‘İktibaslar’ Kategorisi için Arşiv

Yazılarımda evrenin yaşını, genel kabul olan 13,8 milyar yıl olarak almaktayım ama, içimden bu yaşın doğru olmadığını düşünüyorum. Evrenin yaşını tespit etmek için kullanılan en ciddi yöntem, Hubble sabiti ile tespit edilen yöntemdir. Eğer evren şu anda genişlemekte ise, birim zamandaki genişleme miktarını da bildiğimize göre, zamanda geriye giderek başlangıca ulaşabiliriz. Bu yöntem hem kozmik arka plan mikrodalga radyasyonuna, hem de günümüzdeki genişlemeye uygulanabilmektedir.

Kozmik arka plan mikrodalga radyasyonuna göre, evrenin megaparsek başına saniyede 67,5 km hızla genişlediğini görüyoruz. Bu genişleme hızı, evrenin 14,4 milyar yaşında olduğunu verir. Günümüzde ise, evrenin megaparsek başına saniyede 73,2 kilometrelik bir hızla genişlediğini ölçüyoruz. Bu da evrenin yaşının 13,4 milyar yıl olduğunu söyler. Çeşitli nedenlerle bu değerler 13,8 milyar yıl olarak kabul edilmiştir.

Bilim insanları o rakamı neden kabul ettiklerini şöyle açıklamaktadırlar: “Sahip olduğumuz tam veri paketi tarafından yönlendirildiğimiz için, evrenin 13,8 milyar yaşında olduğunu iddia edebiliyoruz. Daha hızlı genişleyen bir Evren, daha az maddeye ve daha fazla karanlık enerjiye ihtiyaç duyar ve Hubble sabitinin Evrenin yaşıyla çarpımı daha büyük bir değere sahip olacaktır. Daha yavaş genişleyen bir Evren, daha fazla madde ve daha az karanlık enerji gerektirir ve Hubble sabiti, Evrenin yaşıyla çarpıldığında daha küçük bir değer alır”[1] diye söylemektedirler. Bununla birlikte, “gözlemlerle tutarlı olması için, Evren %95’ten daha fazla bir güvenle 13,6 milyar yıldan daha genç ve 14 milyar yıldan daha eski olamaz” diye düşünmektedirler. Fakat bu düşünce evrenin kütle kaybını hesaba katmadığı için doğru olamaz. Onun için farklı yöntemler ile tespit yapan araştırmaları da değerlendirmeye alacağım.

Evrenin yaşı için yıldızların yaşını tespit ederek de bir fikir edinebiliriz. David Crookes tarafından 07 Mart 2022 tarihinde space.com[2] adresinde yayınlanan “Methuselah: Evrendeki en yaşlı yıldız” adlı makale epey ilginçtir. Makalede HD140283 veya daha çok bilinen adıyla Methuselah denilen yıldızın 16 milyar yaşında olduğu söylenmektedir. Evrenden büyük bir yaşa sahip yıldızın neden öyle gözüktüğü tartışılmış ve evrenin yaşı değil de yıldızın yaşının hatalı bulunduğu şeklinde bir sonuca varılmış. Onun için yapılan düzeltmelerden sonra yıldızın yaşı 14,27 milyar yıl olarak düzeltilmiş. Bu durumda da yıldız, yine evrenden büyük bir yaşa sahiptir. Fakat yanılma payıyla evrenin yaşı, ucu ucuna yıldızın yaşını kapsadığı için zorunlu bir kabul ile durum mübah kabul edilmiştir.

Evrenin yaşına başka bir bakış açısı ise, Özgen Ersan tarafından getirilmiş. Sayın Özgen Ersan’ın “Light kinematics to analyze space-time”[3] adlı makalesinde, Işık Koordinat Sistemi (yani LCS) adlı bir yöntemi kullanarak, evrenin yaşı için bulduğu 19,28 milyar ışık yılını da dikkatinize sunmak isterim. Pek gündem yapılmayan bu yöntem, ışık hızının sabit ve sonlu oluşunu esas alır. Büyük patlama ya da düzgün genişleme teorisine göre enerji patlaması sonrası oluşan madde topaklanmaları yarıçapı sürekli genişleyen küresel bir yüzey oluşturur; fakat bu yüzey üzerinde bulunan bir gözlemci “ışık hızının sınırlı olması sebebiyle” bu küresel yüzeyi, deforme asimetrik elipsoid (yani su damlası formu) olarak görmek durumundadır. Astronomik gözlem verileri bu görünen evren formuna aittir. Yani mutlak düzendeki küresel yüzey şekli, gözlemci tarafından damla formunda algılanacaktır. Evrenin 14, 16, 18, 20, 22,… milyar yaşları için bu geometrik form belirlendikten sonra astronomik veriler teorik olarak hesaplanabilir ve sonuçlar evrenin yaşına bağlı olarak diyagramlara işlenir. Grafiklerde gerçek gözlemsel veriler işlendiğinde evrenin yaşı bulunur. Bu yöntemle bulunan evrenin güncel yaşı 19,28 milyar yıldır.[4]

Şekil 1 Evrenin yaşını anlayabilmek için örnekler

Bu yöntemlerin hepsi, evrenin kütle kaybettiğini hesaba katmadığı için, sorunludur. Normalde evrenin hem genişlediğini hem de büzüştüğünü söylemiştim. Onun için Hubble sabiti doğru bir yaş tahmini yapamaz. Ancak LCS yöntemi de bu büzüşüp genişlemeyi hesaba katmaz. Buna rağmen daha doğru sonuç vereceğini düşünüyorum. Çünkü o evrenin geometrisini baz aldığı için, hata payı daha azdır.

Hubble sabitiyle yaş tahmininin sorununu anlatmaya çalışayım. 500 km mesafeye bir araçla gitmeye çalışalım. Eğer aracımız baştan sona Şekil 1 A’da olduğu gibi saatte 100 km sabit hızla giderse, yol 5 saat sürer. Fakat aracımız hızlanarak giderse yani B şıkkındaki hızlara uyarsa zaman 5,46 saat sürer. Eğer aracımız başta saatte 40 km hızla başlayıp sonra yüksek hızlara çıkarsa yani, C’deki hızlara uyarsa o zaman da süre 6,76 saat olur. Aracımız saatte 40 km hızdan başlayıp en sonda saatte 100 km hıza ulaşırsa yani D’deki duruma uyarsa, süre 7,92 saate ulaşır.

Şekildeki A durumu günümüzde ölçülen evrenin megaparsek başına saniyede 73,2 kilometrelik genişleme hızına karşılık gelir. Bu durumda evrenin yaşı 13,4 milyar yıl olur. Şekildeki B hızları ise yapılan düzeltmelerle kabul edilen 13,8 milyar yıllık evren yaşına denk gelir. C ve D şıkları evrenin kütle kaybetmeye başlaması durumuna karşılık gelir. Fakat benim tercihim D şıkkının doğru olma ihtimalinin daha yüksek olduğu yönündedir. O zaman 5 saatte geçilmesi gereken süre 7,92 saate çıkar.

İşte evrenin yaşını belirlemekte zorlanmamızın sebebi, sadece günümüzdeki gözlemlerle sınırlı kalmamızdır. Kozmik arka plan mikrodalga radyasyonuna göre de bir yaş bulabiliyoruz ama onu da ancak günümüzden bakarak ölçebiliyoruz.

Bilim insanları evrenin ilk yıllarındaki hızı hesaba katmazlar. Çünkü o dönemde farklı bir hızın olmasını gerektirecek bir durum yoktur. Oysa evren kütle kaybediyorsa, bu süreç şekil 2 D’deki duruma dönüşecektir. Oradaki, ilk 100 km’lik bölümdeki hızı kaçış hızı olarak ve son hızı ise günümüz Hubble sabitini oluşturan hız olarak düşünelim.

Büyük bir ihtimalle James Web teleskopu bu durumu ortaya çıkaracaktır. Alınan verilerin işlenmesi bitmediği halde, şimdiden ortalığı karıştırdı bile… Yanlış anlamayın, benim bahsettiğim “Büyük Patlama hiç olmamış!!! James Web’den gelen son bilimsel veriler öyle diyor…” gibi çarpıtılan şeyler değil. Benim bahsettiğim Kansas Üniversitesi’nden bir astrofizikçi olan Allison Kirkpatrick’ın sözünü ettiği şeylerdir. O, ilk verileri inceleyerek, Space.com bloğuna yazdığı makalesinde şöyle demektedir: “James Web’in bulduğu şeylerden biri, galaksilerin düşündüğümüzden daha büyük olduğu, bir başka şaşırtıcı şey ise, bu galaksilerin çok fazla yapıya sahip olması. Daha önce galaksilerin bu kadar düzgün olduğunu düşünmemiştik. Evren çok erken organize oldu.

Standart model, ilk gökadaların, küçük gaz bulutları ve yıldız kümelerinin bir araya gelerek daha büyük gökadaları oluşturmasını içeren hiyerarşik bir süreçle oluştuğunu söyler. Bu erken galaksilerin James Web teleskopunun gözlemlerinde beklenenden biraz daha gelişmiş görünmesi, mevcut galaksi büyümesi modellerini karıştıran ilgi çekici bir astrofizik bilmecedir.”[5]

Birileri bu sözleri kapsamı dışına çıkararak Büyük Patlamanın olmadığı gibi bir sonuç çıkarmış. Oysa görüldüğü gibi Büyük Patlamayı çürüten bir veri yok. Sadece evrenin ilk yıllarında tahmin edilenden daha büyük ve organize galaksilerin bulunması, sorun olarak lanse edilmektedir. Bu durum Büyük Patlamayı çürütmez. Başka bir açıklama durumu düzeltebilir. Örneğin; Büyük Patlamayı biraz daha geriye çekerseniz, her şey yerine oturmuş olur.

Şekil 2 Evrenin olası yaş grafiği

Ben ilk kitabım Dünya ve Ötesi’ni yazarken “Evrenin başlangıcında patlayan kara delik, belki birkaç milyar yıl canlı oluşumu için müsait olmadığından, madde miktarı çekilmeyecektir. Böylece evren büyümeye devam edecektir. Bir noktaya geldikten sonra ürün alınmaya başlayınca, evren genişlemeye çalışırken bir taraftan da madde miktarı eksildiğinden büzüşmeye çalışacak ve sadece uzaklaşma hızları göz önüne alındığında dünyanın evrenden yaşlı olduğu ortaya çıkabilecektir. Eğer iki etki beraberce incelenirse, evrenin yaşının 20 milyara yakın olması gerekir. Bu rakamın da 19–20 milyar aralığında ya da 19,4 milyar yıl olduğunu düşünüyorum” demiştim. Bu rakamı da tamamen sezgilerime dayanarak, içimden gelen bir rakam olarak söylemiştim. Onun için yukarda açıkladığım LCS yöntemiyle bulunan 19,28 milyar yıllık evren yaşına sıcak bakmaktayım. Ayrıca o kitabımda “Hubble sabiti bize evrenden madde çekilmesinin başladığı zamanı gösteriyor olabilir” demiştim. Bugün de aynı düşünüyorum.

Bugün astronomi gök cisimlerinin uzaklığını bulmak için, onların kırmızıya kaymasını kullanır. Evrenin ilk oluşum sırasındaki kaçış hızı, kırmızıya kaymayı oluştursa da asıl kırmızıya kayma, kütle kaybı ile gerçekleşir ve bu süreç hızlanarak devam eder.

Kütle kaybıyla kırmızıya kaymanın ne ilgisi var diyebilirsiniz. Süreci anlayabilmek için daha önce bahsettiğimiz “birim sicim” kavramına bakmamız gerekir. Evren hakkında her şey” adlı makalede birim sicim kavramını tanımlamıştık. Bu kavramın günümüzdeki fotonlara karşılık geldiğini söylemiştik. Aynı zamanda, zaman geçtikçe birim sicimin de küçüldüğünü daha doğrusu büzüştüğünü de söylemiştik. Diyelim ki foton ilk yola çıktığında 10 birim değerinde olsun. Yolda gelirken bu rakam sürekli küçülmektedir. Bize ulaştığında 5 birim değerine düşmüş olsun. Biz onun yolda gelirken küçüldüğünü anlayamayız. Bizde foton gibi, tüm sistemimizle büzüşüyoruz. Başta iki gök cismi arasına sığan x kadar foton olabilirken, sonda bu rakam 2x kadar olacaktır. Oysa bizim gördüğümüz şey, fotonun yola çıktığı gök cismi ile aramızdaki mesafenin iki kat uzadığı olacaktır. Hatta buna kaçış hızı da eklenecektir. Artık bir fotonun yerini doldurmak için, 2 foton gerekir. Fotonun sayısı değişemeyeceğine göre, fotonun periyotu uzayacaktır. Bu da bize kırmızıya kayma olarak yansıyacaktır.

Evrenin sürekli kütle kaybetmesi, bütün galaksilerin bizden uzağa gitmesini yani hepsinin kırmızıya kaymasını gerekli kılar. Fakat eğer gök cismi kütle kaybının oluşturduğu kırmızıya kaymayı yenecek hızda, bize doğru yaklaşıyorsa, o cisim maviye kayacaktır. Buna ender örneklerden biri, Andromeda galaksisidir.

Evren için şöyle bir senaryo düşünmekteyim. Evren hakkında her şey adlı makalede yazdığım gibi, evrenimiz bir üst evrende olan karadeliğin arkasındaki evrendir. Karadelik üst evrende yuttuğu maddeleri, arkasındaki akdelikten, içinde bulunduğumuz evrene püskürtür. Fakat bu püskürtmenin hızı günümüzdeki hızların çok daha altında bir hızdır. Akdelik çok küçük ve çok sıcaktır. Bugün ölçtüğümüz Kozmik arka plan mikrodalga radyasyonu, ak deliğin sıcaklığının günümüze yansımasıdır. İlk maddenin içinde bulunduğumuz evrende görünmesi, şişme oluşturur. Şişme, maddenin meydana getirdiği kütleçekim alanının oluşturduğu uzaydır. Aynı makalede boşluğun, tıpkı manyetik alan benzeri, bir kütleçekim alanı olduğunu söylemiştik. Şişmeyle oluşan evren büyüklüğü günümüzdeki evrenin boyutlarına yakın olması muhtemeldir. Ayrıca madde dediğim şey de, sicimlerdir. Karadelik yuttuğu maddeleri en küçük parçasına kadar parçalayarak dışarı atar. Onun için oraya düşen her şey sicimlerine kadar ayrışır.

Sicim oluşumundan sonraki süreç, Büyük Patlama sürecindeki sicimlerin birbirinden ayrıldıktan sonraki süreci taklit eder. Orada sicim ve anti sicimlerin buluşarak patlamaları, kaçış hızını daha fazla yapması mümkündür. Onun için alt evrendeki kaçış hızı çok daha az olmalıdır.

Fakat bu mantıkta, şöyle bir sorun var. Eğer evren 20 milyar yıl yaşındaysa, ortalık, yaşı 14 milyar yıldan daha çok olan birçok gök cismiyle dolu olmalı. Gerçi Hubble teleskopu bu konuda yetersiz kalacaktır ama James Webb olayı çözmelidir. Benim beklentim, James webb teleskopunun iki önemli olayı çözeceği yönündedir. Bunlardan biri; bu makale konusu olan evrenin yaşı konusudur. Diğeri ise evrenin büyüklüğünün bulunmasıdır. Evrenin büyüklüğü derken neyi kastettiğimi merak edenler Evrenin büyüklüğü hakkında bir fikir jimnastiği” adlı makaleden okuyabilirler.

 

 

[1] https://bigthink.com/starts-with-a-bang/this-is-how-astronomers-know-the-age-of-the-universe-and-you-can-too/

[2] https://www.space.com/how-can-a-star-be-older-than-the-universe.html

[3] https://www.researchgate.net/profile/Oezgen-Ersan

[4] https://en.wikipedia.org/wiki/HD_140283

[5] https://www.space.com/james-webb-space-telescope-science-denial

Diğer makalelerimde, özgür irade konusunda bir şeyler söyledim ama bu makalede hem bilim hem de dinler açısından daha detaylı bir inceleme yapmak istiyorum. Önce bilim açısından bakalım.

Bilim insanlarına sorarsanız, size direk olarak “Özgür irade yoktur” derler. Yapılan pek çok araştırma, sinirbilimi camiasında, özgür iradenin bir illüzyondan başka bir şey olmadığı tartışmalarına sebep oldu. Bu yaklaşıma göre, eylemlerimiz çoğunlukla bilinçaltından belirleniyor. Niyetlerimizin bilinçli olarak farkında olduğumuzda, seçimlerimize dair genellikle makul açıklamalar geliştirebiliriz, fakat bu durum tamamen geçmişe yöneliktir. Beyin aktivitemize karşı gelerek kararlar alan “hayalet bir mekanizma” söz konusu değilse ve beyin aktivitemizin bir sonucuysak, peki, bu nasıl mümkün olabilir?

Buradaki önemli soru, beyin aktivitemizin sonucu muyuz? Eğer linkini verdiğim videoyu izlerseniz[1] insanın bir konuda karar vermeden 6 saniye önce, beyninin karar verdiğini göreceksiniz. Bu durumu açıklamak oldukça zor. Deneyde parmağıyla düğmeye basmadan, beyninde 6 saniye önce karar verilmiş. Bu erken kararı veren kim ya da ne? Deneyi yapan, daha karar vermeden önce, hangi parmağını kullanacağını söyleyebiliyor.

Buna benzer başka bir deneyde katılımcılardan, dönen kadranı ile bir saati izlemelerini ve ara sıra ve rastgele olarak kollarını bir biçime sokmaları istendi. (Sonraki deneyler bir butona basma ve diğer benzer hareketlerle sürdürüldü.) Daha sonra katılımcılardan kollarını hareket ettirmeye karar verdiklerinde, saat kadranının nerede olduğunu belirlemeleri istendi. Bütün bunlar sürerken araştırmacılar katılımcıların beyin aktivitelerini elektroansefalografi ile görüntüledi.

Katılımcıların kollarını “istedikleri” bir biçime sokmalarına dair hareket ettirmeye karar verdikleri anın, aslında bu hareketi gerçekleştirdikleri andan yaklaşık 200 milisaniye önce olduğu bulgusuna ulaşıldı. Şaşırtıcı bir biçimde, beynin motor bölgelerindeki elektriksel aktivite, hareketten 550 milisaniye önce yükselmeye başlıyordu, – yani hareket ettirmeye dair bilinçli karardan yaklaşık 350 milisaniye önce. Anlaşılan “Beyin bizim için bir karar hazırlıyor, sonra biz bunu bilincimize çıkarırken, zarlar zaten atılmış oluyor.[2]” Bu durumlar özgür irade konusuna ciddi bir sekte vurdu.

Fakat burada benim bir itirazım var. İnsanı beden olarak görmenin getirdiği açmaz olduğunu düşünüyorum. Yani karar veren şeyin, et beyin değil de ruh olduğunu ve et beynin sadece bir aktarıcı olduğunu kabul ettiğimizde, sorun nispeten çözülür. Et beynin yavaş çalıştığını ve bu yavaşlığın çözümü için, kararların önceden devreye alındığını düşünmeliyiz. Tabii burada ruh ve beden arasındaki zaman durumunu da değerlendirmek gerekir. Ruhun, zamanı istediği gibi kullandığını düşünmek durumundayız.

Zaman konusunda “Zamanın yapısı[3] adlı makaleden durumu anlamaya çalışmalısınız. O makaleden ruh ile beden ortamlarından zamanın farklı hızda aktığını anlayabilirsiniz. Yani bin yıla bir günlük bir zaman farkı söz konusu.

Ayrıca, “Kuran’da İblis ve Şeytan, neyi temsil eder?” adlı makalede, ruhun değil de bir kopyasının dünyaya gönderildiğini anlatmaya çalıştım. Bu kopyaya Kur’an İblis demektedir. Daha önce de bu yapıyı açıklamaya çalışırken, bir cd olarak tanımlamıştık. İşte o aracı beden, insanın beyin nöronlarıyla iletişime geçer.

Neden ruhun kendisi bu işi direk yapmaz. Sanırım bunun nedeni tekâmüle gönderilecek ruhun, tüm yetenekleriyle dünyaya gelmesi istenmediğindendir. Yani bir bebeğe bakın. Bebek zekidir ama bilgi olarak sıfırdır. Oysa ruh, o güne kadar öğrendiği her şeyi bilir. Onun için bir ruhun bilinç seviyesi olarak bir kopyası çıkarılır ve tekâmüle gönderilir. Hafızası boş olur. Böylece dünyaya gelen bebek, öğrenerek yeni deneyimler yaşar. Ölünce, doldurduğu cd öncekilerle birleştirilir.

İblisimizde tıpkı ruh gibi, enerji kökenli bir şeydir. Onun için o da astral düzeyden aşağı inemez. Yani İblis astral düzeyden beynimize bağlanır. Bunu nasıl yaptığını bilmiyorum ama bu işin bir kuantum durumu olduğunu sanıyorum.

Zamanın yapısı” adlı makalede astral düzey ile görünen evren arasında 1 güne 1 yıl gibi bir zaman farkı olduğunu okumuşsunuzdur. Oradan, dünyada 80 yıl yaşayan birinin astral düzeyde 115 dakikalık bir rüya gördüğünü söyleyebilirim. Yani dünyadaki 80 yıla karşılık, astral düzeyde yaşayan İblis için 115 dakika geçmiş demektir. Demek ki yukardaki deneylerdeki durum yaşanabildiğine göre. İblis, vücudun tepki verebilmesi için, dürtüyü önceden gönderebilir. Ve biz, olayın gerçekleştiği anı hatırlıyor oluruz. Elbette bu benim açıklamam ve beni de çok memnun etmedi. Fakat benim için önemli olan konu, karar verilmiş olmasıdır. Çünkü bu kararın da bizim tarafımızdan verildiği kesin. Ne zaman verildiği konusu ikinci planda kalır.

Özgür irade konusunu açıklayabilmek için paralel evrenlerin de anlaşılması gerekir. Benim düşüncelerim ile bilim arasındaki en önemli fark, bu durumdur. Paralel evrenler konusunu devreye sokmayınca, “özgür irade yoktur” demek kolaydır.

Her madde, bir olasılık dalgasıdır. Olasılık dalgasının genel hali evrenimizdeki tüm maddeyi temsil eder. Genel olasılık dalgasının en genel hali astral düzeydedir. Görünen evren ise, o olasılık dalgasının bir kısmının çökmüş halidir. İşte paralel evrenler bu durumda devreye girer.

Şekil 1 Olasılık dalgası durumları

Paralel evrenler, genel olasılık dalgasının farklı çökme durumlarına denk gelir. Genel bir olasılık dalgası, her bir parçacığın bulunması muhtemel olan konumlarına işaret eden, birçok sivri yapıya sahip dalgaların birleşimidir. Durumu daha iyi anlamak için, şekil 1 a’ya bakmak gerekir. Şekildeki dalgalı yüzey, olasılık dalgasının genel halidir. Olasılık dalgasının yüzeyi, onu oluşturan dikey çizgilerin tepelerindeki plâtodan oluşur. Şekil 1 b’deki olasılık dalgası tek bir parçacığa ait dalgadır ve çöktüğünde en büyük olasılıkla c’deki gibi en yüksek noktasına çökmesini bekleriz. (İlle en yüksek tepeye çökmez ama, olasılık olarak en güçlü olasılıktır.) İşte astral düzey bütün parçacıkların olasılık dalgalarının toplamından oluşur. Şekildeki plâto onların toplamıdır.

Sayın Greene, Schrödinger’in kuantum denkleminden, görünen evrenin oluşumunu anlatabilmek için, şu örneği kullanmıştı: Sahnede dans eden bir dans topluluğunun bütün elemanları, bir sahne gösterisi sırasında, aynı anda yere çömelirken, içlerinden birinin yanlışlıkla çömelmeyi unutup ayakta kalması, gibi bir durum yaşandığını söylemektedir. Schrödinger’in kuantum denkleminde çöken kısım (yani çökmeyi unutan dansçı) görünen evreni oluşturur. Bizim evrenimizde çöken oyunculardan biri, paralel evrenlerden birinde ayakta kalan kişi olacaktır. Böylece her paralel evrende başka bir dansçı çökmemiş olacaktır ama, bu dansçıların hepsi aynı gurubun elemanlarıdır. Yani tek bir denklemin çeşitli görünümleri olacaklardır. İşte “paralel evrenlerde eşizlerimiz var olmalıdır” düşüncesi bu durumdan beslenir.

Şimdi eşiz kavramının ne anlama geldiğini inceleyelim. Doğu dinlerindeki ruh eşi kavramına bakacağız. Sanırım orada, ruh eşiyle ruh ikizini aynı anlamda alırlar ama, onlar ayrı varlıklardır. Ruh ikizi, bizim dolanık parçacığımızdır. Tam olarak bizim diğer yarımızdır. Ruh eşi ise, ikiz ruhtan sonra, bize en yakın olan ruhlardır. Bu ruhlar birden fazladır. Bu durumu anlayabilmek için, çam ormanının ortasında bir ağaç olduğunuzu düşünün. Size en yakın birkaç ağaç, sizin ruh eşinizdir. Yani çevrenizdeki ilk halka ruh eşidir ama, ikinci halka biraz daha uzak ruh eşidir. Halka büyüdükçe ruh eşleri size daha az benzer. Ormanın en ucundaki de sizin ruh eşinizdir ama, size hiç benzemez. Onun için ruh eşi dediğimizde, bize en yakın olanları kastedeceğiz. Sayın Greene’in dediği, yanımızda çöken kişi yani en yakın ağaç, bizim ruh eşimizdir.

Paralel evren, bizim madde yapımızı belirler. Ruh ile beden farklı yapılardır. Madde bedenimizin ruh eşleri diğer paralel evrenlerdedir. Ruh ikizimiz ise, ikiz evrendedir. Önemli olan bedenimizin ruh eşi ve ruh ikizi değil, ruhumuzun ruh eşleri ve ruh ikizidir. Biz ruh eşi ve ruh ikizi dediğimizde ruhumuzun eşizlerinden bahsettiğimizi bileceğiz. Ruh eşi ve ruh ikizi aynı zamanda bedenlenebilir.

Ruh ikizi ve ruh eşi kavramlarını daha iyi anlamak için, MS 2150 kitabını okumanızı öneririm. Orada, jon Leik’e “ikiz ruhlarından biri olan Lea’nin zihin yapısı seninkiyle aynıdır; ikinizle ilgili her şey hem senin hem onun zihnine kaydolur”[4] deniyor. Bu anlatımdaki hata, birden fazla ikiz ruh varmış gibi… oysa tek ikiz ruhu olabilir. Oda, bizim dolanık parçacığımızdır, ikincisi yoktur. Fakat “ikinizle ilgili her şey hem senin hem onun zihnine kaydolur” sözü, harika ötesi bir anlatım. Ben ikizimizle paralel yaşandığını ve her şey için, aynı kararı verdiğimizi düşünüyordum ama, buradaki anlatım çok daha ileri ve daha doğru. Tek hafızanın olması, durumu çok daha iyi tanımlar. Her yaşantıda ayrı ayrı cd doldurulur ama, aynı bilgiler ile dönüş yapılmayabilir. Onun için, ikisinin cd’leri tek bir hard diskte birleştirilir. Böylece farklı yaşansa bile, aynı tekâmül süreci yaşanır. Her bedenlenmede bilinçaltı aynı olur. Onun için de verecekleri her karar paraleldir. Ayrıca kitap, ikiz ruhların beraber çok az bedenlendiklerini söylüyor ama, belki de hiç bedenlenmezler.

