‘Uğur Erzincan’ Kategorisi için Arşiv

Hadis mecrası kör bir kuyudur. Yusuf’u attıkları kuyu gibidir. Bekle biri kovayı salsın ve narâlar patlatarak: “evreka, evreka ahanda size bir çocuk buldum” desin.  Yoksa bu dipsiz kuyuda kim öle kim kala.  Sağ kalanların sayısı oldukça az. Çoğunluk maalesef dipsiz kuyuya asfalt oluyor. Üstünden ne vasıtalar geçiyor.!

Şükür ki, Rahman’ın sonsuz rahmeti, Yusuf’u bir kovayla kuyudan çıkardı. Su bazen gerçekten rahmet oluyor. Umulur ki hadis kuyusunda canhıraş çırpınanların da aralarından kurtulanlar olur. Tabi düşük bir değer karşılığında satılmazlar ise.

Şimdi bu kuyunun başında kalburcular oturuyor.  Kova artık bunların elinde, kuyudan ne çıkarsa insanlara “bu rahmettir” diyerek az bir bedel karşılığında satıyorlar.  Nasıl olsa kuyu onların. Oturmuşlar başına, kuyudan ne çıkarsa bahtınıza artık.  Şans oyunları gibi hatta ve hatta şaka gibi.

“Şu su iyi değil, şu su her derde deva, şu su hakkında ihtilaftayız babo, çözünce gel olur mu?” tarzında kuyu işletmeciliği yapıyorlar.

Hele bir de suya susamış olanlar var ki, kuyudan ne çıkarsa yüreği yanmışçasına içiyor gariban. Ne de olsa susamış. Utanmasa kuyuya atlayacak. Atlamayanları da yok değil hani!  Az susamış olanlar daha seçici. Onlar istiyor ki billur billur az bulanık görünsün, içenlerin içini birazda olsa ferahlatsın, o tarzda istiyor suyunu.

İyi de aynı kaynaktan besleniyorsunuz. Suyun size sunuluş şekli farklı. Biri bardakta öbürü yalakta sunuluyor. Fark etmiyor ki, su aynı su, kaynak aynı kaynak. Değişen ne? Değişen sadece pazarlama tekniği.

Kendilerine “İslam ümmeti” adını takan kalabalık, maalesef 1400 yıldır bu kuyunun başında kalburcuların kendilerine sundukları su görünümlü irinle avutulmaktadır.

Bunlar söylenince de bazı uyanıkları(!):”Ama olmaz ki, siz kuyudan çıkanın hiçbirini kabul etmiyorsunuz. Bari bir yudum alın,  İyide aralarında hiç mi temiz su yok.”  Vardır ya da yoktur, önemli olan bu kısmı değil ki. Kalburcu muyuz biz? Hangisi su temiz hangi su kirli, bunları mı eleyeceğiz? Bunlar 73 haraminin işi. Biz diyor muyuz şu ayet sahihtir, bu ayet mevzudur diye. Haşa ve kella. Kötü dürtülerden Allah’a sığınırız. Mushafın tamamını kabul ediyor ve de ona göre iman ediyoruz.

Peki, bu kalburcuların derdi ne?

Bunlar, Ne İsa’dan yanalar ne de Musa’dan. Hem Hak’tan yana gözüküyorlar hem de batıldan yana. Bir çeşit yemeğe dayanamayan “israiloğulları” gibiler. Soğanı, mercimeği ve hıyarı hakka tercih ediyorlar. Hele bir de yanında bıldırcın etiyle maden suyu oldu mu iş tamamdır.

Tam bir serkeşlik hali, gidip gidip geliyorlar.  Bir o yana bir bu yana.  Bir de toplum mühendisi olacaklar (kalbur mühendisi mi demeliydik).  Ellerine almışlar kalburu, eleyip duruyorlar.  Şu essah şu mevzu, şu essah şu mevzu. Kalburun altı uydurma, üstü essah. Kıstasa bakar mısınız?  Bunu da bize din diye satıyorlar. Kimisi bu iş için rüyaya yatıyor kimisi de çamura batıyor.  Yani bizim ipliğimiz; bir adamın rüyasında pürü pak bir dededen alacağı cevaza bağlı. O salık verirse yırttık, vermezse yandık.

Kalbur kimin elindeyse onun borusu ötüyor.  Bunu neye göre yaptıklarının detaylarıyla uğraşmayacağım. Uğraşsak ne ali cengizler çıkar altından.  Kalbur ile zihniyet arasında düz bir mantık manzumesi kurmuşlar.

İşin kötüsü şu. Çoğu kalburcunun gözünden kaçan meselenin esası da bu zaten. Nedir o esas?  Bunlar ellerinde yazılmış olan bir takım hadis kitaplarındaki sözlerin doğruluğuna bakıyorlar. Söz doğruysa peygamberindir, değilse değildir. (Doğru yanlış kıstasları da akıllarını ne kadar çalıştırdıklarıyla doğru orantılı (10/100). Bunlar hadis neşriyatlarında yazan tüm doğruları peygambere izafe ediyorlar.  Sakat olan anlayış bu.  “Peygamber dedi” demeleri. Mesele, sözün doğruluğu veya yanlışlığı değil. Dünyada ne kadar doğru varsa hepsini peygambere fatura edecekler. Bunlara bir filozofun herkes tarafından kabul gören bir sözünü peygamber dedi deseler hemen yutacaklar. Ah bunu bir anlasalar ama zor…

Şimdi doğru olan bir sözü, Allah’a havale etmekle peygambere havale etmek arasındaki fark nedir? Var mı farkı?  Gerçi bunlar bu haltı da yediler. Kutsi hadisler adı altında Allah’a da hadis isnat etmediler mi?  Aştılar artık. Kur’an’ın bir benzerini getirebileceğini iddia edenlerle ne farkları kaldı ki? Allah’a meydan okurcasına, bırakın peygamberi Allah’a bile söz isnat ettiler.  Hala bu sapanlara ve gazaba uğrayacaklara itimat edenler var ona yanıyorum.

Bir örnekle gidelim. Belki daha rahat kavrar bazıları.

“Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık için savaşan bizden değildir. Irkçılık üzere ölen de bizden (Müslümanlardan) değildir.”  (Kırk hadis’ten)

Evet, benden de değildir. Böyle bir adamı tanımam. Çünkü faşisttir, ırkçıdır, gafildir, zalimdir, psikolojisi iyi değildir,  hasta ruhludur, algılama organları çalışmıyordur ve bilinçsizdir. Bu adam nasıl benden olsun ki.

Yukarıdaki söz hakikaten doğru bir sözdür. Buna paralel pek çok söz söylemek de mümkündür.  Buraya kadar bir problem var mı? Yok.  Bu söz ilk defa söyleyen ben değilim. Yani bu söz bana ait değil. Eminim bu sözü ilk defa söyleyen siz de değilsiniz. Ama sen tut bu söze “peygamber” söylemiş gibi muamele et. Bu sözü söylerken bile “besmele” çek.  İşte sakat olan yanı bu.  Söz doğru bile olsa peygambere izafe etmek sakattır.   O yüzden anonim gözüyle bakmak en karlısıdır.

Bu sözü peygamberden önce de niceleri söylemiştir, peygamber de söylemiş olabilir. (Bakın hep zanni konuşuyorum görüyorsunuz. Kimin söylediği araştırması ortaya girince zan doğuyor. Zannın da çoğu haramdır bilirsiniz.)

Çünkü kimse orada değildi. Peygamber o sözü söylerken aranızda işiten var mıydı? Ve orda mıydınız?   Bir kalburcunun “dedi” demesiyle, demiş mi oluyor?

Eğer öyle olsaydı; en sağlam diye niteledikleri, bir vaha dolusu insanın şahit olduğu (!) hadisin bile üç türlü rivayeti olmazdı. Diyanet gibi bir kurum bile bunun farkına varıp eline kalburu aldıysa farkına varamayanların haline acırım doğrusu.

Kur’an’a göre yaşamaya başlayan, O’nun buyruklarına göre hareket eden, Kur’an’dan başka gözü hiçbir kaynağı görmeyen insanlara en kolay çamur atma mantığıdır, “Siz hepsini toptan reddediyorsunuz” mantığı.  Evet, öyle, ama dikkat edin. Hepsi uydurmadır veya uydurma değildir demiyoruz.  Bizim dinimizin, haramını-helalini, ibadetini-muamelatını, kul ile Allah ilişkisini, insan ve toplum ilişkisini, saygı-sevgi dengesini, hak-hukuk ilkesini v.s. belirleyici yegâne ve tek kaynağı Kur’an’dır.  Onun haricinde din adına herhangi bir “kalem-kâğıt” ilişkisine dayanan başka kaynak yoktur.

Zararsız gibi görünen bu kalburcuların asırlardır yeryüzünü nasıl bilerek veya bilmeyerek fitneye boğduğunu görün artık.

İnsanlığa zararlarını da yazının II. Kısmında anlatmaya çalışacağız Allah dilerse.

Şimdilik kalbursuz ve kalburcusuz bir dünya dileğiyle.

Kur’an’daki “kitap ehli” tabirini bilirsiniz. Hani kendilerine gönderilen kitapların ve peygamberlerin yolundan gittiklerini iddia ederler de, aslında gittikleri yolun iddia ettikleri yolla pek alakası yoktur.

Şayet Aziz Allah Kur’an’dan sonra bir kitap daha gönderseydi bugün kendilerini “İslam toplumu”  diye tabir eden toplumu hedef alırdı ilk önce.  Bunu nerden biliyorsun be adam? diye seslenenleri duyar gibiyim.  Çok basit. Çünkü “sünnetullah” yasası değişmiyor.  Allah’ın tekliği ilkesine halel getirenler her zaman birinci hedef kitle olmuştur da ondan.

İsa Müslümandı, havariler Müslümandı. İncil’e tabi olanlar Müslümandı. Peki, nasıl oldu da İsa’ya inananlar birden “hristiyan” oluverdi. Üstelik İsa’yı takip ettiklerini iddia ederek.

Musa Müslümandı, kendisine inananlar Müslümandı. Nasıl oldu da bu grup birden “Musevilik” adı altında bir dinin sahibi oluverdiler.

Muhammed de Müslümandı, O’na uyanlar Müslümandı, peki nasıl oldu da Muhammed’e inandıklarını iddia edenler aniden “ehlisünnet” “şii” “sunni” v.b. gibi isimlere bürünüverdiler. Ne değişti?

Gördünüz ya, değişen bir şey yok. Sapıklığın ve gazaba uğramışlığın yolu aynı. Önce uyarılmaları için peygamber geliyor. Peygamberle birlikte bir de kitap.  Peygamber hayattayken az sayıda müntesibi oluyor. Tabiri caiz ise pek tınlayan olmuyor.

O elindeki de neymiş, git onu değiştir, bize başka bir şey getir diyorlar. Biz atalarımızın yolundan dönmeyiz diyorlar. Seni öldürürüz diyorlar.

Peygamber ölüyor… Geriye kitap kalıyor… Bu sefer başlıyorlar peygamberi sahiplenmeye. O şöyleydi, O böyleydi. O şunu demişti, O şunu yemişti, O şöyle yapmıştı.

Birde bakıyorsunuz, 4 tane İncil (barnabayla birlikte 4 çeyrek)

Bir de bakıyorsunuz Gamara, mişna ve Tevrat üçlüsü…

Ve yine birde bakıyorsunuz ki,  hadisler, ilmihaller, âlimler, mezhepler ve Kur’an bilmem kaçlısı.

Şimdi bu kitap ehlinin birbirinden ne farkı var?  İseviler, Museviler bir de Muhammediler.

Hiçbir fark yok aralarında.

Hepsi, peygamberlerine ve kitaplarına iman değil ihanet ediyorlar.

