız kötülüklerin ve suçumuzun benliğimizi kaplamış olarak şirke düşmemiz söz konusu iken, Allah’ın rahmetine güvenerek ve Biz müslümanız diyerek Cehennem’de cezamızı çektikten sonra Cennet’e geleceğimizi beklemek yerine; salih amel işleyerek, hak ve adaleti gözeterek, yoksulu doyurarak, yetimi koruyarak Yüce Allah’ın istediği bir yaşam inşa etmeliyiz. Velev ki Cehennem’den sonra Cennet’e gelmek durumu kesin olsun, Cehennem azabının şiddetli olduğunu ve dayanılmaz olduğunu unutmamalıyız.

“Ey insanlar, Allah’ın va’di gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, o aldatıcı, sizi Allah(ın affına güvendirmek sureti) ile aldatmasın.” (FATIR-5) ayetinde şeytanın, insanları “Allah’ın merhametinin çok olmasıyla” aldatmaya çalıştığını ve Rabb’imizin bizi uyardığını görüyoruz.

Seçim bizlerin, ya hanif bir şekilde yüzümüzü Allah’a çevireceğiz ya da kendi dünyamızın içindeki kuruntularla oyalanıp gideceğiz.

Bu yazdıklarım benim Kur`an-ı Kerim`den anladıklarım, eğer yanıldığım bir nokta veya eksik anlattığım bir yer varsa Rabb`ime sığınırım. Şüphesiz Rabb’im en iyi bilendir.

Bizleri yaratan Âlemlerin Rabb`ine hamdolsun…

 

NUR SURESİ, 41. AYET Salat=fıtrattır. Salat=destektir. Salat=duadır. Salat=tazarrudur. Salat=şekilsel salattır (namazdır). Salat=özün ortaya çıkışıdır. Salat=bağlılıktır. Salat=Allah’ın hükümleriyle hükmetmedir. Salat=bilinç arınmasıdır. Salat=fahşadan münkerden uzaklaşmadır. Salat=yakarıştır. Salat=kamet, rüku, secdedir. Salat=teşbihtir (yüceltmedir). Salat=dik durmadır. Salat=bütün mevcudiyetin (canlı-cansız) dilidir. Salat=tefekkürdür. Salat=zikirdir. Salat=söylevdir. v.s

Salatı dar manasıyla anlamamak lazım. Türkçeye Farsçadan geçen namaz kelimesi, salatın ancak şekilsel olanı ifade edebilir. Kuran-ı Kerim’de salat çok geniş manada kullanılmış. Eğer “salat” kelimesini sadece namaz ve dua diye alırsanız, diğer anlamlarını göz ardı ederseniz, Salat’ın 3 vakit mi, 5 vakit mi olduğu önemli bir konu haline gelir. Oysaki salatın bu iki anlamı belki de salatın anlamları içinde 100 de 10′luk bir paya sahiptir. Salatın dinin direği olması gerçeği de sanırım bu durumu ifade etmektedir. Vesselam…

Salatın; yaratılış, fıtrat, doğal, tabii anlamlarına geldiğini şu ayette görmekteyiz:

Baksana hakikat Allah, o Semavât-ü Arzdaki kimseler ve o kanat çırpıp süzülen dizilen kuşlar hep onun için tesbih ediyor, her biri cidden salâtını ve tesbihini bilmiş, Allah da, ne yapıyorlarsa hep biliyor. (Nur-41)

Hakikat o dur ki, Rabbi’miz idrak sahibi, düşünebilen varlıkların (insanların) kendisini yücelttiği gibi, yeryüzünde ve gökyüzünde ve bu ikisi arasındaki canlı cansız her şeyin kendisini yücelttiğini ve varlıkların tümünün salatını ikame ettiğini bildirmektedir. İnsanların salatlarını ikame etmesi anlaşılır bir durum iken, insan dışındaki diğer canlı ve cansızların salatlarını nasıl ikame ettiğini, tesbihlerini ne şekilde bildiklerini ise Kur’an’ın bütünlüğü içinde salat-tesbih-dua kavramlarının geçtiği bütün ayetler bir araya getirilip öyle değerlendirerek bir sonuca ulaşılabilir kanaatindeyim. Asıl konuya geçmeden önce yer, gök ve ikisi arasındaki her şeyden kastın ne olduğunu görelim. Ali AKSOY, “Kur’an’da Tesbih Kavramı-Tesbih Nedir?” adlı makalesinde şunları nakletmektedir: “Kur’an’ın indiği dönemin uzay ve kâinat bilgisi gereğince Kur’an ‘gökler’ demiştir. Fakat ‘gökyüzü’ dendiği zaman, nerde başlayıp nerde bittiği bilinmeyen, uçsuz bucaksız bir uzay akla gelmektedir. Bu uzay, yıldızları, gezegenleri ve galaksileri ve galaksi kümelerini içermektedir. Astronomi bilgisinin oldukça sınırlı olduğu miladi 7. yüzyıl insanları açısından ‘gökler ve yeryüzü’, üzerinde yaşadığımız bu dünya ile onun göğünü temsil etmektedir. Hâlbuki ‘gökler’, bütün uzay ve içindeki yıldızları ve gezegenleri, yani kâinatı kapsayan bir terimdir. ‘Arz’ ise, üzerinde yaşadığımız dünyadır. Dikkat edilirse ‘gökler ve yeryüzü’ derken sanki ikisi birbiriyle benzer çapta iki alandan bahsediliyor intibaı uyanmaktadır. Oysa arz, yani dünya, uzaya kıyasla, dağa oranla bir nokta gibidir. Bu iki terimin bu şekilde kullanımı, Kur’an’ın indiği dönemdeki toplumun ‘dünya’, ‘uzay’, zaman ve mekân algısıyla yakından alakalıdır. Uzay hakkında derinlemesine bilgisi olmayan toplum için, sanki kâinat, üzerinde yaşadığı dünya, gökyüzü ve güneş, ay gibi bazı gezegenlerden ibarettir. İşin aslı, ‘semâvât’ terimi, diğer yıldızlar ve gezegenlerin yanı sıra zorunlu olarak ‘dünya’yı da içerir.‘el-Ard’ (arz: elif harfi ile ayın harfi ile arz başka kelime olur) terimi, ‘semâ’nın mukabili olarak kullanılır. Aslında Arapçada bir şeyin en yüksek noktasına ‘semâ’, en alt tarafına da ‘arz’ denmektedir. Kur’an’da ‘arz’ kelimesi ile yeryüzü, yani dünya kastedilmektedir.”