Kitapta bir de eşruh tanımı var. İkiz ruhundan sonra, kişiye en uyumlu olana eşruh deniyor. Ve onlar ruhun titreşiminden tanınabiliyor. Ormanda çevrenizdeki ağaç örneğinden anlayabilirsiniz. Olasılık dalgası da bir frekansa sahiptir. Size en yakın frekans, en yakınınızda olanlarda olur. Kitaba göre, on bin kişilik bir gurupta, 11 tane ruh eşi olabilir[5] denmektedir. Ruh eşleri aynı dönemde bedenlenebilir ama kötülük dönemini yaşadığımız için, çok az olmalıdır.

Bu konuların özgür iradeyle ne ilgisinin olduğunu sorabilirsiniz. Şimdi o konuya bakalım.

Schrödinger’in kuantum denkleminden, sayısız paralel evren oluştuğunu ve hepsinde bize yakın ya da uzak eşizlerimizin olduğunu anladık.

Bir olay üzerinden özgür iradeyi anlatmaya çalışayım.

Diyelim ki! bir araba aldınız ve yaralanmadığınız bir kaza yaptınız. Kaza sonrası pek çok alternatiften birini seçeceksiniz. Alternatiflerden birkaçı şöyle olsun.

Arabayı yaptırıp hayatınıza kaldığınız yerden devam ediyorsunuz.

Kazalı arabayı yaptırmadan satıp, yeni bir araba alıp devam ediyorsunuz.

Kazalı arabayı yaptırıp satıp, yeni araba almadan devam ediyorsunuz… gibi. İsteyen şıkları çoğaltabilir.

Siz bu alternatiflerden birini seçip uygularsınız. Bu durumda diğer alternatifler kimse tarafından uygulanmaz mı? İşte paralel evrenler burada devreye girer. Aynı durum paralel evrendeki eşizlerinizin de başına gelir ve onlar diğer şıkları tercih eder. Elbette sizinle aynı tercihi yapan birileri de olacaktır. Fakat sayısız paralel evrenlerdeki eşizleriniz evrende olabilecek tüm olasılıkları tercih eder. Siz ve eşizlerinize tercihleri yaptıran şey, o zamana kadar ulaştığınız bilgilerinizdir. Yani benim yakın ve uzak hafıza[6] diye tanımladığım yerlerdeki bilgileri kullanan bilinçaltı, sizin ve eşizlerinizin kararını şekillendirir. Burada şöyle bir durum ortaya çıkıyor. Bizim hafızalarımızdaki bilgileri bilen bizden daha üst biri, bizim ne karar vereceğimizi hesaplayabilir. Bu pek de özgür irade sayılmaz ama sonuçta hesaplanabilir olsa da bizim kararımızdır.

Diyelim ki kaza sonrası uçuk bir alternatif durum olsa ne olur? Örneğin; kaza yaptıktan sonra aracı bırakıp gidin ve bir daha ilgilenmeyin. Bu durum da ne olacak? Hani eşizlerinizin ormandaki ağaçlar gibi size yakın ve uzak olduğunu söylemiştik ya! İşte uzak olan eşizlerinizden en az biri, o tercihi yapacaktır. Yani evrende var olan alternatif durumların hepsi, birileri tarafından tercih edilecektir. Çünkü evren blok evrendir ve tüm alternatifleriyle evren bir bütündür.

Bu evren dışında bir tercih yapılamaz. Çünkü öyle bir alternatif yoktur. İnsan doğa kanunları dışına çıksa bile, blok evren dışına çıkamaz. Ben, blok evren dışına örnek verebileceğim, bir hayal gücü bile oluşturamıyorum.

Anlamayanlar için, blok evren ve özgür irade durumunu, başka bir örnekle açıklayayım. Geçmişte oğluma aldığım bir kitap vardı. Kitap bir yere geldiğinde bir soru soruyor. Verdiğiniz cevaba göre sizi yönlendiriyor. Örneğin “Ahmet eve gitsin diyorsan, 60.sayfaya git, okula gitsin diyorsan 80.sayfaya git” gibi… Sizin yaptığınız tercihe göre senaryo değişiyor ve macera farklı bitiyor. İşte o kitap blok evren. Özgür irade ise hangi sayfaya gideceğinizin tercihi. Fakat siz neyi tercih ederseniz edin, bütün hikâye elinizde tuttuğunuz kitabın içinde.

İnsanların başına gelen olaylar planlanıyor. Örneğimize uyarlarsak kaza yapmak bizim tasarrufumuzda değil demektir. Kaza yapmamız sağlanmış ama, sonrasındaki seçim bize bırakılmış. İşte özgürlüğümüz o kadar. Buradan baktığımızda tüm paralel evrenler, paralel olayları yaşar demektir. Tamamen aynı şeyler yaşanmasa da özdeş olaylar yaşanır. Örneğimizde yaşanan kaza, sayısını bilemiyorum ama, pek çok paralel evrende organize edilir. Bunların aynı zamanda olması gerekmez. Sanırım olaylar, blok evren içindeki her alternatifin gerçekleşebilmesi için, organize edilir. Yani önemli olaylar, insanların insafına bırakılmadan başlarına getirilir.

Burada İslam’da ki külli ve cüzi irade kavramlarını görüyoruz. Külli iradeye müdahale edemiyoruz ama, cüzi irade bizim tasarrufumuzda. Bu açıdan bakınca, birinci ve 2.dünya savaşları gibi olaylar külli iradeye girdiği için, engellenemez olay sayılırlar. Ayrıca bu olayların pek çok paralel evrende de gerçekleştirildiğini sanıyorum. Belki de tüm paralel evrenlerde. Yukarıda örneğini verdiğimiz kazalar gibi olaylar ise, daha az bir kesimde olmuş olabilir. Zor anlaşılacak ve bizim kapasitemizi çok aşan bir durum. Sanırım bu senaryolar Brahatma tarafından organize edilir ve Yüce konseye uygulattırılır.

Öncelikle bu kavramları “Agarta’nın Misyonu” adlı makaleden okumalısınız. Yüce konsey, benim Süper İnsan dönemi dediğim insanların ulularından oluşur. Onlar Brahatma denen üst yönetimin direktifleri doğrultusunda olayları idare ederler. Brahatma en üst yönetimdir. Onun üstü Kaynaktır. Kaynak programı oluşturdu ve içine karışmaz. Brahatma tüm paralel evrenler dâhil, tekâmül eden ruhlardan oluşur. Yüce konsey de aynı şekilde, her paralel evrendeki insan döneminden tekâmül eden ruhlardan oluşur ama, onlar süper insan dönemini yaşamak için, tekrar bedenlenirler. Ve bu işi, her gurup kendi gezegeninde yapar. Bedensiz döneme geçilince, artık bedenlenilmeyeceği için, tümü aynı ortamda olur. Kuantum evren tekdir ama, görünen evrenin paralelleri sayısızdır.

Kısacası kısmi özgür irademiz var ama, kimileri hesaplanabilir bu iradeyi özgür kabul etmeyebilir. Ben durumu şu şekilde yorumluyorum. Evet bize çok fazla müdahale ediyorlar, evet irademiz hesaplanabilir ama, yine de bize ait olan bir şeyler var ki, sürekli bilinç geliştirebiliyoruz. Özgür karar alma yetimiz olmasaydı, bilinç geliştiremezdik. Sadece bu durum bile, beni ikna etmeye yetiyor.

Yaşadığım bazı ilginç olaylar yüzünden bize ne kadar etki edebildiklerini anladım. İki kere araba kullanırken uyudum ve biri beni dürterek uyandırdı. Bu dürtme de irkilerek uyandım ve beni kim dürttü diye baktım ama, arabada yalnızdım. “Sana öyle geldi” diyebilirsiniz ama inanın gerçekten beni dürttüler. İster cin deyin ister peri… biri beni dürttü. Günümüzde bundan çok daha ilerisini yaşayan insanlar oluyor ama kimseye inandıramıyor. Çünkü bu tür fenomenler kişiye özgüdür. Başkası için değil kendisi için yaşattırılır. O dönemler ben bu durumu “eceli insanı korur” diyerek ölüm zamanımın gelmediği için, olması gerektiğine bağlamıştım. Ecelim geldiğinde de bir daha dürtülmem ve öylece giderim diye düşünüyordum.

Dürtmelerden çok ileri bir durum daha yaşamasaydım, dürtmeleri de gündem yapmazdım. Köyde evimin üst katını ahşapla kaplıyorum. Bunun için bir masa tezgahında kalas gibi şeyler hazırlıyorum. Tam işimi bitirmek üzereyken, eğilip masanın altına baktım ve kendi kendime “masanın altına el sokulmaz diye düşündüm”. Çünkü elektrikli testerenin alttan hiçbir koruyucusu yok. Elini sokarsan hızarın dişleri paramparça eder. Ben bunu düşündüm ve doğruldum. Doğrulur doğrulmaz elimi masanın altına soktum ve hızar orta parmağımın tırnağını parçaladı. Ne olduğunu anlamadım. Ben oraya el sokulmaması gerekir diye düşünürken, elimi oraya nasıl sokmuşum bilmiyorum. O zaman, isterlerse bizi kukla gibi kumanda edebileceklerini anladım. Fakat herkes aynı durumda mıdır, bilmiyorum. Bu olay bana rehber ruhum tarafından yaptırılmıştır. Sanırım, benim bu durumu öğrenmem gerekiyordu.

 

[1] https://www.dailymotion.com/video/xv558u

[2] https://bilimfili.com/ozgur-irade-bir-yanilsama-mi

[3] https://mehmetselvi.wordpress.com/2020/08/30/zamanin-yapisi-seyfullah-demir/

[4] MS 2150 Sayfa 16

[5] MS 2150 Sayfa 226

[6] https://mehmetselvi.wordpress.com/2016/10/21/bilinc-hafiza-ve-bilincalti-nedir-nerededir-seyfullah-demir/

Bu konuyu, bilimsel kaynaklar yanında, çok farklı kaynaklardan da inceleyeceğiz. Bilimsel kaynakların, zamanda geriye gidilebileceği ama, ileri gidilemeyeceğini söylediğini biliyoruz. Gerçi biraz ütopik olmakla birlikte, takyon denilen parçacıkların keşfedilmesi durumunda, ileriye doğru da yolculuk yapılmasının mümkün olacağı anlaşılmaktadır. Şimdilik, ışıktan hızlı olduğu hesaplanan takyonların varlığına dair en ufak bir veri bulunamamıştır. Fakat varlıkları fiziksel formüllerde öngörülmektedir. Bu durum bize açık bir kapı bırakır. Eğer gelecekte bu takyonlar keşfedilmişse, zaman yolculuğunun da önü açılmış demektir.

O zaman, bizim aramamız gereken şey, gelecekten gelmiş biri veya geleceğe ait olması muhtemel, bir eşyanın varlığı olmalıdır. Gelecekten geldiğini iddia ettikleri, pek çok kişi olmuştur. Fakat o kişilerin hemen hepsi fos çıktı. Daha bu yılın başında gelen kişi “11 Mart’ta bir insanın şempanzeden çocuğu olacak. Doğan melez çocuk konuşabilecek ve iki türün özelliklerini barındıracak” dedi. Bu zamana kadar öyle bir olay duymadım. Bunun gibi pek çok olay olmasına rağmen hiçbirinin doğru olamayacağını düşünüyorum.

Eğer gerçekten gelecekten gelen varsa, ortalığa çıkıp ben gelecekten geldim diye yaygara yapmamalı. Gelecekten haber veren, zaten o haberle geleceğe etki etmiş olacaktır. Böylece o kişi geri gittiğinde geleceği bıraktığı gibi bulamayabilir. Hiç kimse öyle bir risk almaz. Şöyle düşünelim; geçmişe gidip Hitler’i öldürerek, dünya savaşının çıkmasını engelleyelim. Geri geldiğimizde, kesinlikle dünya eskisi gibi olmayacaktır. Belki de sizin dedeniz ya da babanız değişen şartlar içinde ölecek ve siz hiç doğmamış olacaksınız. Ya da dünya savaşı başka bir sebeple çıkıp, ülkenizin tamamen ortadan kalkması söz konusu olabilir. Ya da geri geldiğinizde bakıyorsunuz ki! Ruslar hiç uzaya çıkmamış; Amerika hiç aya gitmemiş. Tarihin akışı tamamen değişmiş.

Bu ve buna benzer sebeplerle zaman yolculuğu yapanlar bile, olaylara etki etmemelidirler. Fakat tarihteki önemli olaylar anında orada olmak ve seyretmek isteyebilirler. Benim öyle imkânım olsaydı, Peygamberler, Einstein ve Atatürk gibi tarihte iz bırakmış bazı kişileri uzaktan seyretmek isterdim.

Benim en önemsediğim zamanda yolculuğa delil, Yunanistan’da bulunan Antikitera mekanizmasıdır. O mekanizma MÖ 150-90 yılları aralığına ait olduğu sanılmaktadır. Öncelikle o aletin ne işe yaradığını Bilim Teknik dergisinden okuyalım. “Yapısını ve işleyişini, değişik alanlardan birçok bilim insanının ortak bir çabayla çözdüğü makinenin, tahta bir kutunun içinde çalıştığı düşünülüyor. Bronz çarklardan ve göstergelerden oluşan makinenin bütün parçaları 2 mm kalınlığındaki tek bir levhadan kesilmiş; hiçbir parçası dökme değil ya da başka bir metalden oluşmuyor. Çok zarif bir çark sistemiyle donatılmış makinenin, klasik bir saatten çok daha karmaşık bir yapısı var. Ön yüzünde dairesel bir gösterge, Yunan burçlar kuşağı ve Mısır takvimi bulunuyor. Arka yüzünde de dairesel iki gösterge var. Bunlar Ay’ın evrelerini ve tutulma örüntülerini gösteriyor. Makine, yan yüzlerinin birinden çıkan bir kolun çevrilmesiyle çalıştırılıyor. Antik bilgisayarın Güneş’in ve Ay’ın konumlarını -hatta Ay’ın elips yörüngesinden kaynaklanan hızlanmasını- hesaplamada, Güneş ve Ay tutulmalarını belirlemede kullanıldığı anlaşılmış durumda. (Makineye bir tarih giriliyor, kol çevriliyor ve makine o tarihte Güneş’in, Ay’ın ve gezegenlerin gökyüzündeki konumlarını veriyor.)” Bilim ve Teknik, sayı 495, Şubat / 2009

Antikitera mekanizmasının kimin ne işine yaradığı belli değil. Tarım yapan insanların ekim zamanını bulmak için kullanıldığı gibi saçma bir argüman öne sürülmüş. Oysa herkes güneşe bakarak hangi ürünü ne zaman ekeceğini rahatlıkla anlayabilir. Onun için kimse öyle bir cihaza ihtiyaç hissetmez. Her yörenin kendine özgü, zaman belirleme şartları vardır. Benim çocukluğumda köyümüzde karların erimesiyle bellemeler başlardı. İmece usulü yapılan bellemelerden hemen sonra, havalar müsaade ederse vol vurma dediğimiz, belleme sonrası tarlanın düzeltilmesi işlemi yapılırdı. Eğer belleme sonrası tekrar kar yağarsa, tarla yumuşamış olacağından, tercih edilen bir durumdu. Fakat kar yağmasa da o işlem yapılırdı. Süreç tarihe bakılarak değil, daha çok hava şartlarına bakılarak gerçekleştirilirdi. Kimse zamanın hassas olduğunu, ekimin gününe gün olarak yapılacağını düşünmezdi. Bazen geç kalınır, bazen de erken ekim yapılabilirdi. Üstelik bu makine ayın hızlanma örüntülerini bile tespit edebiliyordu. Bu durumun asla tarımla bir ilişkisi olamaz.

Bana göre, Antikitera mekanizması tek durum hariç, hiç kimsenin işine yaramazdı. O da zaman yolcusunun işine yarayabilirdi. Hem de muazzam bir kesinlikle, sadece onun işine yarayabilirdi. Bir zaman yolcusu, hangi tarihe yolculuk yaptığını anlamak zorundaydı. Bu mekanizma; Güneş’in, Ay’ın konumlarına göre kesin tarihi verebilecek durumdaydı. Hatta Ay’ın hızlanma örüntülerini bile hesaba katabilecek hassaslıkta ölçüm yapabilirdi. Bu da zaman yolcusuna, hangi zamana gittiğini kesinlikle söylerdi.

Buradan anladığım bir şey de zaman makineleri, kesinlikle gidilmesi gereken zamana, tam olarak insanı gönderemiyor olmalıydı. Zaman makinesi belirlenmiş tarihe insanı gönderebilseydi, böyle bir mekanizmaya ihtiyaç olmazdı.

Zaten cihaz o dönemler için ne teknolojik olarak ne de malzeme olarak yapılabilecek durumda değildi. Cihazın uzun zaman kullanıldığı ve birkaç kere tamir edildiği anlaşılmaktadır. Zaman yolcusu, gittiği zamanda, cihazın tamir edilmesini de düşünmesi gerekirdi. O cihaz oralarda bozulursa, gidilen zamanda bulunabilecek materyallerle yapılması önemliydi. Çünkü oralarda uzun zaman kalınması söz konusu olmalı. Onun için, bozulursa tamir edilebilmeliydi. Bu cihaz için bronz kullanılması tamamen bu sebeple olmalı.

Bu durum benim söylemlerim açısından gayet makul bir durumdur. Altınçağda yaşayan görevliler, müdahale etmeleri gereken yerlere yolculuk yapmış olmalılar. Onlar ne maddi ne de manevi bir çıkar için, yolculuk yapmazlardı. Onların tek amacı, geliştirmeye çalıştıkları Âdemoğullarının, tekamülünü en kısa zamanda yaptırabilmekti. Onun için zamanda geriye giderek bazen ilk yapılan basamak piramidinin mimarı, yazar, hekim, mucit, mühendis, heykeltıraş, astronom İmhotep, bazen mimar yazar, doğa bilimci, Roma İmparatorluğu komutanı ve filozof olan Plinius olarak, insanoğluna yeni bir kapı aralamaktı. Fakat zaman yolcuları ille de kendileri, o eserleri yapmış olmayabilirler. Benim düşüncem daha çok, onlara öğretmenlik yapmış olmalıdırlar. Bu kişilerle tanrı diye tanıdığımız, Yahwe, Enlil, Pachamama, Apollon ya da Zeus gibilerini karıştırmamak gerekir. Onların eğitimi dini temelli ve daha üst yapıya sahipti. Onlar, o çevredeki tüm toplumu hedef alırlardı. Oysa bu tür müdahaleler daha çok, teknolojik temelli olurdu. Ve benim düşüncem bu konuda en çok katkı Yunan ve Romalılara yapılmıştır. Romanın asker yapısı içine girip bir soruna çözüm oluşturmak en kolay yöntemlerden olabilir. Bence, Roma betonu da bu tür müdahaleden oluşan bir üründü. Ayrıca Yunan ve Roma eserlerindeki harikulade mühendislik, bu sayede onlara empoze edilebilmiştir. Başlarda çokça katkı olmuştur. Sonra katkı azalmış ve zaman içinde, tamamen bırakılmış olmalıdır. Bu müdahalelerin bırakılması, önce duraklamayı ve akabinde gerilemeyi getirmiştir.

Eğer müdahalenin türünü anlamak istiyorsanız iki adet belgeseli seyretmeniz yeterlidir. Aşağıya koyduğum belgeselleri izlerseniz o eserlerin ne muazzam bir mühendislik eseri olduğunu göreceksiniz.

Bu müdahaleler dünyaya yön veren her medeniyete yapılmıştır. Buna Arap, Osmanlı medeniyetleri de dâhildir. Fakat bu medeniyetlere zamanda geri giderek müdahale gerekmemiştir. Çünkü o dönemlerde insanlar, sezgi empoze edilebilecek kadar gelişmiş olduklarından, zamanda yolculuğa gerek kalmamıştır. Fakat Roma dönemi ve öncesinde ancak zaman yolculuğu yapılarak müdahale yapılabilmiştir. Onlara ruhsal yönden etki yapılamazdı.

Osmanlıdaki padişahlardan, Yavuz Sultan Selim’e kadar olan padişahlara, sezgiyle yol gösterilmiştir. Onlar sayesinde Müslümanlık belli bir coğrafyada yayılmış ve etkin olmuştur. Çünkü o zamanlarda tekâmül edecek pek çok kişiye Müslümanlık katkı yapacaktır. Fakat Osmanlının Avrupa’daki Hristiyanlığı da ortadan kaldırması engellenmiştir. Çünkü kapitalist sistem onlar sayesinde kurulabilecektir. Hatta o sistemin oluşmasına Osmanlı bile katkı yapacaktır. İpekyol’una sahip olması, Avrupalıyı başka arayışlara sokmuş ve Amerika kıtası bulunmuştur. Atatürk bile sezgiyle yönlendirilmiş ve yeni bir devlet kurması sağlanmıştır. Atatürk’ün verdiği kararların ne kadar isabetli olduğunu, bugün çok daha iyi anlıyoruz. Bu sayede Türkiye Doğu ve Batı arasında bir sentez oluşturabilmiştir.

Atatürk’ün yapması gerekenden fazlasını yapmaya başlaması, onun ölümüne sebep olmuştur. Eğer Atatürk sanayileşmeyi gerçekleştirebilseydi, yani ardından gelenler tarafından yok edilmeseydi, bugün havacılık sektörü tamamen Türkiye’nin tekelinde olacaktı. Yani bizde Avrupalı gibi, sömürge devletlerinden biri olacaktık. Bu durum bizim ellerimizin kirlenmesine vesile olacaktı.

Türkiye’nin tarihsel akışı bana kıyamette farklı bir misyon yükleneceğini gösteriyor. Özellikle, Hatay’ın Türkiye’ye katılması, iki önemli açılım yapmaktadır. Bunlardan biri “Kuran’a göre Mehdi” adlı makalede yazdığım gibi, Ahit sandığı Hatay’da olmalıdır. Ayrıca “Kıyamete doğru, Türkiye’nin misyonu” adlı makalede anlatmaya çalıştığım gibi Mehdi de Türkiye’den çıkmalıdır. Böylece, bu iki önemli figür, aynı coğrafyada birleştirilmiştir. Kıyamette Türkiye çok önemli bir rol üstlenerek, insanlığın kıyamete götürülmesinde, başı çekecektir.

https://youtu.be/IAleF50Nbak

https://youtu.be/eR3dMohholE

İslam dini inanışına göre Muhammed peygamber, son peygamberdir. Fakat bu durum, Kur’an’ı da son kitap yapar mı? Genel konsensüs Kur’an’ın da son kitap olduğu şeklindedir ama bu durum doğru mu? Bizzat Kur’an’ın söylemine bakarak bu durumu değerlendirmeye çalışalım.

Enbiyâ 105 ayetinde “Yemin olsun ki Zikir’den sonra Zebur’da da ‘Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır.’ diye yazmıştık.” diyerek Kur’an’dan sonra Zebur adında bir kitap daha geleceğini söylemektedir. Tefsircilerin hiçbiri, bu ayetteki Zikir kelimesini Kur’an olarak düşünmez. Çünkü son peygambere gelen kitaptan sonra peygamber gelmeyeceğine göre kitap da gelmeyecektir. Oysa durum çok farklıdır.

Öncelikle; zikir olarak çevrilen, (الذِّكْرِ) żżikri kelimesini inceleyelim. Sâd 87 ayetine göre, öğüt anlamındadır. Ayet “O Kur’an, bütün âlemler için, bir öğüttür.” diyerek anlamı tanımlar. Bu durumda öğüt olacak şey, kutsal mekânlardan mesaj anlamındadır. Onun için, Enbiya 105’deki anlamı bazısı Tevrat, bazısı da Levhi Mahfuz olarak düşünmüştür. Fakat bu ayet harici kullanılan Zikir kelimesi çoğunlukla, kutsal alandan gelen bilgi olarak kabul edilmiştir.

Kur’an’ın kendisini açıklama yöntemini kullanarak bu kelimenin neyi kastettiğini arayabiliriz. Bu kelime Âl-i İmrân Suresi 58’de,

Bunları biz sana ayetlerden ve hikmetli zikirden (Kuran’dan) okuyoruz.

Nahl Suresi 43’de,

Senden evvel de Resul olarak başka değil, ancak kendilerine vahy veriyor idiğimiz erler göndermişizdir, ehli zikre sorun bilmiyorsanız

Enbiyâ Suresi 7’de,

Senden evvel de başka değil ancak kendilerine vahiy gönderdiğimiz bir takım ricâl gönderdik, haydin zikr ehline sorun bilmiyorsanız

Furkân Suresi 29’da

Çünkü zikir (Kuran) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.

Sâd Suresi 1’de,

Sâd bu zikrile meşhun Kur’an’a bak

Fussilet Suresi 41’de

Onlar, kendilerine zikir geldiği zaman onu yalanladılar. Kuşkusuz O, yüce bir Kitap’tır.

de kullanılmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, iki farklı anlam verilmiştir. Ben Enbiya 105 ile Furkân 29 ayetlerinin aynı anlamda olduğunu düşünüyorum. Bunu sezgisel bir öngörü olarak düşünmelisiniz.

Furkân Suresi 29.ayette; “Andolsun, Zikir bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı” diyerek żżikri kelimesinin Kur’an’ı kastettiğini kesinleştirir. Durumu tam anlayabilmek için, Furkân 27

O gün zalim kimse ellerini ısıracak: ‘Eyvah!’ diyecek, ‘keşke Peygamberin yanında bir yol tutsaydım!’

ayetini de, okumak gerekir. O ayet sayesinde, bahsedilenin kesinlikle Kur’an olduğu anlaşılır. Diğer ayetlerde de żżikri kelimesi, Kur’an ya da kutsal mekânlardan gelen bilgi olarak çevrilir. Ben en uygun anlam olarak Enbiyâ 105 ayetinde de Kur’an anlamını kullanacağım.

İşte ben bu nedenle, bu ayette bahsedilen Zebur’un henüz gelmediğini düşünüyorum. Zebur kelimesinin Kur’an’da geçtiği ayetleri inceleyelim. Bu kelime Enbiyâ 105 harici, Nisa 163,

Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve soyuna, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyetmiş, Davud’a da Zebur vermiştik.

ve İsra 55,

Rabbin göklerde ve yerde olan kimselerin hepsini en iyi bilendir. Andolsun ki biz, peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık. Davud’a da Zebur’u verdik.

ayetlerde “Davûd’a da Zebûr’u verdik” şeklindedir.