Aslında Hristiyanlar, Museviler ve ehlisünnet (7777 fırkanın hepsini saymıyorum artık) kendilerine gelen kitabı çeşitli şekillerde tahrif etmişler ve yepyeni gıcır gıcır tamamen insan yapımı bir dinin takipçisi oluvermişler.

İbrahim unutulmuş, haniflik olgusu unutulmuş, İsa’nın, Musa’nın, Muhammed’in ve diğer bütün peygamberlerin (hepsine selam olsun) öğretileri çaktırmadan imitasyonlarıyla değiştirilmiş.

İnsanlar da bu imitasyonları aslı zanneder olmuş. Bunlar asıl değil… Bunlar kopyası… Dikkat edin artık.

1.) Önce dindeki tek kaynağı dörde çıkardılar.

Muhammed Peygamber’in (selam olsun), tek kaynağı tek mirası,   bunların yüzünden dörde çıktı.  Sadece kitap olan kaynak:

1- Kitap

2- Sünnet

3- İcma

4- Kıyas oluverdi.

2.) Bu da yetmedi Müslümanları, “hariciler, selefiler, mutezile, mürcie, hanefi, şafii, alevi, sünni, (sanırım 73 taneye kadar sayabilirim ama burada kesmek zorundayım)” diye bölük pörçük ettiler.

3.) Hızlarını alamadılar, israiloğlu zihniyetinde ne varsa “İslam dinine” yamadılar.  “Mehdilik, mesih inancı, recm olayı, haramların çoğaltılması, kitapta olmayan yığınla yasak icat etmeleri, kılık-kıyafet ve saç-sakal kanunu (sanırım 3 milyon küsur bulabilirim)” yeryüzüne ilk yayanlar bunlar.

4.) Peygamber’i ilahlaştırdılar.

 Allah aşkına şöyle etrafınızı süzün bakalım. Allah’ı zikretmekten çok peygamberi zikretmiyorlar mı? En basit bir dini sohbetin çetelesini tutun, TV’lerde, Radyo’da, seminerlerde, şurada burada.. Alın elinize kâğıdı kalemi. Çetele tutun. Size ne anlatıyorlar.

Peygamber şurada, peygamber burada, peygamber şununla, peygamber bununla, peygamber şunu yedi bunu yemedi, peygamber şununla nikâhlandı şununla boşandı, peygamber şununla arkadaşlık etti, bana pas vermedi, peygamber kırk erkeğin cinsel gücüne sahipti, peygamberin dayıları, amcaları, halaları, babası kimdi ne iş yapardı, amcası kimdi ne iş yapardı, kaç çocuğu vardı, kızının adı neydi, oğlunun künyesi ne?  Sayayım mı daha…  Bu mudur din?  Din mi öğreniyoruz yoksa hikâye mi?  Peygamberin, birileri tarafından uydurulmuş tomarla hayat hikâyesi üzerine endeksli bir din olabilir mi? Hristiyanları ve Yahudileri tam gaz sollamış bu toplum.  Bu dinin sahibi peygamber değil ki! Dinin sahibi Allah.

5.) Lütfen 1 dakikalık kendiniz için saygı duruşunda bulunun. 1 dakika da olsa kapayın gözlerinizi ve hayata objektif bir gözle bakın bakalım.  Bu kalburcuların dünyayı nasıl zulüm tarlasına çevirdiklerini görün.

Irak coğrafyasına bakın.  İnkârcının yaptığı zulüm kadar bu kalburcular da zulüm yapmadılar mı?  Şii kalburcuları ile sünni kalburcularının döktüğü kanı elin kâfiri 100 yıl savaşlarında dökemedi.  Yanı başımızdaki ülkelere bakın, hepsinin başında bir kalburcu. Hepsinde birer din baronu, fetvacı allame tayfası. Kalburun altında kalanın canını okuyorlar.  İslam âlemi diye nitelenen âleme bakın. Nasıl da pislik yağıyor üzerlerine. Niye? 1400 yıldır akıllarını kullanamıyorlar da ondan.  Temelleri çürük. Hizipleşme diz boyu. Sebep? En büyük sebep işte bu elekçi mantığı.

Bölmüşler, paramparça etmişler. Kim yapmış bunu. Elin kâfiri mi?  Hayır. İçimizdeki elekçiler.  Herkes Kur’an artı şu, Kur’an artı bu dedikçe durum bu hale gelmiş. Nasılsa memba bol.  3 milyon küsur var.  Nasıl olsa hissesine düşer birkaç yüz bin.   Sonra ne oluyor.  Fitne fesat alıp başını gidiyor.

Buyurun koyun ortaya faydalarını da görelim.  Zararı boyunuzu aşmış bu kaynakların beyler. İrkilin ve kendinize gelin.  İnsanları artık Allah ile peygamber ile aldatmayı bırakın. Bunun hesabını mahşerde veremezsiniz. Bu hesabın altından kalkamazsınız.

Geminiz battı, binanız çöktü. İnsanları oyalamaktan vazgeçin artık. Düşün insanların yakalarından.  Onlara din belletiyoruz diyerek beyinlerini bellemekten vazgeçin.  Oyalamayın.  Gölge etmeyin.

Bakın etrafınıza yine.  Ben Müslümanım diyen kaç insan kaldı.  Şiiyim, suniyim, hanefiyim, aleviyim, bektaşiyim, nurcuyum, nakşiyim, kadiriyim, şafiyim v.s. diyenler mi daha çok yoksa Müslümanım diyenler mi? Bu kalburcular sayesinde herkes şucu bucu olmadı mı? O da olmadı şu vakıftanım bu vakıftanım.  Sadece Kur’an’a çağıran, adam gibi yaşayan ve ben Müslümanlardanım diyen kaç kişi kaldı? Kaldı mı etrafınızda güzel sözlü insanlar. Varsa dost bilin, yoksa yoktur napalım.

Böyle devam edildiği müddetçe, milletin elinden kalbur düşmediği müddetçe, daha çooook perişanlık çeker bu âdemoğlu.  Bunun adına da “kader” der utanmadan. “ Allah böyle takdir etti napalım” der.  Yüzsüzlüğün bu kadarına da pes doğrusu.  Allah insana kötülük etmez. İnsan kendi kendinin zalimidir.  Birde başına gelen bunca musibeti, sıkıntıyı Allah’tan bilir.

Gelin teslim olun. Atın elinizdeki elekleri.  Yeter bu kadar zulüm. İnsanları birr’e çağırın. İnsanları adam gibi yaşamaya çağırın. İnsanları Kur’an’a çağırın. (Gerçi sizin çağırılmaya daha çok ihtiyacınız var.) İpi sapı belli olmayan kör kuyulara değil.  Boş işlerle artık oyalanmayın, oyalamayın milleti.  Papatya falına karnımız tok artık.  Çıktı, çıkmadı, çıktı çıkmadı… Dini oyuncağa çevirdiniz.  Dostu düşmanı güldürdünüz kendinize.

Kur’an’ı rehber edinmeye çabalayan kardeşlerime sesleniyorum. Kim ki sizi sadece ve sadece Kur’an’a çağırıyorsa o doğru sözlüdür. Ama her kim ki sizi, Kur’an + hadis kaynaklarına, +  ilmihallere, + şunun bunun kitabına, + şu öğretiye bu öğretiye çağırıyorsa O’nun çağırdığı yol yol değildir. Uzak durun.  Ahsen’el hadise çağırandan daha güzel sözlü kim vardır?  Lehv’el hadise çağıranlardan uzak durun. Siz onları Ahsenel hadise çağırın.  Yaptıklarının doğru olmadığını söyleyin.

Yoksa bunlar sizi bile kendinize düşman eder.  Sağ gözünüzü sol gözünüze, sağ elinizi sol elinize düşman eder.   Kulağınıza fısıldadıkları jelatinli sözlere aldanmayın.  Bunlar Allah’tan daha mı doğru sözlü?  Doğru söz arıyorsanız Kur’an yeter. Dağ – taş yeter. Taştan alacağınız ibreti, bunlardan kırk yıl geçse alamazsınız.  Sizi kınamalarına ve aşağılamalarına aldırış etmeyin. Ayn çatlatmalarına da aldanmayın.

Kim ki; Kur’an ve essah sünnet (sünnet kavramının da içini boşalttılar, sünnetullah’ı sünnetinsan hatta sünnetistan yaptılar) diyorsa, Kim ki hadisler ve ayetler diyorsa, kim ki peygamberimiz bir gün şu hadisinde…, diye söze başlıyorsa, kim ki kutsal Buhari’de şöyle diyor diye söze başlıyorsa, kim ki şu haram bu helal diye kitapta olmadık şeyler anlatıyorsa, kim ki “efendimiz” diye söze başlıyorsa bunlar kalburcudur.  Bunlar size faydası dokunmayan zümredir.   Zümer 3’deki zümrenin bi yarısı bunlardır, öbür yarısı olmak istemiyorsanız uzak durun.

Kim bu şekilde kaynağı çoğaltıyor ve tek olan ilahınızı, ikiliyor, hatta ve hatta üçlüyorsa, o sizi sapanların ve gazaba uğrayanların yoluna çağırıyor demektir.  İlahınız tektir.  İlahı tek olanın hayat kaynağı da tektir. Din adına Kaynak ne kadar çoğalırsa ilah sayısı da o kadar artar.  Size gün yüzü göstermez bu kalburcular. Kalbur onların nasılsa. Üstte kalana rıza göstereceksiniz. Altta kalanın canı çıkacak.

Bu dinin yüzbinlerce kuralı yoktur.  Allah insana çekemeyeceği yükü yüklemez. Ama görüyoruz ki bu kalburcular üstümüze o kadar yük yüklemiş ki, gözümüzün önünü dahi göremiyoruz.  Kur’an’daki yasakları toplayın bakalım, şu an yazdıklarımdan daha az değilse o zaman konuşun.  Ama bu kalburcuların yasaklarına bir bakın, ciltlere sığmaz olmuş. Okumaya kalktığınızda on kere dünyaya gelseniz yine bitiremezsiniz.  Birde utanmadan bunları peygambere izafe ediyorlar yanına iki doğru katarak.

 Allah kolayı kolaylaştırmış,  bunlar ise zoru kolaylaştırmış.  Biz zor olanı kolay zanneder olmuşuz. Bunlara dur demenin zamanı geldi de geçiyor bile.  Bırakın âdemoğlu artık insanca yaşasın. Bırakın artık milletin tuvaletine, elini yüzünü yıkamasına karışmayın.  Tuvalette bile başımıza bekçi diktiniz. Hangi ayakla girip çıkacağımıza kadar karıştınız. Aptal mıyız biz?  Yeter yahu.  El âlemin yatak odasına kadar dilinizi soktunuz.  Karıyla kocanın arasına girdiniz, babayla oğulun arasına girdiniz.  Bize Lokman yeter, çekilin aramızdan artık.  Allah herkese eşit şekilde üflemedi mi?  Size torpil mi geçti. Üstümüzde karabulut gibi dolanmaktan vazgeçin.  Sizden gerçi su yağmaz, asit yağar.  Rahmeti yağdıran Allah’tır.

Bırakın artık insanlar; barışın, huzurun, refahın, güvenliğin, hoşgörülüğün ve temiz aklın tadına varsınlar. Potansiyel androit ve potansiyel suçlu muamelesi görmekten kurtulsunlar.  Peygamberlere düşmanları bile saygı duyarken, peygamberlerin ümmeti olduğunu iddia edenlere dostları bile saygı duymuyor artık. İnsanların iki cihanından da elinizi çekin. İnsanların hem bu dünyalarını hem de ahiretini mahvettiğinizin farkına varın artık.

Ey benim ahad olan Allah’ım, kalburcuların şerrinden bizi koru.