 (http://www.aliaksoy.net/2007/09/16/kuranda-tesbih-kavrami-tesbih-nedir/#more-959)

İnce bir dikkatle bakıldığında, insanın idrakinin alamayacağı sonsuz uzayda yer alan bütün galaksiler, gezegenler, yıldızlar ve daha bilmediğimiz birçok canlı-cansız Allah’ın büyüklüğünün, yüceliğinin birer ayeti ve güçlü birer delilidir. Allah nazarında canlı kavramı sadece insanlar, bitkiler ve hayvanlar için kullanılmamakta; aksine yaratılan bütün nesneleri içine alacak şekilde geniş anlamıyla kullanmaktadır. (2/74, 41/11)

Asıl konuya gelirsek salatın ve tesbihin; yaratılış, fıtrat, doğal, tabii anlamları da içerdiğini görebiliriz. Yaratılan canlı cansız bütün varlıkların salatı ve tesbihi kendilerine yüklenen programa göre hareket etmeleri olarak anlaşılabilir. Doğayı gözlemlediğimizde bu fıtratın nasıl işlendiğine tanık olmaktayız. Her canlı cansız varlık kendisine yüklenen programa uygun olarak hayatını devam ettirmekte ve düzenin işleyişinde kendisine yüklenen görevi eksiksiz olarak yerine getirmektedir. Canlı yaşamın devamı için hayati öneme sahip olan bu düzen ve işleyiş, dış müdahaleler olmadığı sürece her zaman devam etmektedir. Kainattaki canlı-cansız bütün varlıklar kendi programlarına göre hareket etmemiş olsaydı, kainatta büyük bir kaos meydana gelirdi ve dolayısıyla canlı yaşamı, kainattaki bu müthiş düzen ve estetik kaybolup giderdi. Oysa insana ve kâinatta baktığımızda mucizevi bir el, kâinatta var olan bütün nesnelere öyle bir program yüklemiş ki, her biri kendi programına göre hareket etmekte bu müthiş ve estetik düzenin işleyişini yerine getirmektedir. Şimdi kâinatta var olan canlı cansız varlıkların fıtratları gereği nasıl hareket ettiklerini ve bu düzenin işleyişindeki rolünü görelim: Hakkı YILMAZ, “İŞTE KUR’AN” adlı eserinde şunları nakletmektedir:

ARILAR

Bunlar, birinci planda bal üreterek insanlığa katkıda bulunurlar. Ama bal üretmekten daha önemli bir görevleri vardır: Bitkilerin döllenmesi. Dünyadaki bitkilerin döllenmesinin % 90′ı arılar tarafından gerçekleştirilir. Arılar olmasa yeryüzünde meyve, sebze, tahıl vs. hiçbir şey yetişmez.

KUŞLAR

Kuşlar besin zincirinin önemli bir halkasını oluştururlar. Ayrıca eko-sistemin sağlık ve devamlılığı için inanılmaz ölçüde destek sağlarlar.

KARGALAR

Ormanda yaşayan türleri, meşe tohumlarını alarak sonra yemek için ağaç kovuklarına saklar ya da toprağa gömer, sonra da nereye gömdüklerini unuturlar. Bu tohumlar zamanla çimlenir, fidan olur, ağaç olur. Cevizle beslenen türleri de, cevizleri kırıp içini yemek için aşağıya atarlar, kırılmayanları ise zaman içinde yeşerip ağaç olur; böylece ceviz ağaçlarının çoğalmasını sağlarlar. Ayrıca diğer tohumları ağızlarıyla ya da dışkılarıyla taşıyarak ormanlaşmada ve ormanların yenilenmesinde önemli rol oynarlar.

Güvercinler, haberleşmede, doğan ve şahin avcılıkta insanlara destek olurlar. Yırtıcı kuşlar; kemirgenler, sürüngenler, kurbağalar ve küçük kuşlar gibi canlıları avlayarak, onların doğadaki sayılarını kontrol altında tutarlar. Böcek yiyen kuş türleri birçok tarım zararlısını yiyerek ekonomik yarar sağlamalarının dışında sivrisinekleri de yiyerek sıtma gibi hastalık vakalarını azaltmaktadırlar. Leş yiyiciler olan akbabalar, potansiyel birçok hastalık tehlikesini bertaraf ederler.

Doğadaki fosfor döngüsü de balıkçıl kuşlar vasıtasıyla gerçekleşir. Fosforun denizlerden karalara dönüşü, balıkçılık ve balık yiyen deniz kuşlarının dışkıları yoluyla olur.

Rüzgârdan elde edilen enerji, bulutların yağmur taşımasındaki destekleri de herkesçe bilinen bir gerçektir. (Hakkı YILMAZ, İşte kuran adlı eserin internet sitesinden:

(http://www.istekuran.com/index.php?page=salatvenamaz#SalatinAnlami)

Bilimsel verilerin ortaya koyduğu tabiattaki doğal denge bu örneklerle sınırlı değildir. Allah, hiçbir varlığı boşuna yaratmamıştır. Yaratılan bütün varlıklar, tabiattaki bu dengenin içinde bir yerde kendisine yüklenen programa göre hareket etmede ve bu dengenin/düzenin işleyişini sağlamakla doğal olarak görevlidir. Örneğin ağaçlar, fotosentez yaparak karbondioksiti alıp havayı temizler ve oksijen üretir, gölge yaparak serinlik sağlar, türlü türlü meyveleri insanların istifadesine sunar, ağaçların dallarından ve gövdelerinden yakacak odun elde edilir, ayrıca erozyon gibi vakaları önlemede de ağaçlar büyük bir rol oynar. Ağaçların bu yararları yanında birçok yararı daha bulunmaktadır. Ağaçlar bu görevleri yerine getirirken fıtratlarına yüklenen programa göre hareket eder.

“Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar; yolunuzu bulmanız için de nehirler, yollar ve nice işaretler meydana getirdi. İnsanlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.” (Nahl suresi, 15-16)

“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yasin suresi, 40)

“O, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderendir. Ölü toprağı canlandıralım, yarattıklarımızdan birçok hayvanları ve insanları sulayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik.” (Furkan suresi, 48-49)

“Göğü, korunmuş bir tavan yaptık. Ama onlar göğün ayetlerinden hâlâ yüz çeviriyorlar.” (enbiya suresi, 32)

Allah, tabiata belirli kurallar/nizamlar koymuştur, buna Sünnetullah denir. Sünnetullah çerçevesinde -ayetlerinde belirttiği gibi- her varlık kendi programına/fıtratına uygun olarak görevlerini yerine getirmekte ve düzenin işleyiş ve devamını sağlamaktadır. Özetlemek gerekirse yaratılan hiçbir varlık, sünettulaha aykırı hareket edemez. İnsanların kötü fiiller işlemesi, zorbalıkları, dünya üzerinde fitne/fesada neden olmaları sünnetullaha aykırı gibi gözükse de aslında sünetullaha uygundur. Çünkü Allah insanları bilinç/idrak sahibi olarak yaratmış, yaptığı fillere karşılık ceza olarak cehennemi, ödül olarak da cenneti var etmiştir. Eğer insanların seçme hakkı olmasaydı, bu sünnetullaha ters olurdu. O zaman insanlar kendi idrakleri sonucu yapmadığı seçimlerden sorumlu tutulmuş olurdu ki, bu durum da İlahi adalete ters düşerdi.

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirene”

“Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki”

“Benliği temizleyip arındıran, gerçekten kurtulmuştur.” (Şems suresi, 7-9)

Allah, insanların fıtratlarına iyi ve kötüyü ilham ettiğini şems suresi 8.ayette açıkça belirtmekte ve devamında bunun bir imtihan olduğunu, nefsini arındırıp temizleyenlerin yani içlerindeki iyi/güzel davranışları geliştirenlerin kurtuluşa ereceğini bildiriyor. Yaratılan canlı-cansız bütün varlıkların salatı ve tesbihi kendilerine yüklenen programa göre hareket etmeleri olarak anlaşılabilir, dedik. İnsanların salatı da fıtratlarındaki iyiliği güzelliği ön plana çıkarıp salatlarını ona göre ikame etmeleridir.

“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet suresi, 53)

Varlık alanı, Yaratıcı’nın muhteşem sanatının gösterim alanıdır. Doğadaki türlü türlü renk ve kokudaki çiçekler, börtü böcekler, farklı lezzette meyve ve sebzeler, uzay boşluğunda asılı ve hareket halinde dev kütleler, yıldızlar, gezegenler, galaksiler… Bizim beş duyu organlarımızla algıladığımız/hissettiğimiz ve daha birçoğunun mahiyeti hakkında bilgi sahibi olamadığımız nice canlı ve cansız varlıklar, Yüce Allah’ı her an zikretmede ve yüceltmededir. Bu canlı ve cansız varlıklar aynı zamanda Allah’ın muhteşem yaratma sanatının birer delili ve tezahürüdür. Yaratılan bu varlık alemi, her daim bizlere Yüce bir gücün/kuvvetin, eliyle her şeyi imar eden ve düzene sokan çok becerikli bir mimarın, çok ince kompleks (karışık) hesaplamalar yapan bir mühendisin varlığını haber vermektedir. Bu yaratma sanatının en muhteşem eserlerinden biri de insandır. Yüce Allah’ın belirttiği üzere “ahseni takvîm.” olarak yaratılmıştır. Bu minvalde düşünüldüğü zaman bütün mevcudat Allah’ı her an zikretmede(bizlere hatırlatmada), tesbihlerini bilmekte, salatlarını ikame etmektedir.

Rabb’im bizleri salatı ikame edenlerden eylesin…

 

Namazın/salatın kaç vakit olduğu önemli bir konudur, ama en az onun kadar önemli bir konu da”hayat namazı/salatı”dır. Çünkü hayat namazı bizim kıldığımız mekanik namazdan daha köklü daha genel bir kavramdır. “hayat namazı/salatı” beş vakitten ibaret değildir; O, bir ömrün bütün vakitlerinde üzerimize farzdır.

“Şu bir gerçek ki, Allah ve melekleri, o Peygamber`e salat ederler. (destek verirler/onun şanını yüceltirler. ) Ey inananlar! Siz de ona salat edin(destek olun/onun şanını yüceltin) ve ona içtenlikle selam verin. “(Ahzab-56)

Allah, namaz kılmadığına göre salat sözcüğünü nasıl anlamalıyız. Salat/namaz, destek manasındadır. Allah ve melekleri peygamberi desteklemektedir. bir ayette bu durum şu şekilde ifade edilmektedir: “.. O (Allah) ki, yardımıyla seni ve müminleri destekledi. ” (Enfal-62) ve Allah, biz müminlerin de Peygambere (a. s) destek vermemizi emretmektedir.

Bugün peygamber aramızda olmadığına göre, Kur`an ayetlerinin de her çağdaki ve her iklimdeki(yerdeki) insanlara hitap ettiğine göre bu ayetlerden nasıl bir hikmet çıkaracağız. Yani peygambere (a. s) nasıl destek çıkacağız.