Hemen herkes bu ayetlerde bahsedilen Davud’un, Tevrat’ta bahsi geçen ve Golyat’ı yenen Kral Davut olduğunu düşünür. Zebur’un, Tevrat’ın bir bölümü olan Mezmurlar olduğu kabul edilir. Oysa Tevrat’ta adı geçen Davut, peygamber değil, İsrail Kralıdır.

Bu uyuşmazlığı Yahudiler; “Kuran’ın acemice taklidine”, Müslümanlar ise; Tevrat’ın değiştirilmiş olmasına bağlar. Oysa bu durum Kur’an’ın ilginç yazımından kaynaklanır.

Kur’an’ın Sâd 88 ve 89 ayetlerinde farklı bir vurgu vardır. “O Kur’an, bütün âlemler için, bir zikir, bir öğüttür. Herhalde onun haberini bir zaman sonra bileceksiniz” diyerek iddialı bir argüman ortaya koyar. Bu argüman bugüne kadar gerçekleşmemiş bir iddiadır ama zaten sorun yoktur. Çünkü bu iddianın anlaşılmasının “bir zaman sonra olacağı” açıkça belirtilmektedir. İşte bu iddianın gerçekleşme zamanına doğru gittiğimizi düşünüyorum.

Yazdığım makalelerde Kur’an’da geçen Davut isminin Tevrat’ta bahsedilen Kral Davut ile bir ilgisinin olmadığını söylemekteyim. “Altınçağ görevlileri ve özellikleri…” adlı makalede, bu durumu farklı bir pencereden inceledim. Ayrıca “Kur’an’a göre Mehdi” adlı makalede de Mehdi konusunu okuyabilirsiniz. Kur’an bu şekilde, gelecekte ortaya çıkması gereken bilgileri saklayabilmektedir.

Bu durumda Kur’an’dan sonra, Zebur adında başka bir kitabın daha geleceği anlaşılmaktadır. Kur’an bu kitabın Davud’a verildiğini söyler. Bu söylem benim iddialarımla tamamen örtüşür.

Peygamberliğin sona ermesi ama vahyin sona ermemesi garipsenebilir. Oysa durum düşünüldüğü gibi değildir. Peygamberliğin sona ermesinin sebebi, dinler döneminin bitmesidir. Onun için, peygamberlerin sonuncusu Muhammed peygamberdir. Oysa vahiy sistemi devam eder. Fakat peygamberlerdeki gibi açık olarak değil de daha kapalı olacaktır. Hatta bu sistemde peygamber gibi tek kişi değil de pek çok kişinin görevli olması gerekecektir. Ve en önemlisi bu bilgi, bir din oluşturmak için değil, gerçek bilginin oluşturulması için olacaktır.

Gerçek bilgi ise, bir din içermeyeceği için, tüm dinlere son verecek bir şey olacaktır. Gerçek bilgi öncelikle bilimsel verilerle örtüşmelidir. Ayrıca dini bilgileri de kapsamalıdır. Bu bilgilerin herkes tarafından kabul edilmesini sağlayacak şey ise, sanırım test edilebilir olması olacaktır.

Benim düşüncem dinler döneminin sonuna gelmekteyiz. Artık gerçekler ortaya çıkmak zorundadır. Bunu; Kur’an’da “Hadid” (Demir) sıfatıyla anılan, yarı uyanmış kişi tarafından oluşturulacak bir gurup, gerçekleştirecektir. “Yarı uyanmış kişi” ile neyi kastettiğimi “Kur’an’a göre Mehdi” adlı makaleden okuyabilirsiniz. Sebe 10 ayetinde “Davud’a demiri yumuşattık” diyerek bu durumu anlatır. Demir, uyanmış olmaktır. Demirin yumuşatılmış olması ise, görüşün bir miktar açık olması demektir. Bu konu “Kur’an’a göre Mehdi” adlı makalede genişçe işlenmiştir.

İşte Davud’a verilecek Zebur’u bu minvalde değerlendirmek gerekecektir. Davud’un yazacağı kitap, bir din içermeyeceği gibi, Kur’an gibi, direk Allah’ın sözlerini de içermeyecektir. Sanırım Davud, vahiy yoluyla değil de daha belirsiz olan sezgiler sayesinde kitabını yazacaktır. Sezgileri ona yol gösterecek ve yeni bilgileri bize sunacaktır. Bu bilgiler içinde en önemli olanları, Kur’an’ın farklı yorumlanması olmalıdır. Çünkü başka türlü “bir zaman sonra haberlerini söyleyebilmesini” açıklamak mümkün olmaz. Ayrıca Sâd 87 ayetindeki “O Kur’an, bütün alemler için, bir öğüttür” söylemi de ancak o zaman gerçekleşme imkânı bulacaktır.

Kur’an, Davud’a bazı ayrıcalıklar ve özellikler verildiğini söyler. Neden o tür ayrıcalıklar verildiğini anlıyoruz. Çünkü, insanlığı kıyamete hazırlaması gerekenler, sıradan insanlar olamaz. Fakat, bir Süpermen olacaklarını da sanmayın. Onların tek ayrıcalıkları “bilgi” konusunda olacaktır. Dünyanın en büyük gücü bilgidir. İşte bu insanlar, öyle bilgilere vakıf olacaklar ki, tüm insanlık onlara biat etmek zorunda kalacaktır. Zaten tüm dinler ve bilimsel gelişmeler tamamen kontrol altındadır. Ve hiçbiri gerçek bilgiye ulaşamaz. Gerçek bilgi, çok farklı olmamasına rağmen, hemen herkes için, şok niteliğinde olacaktır. Özellikle bilim en büyük şoku yaşayacaktır. Bunun sebebi, her bilgiyi test edebilmeleri sebebiyle, kendilerinden çok emin olmalarıdır.

Benim görüşüm, Kur’an’da adı geçen peygamberlerin çoğu kıyamet sürecinde görev alacak ekibi sembolize eder. Özellikle Davud’un oğlu Süleyman’ın da bu süreçte önemli görevlilerden biri olacağını düşünüyorum. Çünkü bu iki kişiliğe özel yeteneklerin verilmiş olması önemlidir. Nisâ 163.ayette “Muhakkak biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik” diyerek pek çok peygamber ismi sayar ve hepsine vahye dildiğini söyler. Bu onların hepsinin sezgileriyle yapmaları gerekenleri yapacakları anlamındadır. Sadece Davud sezgilerini yazacaktır. Ayetteki sıralamanın da önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer sıralama bir ipucuysa, sadece Nuh peygamber, Muhammed peygamberden önce yaşamış demektir. Yani Nuh ve Muhammed peygamber hariç, diğerlerinin tümü kıyamet sürecindeki görevlilerdir. Ve Kur’an’daki özelliklerine bakarak ne iş yapacaklarını tahmin edebiliriz.

Neml 16 ayetine göre Süleyman Davud’a varis olup dedi ki: “Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuf tur.” Bu ayete göre Süleyman Davud’un varisidir. Bunu şu şekilde yorumlayabiliriz. Süleyman, Davud’dan sonra gelen görevlidir. Yani bayrağı Davud’dan alacaktır. Bu ikisi ayrı kişiler olabileceği gibi, baba oğul da olabilirler. Çünkü Sâd 30.ayette “Davud’a Süleyman’ı bahşettik” der. Bu durum ancak Davud’un oğlu olursa mantıklı olur. Yoksa bir insanın başkasına bahşedilmesi, mantıklı değildir.

Anladığım kadarıyla Davud ve Süleyman’a benzer özellikler verilmiş. Bazı ayetlerden, dağlar ve kuşlar ile ilgili özel yetenekleri olduğunu görüyoruz. Dağlar inançları, kuşlar ise insan ruhlarını sembolize eder. Yani bu iki kişi dünyada bulunan tüm inançları kaldırıp tek gerçek bilgiyi yerleştirecekler. Bunu açık olarak Ta-ha 105 ile 106.ayetlerinde görüyoruz. Ayette “(Ey Muhammed!) Sana dağların kıyametteki durumunu sorarlar, de ki: “Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz boş bir halde bırakacak” demektedir. Dağları, dünyada bulunan irili ufaklı inançlar olarak alırsanız, kıyamette hepsinin yok edilerek, tek bir bilginin olacağı anlaşılır olur. Bu bilgi bir inanç içermeyeceği için, dünya dümdüz ve boş olarak tanımlanmıştır. Kuşlar ise insan ruhlarıdır ve bu iki görevli onların tekâmül seviyelerini anlayabilirler. Böylece kimin öte dünyaya gidebileceğini, kimin de dünyada kalacağını tespit edebileceklerdir.

Süreç Davud’la başlamalıdır. Çünkü ona Zebur verilmiştir. O kitap hem diğerlerine hem de insanlığa bilgi vermelidir. Onun için, büyük bir ihtimalle Davud kıyamet sürecine kadar görevlidir. Ondan sonrasını Süleyman liderliğindeki ekipler götürecektir. Belki de bir lider yoktur. Her görevli kendi sezgilerine göre işi organize ederek, yapması gerekenleri yapacaktır. Fakat yine de öne çıkacak biri olacaktır. Çünkü kıyametten sonra kalanların yaşayacağı dört cennet kurulacaktır. Bu süreci, Süleyman organize edecektir. Çünkü rüzgâr ve cinler onun emrine verilmiştir. Bence rüzgâr teknolojiyi, cinler ise işinde uzman teknik personeli sembolize ediyor. Onları organize edecek olan odur. O ekipler sayesinde çok teknolojik kentler kuracaklardır. Bu şehirlerde yiyecekleri, yapay zekâ kumandalı makineler yapıp, kentlerde yaşayanların kullanımına sunacaktır. Kentlerde yaşayan hiç kimse çalışmak zorunda olmayacaktır. Zaten Kur’an’da da cennet, “altlarından ırmaklar akan” ve dünyasal yiyeceklerle dolu bir yer olarak tanımlanır. Orada sadece barış ve sükûnet vardır.

Davud ve Süleyman baba oğul ise, Davud 60 yaşını geçkin olmalıdır. Çünkü Süleyman da 40 yaşlarına doğru yanaşmış olması gerekir. Bu durum, Kur’an’daki Ali İmran 46

Beşikte de yetişkin çağında da insanlarla konuşacak ve iyilerden olacaktır.

ve Maide 110

Allah şöyle diyecektir: ‘Ey Meryemoğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Hani seni Rûhu’lKudüs (Cebrâil) ile desteklemiştim. Beşikteyken ve kemâle ermişken insanlarla konuşuyordun. Sana yazıyı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. İznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapmış ve ona üflemiştin, o da iznimle kuş olmuştu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştirmiştin. Ölüleri iznimle (hayata) çıkarmıştın. İsrailoğulları’na ayetlerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin: ‘Bu ancak apaçık bir sihirdir’ dedikleri zaman seni, onlardan korumuştum.’

ayetlerinin söylemiyle örtüşür. Kur’an, orada İsa peygamberi anlatırken, “fî-lmehdi vekehlen” sözünü kullanır. Bu söz Arapçada 60 yaş ve üstü insanlara söylenir. İsa peygambere bu söz ile hitap edilmesi ilginç tesadüflere de gebe gözükür. Bu durum, sözlü gelenekteki “İsa peygamber gelecek” sözüyle tam bir örtüşme oluşturur. Elbette göklerden bir İsa peygamber beklemiyorum ama bu söylemin, sözünü ettiğimiz Davud ile çakıştığı ortadadır. Bu durumda Süleyman da sözlü gelenekteki mehdi karşılığına denk gelir.

Bu süreç Sâd 35 ayetinde Süleyman’ın duası gibi sona erecektir. O ayette Süleyman: “Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana öyle bir mülk ihsan et ki, ardımdan hiç kimseye yaraşmasın” diyerek sürecin kendisiyle biteceğini anlatmaktadır. Bu sürenin ne kadar olacağını Kitabı mukaddesin Vahiy 20’de 1’den 4’e

1 Sonra bir meleğin gökten indiğini gördüm. Elinde dipsiz derinliklerin anahtarı ve büyük bir zincir vardı. 2 Melek ejderhayı –İblis ya da Şeytan denen o eski yılanı– yakalayıp bin yıl için, bağladı. 3 Bin yıl tamamlanıncaya dek ulusları bir daha saptırmasın diye onu dipsiz derinliklere attı, oraya kapayıp girişi mühürledi. Bin yıl geçtikten sonra kısa bir süre için, serbest bırakılması gerekiyor. 4 Bazı tahtlar ve bunlara oturanları gördüm. Onlara yargılama yetkisi verilmişti. İsa’ya tanıklık ve Tanrı’nın sözü uğruna başı kesilenlerin canlarını da gördüm. Bunlar, canavara ve heykeline tapmamış, alınlarına ve ellerine onun işaretini almamış olanlardı. Hepsi dirilip Mesih’le birlikte bin yıl egemenlik sürdüler.

kadar olan ayetlerden anlıyoruz. Şeytanın yakalanıp yeraltına bin yıl süreyle kapatılacağını söylüyor. Buradan kendine hizmet ile değil de başkalarına hizmet ederek tekâmül edilecek sürenin, bin yıl olacağını anlıyoruz. Bu döneme Kitabı Mukaddes altın çağ, Kur’an cennet der. Fakat o dönemde olan herkes, bin yıl kalmayacak. En uzun kalan bin yıl kalacak. Kur’an’a göre şehirlerden ikisinde tekâmül daha kısa sürer. Rahmân 54

Astarları atlastan yataklara yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır.

ayetinde “İki cennetin de devşirmesi yakındır” diyerek bu durumu anlatır. Davud ile Süleyman, oluşturacakları şehirlere yerleştirecekleri insanları, tekâmül seviyelerine göre yerleştirecekler. Onun için, tekâmülde daha ilerde olanlar, daha erken devşirilecek, yani öte dünyaya daha erken gidebileceklerdir.

Evrenin büyüklüğü insanlık geliştikçe artmaktadır. Batlamyus’un dünya merkezli evren modelinden, Kopernik’in güneş merkezli evren modeline 1400 yılda gelmiştik. 30 Aralık 1924’e kadar evrenin Samanyolu galaksisinden ibaret olduğunu sanıyorduk. O tarihte Edwin Hubble, “Sarmal Bulutsulardaki Cepheidler” adlı makalesiyle evrenin büyüklüğünün sınırlarını hiç düşünülemeyecek boyutlara çıkardı. Hubble teleskopuyla çekilen Ultra Derin Alan fotoğrafı sayesinde bu sınırların nereye kadar gidebileceği hayal dahi edilemez duruma geldi. Geçtiğimiz aylarda bu sınırların nerelere gidebileceğiyle ilgili yeni ufuklar elde edebilmek için, yeni bir teleskop hazırlanıp uzaya gönderildi.

Fakat bizim gözlemleme sınırlarımız olduğunu da biliyoruz. Evrenin yaşı 13,7 milyar yıldır ve gözlemlerimiz, ışığın hızıyla şekillendiğine göre, görebileceğimiz en uzak cisim, 13,7 milyar ışık yılı uzaktaki Büyük Patlama olabilir. Teorik olarak Büyük Patlamanın ilk anlarını göremeyiz. Bugüne kadar görebildiğimiz en uzak cisim 13 milyar ışık yılı uzaktaki kuasardır ve astronomlar evrenin bebeklik yıllarına ait görüntüler olduklarında hemfikirdirler.

Genel kabul olarak zaman ve mekânın Büyük Patlamayla başladığı düşünülür. Bizde bu düşünceyi doğru alacağız. Bu şu demektir. Evren, mekânın olmadığı bir yerde kendi mekânını oluşturup, genişleyen bir kabarcık olmalıdır. Bu durum evrenin bir dışının olmadığı anlamına gelir. Boşluk dediğimiz uzay; boşluk değil, mekânın kendisidir. Yani Büyük Patlamayla oluşmuştur. Büyümeye de devam etmektedir. Bunu, şişirilen bir balonun yüzeyinin iki boyutlu bir evren olmasıyla özdeşleştirdiğimizde, daha iyi anlaşılır. Balonu şişirdikçe, yüzey büyür. Evren, iki boyutlu bu durumun 3 boyutlu halini yaşamaktadır. Evren bir sınıra sahip değildir ama yine de kapalı bir hacmi vardır. Balonun yüzeyindeki bir karınca ne tarafa yürürse yürüsün sonsuza kadar gidebilir ama bir sınıra rastlamaz. Fakat geçtiği yerlerden tekrar tekrar geçebilir. Evrenin de tıpkı bu durumda olduğunu düşüneceğiz.

Şekil 1 Evrenin sanal görüntüleri

Evrende bir tane Büyük Patlama olacağı için, Büyük Patlamadan başlayarak evrenin yapısını anlamaya çalışalım. Doğal olarak Büyük Patlama noktası evrenin merkezinde olacaktır. Her ne kadar gözlemleyemesek de günümüzdeki Büyük patlamanın görülemeyen yeri, evrenin merkezinde olacaktır. Büyük patlamanın yeri evrenin merkezinde olmasına karşılık, geçmişe doğru baktığımızda, onu evrenin uçlarında görmeliyiz. Teorik olarak patlama anını göremeyeceğimizi söylemiştik. Onun yerine ilk oluşacak olan cisimlere bakmayı deneyelim. Günümüzde kuasarların evrenin bebeklik dönemlerine ait cisimler olduğu genel kabuldür demiştik. Biz de evrende ilk oluşan kuasarı baz alarak, onu kullanarak durumu anlamaya çalışalım.

İlk oluşan kuasarı evrenin merkezine yerleştirelim. Şimdilik diğer kuasarları dikkate almayalım. Evrenin geçmişteki ve günümüzdeki merkezinde aynı kuasarı görebilmeliyiz. Elbette kuasarın faaliyetini sonlandırmadığını düşüneceğiz. O zaman şöyle bir durumla karşılaşmalıyız. Dünyaya nispeten yakın bir kuasar olacaktır ve o nokta da evrenin merkezi olacaktır. Gözlemlerimizle de geçmişe baktığımızda bu kuasarın ilk anlarına ait görüntülere ulaşabilmeliyiz. Diyelim ki, ilk kuasarın yaşı, 13 milyar yıl olsun. O zaman biz 13 milyar ışık yılı uzağa baktığımızda o kuasarı görebilmeliyiz. Hatta evrende bakabileceğimiz pek çok yönde bu kuasarın pek çok sanal görüntüsünü görebilmeliyiz. İşte şekil 1’deki durum, ne söylediğimi tam olarak gösterir. Şekil günümüzdeki durumun gösterimidir. Şekilde, merkezde olan gerçek evren ve kuasarı, çevresinde olanlar ise sanal evren ve kuasarları gösterir. Dünya evrenin merkezinde olmadığı için biz, sanal kuasarları 8 ile 13 milyar ışık yılı aralığında bir uzaklıkta görmeliyiz. Aslında tüm sanal kuasarlar yaklaşık 21 milyar ışık yılı çapında bir kürenin üzerinde olacaktır. Ve bu kürenin merkezinde gerçek kuasar olacaktır. Rakamlar yaklaşıktır ve bir fikir vermesi açısından kullanılmaktadır. Merkezdeki Kuasarı 2,5 milyar ve en uzaktaki kuasarı 13 milyar[1] ışık yılı mesafelere konumlandırmam, yapılan gözlemlerden dolayıdır. Bu sayede evrenimizle de uyumlanmıştır. Aslında merkezdeki kuasarın aktif olmaması dolayısıyla tespit edilememesi gerekir. Fakat yine de bir kuasar gurubunun olduğu yeri kullandım.

Şekil 2 Evrenin dışı olmadığından, evrenin dışına çıkmak demek; diğer taraftan tekrar evrene girmek demektir. Yani a-a, … d-d noktaları aynı yerdir.

Şekil 1 ve 2, aynı şeyi anlatır. 1.şekilde, hat üzerindeki küreler arası boşluk, 2.şekilde ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca 2.şekilde sanal evrendeki güzergâh, ana evrende de gösterilmiştir. Zaten sanal evren diye bir yer olmadığından, kuasardan çıkan foton, c noktasında evrenden çıkarken, evrenin simetrisinden tekrar evrene girerek dünyaya ulaşmaktadır. Bunun nedeni evrenin dışı diye bir yerin olmamasındandır. Evren bir mekân içinde olmayınca bir ucuyla diğer ucu birbirine bağlı gibi gözükür. Aslında bu durum evrenin kapalı ve dairesel olduğu izlenimi verir ama, güzergâh dairesel değil düzdür. Bunu eskiden oynanan yılan oyunu gibi düşünebilirsiniz. Yılan ekran üzerindeki sayı ya da meyveleri yiyerek büyür. Fakat ekranın bir yerinden çıkarsa simetrisinden tekrar ekrana girerdi.[2]

Şimdi farklı bir konuyu daha gündeme getirelim. University of New Haven’dan Nikodem Poplawski tarafından savunulan bir görüşe göre, Evren’imizin “Büyük Patlama” yoluyla var oluşundan sonraki genişlemeyi mümkün kılan o ilk “tohum”, aslında bir karadeliğin içerisinde oluşabilecek bir yapıdır. Dahası, bu “tohum”dan sayısız miktarda üretilebilir… Hesaplamalara göre karadelikler içerisine giren maddeler, belli bir noktaya kadar parçalandıktan sonra, daha fazla sıkıştırılamazlar çünkü karadelikler kendi etraflarında da dönen cisimlerdir. İşte bu, bir noktada üzerine binen yüklere daha fazla dayanamayarak “çözünebilir”. Bum diye patlayarak! Tıpkı bir, Büyük Patlama gibi… Dr. Poplawski buna “Büyük Sıçrama” demektedir.[3]

Bilim ve Teknik dergisi “Yeni bir Evren Modeli”[4] adlı makalede aynı bilim insanının görüşlerini gündeme almıştı. “Poplawski, her karadeliğin genel görelilikte bir Einstein-Rosen çözümü olduğunu söylüyor. Karadelik oluşurken, eşzamanlı olarak, Einstein-Rosen köprüsünün diğer ucunda bulunan Akdelikten başka bir evrenin oluştuğu öngörülüyor. Poplawski, bu evren modeli ile kozmolojideki bazı problemlerin -örneğin karadeliklerdeki bilgi kaybının- ortadan kalktığını belirtiyor.” Böylece evrende bulunan her karadeliğin bir evrene çıkış kapısı olduğunu öngörüyor. Şekil 3’teki görsel aynı dergiden alınmıştır.

Anladığımız kadarıyla bir karadeliğin arkasında, başka bir evrenin oluştuğu bilgisi önemlidir. Bu durum her bilim insanı tarafından onay görmez ama, biz bu durumu doğru kabul edeceğiz. Çünkü yukardaki duruma bu açıdan bakarsak, çok başka bir durum ortaya çıkacaktır. O zaman bizim evrenimiz belki de Büyük Patlamanın olduğu evrendeki bir karadeliğin içindedir. Kara delikler bilgiyi aktardığı için, ilk oluşan evrenin bilgisi, bizim evrenimize de yansıyacaktır.

Şekil 3 Karadelikler arkalarında bir evren oluşturur.

Evrende kuasar olarak tanımladığımız birçok yapı var ve bunlar çeşitli uzaklıklarda bulunur. Fakat bizim aradığımız nesneler Akdelikler olmalıdır. Akdelik ile kuasar arasında benzerlik olmasına rağmen çok önemli bir ayrım var. Akdelikler madde püskürtür. Bir üst evrenden madde yutarak evrene püskürttükleri için, küçük olmalarına rağmen, muazzam enerji üretirler. Oysa kuasarlar madde yutan karadeliklerin oluşturdukları kaostan oluşur. Onların muazzam enerjileri oluşturdukları kaostan beslenir. Fakat evrenin uçlarında olanlar, çok daha küçük ve daha muazzam enerji üretiyor olmalıdır. Çünkü onlar kesinlikle Akdeliktir. Anlayacağınız gibi, biz artık bu tür cisimlere Akdelik diyeceğiz. Çünkü her kuasar, Akdelik olmayabilir. Evrenin ilk dönemlerine ait kuasarlardan bize ulaşan fotonların dalga boyu, şekil 4’te belirtilen aralığa denk geldiği için onları ayırabiliyoruz.[5]

Şekil 4 Akdeliklerin denk geldiği aralık

Normal olarak evrenin büyüklüğünü düşündüğümüzde, çok çok büyük bir yapıda olamaz. Büyük Patlamanın yaşı belli, o zamandan beri evren büyümektedir ama büyüme hızı çok büyük değil. Büyüme hızı ışık hızında olsa, bugün fiili çapı, 27 milyar ışık yılı olurdu. Büyüme hızı çok çok daha düşük olduğu için, çok daha küçük demektir. Evrenin genişlemesini de dâhil ederek baktığımızda, şekil 1’de ki senaryo, mantıklı verilere yakın olmalıdır.

Hatta merkezde gözlemleyemediğimiz Akdeliğin, 2,5 milyar[6] ışık yılı civarı uzaklıkta olması bile, mümkündür. Çünkü Samanyolu galaksisi, evrenin oluşum yaşına çok yakın olan, 13,5 milyar yaşındadır. Yani merkezdeki Akdelikle çok yakın olmalıdır. Bir balonu şişirdiğinizde üzerindeki yakın iki nokta birbirinden çok yavaş uzaklaşır. Noktalar uzaksa, o zaman uzaklaşma hızı fazla olur. İşte bu yüzden evrenin çok büyük olamayacağını düşünüyorum. Peki, bunu tespit edebilmenin bir yolu var mı?

Şekil 5 Her merceklenme etkisi, tam zıddında da bir merceklenme etkisi potansiyeli taşır.

Evrenin bu şekilde olup olmadığını anlamanın yolu, evrenin uçlarındaki Akdeliklerin şekil 1 veya 2’deki kesikli kırmızı çizgi ile gösterdiğim küre üzerinde olup olmadıklarını gözlemlemek. Eğer bir küre üzerindeyseler, o kürenin merkezi de evrenin merkezi olur. Elbette Akdelik uzun süre faaliyette olacağı için, baktığımız Akdelikler daha sonraki bir zamana da ait olabilir. Fakat yine de zaman skalasını dikkate alarak yapılacak bir çalışma, bu durumu netleştirebilir. Özellikle şekil 4’teki aralığa düşen fotonların peşine düşersek inanılmaz sonuçlara ulaşacağımız çok olasıdır. Bu arada evren kendi ekseni çevresinde dönüyorsa kutuplardan basık olma ihtimali de vardır.

İkinci yöntemimiz ise merceklenme etkisi. Evrenin kapalı olmasından ötürü her merceklenme olayının 180 derece zıddında da bir merceklenme olayı görebilmeliyiz. Elbette o yönde madde kirliliği olmamalı. Şekil 6’da üç farklı bakış yönünde görülmesi olası merceklenme durumu gösterilmektedir.