SAMİRİLİK NEBİNİN YOKLUĞUNDA ONUN ADIYLA DİN ÜRETMEKTİR

Deniz yarıldı da ne oldu?  Ne değişti? Nato kafa nato mermer. Sen tut onca badire atlat sonra da iki altına, iki söze, iki ayak izine tav ol. İki dakikada davayı sat.   Hem de saçma sapan gerekçelerle.  “Biz de kanlı canlı ilah istiyorduk, hepsi bu”  nameleriyle.

Bilgisizliğin ve cehaletin tavan yaptığı bir hadisedir Samiri ve beraberindekilerin hadisesi.

Peki, aradan çağlar geçmesine rağmen “Samiri Felsefesi” değişti mi? Hayır değişmedi. Aksine çoğalarak günümüze kadar gelmeyi başardı.

Kendilerini yaratana sırt çevirmelerine sebep olan neydi o bir avuç insanın? Niçin durduk yere kendilerine yazık ettiler? Dananın böğürmesi miydi onları cezbeden? Yoksa Samiri’nin el işçiliği mi? Hüneri mi? Mahareti miydi?  Elbette bunların hiçbirisi değildi. Sebep “davar psikolojisi” idi.

Başkalarının dokunarak, görerek, el emeği göz nuru meydana getirdikleri tanrıcıklarına imrenmeleriydi.  Göz gördüğünü istermiş ya hani. İçlerindeki davar dürttü onları.  Elebaşı samiri de zaten fırsat kolluyormuş ki, el yapımı ilahlara tapanları,  ağızlarının suyu akarak seyreden yoldaşlarına bir kıyak geçmek istemiş olacaktı herhalde.  Tabi kıyakçılığın sonunun ayakçılık olduğunu hesaba katamamış.  Sonuçta Şerefli elçi olan Musa’dan zılgıtı yeyince gerisin geriye oralardan ayrılmak zorunda kalmıştı.

Günümüzde Samiri misyonuna sahip olanlar yok mu? Elbette var. “Her eve bir oturan boğa heykeli kampanyası” çığ gibi artarak devam ediyor.  Aslolanı unutturup, sahte ilahlar işleyen atölyeler her köşe başında işlemeye devam ediyor.  Gel vatandaş gel, üç kuruşa üç ilah..  Artık ilahlar işporta tezgâhlarına kadar düşmüş vaziyette. Tabi samiri sayısı da bir o kadar artmış durumda.  Başı sıkışan ilmihallere koşuyor, hadis kitaplarına koşuyor. Nasıl olsa her eve sokmuşlar bunları.

Ne Musa umurlarında, ne Harun, ne de asıl levhalar.  Varsa yoksa elçilere ithaf edilen sözler, biraz gösteriş, biraz duygu,  biraz da saflık. Al sana Samiri ülkesine giriş pasaportu. (uçak bileti de hedaye). Musa’ya Musa gibi, İsa’ya İsa gibi muamelenin edilmediği şu yeryüzünde, elbette Samiriler fink atacak.  Meydan onların olacak.

Bunlar; din alırlar, din satarlar, takasa girerler, ikinci el karaborsası oluştururlar, o da olmadı borsa’da halka arz işlemi gerçekleştirirler. Tabi din denilen olgu, Samirilerin elinde oyuncak olursa ya kafanıza levha yersiniz ya da tosun gibi bir ilah sahibi olursunuz? Ötesi berisi yok.

Samirinin yaptığı gibi; on gram iyi işlenmiş 22 ayar altın,  üzerine birkaç tane katratı yüksek mücevher, biraz elçinin sözü, biraz da ayak tozu oldu size ilah.  Tapın tapabildiğiniz kadar. Ta ki elçi tekrar dönene dek. Eee, elçi de dönemeyeceğine göre.  Yaşasın buzağı.  Dokun, hisset ve aynı(leş).  Ara sıra da tozunu al.

Ne yapıyor milenyum model yeni nesil gıcır gıcır Samiriler. Tüyü bitmemiş bebeleri bülüğ çağına adım atar atmaz davarlaştırıyor.  Sonra onları mümkün olduğu kadar levhalardan (Son levha: Kur’an) uzak tutuyor.  Bir sürü yeni ilmihaller, fıkıh kitapları, bütünleşik hadis kitapları, 7’si bir arada, üçü bir arada, kanaat önderlerinin kitapları, dikşinari sözlükler, coğrafya, tarih, tırnak nasıl kesilir ba’bı, kenefe nasıl gidilir ba’bı, sakal bırakmanın dindeki yeri ve ehemmiyeti, kılık kıyafet ansiklopedileri, büyük büyük kadın ilmihalleri, rüya tabirleri, araya sıkıştırılmış entel ve modernist allame kitapları, sözler, mukaddimeler, evden hangi adımla çıkılıp hangi adımla girileceğine dair hayat nizamnameleri, onun hayatı, bunun hayatı, onun sapı bunun kökü. binbir çeşit levha koyuyorlar milletin önüne. (Sıkıntı bastı yeter bu kadar.)  Tabi bunca levhayı yüklenenden de hayır gelmeyeceğini biliyorlar. Sonra nakavt olmuş vaziyetteki davarı gütmeye başlayabilirsiniz. Anahtar teslim hazır.  Sağa çekerseniz sağa, sola çekerseniz sola gelmeye hazırdır kobayınız.

Bir de şekilciliği pekiştirdiğiniz zaman alın size milenyum samiri nesli. Dedik ya elçi nasıl olsa gelmeyecek.  Yaşasın yeni nesil ilahlar.  Bir tarafta Musa’ya kırk gün dayanamayan, Musa daha gözden kaybolur kaybolmaz O’na ihanet eden bir toplum, diğer yanda bin küsur yıl dayanabildiğini iddia eden bizim toplum.  Kırk gün örneği varken bu dayanıklılık hiç inandırıcı gelmiyor.   Son Nebi şerefli Muhammed levhaları da alıp götürmedi ki, ne yapacaklarını şaşırsınlar. Buna rağmen hala O gelene kadar tapmaya devam edecekler gibi görünüyor. İyi de gelmeyecek.  Yeni nesil Samiri’ler kandırıyor sizi. Bakmayın siz başka toplumların kendilerine yonttukları putlara. Aldanmayın onların seramonilerine.

Musa gelmişti nihayetinde. Ama Muhammed’in gelişi Furkan-30’da saklı. Ve kâler resûlu yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzel Kur’ane mehcûrâ.  Yaa böyle işte.

Şekilci Samiri nesli, ayakta durmayı, işemeyi, temizlenmeyi sanıyor ki Samiri’lerin levhalarından öğrendi. Âdemin iki oğlundan biri değil miydi? Ölüsünü gömmeyi kargadan öğrenen. Demekki karga bile Samiri’lerden daha hayırlı.   Sanıyor ki, Samiri olmasaydı tırnaklarını kesemeyecekti, çok sevdikleri peygamberlerinden söz işitemeyeceklerdi.  Hal böyle olunca minnet hissine kapılıyorlar.  Oysa ne nimet teptiklerini bir bilseler!! Minnet duymayıp cinnet geçirirlerdi.

Özellikle genç Samiri’ler cemiyetin başına bela olmuş vaziyette.  “Abi onlar gibi bize bir tanrı yapsana, ne gerek var koçum, hazır yapılmışı var” Hemen koyuyor abisi önüne bir tane ilah.  “Abi peygamberin şu konuyla ilgili bir hadisi var mıydı?”  “Bir saniye hemen bakıyorum. (Nereye bakıyor dersiniz,  yalan deposu artık online elinin altında oraya bakıyor). Hımm evet varmış. (Olmasa ne olacak sanki bir tane de o uydurur).  O kadar insan yalan mı söyleyecek.  Olaya biraz da duygu katınca al sana idol. Otur evinde ilahi eşliğinde raks et ne var bunda.

Ara sıra da kitapçıya gider yeni yeni kitaplar yüklenir dönersin.  Olmadı aşure yaparsın, olmadı eyüp sultan seni bekliyor.  Acaba bugün abiye ne sorsam? İşte Samiri’nin toplumuyla böyle bir ünsiyet ilişkisi vardır.  Sonuçta insan, nankör de olsa bu değişmiyor.

Allah’ın vaadinin ne önemi var ki,  önemli olan bu davarları, cennete Mercedes marka otomobille sokacağını iddia eden Samiri’lerin vaadleri. En azından birbirleriyle diz dize ve yan yanalar.  Allah’ı göremiyorlar, Allah’ın da bunları görmediğini sanıyorlar. Kişi kendinden bilirmiş işi.   Samiriler sömürüyor milleti.

SAMİRİLİK PEYGAMBERİN YOKLUĞUNDA ONUN ADIYLA DİN ÜRETMEKTİR

Defolup gidin Ey Samiriler. Bakın eritip taharet musluğu yaptık ilahlarınızı.  Belki ilahlarınızın bu halini gören toplum, hatalarını anlarlar da pişman olurlar diye.  Ey milletim, Samiri’lerin yaptıkları tonlarca buzağıyı (yukarıda parantez içinde sadece yüzde birini yazabildim) kendinize ilah edindiniz. Gelin yaratıcınıza tövbe edin, nefsinizi el yapımı ilahlara kapatın, Rabbiniz katında bu sizin için daha hayırlıdır. Tevbenizi kabul edip size acıyacak olan da O’dur.

Şükür ki asıl levha yere düşüp parçalanmadı.  Anlaşılmayı ve yaşanmayı bekliyor.

Teslim olmanın üç türlü yolu vardır. Birincisi; İbrahim gibi “teslim ol” dendiğinde, ikincisi firavun gibi denizin ortasında yusuf yusuf ederken, üçüncüsü ise hesap gününde.

Madem İbrahim ve yanındakilerde bizim için güzel örnekler var (60/4), (Güzel örnek diye İbrahim’in hadislerini falan aramaya kalkmasın birileri, bulamazlar! Anlayana!!!) o halde nasıl teslim olunurmuş İbrahim’den öğrenmek zorundayız. Dolayısıyla İbrahim’i anlatan ahsenel-hadis olan Kur’an’dan.

İbrahim nasıl teslim olmuştu. “Rabbi ona, “Teslim ol!” deyince, o “Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum.” dedi. (2/131)

İşte hepsi bu. Pazarlık yok, inat yok, ayak direme yok, kılı kırk yarmak yok, kırk dereden kırk su getirmek yok. Ben anlamam, böyükler bilir derdi yok. Hele şu kitaba bu kitaba bakayım telaşı yok. Bir de hacıya hocaya sorayım tiyniyeti yok. İşittik fakat isyan ediyoruz kabadayılığı yok. Neye teslim olacam? Teslim olmam için gerekçeler ne? Şu ne bu ne? Gibi aymazlılar ve felsefik atraksiyonlar yok, işgüzarlıklar yok. Vahye kulak vermek var. Vahyin gereğine binaen Teslim olmak var.

Madem bu dini bize Allah seçti, başka dinlerden uzak durup, “Müslüman” olarak canımızı teslim edeceğiz. Çünkü böyle vasiyet etti İbrahim. (2/132) Bize ancak O’nun vasiyetine uymak düşer. Hem O’nun vasiyetinden “beyinsizlerden” başka kim yüz çevirir ki!

Madem Allah’a iman ettik, “O’na samimiyetle teslim olan Müslümanlardan olduk” o halde O’na güveneceğiz. O’na boyun eyeceğiz. O’nun emir ve buyruklarına uyacağız. O’nun ipine sımsıkı tutunacağız. O’nun boyasıyla boyanacağız. Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan var mı? Yok! Kitapsızlaşmayacağız. İsrailoğulları gibi, haddimizi aşıp, fazlasını istemeyeceğiz. Kitaba ihanet etmeyeceğiz. Sırtımızı dönmeyeceğiz.

Hem işitmek/görmek/bilmek için teslim olmak şart. Yoksa ölülerden bir farkımız kalmaz ve kimse bize işittiremez. Şüphesiz ki ölüler işitmezler, Ancak Allah’ın ayetlerine teslim olanlar işitebilirler.

Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olan sağırlara da daveti duyuramazsın. Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getirecek değilsin. Ancak teslim olarak âyetlerimize iman edenlere duyurabilirsin. (27/80-81)

Sağırlık yapıp, Rabbin çağrısından kaçmakla, davete kulak tıkamakla, körlük ve sapıklık yapmakla varılacak yer ancak ve ancak Cehennemdir.

De ki: “Biz Allah’ı bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım? Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim? Arkadaşları, bize gel, diye doğru yola çağırdıkları halde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp, şeytanların ayartarak uçuruma çektikleri ahmak gibi mi olalım?”. De ki: “Allah’ın gösterdiği yol, yegâne doğru yoldur. Bize, bütün âlemlerin Rabbine teslim olmamız emrolundu”. (6/71)

İbrahim gibi teslim olanlar, elçileri de birbirinden [private] ayırt etmezler. “Bizim peygamberimiz onların peygamberi” yarışına düşmezler. Onlar İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya, İsa’ya ve Muhammed’e indirilene ve diğer bütün peygamberlere Rablerinden verilenlere inanırlar. Ve de peygamberler arasında ayrımcılık yapmazlar. Çünkü onlar İbrahim gibi teslim olmuşlardır. İbrahim’i örnek almışlardır.

İyilik yaparak kendisini Allah’a teslim eden ve İbrahim’in dinine dosdoğru olarak tâbi olan kimseden, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti. (4/125)

Teslim olma noktasında, dosdoğru bir şekilde İbrahim’i örnek aldığımız zaman kurtuluşa aday insanlar olabiliriz. İbrahim’de bizim için gerçekten güzel örnekler varmış değil mi? Hem de İbrahim’in hadislerini arama telaşından soyutlanarak. Bütün örnekliğini Kur’an’da ayan beyan görerek.

Çünkü teslim olmamak demek isyan etmek demektir. O’nun birliğine tekliğine başkaldırmak demektir. Başkaldıran ise büyük bir günün azabından korksun/korkmalı da.

Onun içindir ki hala teslim olamayanlar Allah’tan ümitlerini kesmesinler ve de bir an önce başlarına bir azap gelmeden Rablerine teslim olsunlar. Yoksa kurtuluş yok..

Habersizce/ansızın başımıza azap gelmeden önce Rabbimizden indirilenin en güzelini takip ve tatbik etmeliyiz. Hakka Batıl bulaştırmadan, Kittab’a beyinlerdeki kirli bilgileri teyit ettirmeye çabalamadan, pis öğretilerden arınıp, temizlenip, indirilene teslim olmak gerekiyor.

Bir de firavunun teslimiyeti vardır. Buram buram üçkâğıt kokar. Baktı ki su üstüne üstüne geliyor, az sonra boğulacak o zaman “Teslim bayrağını çekiverir”. “İnandım, gerçekten Musa’nın tanrısından başka iman edecek tanrı yoktur” demeye başlar. “Ben de teslim olayım bari” der. Ama yemezler.

İyi de şimdi mi ey firavun. Sen bu ana kadar hep isyan ediyordun, fesatçıydın, zalimdin. Ne oldu? Ne değişti? Hayatın boyunca şüphe içindeydin, indirilene şüphe gözüyle bakıyordun. Eksik mi? Tam mı? Yeter mi yetmez mi? Oysa rabbinden gelen HAK idi. Fakat buna rağmen şüpheye düştün. Sırtını döndün. Yüz çevirdin. Allah’ın ayetlerini inkâr ettin. Ayetler “ak” derken sen “kara” “gri” dedin. Acıklı azabı görünceye kadar “TESLİM BAYRAĞINI” çekemedin bir türlü. Akıllarını kullanmayanların üzerine işte Allah böyle pislik ve azap yağdırır.

Allah’ın dininden şüphe edenler, Allah’ı bırakıp başkalarına yalvarırlar, kurtuluşu, izzeti, şan ve şerefi başkalarının yanında ararlar. Allah’tan başka, faydası da zararı da dokunamayacak şeylere taparlar/yalvarırlar.

De ki: “Ey insanlar! Eğer benim dinimden bir şüpheniz varsa, şunu bilin ki, Allah’ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam. Lâkin sizin de canınızı alacak olan Allah’a taparım. Bana müminlerden olmam emredilmiştir”. Vahyedilene uymazlar, vahiy onları kesmez. Bunun içindir ki firavun ile aynı kaderi paylaşırlar.

Üçüncü teslimiyet şekli de hesap günündedir demiştik. Bu gündeki teslimiyet tam bir trajikomik vak’adır. Allah bizi hesap günü teslim olanlardan eylemesin.

Eyvah bizlere! İşte hesap günü bugünmüş! Nidalarıyla çınlanır ortalık. Yalanlayıp durduğumuz, alaya aldığımız, ciddiyet göstermediğimiz, sapla samanı karıştırıp yayla çorbası ettiğimiz gün bu günmüş.

Toplayın mahşere o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’tan başka taptıkları şeyleri. Toplayın da götürün onları sırat’ı cehime doğru. (37/22-23) Diye bir ses duyulur. Ve durdurun onları çünkü sorguya çekilecekler.!

Hani nerde çoğunluğunuz, çoklukla övünmeleriniz, atalarınız, Allah’tan başka taptıklarınız.!

İşte o gün onlar teslim olmuşlardır! Gerçeği bilirler artık. Ne bahaneleri kalmıştır, ne şefaatçileri vardır, teslim olmuşlardır ama Rabbin vereceği azabın hükmüne teslim olmuşlardır.

Çünkü onlara Allah’tan başka ilah yoktur denildiği vakit, kafa tutuyorlardı. İlahlarına sıkı sıkıya bağlılık gösteriyorlardı.

O gün artık Allah’a teslim bayrağını çekerler, bütün o uydurdukları şeyler kendilerini bırakıp kaybolup gitmişlerdir. (16/87).

İnkâr eden ve insanları Allah yolundan çevirenler, diğer kimseleri de bozdukları için onlara azap üstüne azap vardır. (Kanaat önderlerine, abilere ve ablalara duyurulur).

Evet, seçim insanın kendi elinde. Ya İbrahim’i örnek alacağız, ye firavunu ya da hesap gününde teslim bayrağını çekenleri.

Her aklıselim elbette “İbrahim”i örnek almak ister. O halde O’nun gibi hanif bir şekilde yüzümüzü Allah’a dönüp, müşriklerden olmayacağız. Rabbimizin emri karşısında sadece ve sadece “TESLİM OLDUK” diyeceğiz ve başka ilahlara tapmayacağız. Bize vahyedilene uyacağız. Vahiyden şüphe etmeyeceğiz. Çünkü teslimiyet şüphelerden arınmayı gerektirir. İbrahim’in vasiyetini yerine getireceğiz. O’nun ilahından başkasına tapmayacağız.

Yoksa firavunun da hesap gününde teslim bayrağını çekenlerin de işleri kolay değil. İbrahim’i örnek almaz isek bizim de işimiz kolay değil. Çünkü Allah’ın azabı çok çetin ve şiddetlidir.

Vakit varken teslim bayrağını çekmek ümidiyle.

Sevgili, en sevgili, çok sevgili, double sevgili… Türkçeye zimmetlenmiş karşılığı “habib”. Allah’a zimmetlendirilen karşılığı ise “habibullah”. Yani “Allah’ın sevgilisi”.

Habib kelimesi lügatte, kökeninde sevgi barındıran başka manalara da geliyor. Fakat halk arasında bildik “sevgili” manasını taşıyor.

Habibullah diye nitelenen insan,  Allah’ın “Allah’ın resulü ve Nebilerin sonuncusu” (33/40) olarak nitelediği Muhammed Peygamber’den (selam olsun) başkası değildir.

Peki, bu sözün kaynağı ne ola ki?  Allah’a mı ait, yoksa birileri tarafından O’na isnad mı ediliyor?

Her uydurulan yalan gibi bu da Allah’a isnad edilen bir söz elbette.  Kur’an’ın hiçbir ayetinde “habibullah” ifadesi geçmemektedir.

Peki, nasıl oluyor da bu sözcük geçmişten günümüze dek kendilerine “İslam toplumu” denen toplumlar tarafından Allah adına dile getirilebiliyor?

Bu sorunun cevabını vahyin yegâne kaynağından İncil ehlini irdeleyerek aramak doğru bir davranış olacaktır.

İncil ehli Rahman’a çocuk isnad ederlerken bunun İncil’den bir emir olmadığını bilerek ediyorlardı. Böyle bir talep Allah’tan gelmemişti -ki gelmez de.  Buna rağmen kendilerine gönderilen peygamberi Rahman’ın çocuğu olarak nitelemekten geri durmadılar.

Kur’an’ın indiriliş amacından bir tanesi de bu büyük iftirayı ortadan kaldırmak ve iftira sahiplerini uyarmak içindir.

Kehf 4- Ve “Allah çocuk edindi” diyenleri de uyarsın.

Kehf 5- Bu hususta ne kendilerinin, ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne büyük bir iftiradır. Onlar, yalandan başka bir şey söylemiyorlar.

Eğer “Allah çocuk edindi” ifadesi İncil veya Tevrat’ta yazılı bir ifade olsaydı, Allah iftiracıları Kur’an’da sert bir dille uyarma gereği duymazdı.

Bu söz, görüldüğü gibi tamamen uydurulmuş, nesilden nesile aktarılmış bir iftiradan başka bir şey değildir.

Kur’an’a göre bu çirkin bir iftiradır.  Öyle ki göklerin çatlamasına, yerin yarılmasına ve dağların parçalanmasına sebep olacak kadar büyük bir iftiradır (19/90).  Fakat kitap ehline göre çok masumane bir itikat meselesidir.  Hatta Hristiyan akaidinin temel prensiplerinden birisidir.

Elbette ki Rahman’a çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde bulunan hiçbir kimse yoktur ki O’nun huzuruna kul olarak çıkmasın.

Şimdi meselenin can alıcı noktasına gelelim.

Rahman’a çocuk edinmek yaraşmaz da -ki yaraşmaz. Habib edinmek yaraşır mı? Sevgili edinmek yaraşır mı? Çocuk edinmekten müstağni olan Allah, sevgili edinmekten müstağni değil midir?

Sevgili edinmekten de müstağnidir ki, vahyin hiçbir yerinde bunu dile getirmemiştir.

Bu sözü Kitab’a uyduramayan bazı cingözler, her zaman yaptıkları gibi bu sözü de Peygamber’e söyletmeyi kendilerine görev addetmişlerdir.  Yani meselenin asıl kaynağı Kur’an değil, birilerinin uydurmalarıdır.

Şimdi şöyle bir uyarlama yapalım.  Kur’an’da geçen “Allah çocuk edindi” tabiri yerine, “Allah sevgili edindi” tabirini kullanalım. Bakınız, Muhammed peygamberi habibullah ilan edenlerle, İsa peygamberi “Allah’ın oğlu” ilan edenlerin bu anlayıştan ötürü birbirlerine ne kadar benzediklerine kendi gözlerinizle şahid olunuz.

Örnek 1:

10/68- Dediler ki: “Allah, kendine çocuk edindi”. O, böyle şeylerden münezzehtir. O, müstağnidir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Bu hususta elinizde hiç bir delil yoktur. Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi neden söylüyorsunuz?

Dediler ki: “Allah, kendine sevgili (habib)  edindi”. O, böyle şeylerden münezzehtir. O, müstağnidir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Bu hususta elinizde hiç bir delil yoktur. Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi neden söylüyorsunuz?

Görüyorsunuz, ne oğul isnad edenlerin, ne de sevgili (habib) isnad edenlerin ellerinde, Kitaptan delil namına herhangi bir bilgi yoktur.  Dolayısıyla Allah’a karşı bilmedikleri bir şey söylemektedirler.