Nur suresi 41. ayette “… her biri cidden salâtını ve tesbihini bilmiş… “(NUR-41) diyerek, bütün kâinatın Halık-ı Zülcelali tesbih ettiğini ve o Halık-ı Zülcelal`in fıtratlarına/yaratılışlarına uygun olarak yüklediği programa göre hareket ettiğini görmekteyiz. Güneş hiçbir zaman doğmamazlık etmez, ağaç hiçbir zaman meyve vermemezlik etmez, keza emrimize verilen bütün canlı ve cansız varlıklar müthiş bir denge içinde, bir makinanın dişlileri gibi çalışır. Hakikatten her biri kendi tesbihini ve salatını bilmiştir.

Bizim de namaz/salat/tesbihimiz H. z Peygamber (a. s) gibi “İkra” (oku) emriyle başlayıp “Müzzemmil” suresiyle yüklenip(hazır hale gelip) “Müddessir” suresiyle uyarma/tebliğ etme misyonunu yerine getirerek, ona salat ve selam etmektir/onu desteklemektir. Çünkü Ey sevgili, peygamberlik gül bahçesinin en nadide çiçeğidir. Diğer resullerden (elçi) sonra başka resuller gelmiş ve böylece Risalet ve nübüvvet devam etmiştir. Ey Sevgili`den sonra başka peygamber gelmediği için nübüvvet (peygamberlik) bitmiş, ama Risalet devam etmiş/etmektedir. Ey Sevgili`nin misyonunu gerçekten taşıyarak ona ve getirdiği davaya destek olmalıyız. İşte bizim “hayat salatı” dediğimiz şey bu hakikatin ta kendisidir. “Hayat salatı” tam olarak anlaşıldığında neden tesbihin de, duanın da namaz/salat olduğu ortaya çıkacaktır. “Hayat salatı/namazı” öyle bir namaz/sallattır ki, beş vakitten ibaret değil; bir ömrün bütün vakitlerinde üzerimize farzdır.

(Bu yazdıklarım benim Kur`an-ı Kerim`den anladıklarım, eğer yanıldığım bir nokta veya eksik anlattığım bir yer varsa Rabb`ime sığınırım. Şüphesiz Rabb’im en iyi bilendir. )

Selam, muhsin kulların üzerine olsun…

Her şey iki harf, tek hece ile başladı: “LA”

Bütün esrar, bütün maharet, bütün güç/kuvvet, bütün nizam/intizam buradaydı. Prangaları koparan, zincirleri kıran, bütün zindanları yıkan, her türlü esareti, köleliği, sömürüyü, kulluğu reddeden, özgürlüğe bir çağrı sadece bu iki harf, tek heceydi: “LA”

“LA” bir hayat felsefesidir, bir hikmettir, bir dünya görüşü, bir siyasi düşünce, bir sosyal görüş, bir iktisadi program, bir bakış açısı, bir yaşam tarzı, yüceler yücesinin emri, resullerin emanetidir.

İnsanlık tarihi baştan sona “LA” ile yazılmıştır: Âdem (a.s), bağışlanmak için “LA” diyerek başladı. (1) Nuh (a.s) “LA” diyerek azgın dalgalar içinde yüzdü, (2) İbrahim (a.s) “LA” diyerek putları kırdı, (3) zorbalığa/tağuta karşı durdu;(4) yine “LA” diyerek ateşten kurtuldu. (5) Yakup (a.s) “LA” diyerek sabretti. (6) Yusuf (a.s) “LA” diyerek kuyulardan, (7) zindanlardan, (8) benlikten kurtuldu, (9) gönül Mısır’ına sultan oldu. (10) Musa (a.s) “LA” diyerek denizi yardı, (11) Zünnun (yunus) (a.s) “LA” diyerek benliğin karanlık dehlizinden kurtuldu. (12) Meryem (a.s) “LA” diyerek sustu, (13) İsa (a.s) “LA” diyerek konuştu, (14) Muhammed (a.s) “LA” diyerek nübüvveti bitirdi (15) ve daha nice erler(selam olsun onlara) “LA” diyerek başladılar, “LA” diyerek bitirdiler.

Bizler de “LA” diyerek, yüzümüzü bir Hanif olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevirelim. Allah’ın yaratışında değiştirme olmaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar. (16)

Her şey iki harf, tek hece ile başladı: “LA”

“LA”, yerdeki ve gökteki hazinelerin, ilmin ve gaybın anahtarıdır. “LA”; aşkın ilk hali, hareket alanının başlangıcı, maddenin bütün halleri, egemenliğin yegâne gücü, adil düzenin sigortası, namus ve iffetin kalesi, insanlık onurunun zirvesidir. “LA” İbrahimi yaşamın, geleneğin temelidir. “LA” bütün kullukları reddederek, birliğe ulaşmaktır. Bizler de bu kâinat senfonisinin “LA” notasında birleşelim ve hep birlikte diyelim ki: “Beni, dosdoğru yola Rabb’im iletmiştir. Güçlü, pürüzsüz bir dine, Hanif olan İbrahim’in milletine. Müşriklerden değildi o. (17) İbrahim ne bir Yahudi idi ne de bir Hıristiyan. O, sadece Hanif bir müslümandı/Allah’a teslim olandı. O müşriklerden değildi.” (18)

Her şey iki harf, tek hece ile başladı: “LA”

“LA” Arafat’ta, Tur u Sina’da, Hira’da, Bedir’de, Uhut’ta Kerbela’da, Çeçenya’da, Filistin’de, Bosna’da yankılanan sesin ta kendisidir.