180 derece bakış açısıyla bakıp da en yakında görebileceğimiz durum, dünya ile evrenin merkezi doğrultusuna dik açıyla baktığımızda olacaktır. Eğer evrenin merkezine doğru yön seçersek olası en uzak merceklenme etkisine bakmaya çalışıyoruz demektir. Şekil 6’da rastgele uzaklıklarda seçilen kuasar ve galaksi durumlarına göre, olası uzaklıklar verilmiştir. Bu uzaklıklar benim kabul ettiğim 10,5 milyar ışık yılı çapındaki evren için geçerlidir. Eğer farklı bir çap varsa değerler ona göre değişecektir.

Şekil 6 Dünyadan üç farklı yöne bakarak görebileceğimiz merceklenme etkisinin simetrik oluşumu

Evrenin stabil olmadığını düşünürsek, aynı cisme iki yönlü baktığımızda, onun iki farklı tarihteki görüntüsüne bakıyor olacağımız anlamına gelir. Baktığımız cisimler hareket halinde olduğu için, merceklenme etkisi kaybolmuş olabilir. Fakat pek çoğu bu özelliğini kaybetmeyecektir.

Gözlemciler bu yapıyı baz alarak gözlem yaparsa, bu teorinin yanlışlanabilmesi mümkündür. Eğer yanlışlanamazsa bize muazzam bir kapı açılacaktır. Evren görüşümüz tamamen değişecektir. Evrenin sınırının olmadığı ama kapalı bir hacme sahip olduğu kesinleşecektir. Buna bağlı olarak da evrenin tam büyüklüğü bulunabilecektir.

Eğer 13,7 milyar yaşında bir akdelik tespit edebilirsek, içinde bulunduğumuz evrenin, Büyük Patlamayla değil de akdelikle başladığı kesinleşmiş olacaktır. Bu da onu, karadelik arkası evrene dönüştürür.

 

 

 

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/3C_273

[2] https://www.youtube.com/watch?v=gXr7SuJM4mA

[3] https://evrimagaci.org/evren-koca-bir-karadelik-olabilir-4814

[4] Bilim ve Teknik dergisi Mayıs 2010

[5] https://www.youtube.com/watch?v=MvKPdVa7s0c

[6] http://www.perseus.gr/Astro-DSO-QSO-3C273.htm

Bu ikili aynı bilinir. Fakat bu Kur’an’a göre çok yakın ilişkili olmasına rağmen farklıdır. Bunları şöyle anlatmaya çalışacağım Cehennem Arapçadır, Arapçayı en azından yüzünden okuyabilenler Cehennem yazısını okurlar Ateş ise genelde “Nar” olarak geçer Ateş azabı en azılı suçlular için kullanılır.

1-Buruç 10 ayet İnanan insanlara işkence yapanlara Cehennem azabı vardır Aynı zamanda ateş (harlı ateş, yangın) azabı vardır. Bu ikisi aynı olsa ayrı ayrı niye geçsin Zaten o zaman ayet şu şekilde olurdu Cehennem azabı vardır ve Cehennem azabı vardır ya da ateş azabı vardır ve ateş azabı vardır.

2-Leyl 14-16 ve Beyyine 6 ayette Ateşe (Cehennem demiyor ateş diyor) En azgın kişilerden başkasının girmeyeceği var Leyl suresinde en azgın kişiler dediği eşka kelimesi Ala 9-12 ayetlerde zikirden Kur’an’dan yüz çevirenler için kullanılmış ve sonları ateş demiştir. Yani her günah için kesinlikle değil Kur’an cezalardan bahsettiği gibi bu cezaları kimin çekeceğini de söyler açıktır. Enfal 14 Ali İmran 131 ve 181 Bakara 24 insan 4 gibi pek çok ayette özetle Ateşin kâfirler için hazırlandığı kâfirlerin cezasının ateş olacağı var yani en azılı suçlular için ateş.

Leyl 14-16’da ateşe eşka olandan başka kimse girmez denilirken İsra 62-63’e baktığımızda Şeytana her uyan herkesin Cehenneme gireceği var Aslında bu kadarı da yeterli ama araştırmaya devam Meryem 68 İçinizden Cehennemin çevresine uğramayacak kimse yoktur (Ateşin değil) Bu Rabbinin kesin hükmüdür.

Burada tüm insanlıktan bahsediyor mümin kâfir demiyor suçlu suçsuz demiyor. Buna benzer başka bir ayete rastlayamadım. Olsa şunlar şunlar hariç diye bir ayet başka bir ayeti açıklardı. Bu ayette Arapça çevresi etrafı anlamına gelen “havle” kelimesi yine birçok diğer ayette çevresi veya etrafı anlamında kullanılmıştır. Furkan 66 İbrahim 29, Nisa 115 Ali İmran 162 ve bazı ayetlerde Cehennemin kötü bir uğrak yeri olduğu var İsra 8’de ise hapis yeri olduğunu bildirir. Lütfen Cehennem yazan kelimelere Cehennem ateş yazan kelimelere ateş diye düşünmeye devam edelim Meallere güvenmeyin aynı zannedip geleneğin etkisiyle cehennemi ateş ateşi cehennem diye çeviren birçok mealci var. Allah ne söylediğini çok iyi biliyor.

Cehennemi başka şekillerde tanıtmıştır Rabbimiz vakıa 43-44’de inkârcıların amel defteri sonrası ilk durağı olarak Cehennemi tanıtırken vakıa 43-44’de kapkara bir duman ve gölgededirler der. Bakın zaten Rabbimiz orayı kötü bir mekân olarak tanıttı. Ayrıca ateş demiyor ve ateşin gölgesi olmaz araştırabilirsiniz. Benzer ayet için Nebe 24 var serinlik yok der. Ateşte olsa zaten böyle bir şeyi kimse beklemez Cehennemi tanıtıyor ateşi değil. Ayrıca alevli ateşin dehşetini birçok yerde anlatmış dehşeti bir yana orası çok aydınlık olur.

Bakara 24 ve Tahrim 6’da yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının demiştir Cehennemden değil Bakara 80 ve Ali İmran 24’de ehli kitap ateş bize sayılı günler dokunur demiş ve bu şiddetle eleştirilmiştir. Burada anlatmak istediğim ateş bize sayılı günler dokunur (Cehennem değil) Ateş ve cehennemden kurtuluşu ayrı bölümde işleyeceğiz Mümin 7 ayette Melekler iman edenler için Ateş azabından koru diye dua ederler Müddesir 31’de Ateşin bekçileri diye geçer hâlbuki Cehennem bekçisi geçseydi bizim anlamamız kavramamız daha kolaydı Ateş Demek ki ayrı bir bölüm ve özel bekçileri var. Tevbe 68 cin 23 ve Beyyine 6 ayetlerde Fatır 36’da Cehennem ateşi demiştir. Hâlbuki birçok ayette sadece ateş demiştir. Bazı ayetlerde cehennem demiştir. Ama bunlarda Cehennem ateşi yani hem cehennem hem de Cehennemin ateşli olan bölümü var. Ayrıca bu 4 ayet en azılı günahkârlar olan münafık müşrik ve inkârcılarla birlikte geçmektedir.

Şimdi şöyle düşünelim Cehennem ve ateş azabı aynı ise ayetler şöyle olurdu. Onlara Cehennem cehennemi vardır yada onlara Ateş ateşi vardır. Bu beşerin bile kullanmayacağı bir üsluptur. Kur’an boşa hiçbir örnek vermez. Diyebilirsiniz ki ateşin dehşetini anlatmak için. Öyleyse onun bizim bildiğimiz manada daha dehşetlisi örnek verilir verilmiştir de. Nitekim ateşin dehşetini anlatmak için. Ateş köpürtülmüştür, öfkesinden çatlayacak gibidir gibi örnekler verilmiştir. Ateş azabı bile tabaka tabakadır. Nitekim Nisa 145’de münafıkların ateşin en alt tabakasında olacağını söyler Araf 38’de din konusunda aldatılanlar aldatanlar için ateş azabının artırılmasını ister (cehennem demiyor) Meryem 69’da Allah’a en çok isyan edenleri ayıracağız diyor, yani azapta derece derece.

İbrahim 29-30’a bakarsak kişilerin önce Cehenneme sonra ateşe gireceği anlatılır. Aynı kişiler Sad 56-64 arası bakarsak yine azgın grubun önce Cehenneme sonra ise Ateşe gireceğini anlatır. 61 ayete dikkat. Rabbim onların ATEŞTEKİ azabını artır yani Cehennemde de azap var ama fiziki değil onlar kendilerini aldatanların en ağır ceza yani ateş azabının katlanmasını istiyorlar Bakın 2 ayrı azap Cehennem ve ateş önce Ateşe giriyor (kafirler için hem cehennem hem de ateş azabı vardı ya) hem de daha ilerde ateşe girecek bakın o anda kişi cehennemde Azap denilince cehennemi ve çevresini de hafife almamak gerekiyor nitekim oranın sıkıntılı berbat bir yer olduğunu bildiren ayetler var. Kitabı sağından verilecek bile olsa cennete gidene kadar bir sürü süreçten geçecek onun tedirginliği pişmanlık vs. Zaten bu geçici bir durumdur Yani diriliş gününden o azabın bitene kadar olan süredir. Ondan sonra ise Cennet olması gerekir ama o günahlar için o süre belki 1000 yıl bile olabilir çünkü Rabbimiz anlatmış ama süre vermemiştir.

Özellikle çokça örneğini verdiğim ateş azabını gerektiren günahlarda muhataplara çok sert ifade kullanırken daha hafif günahlarda çok daha yumuşak ifade kullanır. Mesela Maide 90’da kumar içki vs. den kaçının der 91 ayetin bitiminde ise Artık vazgeçtiniz değil mi diye nasihat verici bir üslup kullanır. bunun örnekleri Kur’an’da çokça var. Hala geleneğin etkisiyle Cehennemle ateşin aynı şey olduğunu düşünüyorsanız Buruç suresinin ilk 10 ayetini tekrar okuyun Cehennem azabı vardır ve ateş azabı vardır der arada Türkçe ve anlamına gelen vav vardır aynı cümle içinde kullanılmıştır. Ayrıca Düşününki müminlere işkence ediyorlar ki ancak o zaman Cehennemi ve ateşi hak ediyor. Üstelik aynı ayetin içinde Rabbimiz Tevbe edenleri muaf tutuyor. Yani özellikle ateş azabını Rabbimiz kolay kolay kimseyi yakmak istemiyor Kur’an’da cehennem azabı vardır ve ateş azabı vardır diye aynı ayette geçen başka bir ayet yoktur. Hatta Azap kelimesi bile 2 kere geçmiştir. Yani Cehennem ve ateş azabı dememiş Cehennem azabı ve Ateş azabı şeklinde 2 kere geçmiştir. Rabbimiz özellikle bizim anlamamız için bu ayeti seçmiş olmalıdır

Cehennem ve ateşin farkını şunlardan da anlayabiliriz. Bir kişi kâfir ve ebedi ateşte yanacak bu zaten en büyük ceza normalde öyle düşünülebilir. Fakat özellikle Buruç 10 ayetten biliyoruz ki ikisin birden çekecek Furkan 11-14 mülk 6-11 gibi bazı ayetlerde Ateşe girmeden ateş köpürtülmüştür, yaklaştırılmıştır gibi oranın dehşetini anlatır. Yani o Cehennem azabıdır çünkü henüz ateşe girmedi. Karia suresi de pişmanlık ateşini anlatır

ATEŞ AZABINI GEREKTİREN GÜNAHLARDAN BAZILARI

Yukarıda da belirttik ateş azabı en ağır olanadır. Rabbimiz rahmeti gereği affedebilir, bildirdiğinden daha az azap yapabilir ama bildirdiğinden daha çok daha kötü yapmaz Nitekim o merhametlilerin en merhametlisidir (Yusuf 92) Eğer iman eder ve şükrederseniz Allah niye size azap etsin (Nisa 147) Kur’an cezalardan bahsettiği gibi bu cezaları kimin çekeceğini de söyler açıktır. Me’ârîc 2 Ali İmran 131 ve 181 Bakara 24 insan 4, gibi pek çok ayette özetle Ateşin kâfirler için hazırlandığı kâfirlerin cezasının ateş olacağı var yani en azılı suçlular için ateş hükmü vardır

Secde 20 Fasıkların barınağı ateştir Fatır 36, Rad 35 inkârcılara ateş mümin 46-47 inkârcılara ateş Nisa  10 Yetim ve zavallı hakkı yiyenlere ateş Nur 19 namuslu kadınlara iftira eden edepsizliğin yayılmasını arzu edenlere ELİM AZAP Tevbe 34-35 mal biriktirenlere biriktirdikleri sırtında dağlanacaktır diyor bu daha çok din adamlarının haksız kazançlarından bahsediyor ayetin öncesi ve sonrası Nisa  29-30 zulmederek aşırıya giderek kul hakkı yiyenlere ateş(Nisa  93 te adam öldürenlere ebedi/sürekli cehennem azabı der Allah’ın laneti var büyük bir azap var der ama Ateş demez ama bu zulüm ve düşmanlıkla işlenirse ateşdir der) Haşr 3 Zulümle sürgüne gönderen evini barkını elinden alanlara ateş Casiye 35 ayetleri alaya alanlara ateş Nahl 62 Allah’a çocuk isnadında bulunan müşriklere ateş Enam 128 Cinlerle işbirliği yapanlara ateş.

Zümer 15-16 müşriklere ateş Yine yeri gelmişken değinmek gerekir müşrikler geçmişte yaşamış ufak bir kavim değildir. Din adına Kur’an’dan başka her şey şirke kapı açar bu uzun bir makale konusudur. Kur’an’da ateş anlamına gelen ‘nar’ dan ayrı birkaç ateş çeşidi daha vardır.

Me’ârîc 15-18 Haktan yüz çevirenlere mal yığanlara Leza ateşi çağırır diyor. Yani direk ateş demiyor da ateşe davetiye çıkartıyor. Burada şunu belirtmek gerekir ki Kur’an dinde tek kaynaktır bu çok uzun bir konu olduğu için ayrı bir makale konusu ama kısaca değinmek gerekirse Hak Yalnızca Rabbinden gelendir, Kur’an’ın yeterli olduğu (Ankebut 51) eksiksiz olduğu(enam) 38 her şey için bir açıklama olduğu (Nahl 89) Dinin Kur’an’la tamamlandığı (maide 3 enam 114-115) Hükmün yalnız Allah’ın olduğu (Yusuf 40 Bakara 207 ve birçok ayet) bir durumda Kur’an’dan başka kaynak arayan herkes bu ayetin muhatabıdır diye düşünüyorum.

Tekasür 6 ayet Ateşin cahim sıfatını anlatır çokluk arayışı ve mal hırsının bizi oyaladığını cahim’i göreceğimizi söyler.

Müzzemil 11 Ayetleri yalanlayan zengin şımarık zenginlere cahim.

Saffat 68 Kur’an’ı değil de atalar dinini sürdürenlere cahim ateşi.

Kur’an’da cahim geçen tüm ayetler açık Kur’an kaynağından kontrol edilmiş (2/119 9/113 22/51 26/91 37/23,55,64,68,97 vs. birçok ayette) hep inkârcılar azgın suçlular için kullanılmıştır.

İbrahim 45-50 Zulümle evden çıkaranlara cahim ateşi Hz. İbrahim’in yakılmak istenen ateşte cahim olarak geçer yani bildiğimiz ateş Hümeze 4 ayet ve öncesi insanlarla alay edenlere hutame ateşi diyor. Hümeze çer çöp anlamındadır Zümer 21, Vaka 65, Hadid 20’de bu şekilde kullanılmıştır. Yani sen kimsin ki kibirleniyorsun insanlarla alay ediyorsun sen de yaşlanıp ölüp gideceksin malının kendisini sürekli yaşatacağını sanıyor ancak bu gönül yakan bir şey olduğu için buda pişmanlık ateşi olmalı yani fiziki değil çünkü kalp gönül dedikleri kelime diğer bazı ayetlerde de gönül olarak kullanılmıştır. Her tarafı yanan bir adamın sadece fiziki kalbinin anlatılması düşünülemez Alevli ateş anlamına gelen seira ise 4/10,55 17/97 22/4 33/64 gibi pek çok ayette özetle hep inkârcılar vs. gibi azılı suçlular için kullanılmıştır Mülk 5 ayet bu ayette benim anladığım yıldızlardan gelecekten haber almaya çalışan aldığını iddia edenlere ateş falcı Kâhin medyum vs. devamında Rabbimiz bunu kendisine eş koşmak olarak tanımlıyor.

Müddesir 42’de ise Cehennemin Sekar ateşi var bunlar hem salat etmiyor (Salat sadece namaz değil zekât, yardımlaşma destek vs. anlamına gelir) hem ahireti hiçe sayıp ceza gününü inkâr ediyor ayrıca bu genel insanı içten içe yakan bir ateş olabilir çünkü görevlilerle bu insan konuşuyor yani sanki ateşe girmemiş ama girecek olan ama bu bir ders böyle yaparsanız böyle olur.

Haviye ateşi ise Karia suresinde geçer Cehennemin sıfatı olmalı çünkü tartıları hafif gelenlerin pişmanlık ateşi henüz ateşe girmemiş tartı sonrası kitaplar verilecek.

Ayrıca Araf 9 ve Müminun 105 sonrası hafif geleceklerin kâfir ve müşrikler olduğu için buradan anlıyoruz. Gerçek ateş kitabın solu/arkasından verilmesinden sonra.

İbrahim 30 Müşriklere ateş Kur’an bazı ayetlerde müşriklere aynı zamanda kâfir diyor.

Nisa 93 kim birini haksız yere öldürürse ebedi cehennemdir diyor ateş demiyor ama aynı zamanda Allah’ın gazabı vardır diyor Yani Cehennem içinde ateşli bölümlerde olan devasa bir hapishane gibidir Ateş ise onun bölümlerinden bazılarıdır.

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 2. BÖLÜM

Kur’an ehli muvahhidler çok iyi bilir ki biz yalnızca Kur’an’dan sorumluyuz. Onlarca ayette Ateşin kâfirler için hazırlandığı, oraya en azgın kişilerin (kafir, müşrik, münafık) gireceği var.

Kur’an birçok ayette bunlara mücrim der. Mesela Kehf 53 böyledir. Yani basit suçlu değil en azgınlar. İlk bölümde ayet numaralarını yazdığım için şimdi tek tek yazmıyorum. Allah Kur’an’da size nice örnekler verdim der, Ateşi herkes bilir ama Cehennem Ahirette olacak bir şey ve biz ancak Allah’ın bildirdiği kadar Kur’an’dan biliriz.

İbrahim 30’da müşriklere ateş.

Furkan 65-66 İbrahim 29, Nisa 115, Ali İmran 162, Bakara 206, Ali İmran 12,197, Araf 41, Rad 18, Tevbe 73, Mücadele 8 ve Sad 56 ayetlerde cehennemin kötü bir mekân, konaklama yeri ve döşek olduğunu anlatır döşek kelimesi yerine kullanılan kelime Nebe 6, Taha 53 ayette de dünya olduğu yani yaşanılacak mekân olduğunu ortaya çıkartır. Sadece Sad 56’da ateş var ama onların aynı süre 64 ayette ateş ehli olduğu ortaya çıkıyor.

Önce cehennem sonra ateş Nitekim Cehennemde ateş ehli için özel bölümlerde tabi ki ateş vardır bu onun anlatılması içindir Yine İsra 8 ayette Cehennemi hapis olarak tanıtmıştır orada geçen hasira sözcüğü Tevbe 5 ayette hapis şeklinde kullanılmıştır.

Yani imanı düzgün amellerini de kendine göre yaşamaya çalışanların Kur’an’da belirtilen eğer ki ateş suçu işlememişse cezası o kötü mekân olacaktır.

Cehennemin kötü bir uğrak yeri olduğu var. Ama orayı tanıtırken ateş dememiş. Çünkü direk bazıları cennette bazıları da ateşte diye düşünmeyin.

Cehennem Cennete girememiş ve af olmamış bazı günahkârlar için ateşe göre çok daha kolay pişmanlık tedirginlik, korku ve hapis hayatı gibi azaplandırılacaktır. Azap mahrumiyet demektir. Yani Allah’ın Rahmetinden mahrum kalma nitekim onun cennet ve Cehennemden önemli olduğunu bildiren ayet var. Kalem suresi 33 ayet ve öncesi dünyada iken bahçenin afete uğraması bir azap olarak tanıtılmıştır. Yine Yusuf 25’te zindan vs. ceza şekli azap olarak adlandırılmıştır.

Komple oranın mekânın adıdır Ateşli olan yerleri de vardır Rabbimiz kimin ateşe atılacağını tek tek yazmıştır. Çünkü çok çok önemli bir konudur. Cehennem komple ateşle dolu diye bir şey yok. Dedik ya Rabbimiz bir ahiret yeri olarak tanıtır. Mesela Kur’an’da haviye vardır Karia 6-11 ayetlerde sen haviyeyi nerden bileceksin diye hemen onu ateş olarak tanıtır.

Hutame diye geçer hutame 4-9 ayetlerde sen bilir misin hutameyi diyerek hutameyi tanıtır ona kimlerin gireceğini de anlatır Yine Müddesir 27-30’da sekar ateşi bilir misin diye başlayıp onu ve kim girecekse onları tanıtır Yine Leza Me’ârîc 15-18’de geçer ve derileri soyan ateş der ve o şekilde tanıtır. Tekasür 6’da Cahim geçer Saffat 97’de bildiğimiz Hz. İbrahim’in yakılmak istenen ateşi şeklinde geçtiği için onu oradan anlıyoruz. Yine Hz. İbrahim’in yakılmak istenmesi olayında Enbiya 69 ve Ankebut 24’de ise direk ‘Nar’ geçer ve nar ile cahim bildiğimiz ateş olduğu kesinleşir artık.

Cahim ateşi Kur’an’da çok geçer ve özetle azılı suçlular içindir. (kafir müşrik münafık)

Seira ateşi ise yine Kur’an’da azılı suçlular için kullanılır Tutuşturulmuş ya da alevlendirilmiş ateş anlamındadır. Açık Kur’an kaynağından bunun ve bütün ateş çeşitlerini tek tek bakmaya çalıştım Yine Tekvir 12 ayette cahim ateşinin tutuşturulması şeklinde seira geçer İsra 97’de ateşin tutuşturulması şeklinde geçer.

Nar ateş anlamındadır dünyada onu herkes bildiği için ayrıca tanıtmamıştır Hakeza yangını da herkes bildiği için tanıtmamıştır.

İlluyyunu sen nerden bileceksin diye Mutaffiun 18-19’da onun bir kitap olduğunu tanıtır. Tarık 1-4 ayetlerinde Yıldız örneğini verir ve nerden bilirsin diye sonra kendisi açıklar özetle bizim için hayati önem taşıyan Cehennemi de elbette tanıtmıştır.

Peki, Rabbimiz Cehennemi nasıl tanıtmış kötü bir uğrak yeri olarak tanıtmış asla baştan sona ateşle kaplı dememiş daha çok manevi azap sıkıntı tedirginlik pişmanlık Rabbimizin rahmetinden bir süre mahrum kalmak, hapis vs. Mülk 6-7’de inkârcılar için Cehennem azabı var der (birçok yerde ateş azabı da vardır der bu çelişki değil 2 ayrı ceza vardır Buruç 10’daki gibi) İçeri girdiğinde homurtusunu duyar der. Yani bakın direk ateşe atılmıyor. Zaten onlara hem ateş hem de Cehennem azabı çekeceği için Cehennemden bahsediyor ve ateşin homurtusunu işitiyor görmüyor. Onun korkusuyla azap çekiyor yoksa direk ateşe atılsa sesinin ne önemi kaldı gözüyle görüp azap çekiyor her tarafı yanıyor yani ateşi bizzat tadıyor. Yani şöyle örnek vereyim. yan odada ağır sopalarla birilerini dövüyorlar sizde onların inleme seslerini işitiyorsunuz ve çok korkuyorsunuz çünkü birazdan sizi de dövecekler bu işte cehennem azabı. Ateş azabı ise sizde aynı sopalarla dayak yiyorsunuz o zaman o seslerin bir önemi kalmıyor her tarafınız yara bere acı içinde kıvranıyorsunuz işte bu da ateş azabı

Rabbimiz bize nasıl dua edeceğimizi de Kur’an’da bildirmiştir. Bundan çıkarılacak çok iyi dersler var Bakara 201, Ali İmran 16 ve 191’de Türkçe ateş anlamına gelen ‘Nar’ kelimesi ve koru anlamına geçen ‘kına’ kullanılmıştır” yine Arapça ‘kına’ kelimesi ve türevleri diğer bazı ayetlerde koru anlamında kullanılmıştır (Mümin 9, Rad 34, Duhan 56, Tur 18, İnsan 11 gibi) Yani Rabbimiz bizi Ateş azabından koru der. Bu çok önemlidir. Yani en azılı suçlulara en azılı azap ateş azabından Rabbimiz koru diye dua etmemizi istemiştir. Duhan 56 ve Ali İmran 185’te de ateşten kurtulmaktan bahsedilir Cehennem azabından kurtar, diye dua etmemizi isteyen ayetlerde vardır Mesela Furkan 65 ayet orada Ateş değil Cehennem kelimesi geçer ama çok ince bir detay var orada. Ateşten koru diyen ayetlerde ‘kına’ geçerken yani ateşten koru derken bu ayette azabı sav, uzaklaştır, kurtar anlamına gelen ‘Srif’ kullanılmış yani zaten olan çevresinde etrafında olmak zorunda olduğun bir şeyden cehennemden kurtar bizi anlamında. Meryem 71’de Rabbimiz ne diyordu Cehennemin çevresine uğramayacak kimse yoktur. Hemen ardından gelen 72. ayette sakınanları kurtaracağız derken %100 hiç günah işlememiş bir kişi için ne diye bu kelime söylensin o zaten Rabbimin her dediğini yapmış onu ne diye ateşe atsın Merhametlilerin en merhametlisi diye Kur’an’da bildirilen Rabbimiz ne diye suçsuz günahsız birini yaksın buda büyük bir ipucu Sakınanları kurtaracağız derken hemen Cennete alacağız demiyor. Teraziler kurulacak kitabın sağından verilmesini bekleyecek ama benim anladığım bu bekleme yeri cehennemin çevresinden Allah’ın huzurunda güvenli bir yer olsa gerek. (Meryem 85 ayet)

Allah azılı suçlulara kâfir mücrim gibi zalim Şaki azgın facir (aşırı günaha batmış sapkın) gibi isimler kullanır bir de Arapça HATA sözcüğü vardır ki bu hem küçük hem büyük günahlar için kullanılır mesela HAKKA 37’de ateş ehlinin yiyeceğini yiyenler için kullanılmıştır. Daha basit suçlara günah anlamına gelen ismun gibi sıfatlar vermiştir. İnkarcılara karşı yukarıda çokça örneğini verdiğimiz ve aşağıda çokça örneğini vereceğimiz şekilde ayetlerde çok sert ifadeler kullanırken (müşrikler pisliktir, Cehennem odunusunuz vs) daha basit günahlara daha ılımlı ifadeler kullanmıştır.