Örnek 2:

18/4- Ve “Allah çocuk edindi” diyenleri de uyarsın.

18/5- Bu hususta ne kendilerinin, ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne büyük bir iftiradır. Onlar, yalandan başka bir şey söylemiyorlar.

Ve “Allah sevgili (habib) edindi” diyenleri de uyarsın.

Bu hususta ne kendilerinin, ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne büyük bir iftiradır. Onlar, yalandan başka bir şey söylemiyorlar.

Her iki söz de büyük bir iftiradır. Çünkü Allah ne İsa peygambere, ne de Muhammed peygambere böyle sıfatlar kullanmamıştır. Kullanmadığı için, kullanmış gibi muameleye tabi tutulduğu için büyük bir iftiradır. İftira dediğimiz şey de:  Herhangi birinin yapmadığı bir şeyi yapmış gibi algılamak ve ona göre davranmak değil midir zaten?

İki tane örnek konunun anlaşılması için yeterlidir sanırım. Diğer ayetlerde geçen “Allah çocuk edindi” iftiralarını da sizler uyarlayabilirsiniz.

Muhammed Peygamber’e Habibullah diyenleri Kehf Suresi 4. ayete binaen uyarmak, her müslümanın boynunun borcudur.

Bu söz büyük bir yalandır, büyük bir iftiradır. Allah Peygamber’i için böyle bir tabir asla kullanmamıştır. Bu iftira da en az diğer kitap ehlinin iftirası kadar masum değildir.  Her iki uydurma da göklerin çatlamasına, yerin yarılmasına ve dağların parçalanmasına sebep teşkil etmektedir.

Dolayısıyla her iki iftirayı Allah’tan bilip, ona göre muamele edenleri uyarmak her müslümanın boynunun borcudur. Bu bir sorumluluktur.

Uyarılmalarına rağmen, bu yazılanları okuyup, başucu kaynaklarına müracaat edeceklere, hocalarını bu yazıdan dolayı soru yağmuruna tutacak olanlara, Peygamber adına uydurulmuş hadis kitaplarına koşacak olanlara ve bir takım külliyatlara bakıp, “habibullah” sözünün yaldızlı sözlerle bezenmiş açılımını okuyup, “oh be, sapık adam bir sözü bize çok gördü, burada O’nun dediği gibi değil, bilakis bu sözün ne kadar hürmetli ve kıymetli olduğu yazıyor” diye kendilerini avutanlara da şunu belirtmek isterim:

“Yeryüzünde “Allah çocuk edindi” iftirasıyla avunan kaç milyar hristiyan var biliyor musunuz?  Onlara göre bu iftira o kadar masumane ki ilk başlarda da belirttiğim gibi itikat konusu haline gelmiş.”

Hem müslümanın akaid kitabı Kur’an değil midir? Niye başka kaynaklarda yer alan uydurmaları itikat konusu haline getiriyorsunuz.  Siz Kur’an’dan mı yoksa başka kitaplardan dolayı mı sorguya çekileceksiniz?

Elbette aralarında bu iftirayı duyduğunda haya eden, bu iftirayı atanları ve diline dolayanları görünce hırsından çatlayan da yok değildir. Onlar her zaman azınlıktır.

Allah kendisine sevgili (habib) edinmez. Haşa, O sübhandır. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Hepsi O’na isteyerek veya istemeyerek boyun eğmiştir. Bu sadece bir hatırlatmadır. Dileyen hatasından vazgeçer, dileyen ısrarcılığına devam eder.

Hele bir de Son nebi’ye “âlemlerin efendisi”  yakıştırması var ki, düpedüz şirk-i ekber’dir. Her ne hikmetse, her konuda Arapça kelimeler kullanmasını seven güruh, bu söze gelince “efendi” demeyi tercih etmiştir.

Niye hiç düşündünüz mü?

Efendi’nin karşılığı olan Arapça kelimeyi kullansalar, bütün rezillikleri ortaya çıkacak.  Çünkü bu Allah’a ait bir sıfattır. Nasıl mı?

Rabbil âlemin.  Türkçesi, yaratılmışların efendisi.

Yarı Türkçe yarı Arapçası: âlemlerin efendisi.

Tam Arapçası: âlemlerin rabbi

Haddi aşmanın daniskasıdır bu.  Üstüne üstlük günde 40 kere Fatiha okudukları halde bu sıfatı peygambere yakıştırmaya nasıl cesaret edebiliyorlar? Nasıl başlıyordu Fatiha Suresi? “Elhamdulillahi rabbil âlemin” Yani, “Hamd âlemlerin efendisine”

Hal böyleyken, Muhammed ümmeti (!) olduğunu iddia edenler şunun cevabını versinler? İsa Ümmeti ile örtüşmeyen / benzeşmeyen ne yanınız kaldı?

Haram kelimesinin kökenine inip ciğerini sökmek gibi bir derdim yok. İşin o kısmını dileyen araştırabilir/araştırmalı da. Bu kelime, vahyin inişiyle birlikte neredeyse Allah ile Kul arasında meydan muharebelerinin yaşandığı bir alana dönüştürülmüş vaziyette. Tabi kul tarafından. Ahbarlar, Ruhbanlar, imamlar, allameler, ulular ve yedi düvel (eski dilde “alayına gider”), bu kelime üzerinden yola çıkarak, kendilerini yaratan Rab ile otorite savaşına tutuşmuşlar. Haram kavramını rant kapısı haline çevirmişler. Din ulularının ellerinde bu kelime oyuncak haline getirilmiştir.

Hatta o kadar ileri gidilmiş ki Allah’a dinini bile öğretmeye kalkışmışlar. (49/16). Neredeyse yeryüzünün bütün güzel nimetlerini âdemoğluna “haram” kılmışlar ve kılmaya da devam etmekteler.

Aslında bu Allah’ı yeterince tanıyamamaktan, Dinin sahibinin Allah olduğunu göz ardı etmekten ve İlahlığa özenmekten ve de B12 vitamin eksikliğinden kaynaklanan ciddi bir rahatsızlıktır. Bu rahatsızlığın tedavisi yok mudur peki? Elbette vardır ve de Kur’an’dır. Kur’an; kalplere ve gönüllere şifa kaynağı da değil midir?

Allah bu dini Kemal’e erdirirken (5/3) haramları, helalleri, haddi, hududu, kısaca bir müslüman’ın yapması ve yapmaması gereken ne varsa bildirmiştir. Adı üzerinde “İslam; kemale ermiş bir dindir” Ekleme ve çıkarma yapılamaz.

Dindeki bu geniş ve serbest alanı içine sindiremeyen duble müşrik tayfa, Son Nebi`nin ölümünden sonra canla başla “haram üretmeye” koyulmuşlardır.

Oysa Haram kılma yetkisi sadece Allah`ın yetkisi dâhilindedir. Keşke bilselerdi.

Bir örnek verelim:

En’am 151 derki: De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını bildireyim:

1- O`na hiçbir şeyi ortak koşmayın,

2- Ana-babaya iyilik edin,

3- Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-;

4- kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın

5- ve Allah`ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah`ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız

ve En’am 152 derki:

1- Yetimin malına yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (malına) en güzel biçimde (yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz).

2- Ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. Biz kimseye gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmeyiz.

3- Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa âdil olun ve Allah`a verdiğiniz sözü tutun. Öğüt alıp düşünesiniz diye Allah bunları size emretmiştir

En’am 153. ayette de “işte benim dosdoğru yolum budur” deyip noktayı koyuyor Allah.

Tabi haramlar bunlarla sınırlı mı? Elbette değil. Kur’an’da bunların haricinde de haramların olduğunu biliyoruz. Yukarıdaki iki ayet sadece bu konuya bir örnektir. Allah haram kılıyor Nebi ise haram kılınanları bildiriyor.

Peki buna rağmen haram üretim tesislerinin bacaları niye hala püfür püfür tütüyor. Neden hala bu tesislere itibar ediliyor? Ateş olmayan yerden duman çıkmıyor da ondan. Âdemoğlunu ateşe çağırmaya devam ediyorlar son sürat. Allah`ın dosdoğru yolunun üzerine, sağına, soluna ve arkasına oturmuş vaziyetteler. Ali kıran baş kesen zannediyorlar kendilerini. Ateşin göbeğinde de zatı-alîleri oturuyor.

Allah’ın tertemiz kitabında haramların sayısı 100 (yazıyla: yüz)’ü geçmez iken, en kötü allame kitaplarına göz attığınızda bu sayının enflasyon canavarına yenik düştüğünü hemen görürsünüz. Anında binleri devirerek karşınıza çıkıyorlar. (Bir babayiğit çıkıp da bu fabrikalardan altı sıfırı atsa çok iyi olacak)

İşin gene acı tarafı; çoğunluk bunu maalesef peygambere mâletme acziyetinde bulunuyor. Yani işledikleri her halta Nebi`yi alet ediyorlar. Oysa peygamberin bile HARAM belirleme yetkisi yok. Olsaydı şu ayet iner miydi?

Tahrim-1) Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak Allah`ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.

Kötü emellerine Şerefli elçiyi alet ediyorlar. Bütün uydurmalarını O`na isnad ediyorlar.

O halde talii kaynaklardan (hadisler, mezhepler v. s. ) haram çıkarma işi ancak ve ancak sapkınlık olsa gerek.

Bunun üzerine Allah’ın şu sorusuna hep birlikte cevap arayalım.

Araf-32) De ki: “Allah`ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızıkları kim haram kılmış?”

Evet, kim haram kılmış?

Nahl -35 ) Müşrikler dediler ki: “Allah dileseydi, ne biz, ne atalarımız O`ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O`nun emri dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık” Kendilerinden öncekiler de böyle yaptılar. Buna karşı peygamberlerin vazifesi, ancak açık-seçik bir tebliğden, ibarettir.

Haram üretim tesislerinin kim olduğunu bulduk.

Evet, kimmiş bu haram üretim tesisleri. Tabi ki “MÜŞRİKLER”. Başka kim olacak. Elin gavuru yapacak değil ya. Her taşın altından müşrikler çıkıyor. Nasıl da günah çıkarıyorlar hesap gününde değil mi? “O’nun emri dışında haram kılmazdık” diyorlar. Demek ki O’nun bildirdiğinden başka haram yok. Ama Allah`ın bildirdiğinden başka şeyleri haram kılanlar var. Bunu kendileri bile itiraf ediyor. Ama bu itiraf dünyada değil ahirette gerçekleşiyor. Yani artık çok geç. Üçüncü kuşak teslimiyetçiler. Teslim bayrağını çekmek ancak ahirette akıllarına geliyor.

Kur’an dışı ekstra haramlardan da birkaç örnek vermezsek hatır koyanlar olur. Yaygın olarak haram bilinen ama Kur’an’da esamesi dahi okunmayan fabrika imalatı haramlara birkaç örnek:

1- Sakal kesmenin haram olduğuna dair imalat.

2- Altın yüzük takmanın haram olduğuna dair imalat. (Şaroki cipe binerler yüzük takmazlar, böyle de sadıktırlar fabrikalarına)

3- Midye tavanın haramlığı.

4- İpek elbise giymek. (Abbate’den giyinmek serbest)

5- Çalgı aletleri

6- Resim yapmak.

Daha fazla saymak istemiyorum. Geniş bilgi için bkz: Herhangi bir fıkıh, ilmihal ve hadis kitabı.

Eğer ahirette: “Allah dileseydi, ne biz, ne atalarımız O`ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O`nun emri dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık… (Nahl 35) diyenler gibi olmak istemiyorsak, sadece ve sadece Kur’an’daki haramlara tamah edeceğiz. Onun haricinde haram-helal belirleyenleri kaale almayacağız.