“LA” bir duruştur, ilkedir, “LA” bir ülküdür, mefkûredir. “LA” , ortakları yok edip Bir’lemektir. “LA” Hanif olmanın olmazsa olmaz şartıdır. Haniflik, Allah’tan gayrı her şeye “LA” demektir. İbrahim (as) gibi bütün inançları bütün sistemleri, bütün felsefi görüşleri ve ideolojileri bir kenara bırakarak, hak olana, doğru, temiz ve hidayete ulaştıracak olana yüzümüzü çevirmek demektir. Yahudi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: “Hayır! Biz, Hanif olan İbrahim’in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” (19) Bize şu da emredildi: “Yüzünü, bir Hanif olarak dine çevir. Sakın müşriklerden olma!” (20) De ki: “Allah, doğrusunu söylemiştir/vaadinde sadıktır. Hadi artık Hanif olarak İbrahim’in milletine uyun! Müşriklerden değildi o.” (21)

Her şey iki harf, tek hece ile başladı: “LA”

İyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden ve Hanif (tevhidi) olan İbrahim’in dinine uyandan daha güzel din’li kimdir? Allah, İbrahim’i dost edinmiştir. (22)

Haniflik, dili, coğrafyayı, milliyetçiliği, kavmiyetçiliği, ırkçılığı, siyasi, sosyal, iktisadi vb. bütün sınıflara “LA” demekle başlar.

Hanif, dinde ve yeryüzündeki siyasal, sosyal, iktisadi hayatında; yeri, göğü ve ikisi arasındaki her şeyi yaratan Allah’ın indirdiği hükümlere göre yaşayan kişidir.

Hanif olmak, İbrahim’in (a.s) ümmetinden olmaktır. Çünkü İbrahim Allah’ı birleyen muvahhid bir kuldu. O, Allah dışındaki bütün ilahlara “LA” diyen kişidir. Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlı başına bir ümmet idi; bir Hanif olarak Allah’ın önünde eğiliyordu, müşriklerden değildi. (23)

İbrahim (a.s), Allah’ın bildirdiği üzere tek başına bir ümmet idi. Allah bizlere ne güzel misaller getiriyor. Yeryüzünde tek bir Hanif bile başlı başına bir ümmet, bir mücadele, bir isyan, bir direniş, bir ateş, bir yangın, bir çığlık, bir haykırış olabiliyor. Zulme uğrayan sessiz çoğunluğun sesi olabiliyor. Nemrutlara, Firavunlara, Ferisilere karşı bir kalkan gibi durabiliyor. Allah’ın kulluğuna teşne yüreklere bir ab-ı hayat olabiliyor. İnancın, ubudiyetin, halis kulluğun, teslim olmanın, barışa, selamete girmenin yegâne örneği olabiliyor.

Her şey iki harf, tek hece ile başladı: “LA”

Ey insan! Çağın, modernitenin getirdiği her derde duçar olan, kurtuluş reçetesi arayan zavallı mahlûk! Sana şu vahyedildi: “Bir Hanif olarak İbrahim’in milletine uy! O, müşriklerden değildi.” (24) Sen de yırt perdeleri, sen de yak gemileri, unut geride bıraktığın her şeyi, bırak bütün ağırlıklarını, yepyeni ufuklara açıl, yüceler yücesine yüksel: “Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.” (25) diyerek özgürleş, görünenin ötesine, eşyanın hakikatine ulaş.

Her şey “LA” demekle başladı. Siz de temiz bir başlangıç için “LA” demeye var mısınız?

Bizleri yaratan Âlemlerin Rabb’ine hamdolsun.

Dipnotlar:

(1) Araf suresi 23. ayet

(2) Müminun suresi 27. ayet

(3) Enbiya suresi 58. ayet

(4) Enbiya suresi 67. ayet

(5) Enbiya suresi 69. ayet

(6) Yusuf suresi 18. ve 83. ayetler

(7) Yusuf suresi 19.ayet

(8) Yusuf suresi 50. ayet

(9) Yusuf suresi 23-24. ayetler

(10) Yusuf suresi 54-56. ayetler

(11) Şuara suresi 63. ayet

(12) Enbiya 87-88. ayetler

(13) Meryem suresi 26. ayet

(14) Ali İmran suresi 46. ayet

(15) Ahzap suresi 40. ayet

(16) Rum suresi 30. ayet

(17) Enam suresi 161. ayet

(18) Ali İmran suresi 67. ayet

(19) Bakara suresi 135. ayet

(20) Yunus suresi 105. ayet

(21) Ali İmran suresi 35. ayet

(22) Nisa suresi 125. ayet

(23) Nahl suresi 120. ayet

(24) Nahl suresi 123. ayet

(25) Enam suresi 79. ayet

 

“Baksana Kitaptan kendilerine bir pay verilmiş olanlar, aralarında hüküm versin diye Allah’ın Kitabına çağırılıyorlar da sonra onlardan bir topluluk yüz çevirerek dönüyorlar. Bunun sebebi, onların, “Bize, ateş sadece sayılı günlerde dokunacaktır. ” demeleridir. Uydurageldikleri şeyler dinleri konusunda kendilerini aldatmıştır. ”(Ali İmran suresi, 23-24)

Bunların bir de ümmî takımı vardır; Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Onların bütün bildikleri bir sürü kuruntulardır. Onlar sadece zanda bulunurlar. Vay o kimselere ki, elleriyle Kitab’ı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların hâline! Vay kazandıklarından dolayı onların hâline!

Bir de dediler ki: “Bize ateş, sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır. ”Sen onlara de ki: “Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız? -Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez-. Yoksa siz Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (Bakara suresi, 78-80)

Cehennemde biraz bronzlaştıktan sonra, cennete gireceğim (bu maddeyi de sadece müslümanlar için işletiyorlar) diyenleri de REDDEDİYORUM…

“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.”

“Zinaya yaklaşmayın.”

“Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin.”

“Yetimin malına yaklaşmayın, sözünüzü de yerine getiriniz.”

“Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın.”

“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme!”

“Yeryüzünde kabara kabara yürüme.”

“Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbin katında çirkin (mekruh) görülmüştür.”

“Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği bazı hikmetlerdir (rabbuke minel hikmeti).”