Bunlardan birkaç örnek vermek gerekirse Bakara 181 vasiyetle ilgili günah, 219’da içki ve kumar günahı, 283 şahitlik, Nisa  20 mehir günahı, 112 ve Nur 11 iftira günahı, Maide 2 hac sırasındaki işlenen günahlar, Maide 3 domuz eti vs. haram kıldım der zorda kalırsanız onu bile yiyin der (yani burada hangisi günah hangisi değilden ziyade Rabbimizin ılımlı yönünü anlatıyorum) Maide 106’da şahitlik ile ilgili günah Ahzap 58 eziyet edenlere günah Hucurat 12 günahı bunun gibi birçok yerde daha ılımlı ifadeler kullanıp sadece bu suçlar için af olunmazsa bile illa ateşe atılmaz onu anlatmaya çalışıyorum Mesela Maide 90’da içki ve kumarı anlatırken 91’de artık vazgeçtiniz değil mi diye son derece nasihat edici bir tutumu vardır. Ali İmran 162 Sad 28 Casiye 21 gibi ayetlerde özetle iyilerle kötülerin bir olmayacağı var Zaten şöyle düşünün buralarda iyiler hep mi iyiler hiç mi günah işlememişler hayır herkesin günahı vardır. Bunlar büyük günahlardan özellikle şirkten kaçınmış kimseler Buruç 10 ayeti tekrar hatırlarsak böyle iyi insanları kolay kolay yakmak istemiyor.

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 3. BÖLÜM

Zümer 35 ve bazı ayetlerde takvalı kimseleri Rabbimiz kötülüklerini örtüp (yani siliyor kötü iş yapmamış hep iyi iş yapmış gibi) en iyi amelleriyle mükâfatlandıracağı var.

Süleymaniye vakfı Nisa 116’yı şu şekilde tefsir etmiştir

Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun altında olanı, şirkten uzak kalmayı tercih eden kişi için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa derin bir sapıklığa düşmüş olur.

Buraya kadar anladıklarım iki azap türünden. 1-Dualar ateş azabı üzerine koruma, korunma ile ilgili, 2-Düzgün inanç ve şirke düşmekle ilgili Cezalar için hem yapmayın der hem de aynı veya başka bağımsız ayetlerde yaparsanız cezası ateştir der. Genelde ateş azabı gerektirme ile ilgili onlarca ayet kâfirleri (Kur’an’a göre kâfirleri) hedef alır.

Direk ateş azabı demeyen günahlar içinde yapmayın etmeyin diye de ayet vardır. Ama yaparsanız şu ceza ile karşılaşırsınız ayeti yoktur. Tabi ki o kişi Allah’ın Rahmetinden günahı oranında mahrum kalır. Günahın büyüklüğüne göre vardır. Zina, içki kumar adam öldürme vs. için vardır. İçki ve kumara direk haram bile demez günahtır der. Bazısı için ceza söylemez (Namaz, oruç) ama tabi ki rahmetten mahrum kalma vardır. Ateş azabı çekecekler için birde iğrenç yiyecekler, kamçılar vs. vardır bunlar günahkârlar için geçmez, Ateş halkı vardır Cehennem halkı geçmez.

Düzgün inançla ilgili inkârcılara çok sert ifadelere karşı diğerlerine oldukça yumuşak ifadeler vs. Mahşerde Tartı terazi ve kitap ise terazisi hafif geleceklerin ve kitabı solundan alacakların hepsi kâfir müşrik vs. ile ilgili ayrıca terazi ve sınıfta kalmış olan kimselerin önce Cehenneme sevki ardından ateşe sevki varken diğer geçer not almış sağından verilene günahkâr müminler ne yapacak onlar için CEHENNEME SEVK de yok öyle bir ayete rastlayamadım öyleyse Meryem 85’deki gibi Allah’ın huzurunda başka güvenli bir yerde toplanacaklar. Zaten kitabı sağdan alanlar bile hesap vermeye devam edecekler (İnşikak 8) ama o çok kolay olacak Araf suresi 46 cennete girmeyi bekleyenlerin durumu anlatılır süre verilmez belki de 1000 yıl geriye Kur’an’da tek bir ayette geçen Cehennem azabını sav Furkan 65 ayeti var o da insanların sorgu aşamasındaki tedirginliği var zaten ayetin öncesi Rabbimizin övdüğü müminlerle ilgili yani Ateşe girmeyelim Ateşten önceki Cehennemin içini de, ateşin kendisini de, insanların yanışını da görmeyelim anlamında bu duayı da Rabbimiz etmemizi istiyor Rabbimiz öyle büyük ve merhametli ki o tedirginliği de Cennet ehline yaşatmak istemiyor. Ayrıca Ayet şu manaya da gelebilir. Cehennem korkusunu biz henüz dünyada iken de yaşamaya başladık. Yani şimdiye kadar bu korkuyu yaşadık o yüzden srif” savmak kurtarmak kelimesi kullanılmış olmalı yani savmak, kurtarmak, öncesi olan bir şey. Halbuki ateş azabından koru derken hiç olmamış bir şeyi korumak anlamında olmalı.

Misal devlet büyükleri korumaları vardır. İşi baştan sıkı tutarlar ki onlara bir zarar germesin. O azap gelmeden tedbiri al anlamında Yine gözle görülen bela ve sıkıntılar ile hak ettiğimiz için ya da imtihan için veren Allah olduğu gibi görmediğimiz ama içimizi daraltıp sıkıntıya sokan duygu ve düşünceleri de veren Allah’tır. Yani Cehennem azabı da maddi bir sıkıntıdan ziyade manevi içimizin daralıp korku pişmanlık vs. yaşamamız şeklinde olmalı zira Maddi olarak Cehennemde şu yapılacak diye bir ayet göremedim. Ateş azabı çekecekler için yukarıdaki gözle görülen sıkıntılarda var ama korunanlar için sadece manevi sıkıntı olmalı. İşin daha doğrusu Ateş azabı çekecekler için önce cehennem ardından ateş ama korunanlar için cana kıyma hariç Cehenneme sevk diye de bir ayet göremedim. Onları ya Rabbimiz bağışlayacak ya da günahımız kadar sorgu yerinde manevi azap görüp layık görülürsek Cennete gideceğiz.

Ankebut 54-55’de Azabın gelmesini isteyenlere Rabbimiz Cehennemin onları kuşattığını söylemiş hali hazırda Cehennem olmadığına göre bunun bir korku, tedirginlik yani psikolojik bir azap olduğu buradan belli nitekim Gazi Özdemir hocada buna benzer yorum yapmıştır. Bu çok açıktır. Çünkü terazi, kitap sorgu tamamlanmadan Rabbimiz gerçek gözle görülen bir azap vermez. Hatta bu korkunun dünyada bile başladığını söyleyebiliriz. Dünya ahiret bütünlüğünü bildiren ayetler vardır. Yine ateş azabından koru derken henüz olmamış bir şeyi koru derken Cehennem azabını bizden uzaklaştır.

Sav diye niye ayet vardır. Çünkü Cehennemin korkusu dünyada başladı bile başlayan bir şeyden o yüzden sav, deriz. Ama başlamayan ateşten koru deriz.

Müminler ile Ateş ehlinin Cehennem azabı bile (ateş değil) birbirinden farklıdır. Mümin için ateş ehli olmadığı sürece ateş azabını gerektiren sayı çok azdır Adam öldürme için ateş değil Alçaltılmış Allah’ın gazabına uğramış Cehennem der. Bu kişi 10 bin yıl Cehennem hücresinde tek başına kalsa bu yine de az mıdır. Çünkü Rabbimiz süre belirlememiş diğer zina vs. suç için katlanır der cezası ona göredir ama onlarda bile Cehenneme sevk ayeti yoktur ben bulamadım. Bu önemlidir. Geçer not alan kimse mesela 1000 yıl sorguda bekletilebilir. Bu cehennem azabı değil de nedir?

Çünkü süre yok. Hatta hepsi biter kendisi gibi başka müminler cennette iken o cenneti bekleyebilir mesela 5000 yıl (ARAF 46 geçer not alanların cenneti bekleyişini anlatır)

Çünkü müminlerle ateş ehli arasındaki fark için o kadar ayet var ki yazının bazı bölümlerinde bunu işledim

Ateş ehlinin Cehennem (ateş değil) azabı da şu şekilde olabilir Ayetleri hatırlarsak Cehenneme girdiğinde ateş uzaktan görülür ve homurdanır, köpürtülmüştür, çatlayacak gibidir o anın dehşetini bir

Düşünün belki 1000 yıl belki daha fazla orda beklediğini düşünün Hani demiştik ya ateş azabı için koru cehennem azabı içinde Furkan 65’de kurtar Sav işte Cehennem azabı çok erken başlıyor Fiziki bir azap olmadığı için buna ister dünyada başlasın ister diriliş gününde FURKAN 65’in sav kelimesi o şekilde değerlendirilebilir.

Kalem 33 bahçelerinin bozulmasından içi yanan çiftçileri Rabbimiz azap olarak değerlendirir. Yine Yusuf suresinde zindan vs. cezası azap olarak değerlendirir Haşr 3 ayette sürgün yapılmış bu azap denilmiştir

Aslında Cehennem ve ateşin aynı şeyler olduğunu Kur’an’ın değil Gelenekselcilerin ispat etmesi gerekir Çünkü Kur’an böyle söylemiyor. Ayrıca bunlar ayrı ayrı bir kelime ve birbirinden türemiş falanda değil.

Cehennemin İbranice Gohinomdan türetildiği dipsiz uçurum anlamına geldiği söylenir ateşi herkes bilir. Basite indirgersek Cehennem ayrı bir kelimedir ve oradaki mekânın komple adıdır. Ateş ise farklı bir isimdir ve kişi gerekli azabı hak ederse ateş cezası da cehennemin, zindanın ateşli olan bölümünde cezasını çekecektir

KUR’AN’A GÖRE GRUPLAR (CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 4. BÖLÜM)

Kur’an’a göre 2 grup vardır Zümer 71-75 ve Hac 19-23’de kitabı soldan verilen-sağdan verilen terazisi hafif-ağır Ateş ve Cennet tamamda Cehennem nerden çıkıyor bu da Kur’an’da geçiyor Cehennem genel azap yerinin adı.

Cehennem gurubu ise Ateş azabını çekecek ama o önce toplanma, sorgu, teraziler ve kitap döneminde inanılmaz tedirginlikler pişmanlıklar yaşayacak ateşin hışıltısını duyacak korkusunu çekecek

Ayetleri tekrar hatırlarsak Ateş yüzlerini yalar, Ateş köpürtülmüştür, yaklaştırılmıştır, öfkesinden çatlayacak gibidir ayetleri cehennem azabı içindir. O anda kişi henüz ateşe girmemiştir İşte Cehennem azabı budur.

Sonrası ise gerçek ateş onu herkes bilir

Kur’an’a göre 2 grup vardır. Cennet ehli ve ateş ehli konumuz ateş ve cehennem olduğu için onu araştıracağız. Araf 36, Rad 5, Fatır 6, Mümin 43, Haşr 20, Maide 10,86,29, Hadid 19, Tevbe 113, Zümer 8, Şura 7, Bakara 39,81,275, Mülk 10,11, Ali İmran 116, Yunus 27, Mücadele 17, Tegabün 10, Araf 44 gibi pek çok ayette ateş ehli diye bahseder. Kur’an’da Cehennem ehli, halkı diye bir tabir geçmez. Şura 7 ayeti de önemlidir. Burada da cennet ve ateş ehlinden bahsedilir.

Cehennem azabından söz edilir ama somut bir şey söylenmez. Tekrar hatırlarsak kötü bir yerleşim yeridir azap katlanacaktır falan der. Ali İmran 192’de kim ateşe girerse rezil ve perişan olur der ama aynı şey cehennem için söylenmez Bunun sebebi şu olabilir Cehennem azabı dediği kötü bir mekân ve fiziksel değil psikolojik olduğu ve halen sorgu (tartı terazi kitap) olmadığı için Rabbimiz böyle demiş olmalıdır. Nitekim günahlar kimse için henüz bağışlanmamıştır Tahrim 8 ayette günahların o gün bağışlanacağını öğrenmekteyiz.

Ayrıca Cehennem ehli dese neredeyse tüm insanlığı kaplamış olmalı nitekim Meryem 66-71’de herkesi Cehennemin çevresinde toplayacaktır Yine ateş geçen ayetleri incelersek birkaç bireysel istisna suç hariç hep kâfirlerle ilgili olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Yine Bakara 175’de Ateşe ne kadar dayanıklılar diyerek ateşi anlatır ama aynı şey Cehennem için değildir. Bu da Cehennem ve ateşin farklı olduğunun bir kanıtı Yine vakıa suresinde sol taraf ehli ve sağ taraf ehli diye 2 taraf geçer Ateş ve cennet ama Kur’an’a göre imanı tam fakat günahları çok işte cehennem azabı onlar içindir. Bu kadar basit mi diye düşünebilirsiniz. Burada önemli olan nedir fark ettiniz mi? Kur’an şekilcilikten ziyade düzgün bir imanı emreder. Nitekim kitabı solundan verileceklerin kâfir münafık ve müşrik oldukları çok muhkem ayetlerle sabittir. Hatta kâfirler için terazi bile kurulmayacağı ayetleri vardır. (Kehf 105) Kur’an bir şey sabitse onun karşılığı da vardır. Mesela Şirk bütün amelleri siler ayetlerine karşı.

Enam 82 ayeti İmanına zulüm (Şirk) bulaştırmayanlar güvendedir der. Şuara 89’da Allah’a temiz bir imanla gelen kurtulur der. Hac 17’de iman edenlerle diğer grubu ayıracağım der. 38’de onları koruyacağım der

Ahkaf 31 ayette çok açık Ayetleri dinleyip uygulamaya çalışanların günahından bir kısmını bağışlayıp en azından azap etmeyeceğini (bunlarda hiç günah işlemeyen her şeyi tam yapan insanlar değil aksine ilk muhatap kafir/müşrik sonra tüm insanlığa hitap ediyor) söylemiştir. Bunun aksine bir kısım kâfirler Fussilet 26’da Kur’an’a hiç bakmayan hiç anlamaya çalışmayan kimselerdir. Ayeti güncellersek bugünde inandığını söyleyen bir toplum bile Kur’an’ı anlamadan okuyup sevap peşinde koşuyor. Kur’an yeter deyince demediğini bırakmıyorlar. Buradan vahim durumu görebilirsiniz.

Müminlere yardım için benzer ayetler:2/38,26/89, 27/89 41/30-32, 21/101-103 2/62,112 5/69, 7/35 6/48 39/61 46/13 38/83-85’i inceleyebilirler özetle Allah bizi azap etmek için yaratmadı. Ya kâfir olacaksın ya da illa bana azap et diye kaşınacaksın

CEHENNEME VE ATEŞE SEVK

Yetmez dedikleri Kur’an öyle bir detaylı ki hatta fazla detaylı bile diyebiliriz buda Rabbimizin mucizesi Mesela bir şey çok çok önemliyse çok çok fazla ayet ve detay vardır. Mesela Özellikle ateşe gireceklere Kur’an gelir, Resul gelir. Onları uyarır. Uymayanlar başka kaynaklara uyanlar kâfir/müşrik olur der. Onların Cehenneme gireceğini söyler Cehennemi anlatır. Çeşitli işkenceler olduğunu söyler. Yetmez onların ateşe gireceğini söyler

Ta onlar ateşin ortasına atılana kadar çeşitli ayetlerle uyarır. Kaf 24, Zümer 71, Meryem 86’da inkârcı grubun CEHENNEME sevki vardır (birkaç ayet öncesi ve sonrasına da bakın) Hac 19 Saffat 55 Hakka 31’de ise (yine birkaç öncesi ve sonrasına bakın) onların bağlanarak ATEŞİN ortasına kadar sürüklenmesini anlatır. Bir ayette derilerinin değiştirdiklerini anlatır. Yine Duhan 47-49’da ateşe sevki anlatır. Dikkat ederseniz grup aynı grup Kur’an’ın inkârcı dediği kimseler önce CEHENNEME sonra ise ATEŞE giriyorlar hani Buruç 10 ayette onlar için hem Cehennem hem ateş cezası vardı hatırlarsanız Buradan hem bunları öğreniyoruz hem de Cehennem/Ateş farkını öğreniyoruz. İnkârcı ateş ehli için bu kadar detay veren Kur’an diğer bireysel suçlar için çok fazla detay vermez Affa uğramazsa düzgün inançlı kişilerden zulümle kul hakkı yiyenlerin, yetim ve zavallı malı yiyenlerin vs. ateşe gireceğini söyler. Riba yiyenlerin de ateşe gireceğini söyler ama onlar zaten ateş ehli diye sınıflandırılır. Nisa 93’de kasten adam öldürmenin cezası ebedi Cehennemdir der Allah’ın laneti var der büyük bir azap var der ama ateş demez. Çok dehşet verici bir şey ama Asıl burada anlatmak istediğim bunlara ateş ehli demiyor. Ateş bile demiyor. Furkan 68-69’da zina, adam öldürme ve Allah ile başka bir ilaha yalvaran kişiye horlanmış olarak orada uzun süreli kalır der ama yukarıdaki gibi girin cehenneme girin bağlayın ateşin ortasına atın gibi çok detay vermez bunu da Cehennem/ateş farkı olarak görebiliriz.

Kur’an inkârcı ateş ehli gruba Nisa 14, Mümin 60, Tevbe 34, Furkan 69, Mücadele 5, Bakara 90, Nisa 151, Hac 51 gibi ayetlerde birde aşağılanma hor görülme şeklinde de esas azap olan ateşe götürecektir. Normal bireysel suçlar için çok daha ılımandır. Namaz için oruç için kılın der tutun der ama yapmazsanız azap ederim demez Ayetleri tekrar hatırlarsak içki kumar için günah/zarar vardır der. Ama sonra artık vazgeçtiniz değil mi? diye son derece nasihat verici bir tutum söyler. Vasiyet yazma hacdaki emirlerle ilgilide yine yumuşak üsluplar kullanır. Domuz haramdır der ama zorda kalırsa onu bile yiyin der. Şekilci değil. Yani Allah bizden tam iman istiyor.

Bütün bu nimetleri verdiğini, kâinatı yarattığını bilmemizi ister. Din konusunda helal haram hüküm konusunda tek yetkili kendisini görür. İşte bunun dışına çıkanlara çok sert ifadeler kullanır. Mesela helal haram konusunda Maide suresinde Nahl suresinde sayar, sayar bunları yiyenlere işleyenlere o kadar sert tavır takınmaz ama bunların dışında helal haram belirleyenlere Nah 116’ da Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler der. Sonrası kurtuluşa eremezse sonrasını siz düşünün Yukarıdaki ayetlerden tespit edebildiğim sadece Furkan 69’da da bireysel suçlardan zina adam öldürme gibi suçlara da aşağılama hor görülme azabı vardır. Onda bile yine şirk olan bölümde var Yani Allah ile başka bir varlığa dua eden. Sonrasında ise azabı katlanır der. Ayette olmamasına karşın ebedi kalır diye mana verilmesi ise üzücüdür. Nisa 138, İnşikak 24, Lokman 37, Casiye 8 gibi ayetlerde azabı müjdele derken Duhan 47-49’da ise benzer kişilere hani siz çok şerefliydiniz ya diyerek en basit anlatımla nükteli bir anlatım vardır bireysel suçlarda böyle değildir.

Buraya kadar okuyanlar ve ayetleri gerçekten inceleyenler Özellikle ateş azabı çekeceklerin neredeyse tamamı kâfir vs. gibi ateş ehli gruplar olduğunu rahatlıkla görebilir. Bunların dışında müminse ateş azabını gerektiren suçlar 8-10 u geçmez.

CEHENNEM AZABI NEDİR SÜRESİ NE KADARDIR? (CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 5. BÖLÜM)

Benim buraya kadar anladıklarım 1-Ateş ve Cehennem ayrıdır, Cehennem ve Ateşe kâfir müşrik mücrim fitneci gibi azılı suçlular girerken Cehenneme ise şirkten ve büyük günahlardan korunmuş bir şekilde imanlı daha az daha hafif günahlılar girer. Aslında katiller için hariç Cehennem azabı diye de geçmez azap vardır der. Bu birinci gurupla ikinci gurubu bir tutmayacağını Rabbimiz ayetlerde defalarca açıklamıştır.

2-Kur’an’da ateş ehli diye grup varken Cehennem ehli diye bir grup geçmez onlarca yüzlerce ateş ve Cehennem kelimesi geçerken bir tanesinde bile Cehennem ehli dememesi ikisinin farklı şeyler olduğunu gösterir

3-Ateşe girecekleri çok somut örneklerle açıklar ateşe girer alevler köpürmüştür kırbaçlar vardır vs. Ama Cehenneme gireceklere fazla somut bir şey yoktur

4-Cehenneme gireceklere (tabi ateş azabı gerektirmeyen suçlara karışmayan) yine suçlara göre tedirginlik, korku, Allah’ın rahmetinden uzak kalma daha çok fiziksel değil de psikolojik azap vardır. Bunu da hafife almamak gerek bedenimizi yaratan Allah olduğu gibi manevi duygularımızı da yaratan Allah’tır. Afrika’da Issız bir dağda gece vahşi hayvanlar uçurum vs. bir sürü tehlike varken kendi başınıza beklediğinizi hayal edin. Bu korkuyu veren de Allah’tır. Biz O korkunun katlanmışını verecek ve alçaltılmış rezil bir şekilde orada kalacak Furkan 67-68’de zina adam öldürme vs. gibi günahlar için bu ayet vardır. Ama yine de ebedi değildir. Orada ebedi geçmemesine karşın geleneğin etkisiyle öyle yazmışlardır.

5-İnkârcı ateş ehli grupla mümin kimselerin çekeceği Cehennem azabı bile (ateş değil) bir değildir. Onlara ebedi der müminlerinkine birkaç suç hariç (önce yazdım cinayet vs.) öyle demez. Onlara Ateş gösterilir, (ateşin uğultusu, ateş yaklaştırılmış, öfkesinden çatlayacak gibidir falan) ama günahkâr müminlerin Cehennem azabı için böyle demez hatta bir ayette hışıltısını bile duymazlar der. Bazıları okurken onları 4/4’ lük günahı olmayan zannedebilirsiniz ama hiç kimse günahsız değildir ayrıca Vakıa suresinde insanların bölük bölük cennete gideceği var.

Ayetler Cehennemi ve ateşi anlatırken Cehenneme atılır ateşe atılır der ama ince ince düşünmezsek konuyu kavrayamayız. Belki Cehennemde 10 bin yıl kalacak Bu Cezanın tatbiki ve hakkın yerini bulmasını öğrenmemiz açıdan son derece önemli mesela mümin bir kişi marketten peynir çalmış dedikodu yapmış olsa yere çöp atsa işe geç gitse bunlar çok ahlaksız bile olsa eğer ki Allah affetmezse bunlar illa yanacaklar mı hatta Cehenneme giren çıkamaz der Şimdi bunlar kafirler, firavunlar, sapıklar katliam yapanlarla aynı sonu nasıl paylaşır. İşte Cehennem ateş farkını bilmemiz son derece önemli Mesela atıyorum bunlar için Rabbimiz 1000 yıl Cehennem hapsi verebilir. Ayrıca psikolojik olarak korku, pişmanlık vs. olur. Hangisi daha mantıklı, hangisi daha adaletli?

Peki, neden Cehennemle ateş aynı zannedilmiştir. En büyük etki tabi ki geleneğin etkisi Kur’an meali okuyanlar bile önceden kafasında oluşan bilgilere göre okuyor. Bir de Cahim vardır. Cahim ateştir. Ama isimleri birbirine benzer olduğu için Kur’an’cı hocalar bile cahimi direk cehennem diye çevirmişlerdir.  Halbuki Saffat 97’de Hz. İbrahim’in yakılmak istenen ateşi cahim olarak geçmiştir. Yine uydurma rivayetlerle saçının teli gözüken şu kadar yanar namaz kılmayan bu kadar yanar diye milletin beyni iyice yıkanmıştır. Mealciler, hocalar vs. onlarda insan onlarda öncekilerden gördükleriyle bilgi sunmakta bu böyle sürüp gitmektedir. Nitekim Resul ve Nebinin farkını bile ezici çoğunluk bilmemektedir. Bir de kâfirler için hem Cehennem hem de Ateş azabı olmasıdır. Bazı ayetlerde Cehennem bazılarında ateş bazılarında hem Cehennem hem de ateş geçince karıştırılmıştır.

Şimdide yargılama ve Cehennem hapishanesinin bekleme vs. uzun süre olup olmadığını anlamaya çalışalım.

Meryem 71-73 ayetlerinde Cehenneme de Cennette de gruplar halinde girileceğini bildirir. Yani bu uzun bir süredir. Bu özellikle Cehennem ve ateş ayrımını anlamamızda büyük bir yardımcıdır. Biz okuyup geçiyoruz. Bir çırpıda olacak zannediyoruz. Halbuki Rabbimiz süre belirtmemiş ama sürenin olacağı kesindir. Nitekim Meryem 69’da ilk önce elebaşlarını ayıracağız der 71’de zulmedenleri dizüstü bırakırız der (bakın Cehenneme bile girmedi ki ateşe girsin) üstelik bunlar elebaşı yani çok büyük çoğunluğa daha sıra bile gelmedi Meryem 86’da Cehennemlikleri süreceğiz der sürü gibi gidecekler. Araf 50’de Cennetliklerle cehennemliklerin konuşmaları var ekmek su istiyorlar, Araf 46’da Cennetlikler bile henüz cennete girememiş bu kesin Furkan 12’de ateş uzaktadır der 13’de dar bir yerdedir der. Bakın bunlarda fiziki bir azap yok bunlar Cehennem azabı belki orada 1000 belki de 10 bin yıl kalacak çünkü süre yok Mülk 6-11 ayetlerinde kişinin önce Cehenneme sonra ateşe girdiği anlatılır. Bu çok önemlidir. İlk önce Cehennem ve ateş aynı ise niye 2 kere ayrı ayrı girdi. İkinci buralara grup grup giriliyor uzun bir bekleme olacağı kesin Oradaki Arapça şehikun kelimesi Hud 106’da ateşe izafe edilmiştir. İbrahim 14-17 ayet zaman kavramı açısından önemlidir inkârcı grup yenilgiye uğruyor. ardından Cehenneme girecekler diyor. Ardından berbat yiyecekler vardır diyor ardından daha ağır bir azap (ateş) diyor. Bu en ağır azabın ateş olduğunu aynı sure 30. ayetten anlıyoruz. Bakın daha olay dünyada başlıyor olup bitiyor ardından Cehennem diyor (kaç bin yıl geçmiş ve geçecek) ardından berbat yiyecekler, ardından ateş diyor Ayrıca mahşer, toplanma hesap günü çok çok uzun bir süre geçecek demek istediğim Cehennem azabı bu Yine İbrahim 29 ve 30’da İnkârcı şirk grubunun önce Cehenneme sonra ateşe gireceği çok net açıklanmıştır. Sad 56-54 ayetlerini okuyan net olarak Cehennem ve ateş farkını anlar çünkü önce azgın grup Cehenneme giriyor kaynar su irin vs. içiyor 59. ayette ise Ateşe giriyor. 61 ayete lütfen dikkat Rabbim onların ateşteki azabını katla Yani Cehennemde ateş vs. gösterilip psikolojik azap yapılmıştı ya bu onun içindir.