Yoksa: “Onlar, Allah’tan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih`i de. Oysa onlar bir olan Allah`a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir. (Tevbe 31)”

Yoksa Bilginleri, ruhbanları, rahipleri kendilerine ilah edinenlerin durumuna düşeriz. Birileri nasıl ki Meryemoğlu Mesih`i ilah edinmişse, birileri de Şerefli elçi Muhammed`i ilah ediniyor. Hem de O`nun adına haramlar uydurarak. Allah’a ibadet etmekle emrolunanlar Allah’ın kitabı hariç her türlü kaynağı haram-helal kıstası olarak kullanabiliyor. Bu ne cesarettir anlamak mümkün değil. “Müşrik cesur olurmuş” dedikleri bu olsa gerek.

Bugün kendisini “müslümanım” diye tarif eden herkes ama herkes Kur’an’daki haramları ve helalleri bilmekle sorumludur. Kuru kuruya Müslümanlık olmaz. Allah bize neyi haram neyi helal kılmış bilmek zorundayız. Zaten bunları bilirsek, haram üretim tesislerinin hijyenik olmayan ve son kullanım tarihi çoktan geçmiş ürünlerini löpür löpür mideye götürmeyiz.

Müslüman’ın hüküm kaynağı Kur’an’dır. Hüküm koyucu (hâkim) Allah`tır. Bütün peygamberler kendilerine ne indirilmiş ise O’nunla hükmetmişlerdir. Bakınız ne diyor Aziz Kur`an:

Maide-48) Sana da geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab’ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah`ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma…

Maide -49) Aralarında Allah`ın indirdiğiyle hükmet. Onların keyiflerine uyma. Allah`ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın…

Peygamber bile indirilen vahiyle hükmederken, bu haram üretim tesisleri uydurdukları şeylere bir de utanmadan peygamberi alet ediyorlar. O Yüce Peygamber bunların isnad ettikleri yalanlardan çok çok uzaktadır. Biz bu noktada Peygamber`i örnek almalıyız. Yani Kur`an ile hüküm vermeliyiz. Çünkü O öyle yapıyordu. Kitapla hükmediyordu.

Al-i İmran-79) İnsanlardan hiçbir kimseye, Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verdikten sonra, kalkıp insanlara: “Allah`ı bırakıp bana kul olun. ” demesi yakışmaz. Fakat onun: “Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince Rabb`e halis kullar olun” (demesi uygundur).

Al-i İmran 79. ayeti dikkatlice tekrar tekrar okuyalım lütfen. “öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince diyor. Peygamberler, kendilerine inananları direkt kitaba yönlendiriyor. Gelin bana tapın, benim sünnetim var, hadislerim var şunlarım bunlarım var demiyor. Halis bir kul olmak isteyen böyle yapmalı.

Al-i İmran-80) Ve O size: “Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin.” diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size hiç inkârı emreder mi?

Her kim ki; Allah’ın haram kıldıklarından başka, haram kılıcıların haramlarına göre hareket ediyorsa, ettiği şahsı RAB edinmiştir. Bu ciddi bir sorundur. Tevbe edilmez ise Affı yoktur.

Nisa – 48) Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah`a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.

Hem bu ayetten ekstra da ne öğrenmiş oluyoruz… Tek affedilmeyen hata “Allah`a ortak koşulmasıdır”. Yani “ŞİRK”tir.

Devam edelim…

En’am – 119) Size ne oluyor da Allah`ın adı anılarak kesilenlerden yemiyorsunuz? Hâlbuki O size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişçe açıklamıştır. Doğrusu birçokları bilmeden keyiflerine uyarak insanları doğru yoldan saptırıyorlar. Muhakkak ki, Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilir.

Haram-helal konusunda sınırı yani hududullah`ı aşmamak gerekiyor.

Evet; müslümanın hüküm kaynağı Kur’an’dır. Allah bütün haramları kitabında bize genişçe açıklamıştır. O’nun haricinde haram peşinde koşturan haramzedeler bu huylarından vazgeçmediği müddetçe Nahl-35’deki gibi hesap günü günah çıkartacaktır. O da bir halta yaramayacaktır. O yüzden vakit varken her Müslüman Kur’an’daki haram ve helalleri iyi bellemeli ve hayatını ona göre yaşamalıdır.

Bu din yasaklar dini değil, bilakis hareket alanı çok geniş bir dindir. Kıymetini bilelim.

Bir de mekruh konusu var. Bu da Din ulularının bir şeye haram dememek için arkasına sığındıkları bir kelimedir. Kim Kur’an’da yazılanlardan başka her önüne gelen şeye mekruh diyorsa, aslında haram demek istiyordur. Fakat işin biraz bilincinde olduğu için, dili haram demeye varmıyor. O yüzden “mekruh” deyip işin içinden sıyrılıyor. Sıyrıldığını zannediyor.

Mekruh konusunu da Allah bu fabrikalara bırakmamış ve İsra Suresi 23-38 arasında olduğu gibi Kur’an’da detaylı bir şekilde anlatmıştır.

Dini Allah’a has kılmak isteyen ve Şirk’ten kurtulmak isteyen her Müslüman evvela haram-helal dairesini Kur’an’dan öğrenmeli. Öğrenmeli ki bu haram üretim tesislerinin kapısına bir bir kilit vurulmalı.

Allah kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez. (18/26) Ne peygamberleri ne ahbarı ne de ruhbanı. Ne de bu HARAM ÜRETİM TESİSLERİNİ…

Süper bir Mehdi hayal ediyorum, Bilincim kapalı bir ramazan gecesiydi. Ortalık zifiri karanlıktı. O esnada sanırım uyuyordum. Doğu tarafından aniden bir gürültü koptu. Sandım ki mutfaktaki, banyodaki, odadaki ve kömürlükteki tüpler patladı. (Evde bu kadar tüpün olması iyiye işaret değildi biliyordum). Tüpleri kontrol edeyim diye fırladım yatağımdan.  Bir de ne göreyim, tüplerde hiçbir şey yoktu.  Evdeki tek ses; buzdolabının, televizyonun, açık kalan bilgisayarın, müzik setinin ve çamaşır makinesinin gürültüsüydü. Evde çıt yoktu. O an anlamıştım “bu ses dışardan geliyor”.  Hemen pencereye fırladım, acaba gökyüzünde bir değişiklik var mı diye.  Bir de ne göreyim! Hiçbir değişiklik yok. Geçen akşam saydığım 2 küsur milyon yıldız yerinden bile oynamamış.  Ama kutup yıldızının biraz sola çektiğini fark ettim.   Sonra da arkasından mavi, yeşil ve kırmızı ışık saçarak kayan bir gök taşı kümesi fark ettim.  Bu bir işaretti. Evet, evet bu bir işaretti. O an anladım ki bu gece beklenen geceydi. O gelmişti.  Şölenlere, kutlamalara, sevinç çığlıklarına ve şenliklere hazır olmalıydım. O ara bizim ufaklık yanıma yanaştı ve “baba” diye seslendi.  “Şehrin göbeğinde bugün konser var herhalde,  havai fişekler gökyüzünü ne güzel aydınlatıyor değil mi” dedi.   O an bütün umutlarımı yitirmiştim. Hayallerim mahvolmuştu. Bizim 6,75 yaşındaki bücür hayallerimin üzerinden adeta bir kamyon gibi geçmişti. Aha geldi aha gelecek, gözünüz yollarda kaldı biliyorum. Hasretlik zor iş. Bilin bakalım güneyden mi yoksa kuzeyden mi zuhur edecek?  “Mehdi” yaz 6666’ya gönder nereden zuhur edeceğini öğren.  Peki, herkesi razı edebilir mi kahramanımız?  Karada kaçanı, havada uçanı, gariban solucanı, sırt üstü dönmüş tosbağayı, emekliyi, dulu ve yetimi? Ne dersiniz?.. Memnun edebilir mi?   Eder niye etmesin? Adı üstünde “Süper Mehdi.. Hem de 100 oktan”. Acaba nasıl bir donanıma sahip.  Özellikleri ne? Eminim merak ediyorsunuz.. Bugüne kadar onun hakkında ne söylendiyse az ve eksik söylendi. Ben tamamlamaya niyet ettim.  Onun tam ve kusursuz olmasını istiyorum.  Hesabı sıkı tutmasını istiyorum. Bir oturuşta bir buzağıyı yemesini, kürdan ve peçete kullanmasını istiyorum.  Karşısına dağlar, taşlar, kuşlar ağaçlar bile dikilse hepsini ezip geçmesini istiyorum.  Işınlanmasını, bir an burada bir an New Zelanda’da olabilmesini istiyorum. Kuru bir ağacı söküp başka bir yere diktiğinde ağacın hemen karpuz vermesini istiyorum. Karpuz ağacını yetiştirebilen tek kişi olmasını istiyorum.  Kuru bir kamış ağacını eline aldığı zaman, ağacın aniden “NEY veya Obua” olmasını istiyorum. Onun da bir ışın kılıcının olmasını istiyorum. USA kahramanlarından neyi eksik. Hatta yeşil bir taytının olmasını ve o taytın üzerine don giymesini istiyorum.  Leb demeden nohutu anlamasını istiyorum. Dünyanın öbür ucundaki bir kadının dırdırını işitebilmesini ve kocasının yerine “yeter artık ulan” deyip kapıyı çarpar gibi yapmasını istiyorum. Bol bol gizli güçlerinin olmasını, bir oturuşta yediyüz kitap okumasını, hamur açmasını, zeytinyağlı dolma yapmasını, engelli koşu yapmasını, bir de sigara içmesini istiyorum.  (Tiryakisi olup nasıl sigara bırakılırmış herkese öğretsin diye. Zayban meretinden de kurtarır bizi)   Bütün püsürüklü işlerin girift tarafını bilmesini ve çözüm bulmasını istiyorum. Organik tarımı yaygınlaştırıp milleti hormondan kurtarmasını, “stokçuluk yapan bizden değildir” anlayışını yeryüzüne hâkim kılmasını, yeni doğan her bebenin gönlüne “sevgiyi” aşılamasını, baktı olmuyor kızamık, hepatit B, C, D aşısı yapmasını istiyorum. Kayıp kâseyi bulmasını, sır namına ne varsa hepsini ortaya dökmesini, ebced, matematik, fizik, kimya, biyoloji, antropoloji, kısaca ne kadar “loji” varsa hepsini bilmesini istiyorum. Erzincan’ı dünyanın başkenti yapmasını, İstanbul’u nahiye haline çevirmesini, hatta mümkünse özgürlük anıtını bulunduğu yerden kaldırıp Irak’a dikmesini istiyorum. “Savulun uleyn” demesini, bir yayla 200 ok fırlatmasını, ata ters binebilmesini, bir bakışıyla dağ ve çam devirmesini istiyorum. Bir tıkla herkesin elektrik, su, telefon, doğalgaz ve vergi borçlarını ödeyebilmesini istiyorum. Bankacılığı kaldırmasını bunun yerine “MFK” (Mehdi finans kurumları) kurumunu yaygınlaştırmasını istiyorum. Ortaya çıktığı vakit bir daha kaybolmamasını, kaybolsa bile ara sıra cep telefonuyla “nerde olduğunu bize söylemesini istiyorum. Biraz da fiziksel özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Metre cinsinden 1.30’dan küçük, 1.90’dan büyük olmamalı. Kivi tenli, lila saçlı yeşil gözlü,  body building vücutlu, iki omuz arası mesafenin en az 2 metre olmasını, alnının geniş burnunun parlak, 45 numero palet giymesini, yarım metre çapında bir de elinin olmasını istiyorum. Şaplaaa godummu uzatsın diye.  Kirli sakallı gezen,  gözünden ışık, burun deliklerinden de ateş saçabilmesini istiyorum. 130 erkeğin cinsel gücüne sahip olmasını ve Cengizhan’ı aratmamasını istiyorum. Ondan bin yıl sonra dünyanın %80’inin onun torunu olmasını istiyorum.  Sağ yanağına gözünün hemen alt kısmına da bir tane ben istiyorum. Benin rengiyle ilgili de kararsız kalmak istiyorum. Omzunda mühür, kolunda dövme, burnunda hızma, göbeğinde pirsing, kulağında da gümüş bir küpe olmasını istiyorum. Onun bir sürü kardeşinin olmasını istiyorum. Hayır, vazgeçtim az kardeşi olsun. Olmadı bundan da vazgeçtim onun hiç kardeşi olmasın.  Hatta anasız babasız olsun. Ama halası dayısı da olsun. Evet, farkındayım çok şey istiyorum. Hatta ve hatta zopa istiyorum. Sonuç olarak, bu beklentimin boşa çıkacağını ve avucumu yalayacağımı bilmiyor muyum?! Eşşek (bal mıydı yoksa) gibi de biliyorum.  “Niye o zaman fantezi kurup duruyorsun” diyenleri de duyar gibi oluyorum. (Bana mı zuhur etti ne?)  Başlıktan da mı anlamıyorsunuz kardeşim, şu an bilincim kapalı. Gayet normal değil mi?  Bilincim açılana dek fantezi kurma hakkım saklıydı kullandım.  Hadi ben fark ettim bilincimin kapalı olduğunu ve hatamı anladım.  Ya asırlardır bilinci kapalı olup da insanları hayal âleminde bir oraya bir buraya koşturan işgüzarlara ne demeli?  Gücünüz bu garibana mı yetiyor?   Aha geldi aha gelecek diye asırlarca kandırılmadınız mı? Uyutulmadınız mı? Ben kandırır gibi yapınca niye içinizdeki ışın kılıcını çekmeye kalkıyorsunuz?  En tehlikeli oyun “umut” oyunudur.  İnsanlara boş umutlar vaat edersiniz ve o umutlar gerçekleşmez ise, müthiş bir hayal kırıklığı meydana gelir. Sonucunda ne olur biliyor musunuz?  Pasifize edilmiş, nötr hale getirilmiş insan görünümlü androitler meydana gelir.  Bilinçleri sürekli kapalıdır bu androitlerin. Küçük bi çip takarsınız müsait bir yerine, çipin içine ne yerleştirirseniz ona göre hareket eder.  Düşünmez ve akletmez.  Çipli sonuçta. Nasıl olsa ağa gelecek onu bu durumdan kurtaracak. Umut oyunu oynuyoruz ya sonuçta. Bu kuruntuyla avunur/avutulur ve bu dünyadan göçer gideriz.  Tabi bilinçsiz göçtüğümüz için de hesabımız çetin olur. Zannederiz ki hesabımızı da ağa verecek. Çipine öyle yerleştirilmiş çünkü. Sen dert etme, iki cihanda da garantörün biziz. Sevsinler. Babanın oğula, ananın kızına garantörlüğünün sökmediği bir mecrada kim takar seni, sizi ve onları. Son bir anektotla bitirmek istiyorum. Biraz da siz hayal edin. Bir hasta vardı. Böbreklerinden rahatsızlandı ve hastaneye kaldırıldı.  Doktor dedi ki: “Böbrekler iflas etmiş diyaliz makinesine girmek zorunda. Tutturdu girmem diye.  Kızı buna umut verdi. Dedi ki: “Anne bir kere giriyorsun ve başka girmiyorsun, hepsi bu”.  Kadıncağız umutlandı ve kabul etti.  Makineye girdikten iki gün sonra taburcu oldu. Doktor taburcu olurken diyordu ki, haftada üç gün getireceksiniz hastayı, artık o bir diyaliz bağımlısı.  İlk diyaliz günü geldiğinde yine aynı kızı dedi ki: “ anneciğim hastaneye gidiyoruz”. Annesinin cevabı: “Niye?”  Hadi bakalım ayıkla pirincin taşını.  Kızı bunu 1 ay oyalamış, bugün son yarın son öbür gün son. Son son son. Sonu yok. Ölene kadar girecek.  Kadın artık kızına inanmıyor. Umutlarını kaybetti.  Androit oldu. Böbreklerinin yanı sıra şuurunu da kaybetti onca yalandan sonra.  Şimdi kızının yediği haltı temizlemekle meşgulüz.  İnsanlara acı da olsa doğruları söylemek gerekiyor. Tebliğ denilen kavramın temeli doğruluktur. Kendi aleyhimize olsa bile doğruları söylemek zorundayız.  Yoksa Allah, şahdamarımızı koparıverir. Buna da kimse engel olamaz.