(İsra suresi, 31-39)

“…Allah sana kitab ve hikmet indirmekte ve bilmediklerini sana bildirmektedir, hem Allah’ın senin üzerinde fazlı çok büyük bulunuyor.” (Nisa suresi, 113)

“Nitekim içinizde sizden bir Resul gönderdik, size ayetlerimizi okuyor, sizi tezkiye ediyor, size kitab, hikmet öğretiyor, size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.” (Bakara suresi, 151)

Allah açık bir şekilde “Hikmet”in ne olduğunu ortaya koymuşken; “Hikmet=hadis” denklemini kuran, matematik zekâsıyla övünenleri de REDDEDİYORUM…

“….O, hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez.” (Kehf suresi, 26)

“Allah hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil midir?” (Tin suresi, 8)

“… sen kesinlikle hüküm verenlerin en yerinde hüküm verenisin.” (Hud suresi 45)

“…O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.” (Yusuf suresi, 80)

Dinin sahibi ve tek hüküm koyucu Allah iken; Allah’ın hükmü+Elçi Muhamed’in hükmü (sünnet/hadis)+icma +kıyas+mezhep imamlarının görüşlerini toplayıp anonim şirket kuranları ve dinde şirketleşenleri de  REDDEDİYORUM…

İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.(Enam suresi, 153)

Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir. (Enam suresi, 159)

“Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslâm dini), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır. (Şura suresi, 13)

Onlar, kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer  (azabın) belli bir süreye kadar (ertelenmesi ile ilgili olarak) Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra Kitab’a mirasçı kılınanlar da, onun hakkında derin bir şüphe içindedirler.(Şura suresi, 14)

Allah’a yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine çevirin, O’na karşı gelmekten sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden; dinlerini darmadağınık edip grup grup olan kimselerden olmayın. (Ki onlardan) her bir grup kendi katındaki (dinî anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir. (Rum suresi, 31-32)

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. (Ali İmran suresi, 105)

Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine o apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler. (Beyyine suresi, 4)

Bu ayetler açık şekilde dinde ayrılığı hoş karşılamadığı halde, Kur’an’a uymayan bir cemaatleşmeyi/tarikatlaşmayı /mezhepleşmeyi/gruplaşmayı da REDDEDİYORUM…

Biz müslümanlar olarak hristiyanlığı çok güzel eleştirebiliyoruz, onların kendi dinlerini parça parça ettiklerini farklı mezheplere/kollara/gruplara ayrıldığını söyleyebiliyoruz. Bazılarının kendilerine katolik demesini, bazılarının Protestan, bazılarının ortodoks demesini dinlerinin bozulma sebepleri olarak görebiliyoruz. Peki ya biz? Biz bölünmedik mi, biz ayrılmadık mı?

Bizim için ayrılıkta rahmet var da neden başkalarına zahmet var.

Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz. (Ali İmran 103)

Rabb`imiz ayrılığı değil birleşmeyi; parçalanmışlığı değil bütünleşmeyi emrettiği halde dinde ayrılığı rahmet olarak görenleri de REDDEDİYORUM…

Ey inananlar, sizi diriltecek, size can verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah’a ve elçiye icabet edin ve bilin ki Allah, hiç şüphe yok, insanın kendisiyle kalbinin arasına girer ve hiç şüphe yok ki onun tapısında toplanacaksınız. (Enfal suresi, 24)

Şunu da söyle: “Allah’a ve elçiye (resule) itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse, Allah küfre sapanları sevmez. (Ali İmran 32)

Allah ve resulünden (elçisinde), kendileriyle antlaşma yapmış bulunduğunuz müşriklere bir ültimatomdur bu. (Tevbe suresi 1)

Bu ayetlerdeki Allah’a ve elçisine uyun tabirindeki “elçi” kelimesinin ne manaya geldiğini bilmeyen ya da bildiği halde sapıtanları da REDDEDİYORUM…

O öyle Allah ki halik, bari, müsavvir o, en güzel isimler (Esma-i hüsnâ) onun, bütün Göklerdeki ve yerdeki ona tesbih eder, o öyle aziz, öyle hakîmdir. (Haşr suresi, 24)

Allah’tır O. İlah yok O’ndan başka. Esmaül Hüsna, en güzel isimler O’nundur. (Ta-ha suresi, 8)

De ki; Allah deyin Rahman deyin hangisini deseniz hep onundur o en güzel isimler; bununla beraber salâtında pek bağırma, pek de gizleme ikisinin arası bir yol tut! (İsra suresi 110)

En güzel isimler Allah’ınkilerdir. O’na o isimler ile dua ediniz. O’nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları sapıklıkları ile baş başa bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını ilerde çekeceklerdir. (Araf suresi, 180)

Allah’ın şu ismini 4444 defa oku bütün dileklerin yerine gelir, şu ismi 23432425 defa oku bütün dertlerden sıkıntılardan kurtulursun, şu ismini 4545634646 defa oku fakirliği görmezsin diyen ve Allah’ın isimleri konusunda eğri yola girenleri de REDDEDİYORUM…

Bir bidat olarak ortaya çıkardıkları ruhbaniyeti, onlar üzerine biz yazmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için ortaya çıkardılar. Ama ona gerektiği şekilde saygılı olmadılar. Onların, iman edenlerine ödüllerini verdik. Onlardan çoğu yoldan çıkmış olanlardır. (Hadid suresi, 27)

“Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollarla yiyorlar ve Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar…” (Tevbe suresi, 34)

Allah’ın dininde var olmayan ruhbanlığı, dini sınıfı ve dini kurumları da REDDEDİYORUM…

Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü. Ne bilirsin, belki de o arınacak. Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; Sen, ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından sana ne! Allah’a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun. Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur’an) bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır. (Abese suresi, 1-12)

Ey peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak, Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Tahrim suresi, 1)

Allah seni affetsin; neden onlara izin verdin de beklemedin ki, doğru söyleyenler sana açık seçik belli olsun da yalancıları bilesin. (Tevbe suresi, 43)