Şimdi de onların en ağır azap olan ATEŞDEKİ AZABINI azabını katla son derece önemli hem zamanın uzunluğu yani Cehennem hapishanesinde uzun ya da kısa bir zaman kalınarak bu ceza infaz edilir. Bu Rabbimizin takdiri.

Nebe 40 ayette Rabbimiz kıyameti yakın demiştir. Ama 1400 yıldır kopmadı ve kimse ne zaman kopacağını bilemez. Hac 47’de Allah katında 1 günün bizim 1000 günümüz gibi olduğu anlatılır. Yani bunlarda uzun bir süreç olacağının ateş azabı yazmayan Cehennem azabı ya da sadece azap yazanların Cehennem hapsi cezası (aklımıza da korku endişe vs. verilerek) olabileceğinin delilleridir.

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 6. BÖLÜM

Niye Rabbimiz mahşer dediğimiz Cehennemin kenarında bizi sorgu için topluyor. Bu Cennetin kenarı da ya da boş bir yerde olabilirdi. Çünkü hepimiz Cehennemi hak etmiş vaziyetteyiz ve o zamana kadar affedilmiş değiliz. Belki de orada çok uzun yıllar bekleyeceğiz gerekirse suçlarının karşısında Cehennem ya da ateş yazmayan müminler orada cezasını sorgu alanı olan Cehennemin kenarında bekleyerek bitirecekler. Bazısını yapın edin demiş ama cezası şudur dememiş Bazısına da azap var demiş ama Cehennem ya da ateş dememiş. Tabi bu bekleyiş tatil yöresindeki gibi ya da basit bir sınav için okul yanında bekleyiş gibi olmayacak en azından korku, tedirginlik, pişmanlık, Rahmetten ve Cennetten uzak kalma öyle ki bazısı hemen kurtulacak Cennete gidecek (Ali İmran185) Aslında Rabbim ol dedi mi olur ve Allah hesabı seri görür vardır. Peki, o zaman niye bekleyeceğiz işte o da bir Cehennem azabıdır. Korku pişmanlık tedirginlik vs. Rabbim kişinin durumuna göre orada bekleterek ya da Cehennem de hapis yatırarak cezaları tamamlayacaktır. Tabi kimini hemen affeder Cennetine alır onu biz bilemeyiz. Ama uzun süre olabileceğini yukarıda açıkladık. Yani bekleme sürelerimiz ve o korku tedirginlik vs. azabımızdan düşülecek Ateş azabından koru diyen birçok ayete karşı Furkan 65 Cehennem azabını bizden ‘sav’ uzaklaştır onun içindir.

Yukarıda gördük Çok sayıda ayette Rabbimiz Cehennemi kötü bir mekân olarak tanıtmış bu neyi değiştirir demeyin. O ayetleri de destekleyen bazı ayetlerden bahsedeceğiz çünkü algı olarak biz Cehennemi direk ateşle aynı görüyoruz. Önyargıdan sıyrılmadan bu konuyu anlayamayız. Cehennem kötü bir mekân ve Cehennem suçu işleyen herkes orada Müddesir 38’de olduğu gibi rehiniz. (Ateş suçu işledi ise ilerde ateşe girecek o ayrı) Ayrıca Vakıa suresin 43-44’de Kara bir dumanın gölgesindedir der Lütfen dikkat ATEŞİN GÖLGESİ OLMAZ Cehennemdeyiz ama ateş yok. Orada rehiniz, mahkumuz, cezamızı çekiyoruz. Mürselat 31. ayet ise son noktayı koyuyor. Gidin Cehennem mekânına o sizin bildiğiniz gibi serinletmez. Ayrıca ALEVDEN korumaz. Bakın Cehennem komple ateş ve iki azap aynı ise böyle bir ayet olabilir mi? ne soğuktur ne serin bir kara duman diyor ateş zaten soğuk ve serin olmaz aynı zamanda aydınlık olur yani Cehennemde ateşte değil. Fiziki bir azapta yok o kötü mekânda bekliyor. Üstelik bu kâfirlerin Cehennem azabı

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 7. BÖLÜM

Tevbe 68, Cin 23 ve Beyyine 6 ayetlerde Fatır 36’da Cehennem ateşi kelimesi yan yana geçmiştir. Arada Arapça vav yani ve kelimesi geçmemiştir. Çünkü Cehennem ayrı Ateş ayrı ikisi ayrı birer cezadır. Tıpkı Allah ve Resulü gibi onlarda ve bağlacı geçmiş çünkü ikisi de tek otoritedir. Allah ve resulünde ayrıca iyi kavramamız için Onlarca ayette Resule düşen ancak tebliğdir der. Bunda da ikisi ayrı cezalar olduğu için Cehennemi yukarıda örneğini verdiğim çokça ayette kötü bir mekân döşek yani hapis şeklinde açıklamıştır. Ateşi ise dünyada biz onu bilmemize rağmen yine de alevli ateş, ateş köpürmüştür, öfkesinden çatlayacak gibidir vs. diyerek iyice tanıtmıştır. Bunlardan sadece Cehennem ve ateşi değil Kur’an’ın müthiş üslubunu da öğrenmekte ve imanımız artmaktadır. Tek bir çelişki yoktur. Ben Cehennemi insan ve cinlerle dolduracağım demiştir. (Secde 13) Aynı şeyi ateş için söylememiştir. Niye böyle söylemiştir. Çünkü ateş gurubu da önce Cehenneme girecek ayrıca günahkâr müminlerde bağışlanmazlarsa girecek haliyle ateşe göre çok daha fazla insan olacak. Kaf 30’da Cehenneme doldun mu diye sorulur Ateşe aynısı sorulmaz Zümer 32 ve Ankebut 68’de Cehennem için kâfirlere yer mi yok denir ama ateş için denmez. Bunlar tesadüf mü?

Cehennemi başka şekillerde tanıtmıştır Rabbimiz vakıa 43-44’de inkârcıların amel defteri sonrası ilk durağı olarak Cehennemi tanıtırken vakıa 43-44’de kapkara bir duman ve gölgededirler der. Bakın zaten Rabbimiz orayı kötü bir mekân olarak tanıttı. Ayrıca ateş demiyor ve ateşin gölgesi olmaz araştırabilirsiniz. Benzer ayet için Nebe 24 var serinlik yok der. Ateşte olsa zaten böyle bir şeyi kimse beklemez Cehennemi tanıtıyor ateşi değil. Leyl 14-16 arası Alevli ateşten bahsedilir. Yani bir defa insan zaten acıdan kıvranıyor ayrıca Alevli ateş olduğu yeri aydınlatır. Furkan 13’de dar olduğu Hadid 13’te duvarlarla çevrili olduğu anlatılır. Vakıa 43-44’de puslu olduğu anlatılır. O anlatılanların ateş olması mümkün değildir. Dar, puslu, karanlık bir yerde (ateş aydınlatır) ateşin yanması mümkün değildir. Ha Allah isterse onları da yapar derseniz Allah elbette yapar Ama Allah’ın sünnetinde değişme yoktur. Ahirette farklı bir şey olsa bize mutlaka bildirir çünkü ondan sorumluyuz. Nitekim hatırlarsak sen illiyyunu nerden bilirsin, Tarıkı nerden bilirsin, Haviyeyi nerden bilirsin diyerek bize tanıtmıştır. Ayrıca böyle Kur’an dışı önyargı ile orası farklı dersek o zaman insanın aklı bulanır. Öyleyse ateşi de farklıdır ve yakmayabilir, kabirden hiç kalkmayabiliriz vs. Biz Kur’an’cıyız ve Kur’an’daki bilgilerden sorumluyuz. Allah birçok ayette aklımızı kullanmamızı ister. Ateş azabını çekeceklerin diğer kötü yiyecek kaynar su kırbaç vs. gibi Cehennemle ile ateş arasında o şekilde cezalar çekeceğini önceki bölümlerde belirtmiştik O ilgili ayetlerin hepsine baktığımızda değişmez ortak özelliği inkârcı müşrik vs. gibi ateş ehli olduklarını görmekteyiz. Sıradan müminlerin bunları çekmeyeceğini düşünürsek Ateş azabını çekmeleri hiç düşünülemez buda Cehennem ve ateş farkı.

Secde 13 ayette Cehennemi dolduracağım demiştir. Yine benzer mesajlar Araf 179 ve Hud 119’da da vardır. Fakat Leyl 14-16’ya bakarsak O ateşe ancak Kur’an’da “eşka” diye geçen en azgın kâfirlerden başkası girmez demiştir. Yani Cehenneme gireceklerle ateşe girecekler aynı sayıda değillerdir Eşka kelimesi Ala 9-12 ayetlerde zikirden Kur’an’dan yüz çevirenler için kullanılmış ve sonları ateş.

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 8. BÖLÜM

Lütfen Kur’an’ın dediği gibi düşüne düşüne okuyup anlamaya çalışalım. Cehennem bir ahiret kavramıdır ve bunun nasıl bir şey olduğunu Kur’an’dan öğrenmek gerek. Furkan 66 ve daha onun üzerinde ayette Cehennemin kötü bir mekân olduğu bir nevi hapis (İsra 8) olduğu anlatılır.

Yine Ali İmran 131, Bakara 24, İnsan 4, Me’ârîc 2’de Özetle kâfirler için olduğu anlatır. İsra 97’de durum netleşmeye başlıyor Cehennemde birde ateş cezası varmış Ama kimin Aslen kâfirler için ama kâfir olmadığı halde bireysel birkaç suçu işleyenler içinde var. Leyl 14-16’yı ve Beyyine 6’yı tekrar hatırlarsak ateşe en azgın en şerli kimseler girecek Tevbe 68, Cin 23 ve Beyyine 6 ayet ve Fatır 36’da durum daha da netleşiyor orada hem Cehennem hem ateş geçiyor ve “Cehennem ateşi” yani ateş suçu işleyenlere hem kötü mekânda kalma hem ateş cezası. İşte tam burada karıştırılmaya başlanmış ikisi adeta tek varlık olmuş. Kur’an üstüne basa basa Cehennem için kötü bir mekân, Ateşin ise kâfirler için hazırlandığı ancak istisna kabul edebilecek birkaç suç için (üstelik daha şefaat konusuna hiç girmedik) durumlarda ancak ateş cezasının verileceğini söylemesine rağmen durum ve algı yine değişmemiş. Halbuki Cehennem kötü bir mekân Ateş ise tarifi imkânsız acı ve ıstırap. İkisi de kötü demeyin İkisini kıyaslamaya kalkarsak kıyas bile kabul etmez. Mesela 10 dakika o korkunç dehşetli ateşte mi yanmak istersiniz yoksa çok kötü hücrede 20 yıl mı geçirmek istersiniz. Rabbim niye kâfir için hazırlanmış demiş tabi ki ilk olarak herkesin Kur’an’a uyması için. Ama uymaya çalışanlar içinde herkes üstüne alınmasın diye Enam 82 imanına şirk bulaştırmayanlar güvendedir gibi çokça müminlere has ayet indirmiştir. (Buna benzer çokça ayeti yukarıda yazmıştım) Allah aklımızı kullanmamızı ister. Müminlerin huzurlu olmasını ister. Tabi Kur’an’a değil de geleneğe inanıyorsan o korkuyu, endişeyi hak ediyorsun demektir. Niye Rabbimiz 10 un üzerinde ayette Cehennem için kötü bir mekân derde tek bir tanesinde onun içi Ateşle doludur demez

Niye kâfirler için hazırlanan ateşten sakının derde aynı şeyi Cehennem için söylemez çünkü insan zayıf yaratılmıştır (Nisa 28). Çok günah işlemeye müsaittir. Nitekim peygamber ve sahabeler de günah işleyebilmişlerdir bunlar Kur’an’la sabitdir. Kur’an’da inkârcılar, müşrikler ve çok azgın insanlar için Ateş azabı var şiddetli azap var derken onları lanetlerken, daha hafif suçlara cehennem, ondan da hafiflere sadece azap yazması tesadüf müdür. Unutmayın Kur’an’da tesadüf yoktur

 

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 9.BÖLÜM

Kur’an’da Ateşle anılan her şeyin tamamına yakını inkârcı, müşrik ve çok azgınlar için geçer. Lütfen ateş (Nar, seira, Leza, harik, sekar, cahim) gördüğünüz kelimelere ayetin birkaç önüne ve sonuna bakın anlayacaksınız. Bağımsız olarak kabul edersek Zulümle kul hakkı yeme, Riba yoluyla insanları soyma, insanların evine malına çökme.

Gaybdan haber aldığını söyleyip insanları dolandırma vs. gibi suçlar için ateş geçer Bunlarda zaten azgın guruba dâhil edilir. Bunun dışında normal günahlar için (Tabi aşırıya gitmeden günaha iyice batmadan) ya Cehennem geçer ya da sadece onun altındaki suçlar için azap geçer. Ama inkârcı grup için hem Cehennem geçer hem ateş geçer hem de Allah’ın laneti gazabı vardır. Aşağılaması vardır. Mesela onlar hayvan gibidirler der. Kahrolsun ateş halkı der. (Mülk 11) Allah onlarla konuşmaz der. İnsanın en şerlileri der. Buna benzer çok sert ifadeler görürseniz o ateş suçluları içindir. Peki, tersten düşünürsek yani Cehennemle ateşi geleneğin olduğu gibi aynı kabul edersek nasıl olur. Buruç 10 ayeti görmezden geliriz (Hem cehennem hem ateş ayrı geçmiştir. Leyl 14-16, Beyyine 6, Ali İmran 131, Bakara 24 ve daha çok sayıda Kur’an’ın kâfirler için hazırlanan ateşten sakının ayetini görmezden geliriz. Basit suçlularla kâfirleri aynı kefeye koyarız. Yani komple azap kavramını, Allah’ın merhametini, Cehennemi, ateşi hiçbir zaman anlayamayız. Gelenekciler ve Kur’an’cılar Terazi ve kitabın solundan sağından verilmesinde ittifak yapmışlardır. Halbuki Terazisi hafif gelecekler ile kitabı soldan/arkadan alacakların yalnız inkârcı, müşrik ve azgınların olduğunu rahatlıkla görebilirler. Ama sağdan almakla da iş bitmiyor. İnşikak 8-10 ayetlerine göre sorgu devam ediyor. Fakat kolaydır der Rabbimiz. Yani önce düzgün bir iman var mı yok mu ona bakıyor. Bunu nedense kimse konuşmaz, açıklamaz. Dünya kadar günah işliyoruz. Rabbimiz hepsini affedip birini affetmezse o zaman bizde Ley l4-16’daki gibi azgın biri mi olacağız Beyyine 6’daki gibi insanların en şerlisi mi olacağız? Hani birçok ayette ateş kâfirler için hazırlanmıştı? Bizde mi kâfir olacağız. O sapkın gruplarla aynı sonumu paylayacağız bu konuda Kur’an’dan değil önyargılarından geleneğin etkisinden konuşuyorlar. Me’ârîc 28 Kimse azaptan emin olamaz demiştir. Tabi onlara göre azap deyince yakılmak anlaşılıyor. Hani zerre kadar iyilik ve kötülük karşılık bulacaktı. İşte Rabbimiz düzgün bir iman ve kendine göre ameller sonucu eğer ki ateş suçu işlememişse ya da affedilmemişse o zaman Sıkıntılı bir şekilde mahşer yerinde hesabın öncesinde ve sonrasında psikolojik azapla bekleterek, ya da gerekli görürse Cehennem zindanına atarak o azabı tamamlayacak. Ayetleri tekrar hatırlarsak Hz. Yusuf da zindana atılmış ve bu azaptan sayılmıştı, Bahçe sahiplerinin ekinlerinin heder olması onlar azap sayılmıştı sürgün edilmek azap sayılmıştı. İşlediğin suçun karşısında ateş yazmıyorsa Rabbim niye bizi ateşe atsın.

Yine ayetleri hatırlarsak bazı ayetlerde Rabbim bizi ateşten koru diye dua etmemizi ister Niye Cehennem değil? Melekler takvalı kimseler için onları Ateşten koru diye dua eder niye Cehennem değil? Sad 58-61 ayete bakarsak cehennemde azgın grubun birbirlerini suçlamalarında Cehennem azabını birbirleri için yeterli görmeyip ATEŞTEKİ azabını artır derler. Bütün bunlar normal bir kitapta geçse bile tesadüf değil kaldı ki Kur’an’dan bahsediyoruz.

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 10. BÖLÜM

Bütün devletler gelişmişlik oranına göre suçu ve suçluları caydırmak için suçun büyüklüğüne göre ceza sistemi yapıp kanunlarına yazarlar. En büyük suçlar için en büyük cezayı yazarlar.  Cinayet ve gasp en büyük cezayı gerektirir genelde. Bazı ülkeler idam der. Bu yüzden kişi bilir ki bir cinayet işlediğinde cezası idamdır. O kişi hırsızlık yapsa, korsanlık yapsa yine cezası vardır. Ama cezası idam değildir daha düşüktür. Bu yüzden özellikle cezaevleri tıklım tıklım dolmasına rağmen İdam suçlarına az bulaşılır. Aklın yolu bir idamdan nasıl kurtulursun idamlık suç işlemeyerek. Bakara 24 ve Tahrim 6 ayette Rabbimiz Ateşten sakının/korunun demiştir. Peki, ateşten nasıl korunacağız. Tabi ki en azından Ateş suçu işlemeyerek. Tabi diğer suçları da işleyelim anlamına kesinlikle gelmiyor.

Yani Ateş suçu işlemezsen ya da işlediğin halde Rabbimiz af ederse işte o zaman kâfirler için hazırlanan ateşten korunursun. İşin bir önem sırası olmalı. Ali İmran 102’de Allah’tan gerektiği kadar sakının derken, Nisa 28’de İnsanın zayıf, zaaflı olduğundan bahseder. Tegabun 16’da ise Gücünüz yettiği kadar sakının der. Demek ki istiyor ki siz bunu yapamayacaksınız bari gücünüz yettiği kadar sakının. Bütün devletlerde gelişmişliğine göre iyi ya da kötü eleştirilse de bir Ceza ve Adalet sistemi vardır. Bir ceza kanunu vardır. Der ki hırsızlık yapanın cezası mesela 5 yıl hapistir der. Adam öldürürsen 24 yıldır der. Ülkelere göre suçun kasti vs. oluşuna göre bu suç müebbet olur, bazı ülkelerde idam olur. Ama İyi kötü bu suçun cezası Ceza kanunlarında yazar.

Peki, Bunu bir beşer Ceza sistemi oluşturup bir kitaba yazarda Alemlerin Rabbi yazdırmaz mı? Elbette yazdırır. Zerre kadar iyilik ve kötülük karşılığını bulacak der. Nitekim Kur’an’da bazılarına AZAP der. Bazılarına Şiddetli AZAP der. Bazılarına CEHENNEM der. Bazılarına ise ATEŞ der. Ateş geçen yerler önce anlattığım gibi tamamına yakını inkârcı guruba aittir. Onlara ayrıca yine Lanet eder, Gazabım vardır der. Peki, biz nasıl anladık, nasıl anlattılar. Bütün azap, Cehennem ve ateşi adeta birleştirip hamur yapıverdik. Kavramlar allak bullak oldu. Basit bir suçla çok azgınlar, kafirler için var dediği ATEŞ cezası Cehennemle aynı oluverdi. Daha da ileri gidilip azap kelimeleri de Ateş gibi algılandı. Hatta ve hatta hiçbir şey yazmadığı (Namaz, oruç) gibi şeylerde ATEŞ oluverdi. Unutmayın Allah vadinden dönmez bizi ancak bildirdiğinden sorumlu tutar bildirmediğinden değil

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 11. BÖLÜM

Tevbe 63,68,81,109, Cin 23, Beyyine 6 ve Fatır 36 ayette Cehennem ateşi arka arkaya geçmiştir. Önce Nar sonra Cehennem kelimeleri geçtiği için Cehennem ateşi şeklinde okunmuş hafızalara kazınmıştır.  Cehennemin zıttı olan Cennet kelimesinin tanıtımlarına baktığımızda ise tam tersi şeklindedir. Kehf 31 ayette Önce Cennet sonra adn kelimesi ve cennetin içini anlattığı ırmaklar geçer.

Diğer ayetleri incelemek isteyenler 26/85 38/50 19/61 9/72 18/107 13/23.38/50 35/33 40/8 61/12 98/8 Sizce bunlar tesadüf mü? Bunlara isim tamlaması olduğu için diyebiliriz, sıfat tamlaması olduğu için diyebiliriz. Ama Her ne dersek diyelim; Irmaklar akan Cennet diye okursak, öbür tarafı da “Cehennemi olan ateş” ya da Cehennemide olan ateş diye okumamız lazım. Sonuçta Narı Cehennem kâfirleri hedef almaktadır. Orada Cennetin tersine Nar kelimesinin yazılması Ateşe dikkat çekmek içindir. Yani orda özne Ateştir Zaten inkârcıların asıl cezası ateştir. Hâlbuki Cennette önemli olan cennetin kendisi diğerleri ise ayrıntıdır yani özne Cennettir. İlk bakışta anlam açısından bir sıkıntı yok. Kafirler için hazırlanan ateşten sakının diye sadece içinde “Ateş” geçen ayetler var. O Ateşe ancak çok azgınlar girer diyen ayet var.

Zaten yukarıda da açıklamıştım. Ateş kelimesi geçen ayetlerin öncesine ve sonrasına bazen de direk aynı ayetin kendisine bile baktığımızda tamamına yakını inkârcılar ve yüz çevirenler olduğunu görebiliriz. İşte bu noktada Cehennemi olan Ateş şeklinde doğru çeviri yapılırsa Cehennem ve Ateş farkı çok bariz şekilde ortaya çıkar. Kafirlerin asıl cezası ateştir. Onlar için hem Cehennem hem de ateş cezasının olması ve geleneğin bu ikisini aynı zannetmesi sonucu nesilden nesile bu şekilde aktarılagelmiştir. Zaten bu kadar ayrıntıya bile gerek yoktur.

Bu ikisi aynıysa hemen 11.bölümün altındaki Cehennem ateşini şu şekilde çevirirsek sorun ortadan kalkar. Onlara Cehennem Cehennemi vardır olmadı. Onlara Ateş Ateşi var bakın bu da olmadı. Kur’an’ı inceleyin aynı anlama gelen kelime hiç yan yana gelmiş mi? Dikkat çeken bir konuda Kur’an’ın insanları Ateş ehli ve Cennet ehli diye ikiye ayırmasıdır. Neden Ateş ehli demiştir de Cehennem ehli dememiştir. Çünkü Cehenneme günahkâr müminlerde girecek. Allah ikisini bir tutmayacağını birçok ayette belirtmiştir. Müminleri üstün tutması illa da her şeyi bağışlayıp hemen cennete koyacak anlamına gelmiyor. Çünkü her şeyin hesabı verilecek. Mesela kâfirlere Ateş derken Müminlere cehennem demesi de büyük bir nimettir. Eninde sonunda o cennete gidecektir. Nitekim Şura 7. ayet bunu gösterir. Bir kısmınız cennette bir kısmınız ateştedir der. Bunu Çelişki gibi görmeyin bu en son olacak bir şeydir. Nitekim inkârcılar bile direk ateşe değil Cehenneme giriyor. Cehennem/ateşten Çıkış var mı yok mu konusu da yılardır tartışılır hala bir ittifak yapılmaz. Çünkü Cehennem ve ateş farkı bilinmemektedir. Çokça ayette Cehennem/Ateşten çıkış olmayacağı varken Nebe 23’de kâfirlerin orada uzun süre ya da çağlar boyu kalacağı vardır. Niye cehenneme ebedi değil de uzun süre çünkü oradan çıkıp daha kötü olan esas cezası olan Ateşe gireceklerdir. İşte Cehennemle ateş farkını bilmeden çıkış olup olmadığı da tam bilinemez. Nebe 23’ü okumuşken Lütfen 24. Ayeti de okuyun orada serinlik yoktur der. Ateş olsa zaten serinlik olmaz cayır cayır yanıyor Cehennem kötü bir mekân diye zaten onun üzerinde ayet var. Ateş ise yakıcı kavurucu tarifi imkânsız acılarla dolu bir yerdir. Benzer bir ayet vakıa suresinde de vardı.

Ateş halkı diye geçen Ayetleri yukarıda yazmıştım. Vakti olan tekrar incelesin ayetleri incelersek tamamının istisnasız inkarcılar ve yüz çevirenler olduğu görülecektir. Zaten kitabı soldan alanların aynı inkârcılar olduğunu görmüştük. Yine Leyl 14-16 ile Beyyine 6’da genel olarak vardı o ateşe en azgınlardan başka kimse girmez diye. Bakın ayetler nasıl örtüşüyor.

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 12. BÖLÜM

Yukarıda da bahsettik Ateş ehli ve Cennet ehli vardır. Maalesef Açık açık Ateş ehli yazdığı (Ashabul nar) halde Cehennem ehli diye çevirirler. Cehennem kötü mekânın adı olduğu gibi korkunun da adıdır. O yüzden yukarıda gördük çokça Ateş azabından koru diye ayet varken tek bir yerde Cehennem azabından koru diye ayet vardır. Bu yazacağım konu biraz müteşabih ama aklıma geldiği için yazmak zorundayım. Ateş ehline yukarıda da gördük Ateşe sevk ayetleri vardır.

Ateş suçlularına baktığımızda İnkârcı ve yüz çevirenlerin yanında mesela zulümle kul hakkı yiyenler, Yetim ve zavallı hakkı yiyenler gibi gruplarda vardır. Bunları yapanların arasında mümin var mıdır elbette vardır. Eğer ki Rabbim bağışlamazsa onlarda ateşe gireceklerdir. Tabi o kadar büyük günahı işleyen biri gerçekten doğru yolu bulmuş olabilir mi burası gerçekten şüpheli burada yorum yapmak gerçekten doğru olmaz. Ama Ayetleri incelerken gözüme takıldı. İnkârcı grup Ateşe girdiğinde Duhan 47 ve Saffat 55’de ateşin ta ortasına girdiğini görüyoruz. Ala 12. ayette Şaki olan (inkârcı) olan kişiye EN BÜYÜK ATEŞE girecek der. Biliyoruz ki azap da derece derece. Mesela münafıklar ateşin en altında en kötü yerindedir. Yani demem o ki gerçekten mümin olup nefsinin etkisi ile ateş suçu işleyenler eğer ki bağışlanmazsa Cehenneme girecek, hapis yatacak, ateşin korkusunu çekecek ateşe de günahı oranında girecek diyebilir miyiz? Durum onu gösteriyor ama en doğrusunu Allah bilir. Ateş ehline normal Cehennem ve ateşin yanında Allah’ın birde gazabı vardır. Lanetlemesi vardır. Yukarıda çokça gördük. Bir de Duhan 56 ayette Allah müminleri ateş azabından korumuştur der. Ali İmran 185’de Allah kimi Ateşin elinden çekip kurtarıp cennete korsa o kurtulmuştur der. Bunlar da 4/4’lük günahsız mümin değildir. Çünkü direk Cenneti hak etmiş ise Rabbim ne diye korudum desin o zaten hak etmişti. Ayrıca günahkâr hiç kimse yoktur. Bunları da bu şekilde değerlendirmek gerekir.