“9 yaşındaki bir kızla evlenmek normaldir” diye bir söz düşünün. Bu söz rivayet olmasa da şimdilerde söylense mesela. Yahut 100 yıl önce. Hadi bin yıl önce söylenmiş olsun. Kısacası peygambere isnat edilmemiş bir söz olsun da ne zaman söylenirse söylensin.

Henüz ilkokula giden, kendi başına doğru dürüst karar alamayan, velisinin izni olmadan hiçbir iş yapamayan bir yaştaki çocukla evlenmeyi, hayatı birleştirmeyi, “eş olmayı” hangi sağlıklı beyin düşünebilir?

Hele hele çocuk yaştaki bu kızcağızlarla evlenmeyi, bir ayağı çukurda, kulakları duymadığından ötürü tercümansız anlaşamayacağınız ya da el kol işaretleriyle konuşabileceğiniz heriflerin istediğini düşündüğünüz vakit acaba ne hissederdiniz?

Ya da karşı mahalleli birinin böyle bir cürümü işlediğinde ortalığın toz dumandan geçilmeyeceğini de bilirdiniz değil mi? Bizim olsun çamurdan olsun zihniyeti. Biz nasıl olsa bir kılıfını buluruz. “Bizim arkamızda Allah” var durumları.

Böyle bir sapıklığı tıbben yumuşatılmış haliyle pedofili durumları meşru gösterebilecek hiçbir ilahi öğreti yoktur. Ancak ve ancak Allah’a veya O’nun elçilerine yamarsanız güya meşru olmuş oluyor. Cumartesi yasağının tıpkısının aynısı değil mi? Balıkçılar yine iş başında.

İşte geçmiş zamanlardaki kerameti kendinden menkul uçkur düşkünü adamların, sapıklıklarına kılıf bulmak için işi Allah’a ve peygamberine niye dayandırdıklarını şimdi daha iyi anlayabiliriz.

70-80 yaşındaki adamların 10-15 yaş arası çocuklarla evlendiklerine şahit olduğumuz zaman, hazırladıkları kılıfa da şahit oluyoruz. “Ne var canım, peygamberimiz de 9 yaşındaki bir kızla evlenmiş” ya da “bizim buralarda adettir” derler. Yani adam aslında saman altından diyor ki: “ne var bunda canım peygamber de benim gibi sapıktı” ya da “bizim buralarda herkes sapık” demeye getiriyor.

Tamam, yaptığım bu sapıklığın normal şartlarda herhangi bir savunması olamaz ama “peygamber de yaptı veya bizim buralarda herkes aynı” deniyor.

Bu, sapıklığın dinleştirilmiş ve örfileştirilmiş boyutu. Bu olaylar Türkiye’nin kanayan bir yarası. Kimisi bu eylemi din adına yapıyor, kimisi örf/adet adı altında yapıyor. Doğuda çok sık rastlanan bir olay. Hatta filmlere bile konu olan olaylar bunlar.

Normal şartlarda çirkin karşılanan bu dengesizlik bu hastalık, “dini nikâh” adı altında meşrulaştırılıyor. Dini nikâh olduğu zaman kimse bir şey demiyor, diyemiyor. Bu da işin ikinci acıklı olan durumu.

Yani 80 yaşındaki bir zat, 14 yaşındaki kızla nikâhsız bir ilişkiye girerse “sapık” olacak, nikâhlı bir ilişki olunca “damat” olacak. Görüyorsunuz bir nikâh nelere kadir. Sapık bir adamı damat yapabiliyor.

Evliliğin sadece cinsel ilişkiye indirgenmesi, “eşler birbirinin örtüsüdür” düsturunu sadece yatakta soğuktan korunmak ve cinsel tatmin maksatlı kullanılan bir şablon haline getirilmesi, bu tipte uçurumsal yaş farklarının din, örf, adet kisvesi adı altında meşrulaştırılmaya çalışılması ve bunda büyük ölçüde başarılı olunması çözülmesi bekleyen pedofilik sorunlar arasında yerini çoktan almıştır.

Şimdi buna benzer olaylara hiçbir atatapar zihniyet, “dinden değildir” diyemiyor. Çünkü onun din anlayışında bu olaylar sıradan olaylardır. Nikâh olsun yeter. Onlar nikâhsız olduğu için karşı çıkar. Nikâhlı olursa ev görmeyebile giderler.

İşte topluma din diye örf diye dayatılan sapkınca zihniyet budur. 18 yaşına gelmeden ehliyet bile alınamazken, bebeleri 3-4 tane bebe sahibi yapan bir zihniyet. Artık ana kız evcilik oynarlar.

Ekonomik gücünü kullanarak, yoksula fakire maddi yardım etmesi gerekirken, verdiği üç kuruşa fakirin fukaranın “etinden, sütünden ve derisinden” istifade etmek ancak ve ancak melek görünümlü iblislerin işidir.

Bu olayın hem dini hem de örfi olarak çözülmesi gerekiyor. 18 yaşına gelmeden kimseyi adam yurduna koymayan devlet, nasıl oluyor da bu tür korsan meşru evliliklere göz yumuyor.

14 yaşındaki erkek çocuklarını adam yerine koymayan din tüccarları, nasıl oluyor da 14 yaşındaki kızları “eş” durumundan dedeleri yaşındaki adamlarının yataklarına sokuyor?

Hala birileri bu tür sapıklıklara dini veya örfi kılıf bulmayı arayadursun. Böyle hastalıklı beyinlerin saman altından ürettikleri habis din anlayışı, habis örf anlayışı artık iyice ayyuka çıkmıştır. Yuvarlanan kartopu çığ olup tepemize düşmüştür.

Bu sapıklıkları kendileri yapınca mubah oluyor, başkaları yapınca günah oluyor. Kendileri nikahlı yapınca meşru, başkaları nikahsız yapınca gayri meşru. Al birini vur öbürüne.

Bu bakış açısı devletin fuhuşa bakışı gibidir. Ruhsatlı olunca genelev, ruhsatsız olunca fuhuş yuvası. Devlet nasıl ki genelevleri vergi levhasından ötürü meşru sayıyorsa, bu sapkınlar da nikâh durumundan ötürü meşru sayıyor. Uçkur durumuna göre hadis, uçkur durumuna göre vergi levhası. Zihniyet aynı eylem aynı. Tek fark dillendiriliş şekli.

Zamanın sözde büyük din adamları uçkuruna göre hadis uydurur, günümüzün sözde büyük adamları da kendi fantezilerini ekleyerek bu hadisleri piyasaya sürer. Millet de bunu din diye örf adet diye yalar yutar.

Peki, ne yapmalı? Her zaman dediğimiz gibi ilk önce şu hadis adı altında Allah’ın merhametli elçisine iftiralarla dolu külliyatları çöpe atmalı. Onların dinden olmadığını, sözde din baronlarının keyifleri gereğince uydurdukları bir takım uydurmalar olduğunu her ortamda dile getirmeli.

Örfi uygulamaların da önüne geçilmeli. Devlet 18 yaşından küçük kız ve erkeklere hiçbir şekilde evlilik izni vermemeli. İster nikâhlı olsun ister nikâhsız olsun bu tip işlere kesinlikle prim verilmemeli.

Milletin sapıklıklarını, cinsel fantezilerini, dinsel fantezilerini millete Allah’tanmış gibi sunmalarına mani olmalı.

Olamıyorsa da hayırlısı olmalı ne diyelim.