Muhammed Peygamberin her sözünü ayet, her davranışını dinin bir hükmü bilenleri ve Muhammed peygambere ismet sıfatı takanları, onun hatasız ve günahsız biri olduğunu söyleyerek bu dinin ayaklarını yerden kesenleri, “Peygamber de, bizim gibi bir insandır, ama bizden ayrılan tarafı Allah’tan vahiy almasıdır.” dediğimizde bizi tekfir edenleri de REDDEDİYORUM…

İşte bu sana ayetlerden ve hikmetlerle dolu Zikir’den okuduğumuzdur. (Ali İmran suresi, 58)

Sen, bu tebliğin için onlardan bir ücret istemiyorsun. O, bütün âlemler için bir zikirden (hatırlatma) başka şey değildir. (Yusuf suresi, 104)

Dediler ki: “Ey kendisine Zikir (Kur’an) indirilen kimse! Sen mutlaka delisin!” (Hicr suresi, 6)

Şüphe yok o zikri (Kitabı) biz indirdik biz, her halde biz onu muhafaza da edeceğiz. (Hicr suresi, 9)

Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz erler gönderdik. Hadi, sorun zikir ehline, eğer bilmiyorsanız. (enbiya suresi, 7)

Zikrin; hatırlatma, anma, kuran, öğüt olmasına rağmen “Zikir ehline sorun.” ayetini ellerinde boncuklar ve zikirmatiklerle halvete çekilip toplumun sorunlarını görmeyen tasavvuf ehlini ve tarikat şeyhlerini işaret ettiğini söyleyenleri de REDDEDİYORUM…

De ki: “Bana vahyolunanda, ölü, akıtılmış kan, domuz eti –ki pistir- ve yoldan çıkararak Allah’tan başkası adına kesilen hayvandan gayrisini yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir.” Şüphesiz ki Rabb’in, Gafur’dur, Rahim’dir. (Enam suresi, 145)

Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı yalan uydurmak için, “Şu helâldir”, “Şu haramdır” demeyin. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler. (Nahl suresi, 116)

Dinde tek hüküm koyucu Allah iken, dolayısıyla helal ve haramları belirleme yetkisi ona aitken; buna rağmen haram üretim merkezlerini kuranları da, onları işletenleri de REDDEDİYORUM…

Çünkü sen o dâveti ölülere duyuramazsın ve arkalarına dönüp giderlerken sağırlara da duyuramazsın. (Rum suresi, 52)

Diri olanı uyarsın ve inkârcılar üzerine söz hak olsun diye indirilmiştir. (Yasin suresi, 70)

Ölmüş ve kemikleri dahi toprak olan sevgili babam,

Şu an mezarının başındayım, beni duyup duymadığını bilmiyorum ve sana Kur’an okuyorum. Rabb diyor ki: “Namaz kıl, oruç tut, zekât ver, adaleti gözet, yetimin hakkını yeme, yalan söyleme, iftira atma, zina yapma, Allah’a ortak yaratma, tartıda eksik tartma, cimrilik etme, infak et, sadaka ver.” (Âmin)

Ey benim temiz, bir o kadar da saf oğlum,

Okuduklarını duydum, Rabbim güzel söylemiş, lakin bunlar benden geçti, sen neden bunları düşünüp yapmıyorsun?

Kuran’ı üfürük kitabı yapanları da, her Perşembe akşamı ölülere okuyup onu mezarlık kitabı yapanları da REDDEDİYORUM…

 

“Modernistler’in ortak temel kanaatlerini oluşturan en esaslı argüman, Kur’an’dan başka güvenilecek bir kaynak olmadığı ve esasen böyle bir kaynak aramanın Kur’an’a aykırı olduğu tezidir.”

Bu yargıya varan arkadaşa soruyorum: “Allah’ın ortakları olmadan din olmaz değil mi?”

“…O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” (Kehf suresi, 26)

Bu yazı bir Reddiyedir. “Allah’ın dininin yegâne, tek ve temel kaynağının KUR’AN olduğu” gerçeğini İslam’dan ayrı yeni bir din olarak sunan ve Martin Luther’in Hıristiyanlık için yaptığı reformu bizim de İslam dini için yaptığımızı düşünen samimi ama eksik bilgili bir arkadaşımın yazısı üzerine kaleme alınmıştır. Ehl-i sünnet mensupları, Allah’ın dininden ayrı bir din ve teşekkül olan tasavvuf, tarikat, cemaat, mezhep üyeleri, akıl dinini nakil dinine çevirenler, akıllarını kiraya verenler, kafatasında sadece bir ağırlık olarak taşıdıkları beyinlerini kullanmamayı bir marifet sayanlar, IQ’su düşük olanlar bu yazıyı okumasalar da olur.

“Elif Lâm Râ. Bu Kur’an; ayetleri, hüküm ve hikmet sahibi (bulunan ve her şeyden) hakkıyla haberdar olan Allah tarafından muhkem (eksiksiz, sağlam ve açık) kılınmış, sonra da Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayrı ayrı açıklanmış bir kitaptır. (De ki:) “Şüphesiz ben size O’nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (HUD suresi, 1-2)

Hud suresinin bu iki ayetini görmelerine rağmen, peygamberin sünneti diye kurandan ayrı bir hüküm ileri sürüp kuran+sünnet diyenleri REDDEDİYORUM…

“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir “ (Hucurat suresi, 18)

“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Şüphesiz O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.” (Fatır suresi, 38)

Size ben, “Allah’ın hazineleri yanımdadır”, demiyorum; gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim” de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, “Allah, onlara asla hiçbir hayır vermez” de diyemem. Allah, onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben gerçekten zalimlerden olurum. (Hud suresi, 31)

Elçi adına gaybi konuları haber verenleri de REDDEDİYORUM…

“İnkârcılar: “Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır. (Ankebut suresi, 50-51)

“Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen) yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde cahillerden olma!” (En`am suresi, 35)

“Mucizeler göndermekten bizi alıkoyan husus, öncekilerin onları yalanlamış olmasıdır. Semudlulara, gözle görülebilen bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa Biz mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz. ” (İsra suresi, 59)