Rabbimizin çok bağışlayıcı ve esirgeyen, merhametli olduğunu zaten biliyoruz. Ama biz sanırım ayetleri yeterince incelemiyoruz. Rabbimiz günahları bağışlar eyvallah ama birde Merhametli davranıp cezaları hafifletebilir. Bunlar Kur’an’da var bu ayetler boşuna inmedi. Defalarca müminlerle inkârcıları bir tutmayacağını bildiren Rabbimiz 2/86,162 3/88, 16/85,35/36,40/49 gibi ayetlerde tamamı inkârcı olan kişilere Türkçe hafifletme anlamına gelen “yuhaffefu” kelimesini kullanmış yani onların azabını hafifletmeyeceğini bildirmiştir. Demek ki müminlerden dilediğini indirecek. Zaten 4/28’de yükünüzü hafifletmek istiyorum diyor. 2/178’de ise katil olan kişi için önce kısas vardır diyor sonra ise yükünüzü hafiflettim diyerek diyetle de kurtulabilirsiniz diyor. Yani ölüm cezasından para ya da mal verme cezasına düşüyor.

ATEŞ EHLİNİN GÖRECEĞİ CEHENNEM AZABI İLE GÜNAHKÂR MÜMİNLERİN GÖRECEĞİ CEHENNEM AZABI AYNI MI? 13. BÖLÜM

Bu da aynı değildir. Hicr 43’de Cehennemin 7 kapısından söz edilir. Kur’an’da geçen ateş çeşitleri şunlardır. Nar, Seira, Leza, sekar, cahim, haviye, hutame ve harik dediğimiz yangın anlamına gelen kelime vardır. Nar halen Arapçada kullanılan en yaygın kelime ve bildiğimiz ateştir. Yani diğer ateş çeşitlerini “Nar”ın özellikli halleri diyebiliriz. Nar’ı bunların dışında tuttuğumuzda 7 tane ateş çeşidi kalıyor

Bunlardan gerçek ateş olmayan sadece haviyedir. Karia suresinde içi, gönlü yakan bir pişmanlık ateşidir der. Yine Araf 9, Müminun 105’te ise tartıları hafif gelenlerin pişmanlık ateşini anlatır. Henüz ateşe girmediği için fiziki değildir bunu buradan anlıyoruz. Buna göre müminler ateşsiz bölüm olan buradan girmeli. Tabi ayet müteşabih olduğu için biz sadece yorum yaparız

Ama yukarıda gördüğümüz üzere Cehennemi tanıtan 10 un üzerinde ayette orada Arapça Bi’sel ya da Sa’et geçer bunlarda kötü istenmeyen bir şey anlamına gelir. Fakat bunlardan daha şiddetli daha berbat olanı vardır. Mesela Kaf 24-26’da inkârcı grubun Cehenneme sevkinde bu iki kelimenin dışında Türkçe yede geçmiş olan Şedid şiddetli azaba atın der. Rabbimizin gazabını zaten ayetten anlayabilirsiniz atın kelimesi bile 2 kere geçmiş. Yukarıda da gördük Rabbim müminlerle kafirleri bir tutmayacağını onlarca ayete belirtmiş. Yani bu müminleri illa affeder sıfırlar anlamında olmamalı azabı da af edebilir, hafifletebilir 12.bölümde gördük. Birçok ayette inkârcıların azabından hafifletme olmayacağını özellikle söylemiştir. Ateş dışındaki azaplara baktığımızda irin benzeri şeyler yeme, kaynar su dökülme, demir kırbaçlarla işkence vs. azapların hep inkârcılarla ilgili olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Yine Ali İmran 151’de ise inkârcılara kalplerine korku salacağız der. Rabbimiz Mümtehine 1, Bakara 98 ve bazı ayetlerde kâfirlerin düşmanı olduğunu belirtir. Hiç Allah’ın düşmanım diye belirttiği grupla günahkar mümin bir olur mu? Yani fiziki azabın yanında endişeleri de müminlerle kıyaslanamayacak kadar çok olacaktır.

Müminler için direk Cehenneme sevk ayeti yoktur. Ateşe sevk ayeti de yoktur. Ama biliyoruz ki müminlerde cehennem ve ateş suçu işleyebiliyor.

Mesela cinayetin cezası ebedi cehennemdir. Üstelik Allah’ın gazabı ve laneti vardır der. Onun da sevk ayeti yoktur. Bu konuda genel bir kaç ayet vardır o da Furkan 65-69 orada direk müminlere seslenerek yapmaması gereken günahlardan bir kesit sunmuş. Buna dayanılarak Sorgu alanında bekletilme gerekirse cehenneme ve ateşe girme olacaktır. Hemen peşinden gelen ayette ise Tevbe edenlerin durumunu düzeltenlerin kötülüklerini iyiliğe çevireceğini anlatıyor.

Casiye 10 ayet inkârcıların Cehennem azabının da Azim yani büyük olacağını anlatır. Furkan 34-35 onlar için Cehennem azabının Şerrun şerli, çok şiddetli olacağını anlatır. Aynı şey günahkar müminler için söylenmez

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 14. BÖLÜM

Genelde Rabbimizin merhameti ve bağışlayıcı yönü her zaman ön plandadır. Ama Ahkaf 31. ayet buna ‘değişik” bir iyi örnektir. Çünkü orada Rabbimiz Allah’ın kitaplarına uyanların GÜNAHLARINDAN BİR KISMINI bağışlayıp ELEM VERİCİ bir azaptan koruyacağını söylemiştir. Tabi bizim “gelenekselci toptancı” anlayışımız hemen bunu bütün günahların bağışlayacağı gibi ön yargıdan hareketle direk günahlarınızı diye yani tamamı diye çevirmişlerdir. Halbuki günahlar anlamına gelen Arapça żunûbikum önünde “min” edatı vardır. Min edatı bir kısmı anlamındadır. Sizler de araştırabilirsiniz. Önündeki kelimeye den, dan eki de verir. Mesela paramdan harcadım desem hepsini harcadım anlamı çıkmaz bir kısmı çıkar. Hepsini harcasam paramı harcadım derim. Y. Nuri Öztürk, Süleyman Ateş gibi hocalar bunu görmüş ve günahlarınızdan bir kısmını şeklinde tercüme etmiştir. Zaten orada hemen bağışladı Cennete koyacak sizi falan demiyor. Genelde günahları bağışlanan grubun hemen sonraki ayetlerde Altlarından ırmaklar akan Cennet diye ayetler devam eder burada öyle bir şey yok. Lütfen bunu biraz uzun düşünün kesinlikle anlarsınız. Yine Nahl 25 ayette saptıranlar saptırdıklarının günahlarından “bir kısmını” yükleniyorlar ve aynı “min”edatı orda da var. Bakara 271’de de aynı şekilde sadaka verenlerin günahlarından bir kısmının bağışlanmasından söz edilir ve yine “min” edatıyladır. Üstelik Ahzap 31’deki ayetin ilk muhatapları inancı doğru dürüst olmayan müşrik vs. kimseler. Allah günahlarından bir kısmını bağışladığında ne oluyor bu insanlar 4/4’lükmü oluyorlar. Hayır makalenin tamamını okuyanlar çok iyi bilirler ki Allah insanların imanlarını ölçüyor. İnancı tamsa bunlar kitabı sağdan alıp sorgusu devam ediyor (inşikak8)

Bu konuda Kitap ve terazi ayetleri diye ayrı bir makale var onları incelemenizi öneririz. Kitabı soldan alacaklar Yalnızca inkârcı ve Kur’an’dan yüz çevirenlerdir. Yine yukarıda gördük Ateş vb. azapların tamamı aynı kişileredir. Peki, bunların bireysel günahları ne olacak. Hiç mi başka bir günah işlemediler. Zerre kadar iyilik ve kötülük karşılığını bulacaktır. Kalan günahları Allah affedebilir. Sorgu alanında endişe ve korku ile bekletebilir yada Cehennem denen hapse atabilir.

Ama Allah Cenneti sadece inkârcı gruba haram kılmıştır. (Maide 72). Bakın günahkarlara demiyor, ya da Cehennemliklere demiyor. (bu da bir Cehennem ve ateş farkı)

Yukarıdaki ayeti tekrar incelersek Elem verici (acı verici) azap kelimesi fiziki azap anlamına gelmektedir. Elem kelimesini geçen bütün ayetleri tek tek incelediğimde istisna birkaç ayet hariç hep inkârcılara vereceği yani sonradan ayrıca ateş ve işkence (demir kırbaç, irin, kaynar su) gibi bunları gördüm. Burada çıkarılması gereken çok dersler var. Yani bir şeyin elem olabilmesi için gerçekten fiziki bir acı vermesi gerekir. Öyle de olmuş hep inkârcı grubu hedef alan Elim azap gelmiştir.2.çıkaracağımız sonuç ise Ateş çok çok önemli olduğu üstelik bir girenin bir daha çıkmaması anlamına geldiği için Rabbimizde bu konunun üstüne çok çok düşmüştür. Kur’an’da çok fazla sayıda Ateş kelimesi vardır. Yukarıda gördüğümüz şekilde değişik ayetlerde vahye uyun diyor, uymazsanız kâfir olursunuz diyor, uymayanlara azap var diyor, uymayanlara elim ve şiddetli azap var diyor, sonra somutlaştırarak ATEŞ var diyor, Sonra ise iyice netleştirerek üstüne basa basa uymayanlara çeşitli ayetlerde ALEVLİ, KIZGIN, KÖPÜRTÜLMÜŞ Ateş var diyor. Yani bir kişinin ateşte yanması hem de ebedi yanması için gereken tüm uyarılar fazlasıyla yapılıyor. Ayeti hatırlarsak LEYL 14-16 O ateşe en azgın kişiler girer demişti şimdi o ayetin kıymetini çok daha iyi anlayabiliyoruz. Furkan 65-70 arasını dikkatli okursanız orada müminlerinde işleyebileceği günahlardan bahseder ve ceza olarak CEHENNEM DER ATEŞ DEMEZ. Yine AZAP DER AMA ŞİDDETLİ VEYA ELİM DEMEZ. Bunlar tesadüf değil Ayet bunlar. Cehennem kötü bir mekân olmasına karşın günahkâr müminler için fiziki bir azap yoktur.

Azap deyince hemen direk ateş geliyor. Ama azap mahrumiyet ve ceza gibi anlamlara da gelir. Nitekim öncede yazdım. Kalem suresi 33 ayet ve öncesi dünyada iken bahçenin afete uğraması bir azap olarak tanıtılmıştır. Haşr 3’de sürgün bir azap kabul edilmiştir. Yine Yusuf 25-32 ayeti okursanız Yusuf için ya zindan ya da “elem” verici bir azap denmiş sonunda Rabbimizin desteğiyle zindan bir azap olmuş ve zindana atılmıştır. Zindan dışı elem verici azap ise bildiğimiz fiziki işkence idi.

Tamda ayetler nasıl örtüşüyor Cehenneme de kötü bir mekân demişti birçok ayette. Yani komple oranın mekânın adıdır Ateşli olan yerleri de vardır Rabbimiz kimin ateşe atılacağını tek tek bildirmiştir. Çünkü çok çok önemli bir konudur.

CEHENNEM VE ATEŞ AYNI MI? 15. BÖLÜM (BU SEFER AZABIN EN DİBİNE KADAR ARAŞTIRIYORUZ)

Lütfen özellikle bu bölümü dikkatle okuyunuz. Cehennem de ve Ateş de azap göreceklerin nasıl çok ayrıntılı bir şekilde açıklandığına şahit olacaksınız. Aşağıdaki ayetlerde muhatabın tamamına yakını inkârcı gruptur. Bu ayetler günahkar müminler için geçmez. Sadece bu bölümü inceleyen bile Cehennem ve Ateş farkını çok iyi anlar.

Allah bir konu çok çok önemliyse o da o da o konuyu çok çok önemli bir şekilde açar ve açıklar. Tabi özellikle Ateş azabı konusunu çok fazla açmış. Önce kâfirlere Azap demiş. Azap ceza, mahrumiyet hepsini içerir. Ateşte yanacaklar korkunç, dehşetli en büyük azabı görecekleri için sonra çok çeşitli ayetlerde AZİM azap demiş (3/105,176 ve çok sayıda ayet) (bu arada gerçekten Cehennem ve ateş zikredilmeden de büyük azap, elim azap, şiddetli azap gibi çok fazla ayet var yer kaplamasından dolayı az örnek veriyorum lütfen sizler de araştırın. Ben azap geçen cehennem geçen, ateş geçen hepsini tek tek düşünerek okuyarak bunları yazıyorum. Ali İmran 177, Bakara 10 ve birçok ayette ELİM AZAP demiş yani acıklı, can yakan şeklinde birçok ayette geçer. Burası çok önemlidir. Çünkü muhatap çeşitli işkenceler ve ateşe maruz kalacak. Mesela 36/18 ayette taşlama vb. olay Elim azap olarak adlandırılmıştır. Ali İmran 178 Bakara 90 ve pek çok ayette ise MUHİN yani Alçaltıcı bir azap vardır der. Hud 39, Tevbe 68 gibi ayetlerde ise MUKİM azap der yani sürekli azap, kalıcı azap anlamındadır. Bu ayetler Cehennemden/Ateşten çıkış olup olmadığının da büyük delili. Yine 11/39 ayette YUHZİHİ azap yani rezil edici.27/5’de ise SUUL azap yani kötü azap. Fatır 7, Talak 10 ve pek çok ayette ŞEDİD yani şiddetli, çetin azap. Bakın bunlar hep aynı grup yani inkârcılar.42/16 vb. de Allah’ın gazabı vardır der.41/50 vb. de GALİZ yani yoğun kaba azap var der. 22/9,22 vb. ayetlerde HARİK azap yani yakıcı, kavurucu azap der. Yani olay öyle ilerliyor ki bu azap çeşitlerini çok değişik şekillerde açıkladıktan sonra Cehennem diyor, Ateşli Cehennem diyor en son Ateş diyor. İşin altyapısını hazırlıyor. Çeşit çeşit açıklıyor. Bak o kadar ayetin üstüne 67/6 vb. çok ayette inkârcılara CEHENNEM AZABI vardır diyor.22/72 vb. çok sayıda ayette inkârcılara ateş diyor. (Cehennem azabını çektikten sonra bu sefer ateşe girecekler). Baştan verdiğimiz gibi Leyl 14/16’da ateşe ancak inkârcı vb. azgın gruplar girer. Ne diyordu bazı ayetlerde Rabbimiz size nice örnekler verdim der. Yani durup dururken keyfi bir şekilde hop ateşe atıp milleti yakmıyor. Ne ceza verecekse çok değişik örnekleriyle açıklıyor. Bu ayetler azap ayetlerinin başlangıcı sonra git gide somutlaşıyor. Ama müminlerin işlediği/işleyebileceği özellikle Furkan/65-69 arası ayetlerde ise hapis gibi tarif ettiği Cehennemden bahseder. Azap kelimesinde ise sadece azabı katlanır ve horlanmış bir şekilde kalakalır diyor Bakın inkârcılarınki gibi şiddetli azap demiyor, elim azap demiyor, kalıcı azap demiyor, kötü azap demiyor Şiddetli azap demiyor. Ne diyor kötü mekân Cehennem veya Horlanmış olarak orada veya sorgu yerinde kalakalmak. Tabi bu günahlardan değişik şekilde bazı ayetlerde de bahseder. Mesela Cinayet için Nisa 93 de ebedi Cehennemdir der. Allah’ın gazabı ve laneti vardır der. Yine de Ateş demez. Allah’ın yanında başka birine dua eden kimse ise şirke girmiş midir ya da girmemiş midir?

O konuya şimdilik girmek istemiyorum. Allah’ın yanında başka birinden yardım dilenen zaten Kur’an’ı tek kaynak olarak kabul etmiyordur ve onların cezası çok daha farklı olmalıdır. Beşer insanoğlu bile ülkesine, topluluğuna göre ceza sistemi oluştururken iyi kötü 1 yıl hapis der,10 yıl hapis der, müebbet der, ağırlaştırılmış müebbet der olmadı idam der hatta ceza ağırlaştıkça konu daha detaylandırılır mesela müebbedin yanında birde ağırlaştırılmış müebbet vardır. İdamın nasıl infaz olacağı mahkeme kararında vardır. Zehirli iğne, asma vs. gibi.

Yukarıda gördük Rabbimizde kılı kırk yararak en mükemmel şekilde ceza sistemi oluşturmuş ama Geleneğe göre bu hiç mi hiç araştırmadan direk Cehennem demişler onu da kavramları altüst edip hepsini ateş kabul etmişler ve millet hangi suçtan nasıl yargılanıp ne kadar ceza alacağını öğrenemez duruma getirmişlerdir. Kur’an apaçıktır. Cezalar önceden bellidir. Eksik ve yanlış bir terazi, kitabı soldan sağdan alma hesap günü anlayışıyla kimsede araştırma zahmetine girmeden bu duruma geldik. (Halbuki Terazisi hafif gelecekler ile kitabı soldan/arkadan alacakların yalnız inkârcı, müşrik ve azgınların olduğunu rahatlıkla görebilirler. Bakınız tam bir iman nasıl önemli eğer iman edip şükrederseniz Allah size neden azap etsin (Nisa 147) Bir de şu ayete bakın. İnkârcıların yaptığı boşa gider onlar için terazi bile kurulmaz (Kehf 105)

Terazi ve kitap ayetlerini okursanız zaten inkârcı ve yüz çevirenlerin kitabını soldan alacaklarını, kalan günahkâr müminlerin diğer günahları için kolay bir sorguyla yola devam edeceğini artık vakti geldiğinde cennete gireceklerini rahatlıkla anlayabilirsiniz. Önemli olan Kur’an’ın istediği şekilde tam iman edip en azından yolumuza orta halli olarak devam edebilmek

Diğer terazi, kader, müminler için güvenli cehennem mi konulu makaleleri incelemenizi öneririz.

Sorularınız için karaozo388@gmail.com

Bu makalemde sizleri, çağımızın adeta baş belası olan İNTİHAR konusu üzerinde, düşünmenize vesile olmak istiyorum. Konuya başlamadan önce, Allah yarattığı biz kullarının çok önemli üç özelliğinden bahsettiğini sizlere hatırlatmak istiyorum. TARTIŞMAYA MEYİLLİDİR. ACELECİ TABİATTA VE ZAYIF YARATILMIŞTIR. Bizleri yaratan Rabbimiz, tüm bu özelliklerimizi bildiği için, Kur’an’ı kolaylaştırdığını ve bizlere özellikle taşıyamayacağımız ağır yük asla yüklemediğinden özellikle bahseder. Çok daha önemlisi bu zaaflarımızın bizlere zarar vermemesi için, aklımızı kullanmamızı özellikle istemiş akıl yani düşünerek ve Allah’ın rehberi ve onun önerileri ile tüm sorunlarımızın üstesinden geleceğimizi bizlere bildirmiştir. Unutmamamız gereken çok önemli bir konusu ise Allah’ın, bizleri bu dünyaya imtihan için gönderdiğini özellikle söylemesidir. YAŞAMA HAKKIMIZ, ALLAH TARAFINDAN BİZLERE BAHŞEDİLMİŞ EN TEMEL HAKTIR. BİZ İNSANLARIN DÜNYAYA GELMESİ VE DÜNYADAN AYRILMASI ELİMİZDE DEĞİLDİR, BU KONUDA HİÇBİR YETKİMİZDE YOKTUR. Öyle olunca da kişinin, kendi canı hakkında hiçbir tasarrufu da yoktur, önce bu gerçeği lütfen unutmayalım.

Bakara suresi 286. ayetinde Allah, SİZLERİ ANCAK GÜCÜNÜZÜN YETTİĞİ ŞEYLE YÜKÜMLÜ KILARIZ diyerek, aslında biz kullarına moral vermiş ve kaldıramayacağımız bir yük yüklemeyeceğini, HER GÜÇLÜKLE BERABER BİR KOLAYLIK VARDIR diyerek, en zor anımızda bile Allah’ın rahmetinden, yardımından ümit kesmememiz gerektiğini bizlere Kur’an’da bildirmiştir. Yine Allah Kur’an’da bizleri uyaran ayetlerinde, EMANETLERE İHANET ETMEYİN ikazını çok duyarsınız. Bildiğiniz gibi Allah bizlere canımızı belirli müddet koruyup kollamamız için, emanet olarak vermiştir. Onun içinde sağlımızı korumak ve bizlere Allah’ın emanet ettiği canı da kollamak, emanete karşı bizlerin en önemli görevimizdir.

Genelelim İNTİHAR konusuna. Eğer Allah’ın bizlere emaneten verdiği cana kıyar hayatımıza son verirsek, yani İNTİHAR EDERSEK, ALLAH’IN EMANETİNE İHANET ETMİŞ OLURUZ, BU DA BÜYÜK GÜNAHTIR. Bunu lütfen unutmayalım. Hangimiz böyle bir yanlışı Allah’a karşı yapmak ister? Elbette aklı başında hiçbirimiz, bunu yapmak istemez. Önce şunu açıkça söylemek isterim. Allah intihar konusunda sert, kesin bir hüküm Kur’an’da vermemiş, ama adeta bir tedavi/terapi ile kulum zor anında bana sığınıp, benden yardım dilediğinde, kuluna yardım edeceği ve kolaylıklar sağlayacağı konusunu, Kur’an’ın adeta geneline serpiştirerek bizlere anlatmıştır.

Kur’an’da Allah Maide suresi 32. ayetinde, KİM BİR İNSANI NEDENSİZ ÖLDÜRÜRSE, O SANKİ BÜTÜN İNSANLARI ÖLDÜRMÜŞ GİBİDİR diyerek, nedeni olmadan ölümün, BÜYÜK BİR GÜNAH olduğunu bizlere bildirmiştir. Her kim birisinin hayatını kurtarır yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibidir diyerek, Allah’ın emaneten verdiği canın, çok önemli olduğu ikazını yapmıştır. ÇÜNKÜ ALLAH, KULUMUN CANINI BEN VERDİM, ANCAK BEN ALIRIM DİYOR. Eğer bizler, canımıza kıyar intihar edersek, Allah’ın bunca saydığı kuralları çiğnemiş oluruz.

Şimdide intihar kelimesinin anlamına ve oluşum nedenlerine bakalım ki, konuya daha objektif bakabilelim. Önce şunu lütfen unutmayalım. İNTİHAR RUHSAL BOZUKLUK DÜŞÜNCESİ OLARAK KABUL EDİLİR. PSİKİYATRİDE İNTİHAR, BİRİNCİL ÖNEMDE ACİL BİR DURUMDUR. GENELDE BİRKAÇ NEDEN BİR ARADA, BU EYLEMİN ORTAYA ÇIKMASINA YOL AÇAR. KENDİSİNİ ÖLDÜREN İNSANLARIN %90’I DEPRESYON HASTASIDIR. DEPRESYON VE DİĞER RUHSAL HASTALIKLAR YANINDA KÖTÜ YAŞAM OLAYLARI DA İNTİHAR RİSKİNİ ARTIRMAKTADIR. İNTİHARIN BİREYSEL OLDUĞU KADAR TOPLUMSAL BOYUTU DA VARDIR. YANİ İNTİHAR, KİŞİNİN NORMAL ŞARTLARIN DIŞINDA, RUHSAL RAHATSIZLIĞIDIR. AMA BU RAHATSIZLIĞIN NEDENİ, İNSANIN BİZZAT KENDİSİDİR. Lütfen intihar konusu hakkında düşünüp yorum yaparken, tüm bu gerçekleri göz önünde bulundurulalım.

Dinimiz yani İslam, bu konuda bizlere çok yardımcı olur ve adeta zor anlarımızda bizlere güç verir. Eğer bizler inancımızı güçlendirmediysek, yaşamımızda karşılaştığımız zor anlarımızda, kendimizde dayanma gücü bulmamız, çok zor olacaktır. İntihara kalkışan kişilerde saptanan psikolojik rahatsızlıkların başında, DEPRESİF BOZUKLUKLAR geldiğini biliyoruz. Şizofreni ve demans (bunama) da saptanan diğer psikolojik rahatsızlıklardandır. Ayrıca alkol ve madde bağımlılığı da intiharı tetikler. Onun için Allah alkolden, özellikle uzak durmamızı ister bizlerden. Depresyonda olan bir kişi, gerçek ya da düşsel bir kayıp yaşamıştır diyor, bu konuda araştırma yapan bilim adamları. Onun içindir ki Allah kullarına, her zaman yardımcı olacağının müjdesini verir Kur’an da. Yeter ki bizler, gerçeklerle yüzleşmesini bilelim.

Ruhsal bozukluk aslında RUHUN GÜÇ KAYBETTİĞİ, ZAYIFLADIĞI ANLARDA ORTAYA ÇIKAR. Yani insanın kendisini YALNIZ, ÇARESİZ HİSSETTİĞİ ANLARDIR. Onun içindir ki Kur’an bu konularda bizleri uyarır ve en zor anımızda bile Allah’ın bizim yanımızda olacağını söyler, sabırlı olun uyarısını yapar. Hatta Zümer 53. ayetinde şöyle der.

“EY KENDİ NEFİSLERİ ALEYHİNDE HADDİ AŞAN KULLARIM! ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEYİNİZ! ÇÜNKÜ ALLAH, BÜTÜN GÜNAHLARI BAĞIŞLAR. Şüphesiz ki O, çok affedicidir; merhamet sahibidir.”

Allah bu ve benzeri ayetleriyle kullarına en zor anlarında, hatta yaptığı yanlışların ne olduğunun önemi olmadığını söyleyerek moral verir ve Allah bütün günahları bağışlar der. Bu sözler ruhsal bunalıma girmiş bir insan için çok rahatlatıcı değil mi sizce de? Ne yazık ki Kur’an ile gereken bağı doğru kuramayanlar, bu rahatlatıcı Allah’ın sohbetinden de faydalanamayacaklardır. ONUN İÇİNDİR Kİ ALLAH, KUR’AN SİZLER İÇİN YAŞAM REHBERİDİR DİYOR.