Lütfen bu yazdıklarımı okumadan önce iyice çalkalayınız. Yoksa suyu üste çıkıyor özü altta kalıyor. Sonra da yazdıklarımı cımbızlayarak işin suyunu çıkartıyorsunuz. Özü de bana kalıyor. Kendim çalıp kendim söylüyor pisikolojisine kapılıyorum. Bu da beni metabolikman dumura uğratıyor. Olmuyor böyle.

Bu sövgülerim din adına bir adım önde durduğunu ve kendisinin Allah’tan icazetli olduğunu sanan, Allah adına Allah’ın arı ve duru dinini tahrifata kalkan, seçilmişlerden değil kendi kendilerine atanmışlardan oluşan “din bürokratı” yığınından oluşan, yatak odalarından, fikir meyhanelerinden fetvalar savuran, üç cent’e (çıkar sembolüdür para cinsinden baz almayınız) uşaklık yapan, din tüccarlığı, din bezirganlığı ve borazancıbaşılığı yapan, her temiz suyun başını tutan, dini oyun ve eğlence aracı haline getiren, o değersiz ve sövülesi insan kılıklılara hitabendir.

Sizin ayak bastığınız yerde ot bitmez. Kaldı ki peşinizde sürüklenen kütleden erdemli ve ahlaklı birey bitsin. Sizin oturduğunuz yere iblis 3 gün oturmaz. Kaldı ki conferance’lerinizde, sohbet halkalarınızda oturanlardan bilinçli ve duyarlı bir nesil meydana gelsin. İblis mahlûku size şah damarınızdan daha yakın iken, insanları Allah’a davet ettiğinizi sanadurun, avunadurun.

Nefsinizden sadır olmuş iğreti ve ucube fikirleri insanlara “Bu Allah’tandır” diye tezgâhlarınızda sata durun. Kendi ellerinizle inşa ettiğiniz dine insanların tapmasını bekleyedurun. Size secde etmeyenlere “canı cehenneme” diye hayıflana durun.

Size bütün içtenliğim ve bütün kalbimle sövüyorum. Haksızlık etmemek namına hepinizi alfabetik sıraya sokup “A’nızdan başlayıp Z’nize kadar” tüm kalbimle sövüyorum. Eğer sizleri alfabetik sıraya sokmak zor gelirse “Zikirmatik” alıp, yoo hayır vazgeçtim. Zikirmatik gibi sol böğründe “zikir” ifadesi taşıyan bir aleti sizin gibi sağı solu belli olmayan omurgasızlara yapacağım bu kutlu eylemin anısına aracı edemem. Sizden daha çok davasına sadık olan Komünist Çinlilere “sövermatik” cihazı yaptırabilirim. Ama zor geleceğini sanmıyorum. Alfabetik dizebilirim sanırım.

Sizler hem kutsal gün ve gecelerde medya fareliği yaparak ekranlarda insanların duygularını kemirip karnınızı doyuracaksınız hem de sizin çığırtkanlığınıza, salyanıza, sümüğünüze katlananlara gecekondu tipi cennetler vaat edeceksiniz. Biz de bu kahrolası durumunuz karşısında sövmeyeceğim, elime mendil alıp sövülesi halinize ağlayacağım öyle mi?

Güya İslam’ı insanlara anlatmak için külliyatlar yazacaksınız. Bunlar olmadan din anlaşılmaz demeye getireceksiniz. Kapitalizmin çöplüğünden şapırdata şapırdata otlanacaksınız, (bir kitap kaç ekmek ediyor haberiniz var mı) bunun adına da ilahi din diyeceksiniz, ben de kurduğunuz bu düzene sövmeyeceğim de konu mankeni olacağım öyle mi?

Müslümanları Allah’ın ipine bağlıyoruz diyerek kendi kuyruklarınıza bağlayıp sürükleyeceksiniz, kuyruğunuza bağlanmayana cennet yüzü göstermeyeceksiniz, “Kurtuluş İslam’da” adı altında insanları “falancaya filancaya bağlayacaksınız”. Üç tane koyun koyun güdemezken sürü sürü insan güdeceksiniz. Bununla da kasıla kasıla ortalıkta dolaşacaksınız. Ben de bu durum karşısında sövmeyeceğim de dua edeceğim öyle mi?

Allah’ın yerdiği, ortadan kaldırmak için belge/bilgi yolladığı ne kadar pislik varsa, bu pislikleri modifiye edip, parlak parlak ambalajların içine koyup Müslümanlara pazarlayacaksınız, bu işten rant sağlayacaksınız, sonra millet size veli, alim, bilgin, mütedeyyin diyecek, ben de bunların birer düzmece olduğunu, gerçeğin bu olmadığını, hepinizin sahtekar olduğunu söyleyince kabahatli olacağım öyle mi?

Şimdi ben sizin gibi ululara sövüyorum ya? Ne zaman fetva verirsiniz “bu mel’un cehennemliktir” diye? O fetvanızı alır… ibreti alem için evimin duvarına asarım.

Doğrulara pislik kattığınızdan dolayı, tertemiz akan suyu bulandırdığınızdan dolayı sizler birer Samirisiniz ve de ……….siniz.

Sahibinin sesi modunda olduğunuzdan dolayı, ekmeğini yediğiniz zihniyetin fikirlerini insanlara din diye anlattığınızdan dolayı sizler birer belamsınız ve de …………siniz.

Allah’ın fetvaları bir tarafta iken, insanlara kendi fetvalarınızı, atalarınızın köhnemiş fikirlerini boca ettiğinizden dolayı sizler birer tağutsunuz ve de ………. …………sunuz.

Allah’ın dinini anlaşılmaz bir bilgi yumağı haline getirdiğinizden, dini zorlaştırıp anlamsızlaştırdığınızdan, mistikleştirdiğinizden ve de uygulanamaz hale getirdiğinizden ötürü sizler birer yahudisiniz ve de …………. …………….. …………siniz.

Kendinizi Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri sandığınızdan, din adamı olduğunuzu iddia ettiğinizden, dilediğinizi cennete, dilemediğinizi cehenneme postaladığınızdan, ruhbanlaştığınızdan, dini maddi manevi çıkar aracı haline getirdiğinizden ötürü sizler birer hristiyansınız ve de …………sınız.

Kutsal inek gibi salına salına ortalıkta dolaştığınızdan, her önünüze gelenin önünde eğildiğinden, gerisin geriye çekildiğinden, size duydukları saygının binde birini kendilerini yaratana duymadıklarından, siz de bu halden memnun memnun şehrin göbeğinde cirit attığınızdan dolayı sizler birer Budistsiniz ve de …………siniz.

(Lütfen yukarıdaki noktalı bölümlere uygun ve “aaa” “ooo” dedirten cinsten birer sözcük yazınız.)

Bu kutsal eylemi kitlelere ulaştıracağım. Ağababanız iblisin Hacc farizasında yediği taştan daha çok sövgü yiyeceksiniz. Her namazdan sonra yapılan bir eylem haline gelecek. Her gün üç kılan üç kere, beş kılan beş kere sövecek (Önemli hatırlatma! Namazlarını cem edenler en az 3 değil 5 kez sövmeli).

Arş-ı Âlâ bir yanda sizi deşifre eden Allah’a övgüyle inlerken, öbür yanda size edilen sövgü ile inleyecek. Ve gün gelecek bu sövgüler arasında kaybolup gideceksiniz. İnanmıyorsanız bekleyin durun. Ben de bekliyorum çünkü. Layık olduğunuz yerde istihap haddi küfürle dolan benekli yaratıklar gibi gezip duracaksınız. “İşte o sövülen tayfa bunlarmış” diye herkes sizi işaret edecek. (Yine önemli hatırlatma: Değerli okuyucu, işaret edebilecekler arasında olma ihtimaliniz hasebiyle sağ elinizin sol iki ve sağ iki parmağıyla işaret etmeyeceksiniz, geriye kalanla işaret edeceksiniz.)

Bu din tüccarlarının hormonlu tuzaklarının farkına varan herkesi toplu halde sövgüye çağırıyorum. Bunları her gördüğünüzde, isimlerini her duyduğunuzda sesinizi ne kısarak ne de bağırarak ortada bir yol tutturarak sövün. Yalnız sadece kendilerine sövün. Ne ilahlarına ne de yakınlarına. Sadece kendilerine.

Nasıl sövüleceği hakkında birbirinizle yardımlaşın. Sövgü kültürü oluşturun. Sövgü mitingleri, sövgü toplum kuruluşları, sövgü platformları, sövgü dernekleri filan. Kitlesel bir boyut kazansın. Tek başına nereye kadar sövülebilir ki? Birlikten kuvvet doğar.

Bundan böyle övgülerimiz Allah’a sövgülerimiz sizedir! Size olan sövgümüz, Allah’a olan övgümüzdendir.

Yettiniz gari, devir övgü zamanı değil sövgü zamanıdır. Hayda bre. ……… ……….. ………i.

Ezcümle kutlu eylemimiz ve de gazamız mübarek ola.

 

 

 

Her sorgulama bizi biraz daha birbirimize yakınlaştırmalı. Sorgulamalarımız bizi, toplumdan, eşten, dosttan ayırıyorsa problem vardır. İbrahim sorgulamalarında ve dahi sorgulamalarının sonuçlarında toplumuyla ayrışmamış aksine mücadele ederek yakınlaşmıştır. Toplumunun en zalimiyle bile karşılıklı çay içerek, kafasını çatlatırcasına fikir teatisinde bulunmuştur… (güneşi doğdurma muhabbeti) .

Tüm toplumu karşısına alarak, restleşmiştir Muhammed. “Gul ya eyyühel kafirun” bile derken, dedikleri şahısların kapı komşuları olduklarını unutmamak lazım.

Musa, toplumundan ve dahi Firavn’dan uzaklaşamamıştır. Aksine aynı ortamda yüz yüze dirsek temasıyla diyeceklerini demiştir. Ağacın gölgesinde otururken, çeşme başında nasıl da posta koymuştur denyolara. Bu kızların hoşuna gitmemiş midir? Gitmiştir. Hatta biri varmıştır bile Musa’ya.

Hele Lut. İtne bir toplumun göbeğinde yaşayan yüce insan. İtneler Lut’un kapısını dahi kibarca çalıp, loww kimdir misafirlerin ver bakayım onları bize diyebilecek kadar birbirlerine yakındır. İç içedir.

Ya asırlık çınar Nuh. Teknesini yaparken içine bindiremeyeceği nalburcudan almamış mıdır çiviyi keseri. Uzatmamış mıdır denizde boğulan eşşek herife elini? Kendisiyle taban tabana zıt fikirli karısıyla koyun koyuna yatmamış mıdır? Boşamış mıdır? Nayır.

Ya Meryem. Biz seni iyi bilirdik gııı, diyebilmesi için bir toplumun, tanıması gerekmez mi Meryem’i. Üçkâğıtçı bir toplumun içinde iyi olmak. Tanınmak, bilinmek. Ama içinde. Dışında değil.

Ya Yunus. Nasıl da kaçıvermişti toplumundan. Ben bu puştlarla baş edemiyorum diyerekten. Noldu. Bir sahilde dımdızlak buluverdi kendini. Nereye gidiyorsun? Nereye kaçıyorsun? … Dön bakayım toplumuna. Yok öyle kaçıp gitmek.

Hâsılı kelam, kimi örnek verirsek verelim, kimi örnek alırsak alalım, kendimizi ne toplumdan ne akrabalarımızdan ne eşten ne de dosttan hiçbir bahaneyle soyutlayamıyoruz. Soyutlamamalıyız da. Topluma rağmen toplumla içi çe. En güzeli bu. Tanıdıklarımızın iyi olmasını beklemememiz gerekiyor. Öyle de olmamalılar zaten. Olmasınlar da. Neyse o olsunlar.