Diğer peygamberlere(Musa, İsa vs) mucizeler verilmediğini söyleyen ve kendilerine hanif diyenleri de, “Muhammed peygambere de Kur’an dışında mucizeler verilmiştir.” diyen ehl-i sünnetçileri de REDDEDİYORUM…

O, kendi heva ve hevesinden konuşmaz, onun konuşması ancak bildirilen bir vahiyledir. (Necm suresi, 3-4)

Eğer bazı lafları bizim sözlerimiz diye ortaya sürseydi, Andolsun ondan sağ elini koparırdık. Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. Sizin hiçbiriniz ona siper de olamazdınız. (Hakka suresi, 44-47)

Onlara bir ayet getirmediğinde, “onu da şuradan buradan derleseydin ya,” diye konuşurlar. De ki: “Ben sadece Rabbimden bana vahyedilene uyuyorum. Bu, Rabbinizden gelen basiretlerdir(bakış açıları), doğruya kılavuzdur, iman eden bir toplum için rahmettir.” (Araf suresi, 203)

Sünneti (peygamberin yaşantısını) Kuran’dan ayrı görenleri de, Muhammed peygamberin bütün söz hal ve hareketlerinin vahiy olduğunu söyleyenleri de REDDEDİYORUM…

Elif Lâm Râ. Bu Kur’an; ayetleri, hüküm ve hikmet sahibi (bulunan ve her şeyden) hakkıyla haberdar olan Allah tarafından muhkem (eksiksiz, sağlam ve açık) kılınmış, sonra da Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayrı ayrı açıklanmış bir kitaptır. (De ki:) “Şüphesiz ben size O’nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (HUD suresi 1-2)

Onlar sana hiçbir misal getirmezler ki (buna karşılık) sana gerçeği ve en güzel açıklamayı getirmiş olmayalım. (Furkan suresi, 33)

Bu indirdiğimiz ve uygulanmasını farz kıldığımız bir suredir. Düşünüp öğüt almanız için onda açık açık ayetler indirdik. (Nur suresi, 1)

Allah size ayetleri iyice açıklıyor. Allah Âlim’dir, Hâkim’dir. (Nur suresi, 18)

Andolsun ki size, açıklayıcı ayetler ve sizden önce gelip geçenlerden bir temsil ve korunanlar için bir öğüt indirdik. (Nur suresi, 34)

Böylece biz Kur’an’ı apaçık ayetler hâlinde indirdik. Şüphesiz Allah, dilediğini doğru yola iletir. (Hacc suresi, 16)

Muhammed peygamberin görevinin uyarıcı, müjdeleyici ve tebyin (beyan etme)olduğu gerçeğini göz ardı ederek; Kur’an’ın açıklama ve yorumlamasını Muhammed peygamberin ya da başkasının yaptığını söyleyenleri de REDDEDİYORUM…

Ve işte sana böyle emrimizden bir ruh vahyettirdik, sen kitab nedir? İman nedir? Bilmiyordun ve lâkin biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet vereceğiz ve emin ol sen her halde doğru bir yola çağırıyorsun. (Şura suresi, 52)

Ve seni bir şaşırmış halde buldu da doğru yolu göstermedi mi? (Duha suresi, 7)

“Muhammed peygambere nebilik-elçilik verilmeden önce İbrahim peygamberin dinindendi.” diyenleri de REDDEDİYORUM…

Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur. (Nisa suresi, 136)

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz zafer ve mutluluğa ermek değildir. Zafer ve mutluluğa ermek o kişinin hakkıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; akrabaya, yetimlere, çaresizlere, yolda kalmışa, yoksullara, özgürlüğüne kavuşmak gayretinde olanlara malı seve seve verir, namazı kılar, zekâtı öder. Böyleleri söz verdiklerinde ahitlerine vefalıdırlar; bolluk ve bereket zamanı kadar, zorluk, sıkıntı ve şiddet zamanında da sabırlıdırlar. İşte bunlardır özüyle sözü bir olanlar. Ve işte bunlardır korunan takva sahipleri. (Bakara suresi, 177)

Kader, Allah’ın her şeyi bir ölçüyle yaratmasıdır. Yani sünnetullah dediğimiz kavramın ta kendisidir. Allah, bu kâinatı yaratırken belli bir düzen, mizan, denge ile yaratmıştır. Kader, doğa yasaları dediğimiz durumdur. Geleneksel Sünni inancına göre kader hayatta başımıza gelen her şeydir. Oysaki insanlar kendi hayatlarına kendileri yön verirler. Yaptıkları iyilik ve kötülükten tamamen kendileri sorumludur.

Bu ayetler, açık şekilde “kadere iman” diye bir şeyin olmadığını söylerken, siyasi çekişmeler nedeniyle “kadere iman” diye bir şeyi ortaya koyup savunanları da REDDEDİYORUM…

Elif, lâm, mîm. İşte bu kitap ki, bunda bir şüphe yoktur. Muttakiler için bir hidayettir. (kitap=mehdi)  (Bakara suresi, 1-2)

Hz İsa ve Mehdi’yi bekleyip önlerinde duran apaçık kitabı görmeyen körleri de REDDEDİYORUM…

Ne oluyor size, o nasıl hüküm veriyorsunuz?

Hiç düşünmüyor musunuz?

Yoksa sizin apaçık bir deliliniz mi var?

Eğer doğru iseniz kitabınızı getirin. (Saffat suresi, 154-157)

Yoksa size ait bir kitabınız var da (bu batıl hükümleri) ondan mı okuyorsunuz?

Onda, keyfinize uyan her şeyi rahatça buluyorsunuz. (Kalem suresi, 37-38)

Ellerinde hiçbir delilleri olmadığı halde saptıranları da, “Kur’an’da örtü yoktur” diyenleri de, “Kur’an’da recm vardır, hatta recm ayetini de mübarek keçi yedi.” diyenleri de, “mürtedleri öldürmek lazım, Allah böyle buyuruyor.” diyenleri de REDDEDİYORUM…