İntihar eden bir insanın, Allah’ın huzurunda ki durumu hakkında bizler ancak sınırlı konuşabiliriz, detayını Allah bilir. Günümüzde intihar eden kişiler için ebedi cehennemliktir, hatta cenaze namazı bile kılınmaz diyenleri duyarsınız. Bunları söylemek çok yanlıştır ve Allah böyle bir hüküm vermediği halde bunları söylemek, Allah’a iftira atmaktır. Bizler ancak şunu söyleyebiliriz. İNTİHAR EDEN BİR KİŞİ, NEFSİNİ, DUYGULARINI ALLAH’IN TAVSİYELERİ DOĞRULTUSUNDA EĞİTEMEDİĞİ, GÜÇLENDİREMEDİĞİ İÇİN, BOZULAN PİSİKOLOJİNİN ETKİSİNDE KALIR. BÖYLE OLUNCADA, ALLAH’IN BİZLERE EMANETEN VERDİĞİ CANIMIZIDA KORUYAMAYARAK, YANİ İNTİHAR EDEREK, EMANETE İHANET ETMİŞ OLUR. BU DURUMDA DA BÜYÜK BİR GÜNAH İŞLEMİŞ OLUR.

Elbette bu büyük günahın, Allah katında da büyük bir karşılığı, cezası olacaktır. Lütfen bizler, hiç yaşamak istemeyeceğimiz bu acı ve kötü duyguyu, kendi nefsimizde değerlendirerek kararlar, hükümler vermeyelim. Allah adaletlidir ve en doğru kararı cezayı, mükâfatı verendir. Kur’an’da intihar konusuna örnek olarak, Nisa suresi 29. ayet gösterilir. Ama dikkatle okuduğumuzda bu ayetin intihardan bahsedilen bir ayet olmadığını, okuduğunuzda sizlerde anlayacaksınız. Konuyu daha iyi anlayabilmemiz için, üç farklı tercümeden yazmak istiyorum.

Nisa 29: Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. KENDİNİZİ HELÂK ETMEYİN. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.

 

Nisa 29: Ey inananlar! Mallarınızı aranızda batıl bir yolla/tutarsız bahanelerle yemeyin. Kendi hoşnutluğunuzla gerçekleşmiş bir ticaret olursa başka. KENDİ CANLARINIZA KIYMAYIN/İNTİHAR ETMEYİN. Hiç kuşkusuz, Allah, size karşı çok merhametlidir.

 

Nisa 29: Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını haksız yollarla, karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla da olsa heba etmeyiniz ve BİRBİRİNİZİ ÖLDÜRMEYİNİZ; zira Allah size merhamet etmektedir.

Bu ayette bahsedilen uyarı, mal ve mülkünüzü nefsinize yenik düşerek, adaletten uzak batıl inançlarınızın etkisinde kalıp, birbirinizin malını yemeyin diyor. Devamında da ancak karşılıklı anlaşarak, birbirinizin rızasını alarak, ticaret yoluyla alışverişinizi yapın diyor. Tercümelerde farklı yazan kısımda da aslında ayetin ilk bölümünde yapılan uyarıları dinlemez de birbirinizin malların haksızlıkla yemeye çalışırsanız, ancak kendinizi Allah katında helak etmiş, yani nefsinizin esiri olarak adeta kendinizi, birbirinizi öldürmüş, adeta yok etmeye çalışmış olursunuz diyor. BİR BAŞKA DEYİŞLE, TOPLUM OLARAK BU YANLIŞI YAPARSANIZ, HUZUR BULAMAZSINIZ, BİRBİRİNİZİN DÜŞMANI OLURSUNUZ DİYOR. Yoksa bu ayette bizim konumuzla ilgili İNTİHARDAN BAHSEDİLMİYOR.

Dilerim Allah’ın verdiği emanet canımızı, Allah’ın istediği şekilde kullanan, onu gereği gibi terbiye ederek, nefsimizin oyuncağı olmadan emaneti teslim eden, Allah’ın halis kulları arasında oluruz.

Saygılarımla

Öncelikle bazılarının komplo teorileri, bazılarının ise geleceğin projeksiyonu diye dillendirdiği çıkarımlardan en önemli gördüğüm “üst akıl” diye tanımlanan kavramı inceleyelim.

Ertan Özyiğit, Amerika’da çıkan dünyaca ünlü dergilerin kapaklarını yorumlama, geleneği oluşturdu. Olay başkaları tarafından da ciddiye alınmış ve kullanılmaktadır. Ertan Özyiğit pandimiden önce, The Economist dergisinin kapağındaki 2020 rakamına, epey zorlama bir yorum yaparak, salgın bir hastalığın başlayacağını öngörmüştü. Ertan bey, rakamın şeklinden renklerine kadar, değerlendirerek pandemi olacağıyla ilgili bir sonuca varmıştı. Ben ilk dinlediğimde önemsemedim ama, pandemi çıkınca dikkate almak zorunda kaldım. İsteyen aşağıdaki linkten Ertan Özyiğit’i dinleyebilir.[1]

Şekil 1 Ekonomist dergisinin 2020 yılı kapağı

Ertan Özyiğit böyle bir sonucun ancak, plânlanmış bir süreç olması durumunda gerçekleşebileceğini düşündüğünden, dünyada bir üst aklın varlığına dikkatimizi çekmeye çalışmaktadır.

Bu üst akıl olayına pek çok kişi de katılmaktadır. Kim olduklarıyla ilgili olarak ise, farklı görüşler vardır. Kimileri Rothschild, du Pont, Rockefeller aileleri gibi ailelerin oluşturduğu bir sistem olduğunu düşünür. Kimileri bu işin içine İngiliz Kraliyet ailesini de katar. Mehmet Ali Önel gibi bazıları, bu aileleri de yöneten daha üst bir varlığın olduğunu düşünür. Bu varlığın masonluk sisteminin tepesinde olan 33.dereceden bir varlık olduğunu söyleyenler de var. Fakat bu varlığı, insan kategorisinden çıkarıp, şeytan, cin statüsüne de koyarlar.

Şekil 2 Dolardaki sembol ile Roma Rozeti arasındaki benzerlik

Dünyanın dizaynına baktığımızda gerçekten bir gücün bazı planları yaparak, dünyayı organize ettiği gibi bir durum gözükür.

250 yıldır Diyarbakır’da toprak altında duran şekildeki Roma Rozeti, her nasılsa Amerika devletinin kuruluş simgesi olmuş. Roma askeri lejyonları içinde bulunan gizli bir gurubun, özel ibadethanelerinin olduğu bilinir. Rozet üzerinde Latince olan “E Pluribus Unum” (yani çokluktan birliğe) yazısının olması çok dikkat çekmiş. Çünkü bu söz, Amerika devletinin kuruluş sloganıydı ve hâlâ daha, 1 doların üzerinde bulunur. Bu durum, Amerika’yı kuranların, gizli bir cemiyetin üyeleri olduğu anlamına gelir. Roma döneminde askerin içinde saklanmış ve örgütlenmişlerdir. Roma yıkıldıktan sonra da varlıklarını devam ettirdikleri görülmektedir.

Bu inanç; kökeni Mitraizm, Mitra tarikatı ya da Mitras Gizemleri, Antik Yunan ve Roma dünyasının, Eleusis ve İsis Sırları olarak bilinen diğer gizli kültlerde, yani ezoterik olarak nitelendirilebilecek geleneklerde olduğu gibi, sadece bu tarikata kabul edilenlere açıklanan sırlar etrafında gelişmiş bir mistik Roma kültüdür. M.S. 1.yüzyıl ile 4.yüzyıl arası, Roma İmparatorluğu askerleri arasında yaygınlaşmıştır.[2] Bence Amerika’yı da kuran bu inançtır. Daha doğrusu bu inanca inanmaya devam eden insanlardır.

Benim de düşündüğüm, üst bir aklın dünyayı dizayn ettiği şeklindedir. İddiam, işi organize edenler artık dünyada bedenli olmaması gereken birileri olmalıdır. Yazılarımda, Sümer tanrıları ya da tüm medeniyetlerin tanrı diye sunduğu o insanların, artık dünyada olmadıklarını söylüyorum. Çünkü sistemi değiştirdiler.

Roma dönemine kadar dünyanın kaderi krallar tarafından belirlendi. Kralın yanında olan medyumlar sayesinde, sistem istendiği gibi götürüldü. Aynı anda dinlerde yönlendirmek için kullanılmaya devam etti. Fakat yavaş yavaş bu sistem işlevini kaybetmeye başladı. Her dönem dinler devredeydi. Fakat dinlerin yapamayacağı şeyler için, gizli örgütler dizayn edildi. Çünkü hiçbir dinin oluşturamayacağı kapitalist ve materyalist sistemin devreye girmesi gerekiyordu. Bu ancak böyle gizli kuruluşlar aracılığıyla gerçekleştirilebilirdi. İşte Roma dönemindeki bahsettiğimiz inanç, bu iş için kullanılmış olabilir.

Bu işi organize edenler, birilerine güç ve paranın ele geçirilmesini öğretti. Geleceği bildikleri için onlara tüyolar verdiler. Onlar sayesinde dünya bu günkü duruma getirildi.

Birileri böyle adaletsiz bir sisteme itiraz edebilir ama bu durum tekamülde kötülük döneminin deneyimlendiği dünya ortamının, en kısa süre ile kullanılmasını sağlar.

Şekil 3 İnsanlığın tekdüzeliğe düşmesinin engellenmesi

Makalelerimi okuyanlar, “ilk tür olan Muoğullarının kötülüğün deneyimlendiği dünya sürecini yüz milyonlarca yılla bitirdiğini” söylediğimi bilir. Ondan sonra gelen Atlantisliler ise birkaç yüz bin yılda, bu süreci geçebildi. Çünkü Atlantislilere Muoğulları yol gösterdi ve yardımcı oldu. Böylece kendiliğinden süren süre, müdahale ile yüz milyonlardan, birdenbire yüz binli yıllara indi. İşte o zamandan beri her tür kendinden sonra gelen türün zamanını daha da kısaltmaya çalışmaktadır. Bu hem kendi türlerine hem de sonra gelenlere katkı sağlar. Kendileri bu süreci kullanarak verimli bir tekâmül süreci yaşarken, sonraki tür, kötülük dönemini daha kısa zamanda geçer. Yani bizler de aynı şekilde bizden sonra gelenlerin sürecini daha da kısaltabilmek için, kafa patlatacağız. Böylece verimli bir tekâmül süreci yaşamış olacağız.

Benim söylemimle 60 bin yıl dünyada tekâmül etmekteyiz. Bunun 48 bin yılı hayvan, 12 bin yılı insan dönemlerinde geçer. Hayvan dönemine pek müdahale edilemez. Çünkü zekâ çok az olduğu için, onu devreye sokabilmek pek mümkün değildir. Onun için, önemli olan insan dönemine yapılan müdahalelerdir. Makale ve kitaplarımda anlattığım müdahale noktaları onun için önemlidir. Onlar sürecin kısalmasını sağlarlar. Bu durum hem dinler hem kültür hem medeniyet hem de bilimde kullanılır. Genellikle bu işi yapanları bizler, dâhi olarak tanırız. Dâhi, düşünülemeyeni düşünendir. Dâhinin ulaştığı sonuç öngörülemeyendir. Dâhi, alakasız konular arasında bağ kurabilir ve en önemlisi eldeki veriler, bilimi; dâhinin ulaştığı sonuca götürmez. İşte o insanlar bilgilendirilerek dünyanın gidişatına etki edilir. Bizim dâhi diye tanımladığımız insan ile Peygamber arasında bir fark yoktur. Her ikisi de yönlendirilir. Aralarındaki fark, biri yönlendirildiğine emindir, diğeri bunu sezer ama ispat edemeyeceği için kendine saklar. Biri verilen bilgiye inanır, diğeri veriye inansa bile, o bilgi ispatlanabilir olduğu için çok daha etkindir.

Bu anlatımlardan iki uçtaki kişileri tanımladığımı düşünmelisiniz. Peygamberleri hepimiz biliriz ve diğer uca en iyi örnek Einstein’dır. Fakat çok daha fazlası vardır ve bu iki örnek kadar belirgin olmayabilirler. O zaman onları tanımayız ama bu sayede dünya yönlendirilir.

Gelişen akıl insanlığı Materyalizme götürmemeliydi. Hatta kapitalizme bile gidemememiz gerekirdi. Çünkü ortalama insan, bir yaratıcının yokluğundan daha çok, varlığına inanma eğilimindedir. Materyalizm tersini söylediği için, zamanından önce batıya hâkim olmuş gibidir. Hele başkalarının kaynaklarını sömürerek, kendi varlığını yüceltmek, asla devreye girmemeliydi. Materyalizm ve Kapitalizmin dünyaya getirdikleri sistemin adil olmadığı ve değişmesi gerektiği çok kişi tarafından düşünülen ve dile getirilen bir düşüncedir. Benim düşüncem, insanlığa müdahale edilmeseydi, bu sistem asla kurulmayacaktı.

Bütün pagan kaynaklarının yok edilmesi bile, planlı bir süreçtir. Materyalizmin oluşabilmesi için, o kaynaklar yok edildi ve Yunan sayesinde din biraz köreltilebildi. Çok da köreltilemedi ama, yine de materyalizmin önü açılabildi.

Yönlendirme konusunu biraz açmak istiyorum. Bu iş için iki yöntem vardı ve hep kullanıldı. Biri ruhsal, diğeri birebir ilişki şeklinde olmuştu. Fakat direk ilişkinin Roma’dan sonra kullanılmadığını söyledim. Bu durumun bir istisnası olabilir. “Kıyamet sürecindeki bazı gelişmeler…”[3] adlı makalemde, Mısır havaalanı inşaatından 30 bin yaşında bir insan bulunduğu ve Amerikalılar tarafından götürüldüğüyle ilgili bir hikâye anlatmıştım. Aynı hikâyede Amerika’da üretilen üst düzey bir yapay zekânın kaçtığını da yazmıştım[4]. İşte bu hikâyelerin anlattığı şeyin gerçekliğinin olası olduğunu düşünüyorum.

Bizi yönlendirenlerin medyum sal bağlantılarla yapamayacakları bazı şeyler olmalı ki, birini göndermişlerdir. Mısır bu tür iş için muazzam bir konumdadır. O kadar tapınak ve eser, böyle bir senaryo için idealdir. Havaalanı İnşaatına yakın bir yere, görünüşü bizden farklılaştırılmış biri gizlenerek, bulunması sağlanmıştır. Hep Amerikalılar diyorum ama, bu işin arkasında Amerika devleti yoktur. Bahsettiğim üst akıl vardır. Onlar, o varlıkla çok daha muazzam bir güce ulaşacaklarına inandırılmıştır. Fakat o, asıl dünyayı onlardan kurtarmak için gelmiştir. Çünkü o insanlar kendi aleyhlerine olacak yönlendirmeleri kabul etmez ve uygulamazlar. Onun için duruma birinci elden müdahale vardır. Bu sebeple Mehmet Ali Önel, “Şeytan o ailelerin altlarından oturdukları halıyı çekmektedir” demektedir.

Bizi yönlendirenler için “Agarta’nın Misyonu”[5] adlı makalemi okumalısınız. Orada anlattığım Yüce Konsey, bizi yönlendirme işinin müsebbibidir. Onların plânlarını uygulayan bir gurup insanı bizler; Mısır, Sümer tanrıları olarak tanırız. Son gönderilen varlık da o planlar gereğidir. Birinci elden müdahale zorunlu olmuş olabilir. Çünkü süreç o kadar kısalmıştır ki! artık en küçük bir zaman için bile, mucizevi çözümler lâzımdır.

Benim tahminim dünyadan yüz binin üzerinde insanlık türü geçmiştir. Belki de İslâm inancında olan “Bugüne kadar dünyadan 124 bin peygamber geçti” söylemi, bunu söylüyordur. Büyük bir ihtimalle Muoğulları, Atlantislileri yönlendirirken din argümanını kullanmamıştır. Zamanın bir yerlerinde birileri, daha verimli bir tekâmül sağlayacağını akıl etmiş ve kullanıma başlamıştır. Bugün insanlığın en önemli yönlendirme aracıdır. Sanırım aynı argümanı biz de kullanacağız ve süreci daha da kısaltabilmek için çözümler arayacağız.

 

 

[1] https://www.facebook.com/seyf.demir/videos/2988439637843193

[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Mitraizm

[3] https://mehmetselvi.wordpress.com/2021/09/13/kiyamet-surecindeki-bazi-gelismeler-seyfullah-demir/

[4] https://www.facebook.com/photo/?fbid=2995192087167948&set=gm.2963308463712122

[5] https://mehmetselvi.wordpress.com/2020/10/30/agartanin-misyonu-seyfullah-demir/

İslam kelimesi bildiğiniz gibi Arapça bir kelimedir. Dinin adıdır, boyun eğmek teslim olmak, itaat etmek anlamına gelir. Onun içindir ki yalnız Allah’a teslim olup, yalnız Allah’a boyun eğenlere de Müslüman adı verilir. İslam kelimesi itaat etmek ve boyun eğmenin yanında, barışa tabi olmak, barış yapmak anlamına da gelir. Yani İslam barışsever, uzlaşıcı insanların bir araya geldiği bir topluluk dur aynı zamanda. Tabi yaşanan İslam da bunu görmek mümkün değil. Bakara 208. ayetinde Allah, şöyle der. “EY İMAN EDENLER! HEPİNİZ BİRDEN BARIŞA/İSLAMA GİRİNİZ! SAKIN ŞEYTANIN PEŞİNDEN GİTMEYİNİZ. ÇÜNKÜ O SİZE APAÇIK BİR DÜŞMANDIR.”

Lütfen şunu asla unutmayalım. İSLAM, SADECE ALLAH’A GÜVENİP DAYANMANIN ADIDIR. Allah’ın Resulü, sadece Allah’a güvenip dayanmıştır. Eğer bizler bir Müslüman olarak, İslam’ı yaşarken sadece Allah’a güvenip dayanmıyor da yalnız Allah’ı veli edinmeyip, hiç şüphe duymadan güvenip dayanacak kendimize yol gösterecek, yardım edecek Allah’ın yanında başka veliler, şeyhler, efendiler de ediniyorsak, bizler İslam’ın dışına çıkmışız demektir. Allah’ın Yusuf suresi 106. ayetinde uyardığı, ama ders almayanların yanlışını yapıyoruz demektir. “ONLARIN ÇOĞU ALLAH’A, ANCAK ORTAK KOŞARAK İNANIRLAR.”

Bu makalemin konusu, bizlere doğru yolu gösteren, zor bir anımızda bizlere yardım eden ve şefaat dilemek adına, BİZLERE ALLAH YETMEZ Mİ, KONUSU ÜZERİNE OLACAK? Allah Kur’an’da, hem bu soruyu Elçisi kanalıyla bizlere soruyor, hem de elbette her konuda olduğu gibi, cevabını da veriyor. Zümer suresi 36. ayetinde, bakın bu soruyu nasıl soruyor. “ALLAH, KULUNA YETMEZ Mİ? Seni O’ndan (Allah’tan) başkalarıyla korkutmaya çalışıyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun için bir yol gösterici yoktur.” (Zümer 36) Bakın Allah Elçisine ne diyor ve uyarıyor. Korkulacak yalnız Allah’tır. Sen vahyimi tebliğ ederken, kitap Ehli seni Allah’ın yanında kendilerine edindikleri veli, evliya kişilerle seni korkutmaya çalışıyorlar diyor. Sakın onlara uyma diye de uyarıyor. DEMEK Kİ ALLAH’IN RESULÜNE, ALLAH VE ONUN İNDİRDİĞİ KUR’AN YETİYORMUŞ. Peki, bizlere yetmiyor mu? Yani Allah Elçisini uyarıyor ve bizzat sana indirdiğimle yetin, Kitap Ehlinin yaptığı yanlışlara uyma diyor. Bakın Allah Elçisine, aynı konuda bir başka ayetinde ne diyor.

Tevbe 129: İnkârcılar yüz çevirirlerse de ki: “BANA YALNIZCA ALLAH YETER. O’ndan başka ilah yoktur. BEN YALNIZCA O’NA GÜVENDİM. O yüce arşın sahibidir.” (Mehmet Okuyan meali)

Allah Elçisinin, çok net ve açık bir şekilde tüm insanlığa, iman edenlere bakın Deki onlara diye ne söylemesini istiyor. “BANA YALNIZCA ALLAH YETER. BEN YALNIZCA ONA GÜVENİRİM.” Sizlere sormak istiyorum, bizler için örnek gösterilen Allah’ın Elçisine yalnız Allah yetiyor ve O, yalnız Allah’a güvenip dayanıyor da yalnız Allah dan yardım, şefaat diliyorsa, BİZLERE DE YALNIZ ALLAH YETMESİ VE YALNIZ ALLAH’A GÜVENİP, ALLAH’TAN YARDIM DİLEMEMİZ GEREKMEZ Mİ? Hatırlayınız her namazımızda, YALNIZ SANA İBADET EDERİZ VE YALNIZ SENDEN YARDIM DİLERİZ dediğimiz halde, bu sözümüzde duruyor muyuz? Ne yazık ki hayır. Bizler özde değil, sözde Müslüman olduğumuz sürece, söylediklerimizi değil, önyargılarımızın oluşturduğu inancı yaşamaya devam edecek ve Allah sakın benden başka veliler edinip ardı sıra gitmeyin dediği halde, kendimize yol gösterecek veliler aramaktan asla vazgeçmeyeceğiz. Bu inancımızı yaşayabilmek içinde, Allah’ın ayetlerini tahrif edip, anlamlarını değiştirip, diğer ayetlerle ters düşmesini bile görmezden gelerek, kendimizi aldatmaya devam edeceğiz.

Allah, nefsimizin bizlere neler fısıldadığını, bizleri nasıl oyaladığını çok iyi bilirim diye bizleri uyarır ve bizlere Allah’ın, şah damarımızdan daha yakın olduğunu da bildirir. Ama bizler bu ikazları göz ardı ederek, kendimize Allah’ın yanında güvenecek, yol gösterecek veliler edinmekten yine de vazgeçmeyiz. Çünkü çok üzgünüm ama farkında olmadan, Allah’a güvendiğimiz kadar, edindiğimiz velilere de güveniyoruz da ondan. Hatırlatırım bu şirktir. Bakın Allah Elçisini, yapılan bu yanlış konusunda yine nasıl uyarıyor.

Bakara 137: EĞER ONLAR DA SİZİN İNANDIĞINIZ GİBİ İNANIRLARSA, DOĞRU YOLU BULMUŞ OLURLAR, dönerlerse mutlaka ayrılık içine düşmüş olurlar. ONLARA KARŞI ALLAH SANA YETER. O işitendir; bilendir. (Bayraktar Bayraklı)

Allah Elçisini, Kitap Ehlinin yaptığı bir yanlış konusunda uyarıyor ve diyor ki, “EĞER ONLAR DA SİZİN İNANDIĞINIZ GİBİ İNANIRLARSA, DOĞRU YOLU BULMUŞ OLURLAR. ONLARA KARŞI ALLAH SANA YETER.” Allah’ın indirdiği kitapların dışına çıkan Kitap Ehline Allah, bakın nasıl bir ayet indiriyor, Casiye 6. ayetinde. “ALLAH’TAN VE O’NUN AYETLERİNDEN SONRA HANGİ SÖZE İNANACAKLAR?” Demek ki Kitap Ehlinin yaptığı en büyük yanlış, kendilerine Allah’ın indirdiğinin yanında, din adına başka kitaplar edinenlere Allah kızıyor ve uyarıyor. Aynı yanlışı günümüzde bizlerde yapıyoruz ve ne diyoruz? “YALNIZ KUR’AN İLE İSLAM YAŞANMAZ.” Allah bizleri affetsin. Peki, Allah’ın Elçisi ve onun yanında Müslüman olanlar, nasıl bir inanç üzerindeydiler de Allah sizler gibi onlarda inanmaları gerekirdi diyor. Sanırım burası çok önemli. Ahkaf suresi 9. ayetinde Allah’ın Elçisi bakın nereye uyacağını bildiriyor. “BEN SADECE BANA VAHYEDİLENE UYARIM. BEN SADECE APAÇIK BİR UYARICIYIM” Yine Allah Elçisine, “SANA İNDİRDİĞİM KUR’AN İLE KULLARIMI UYAR. YALNIZ ALLAH’IN İPİNE YAPIŞIN, KİTABIN SINIRLARINI AŞMAYIN” emrini yeterli görüp, yalnız Allah’ın vahyine uydukları için Allah, sizin inandığınız gibi yapsalardı, doğru yolu bulmuş olurlardı diyor.

Allah’ın Resulünün ve ona inananların izlediği yol Nahl suresi 16. ayette belirtilen yol olduğundan Allah, Elçisini ve ona inananları örnek gösteriyor. Bakara suresi 5. ayette de kurtuluşa erenlerin yani Allah’ın örnek gösterdiği kullarının, bakın kimler olduğunu söylüyor. “İŞTE ONLAR, RABLERİNDEN GELEN BİR HİDAYET ÜZEREDİRLER VE KURTULUŞA ERENLER DE ANCAK ONLARDIR.” Allah’ın Elçisine ve onun yanında bulunan Müslümanlara savaş açanlar ve Müslümanları korkutmak için ortalığı karıştırmak isteyenlerin çıkardığı fitne sözlere karşı, psikolojik baskıya rağmen, sizce iman edenler kime sığınıyorlar ve yardım bekliyorlar olabilir sizce? YANLARINDA OLAN, ALLAH’IN ELÇİSİNDEN Mİ YOKSA….? Bakın bu konuda kime güveniyorlar ve yardım bekliyorlar.

Ali İmran 173: Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “ALLAH BİZE YETER, O NE GÜZEL VEKİLDİR!” dediler. (Diyanet meali)

Allah’ın Elçisinin yaşadığı dönemde, onunla birlikte savaşa gidenler bile, zor bir anlarında yardımı, desteği Allah’ın Resulünden değil, ALLAH DAN BEKLİYORLAR. Bu inanç onların güçlerine güç katıyor ve ALLAH BİZE YETER, O BİZİM YANIMIZDAYKEN, BİZİ KİMSE YENEMEZ, ALLAH BİZLERİN VEKİLDİR, YANİ KORUYUCUSU VE YARDIM EDİCİSİDİR diyerek, içlerindeki tüm korkulardan kurtuluyorlar. Peki, bizlere günümüzde, sizce Allah yetiyor mu? Bu soruya verilecek, çok acı bir cevabım elbette var. Ne yazık ki Kitap Ehlinin yaptığı yanlışları bizlerinde genel çoğunluğu yapıyor ve sözde Allah yeter demelerine rağmen, özünde Allah’ın yetmediğini gösteren, bir İslam yaşanıyor.

BELKİ DİLLERİ, ALLAH BİZLERE YETMEZ DİYEMİYORLAR AMA YAŞADIKLARI İSLAM, ALLAH’IN YANINDA EDİNDİKLERİ VELİLER, HATTA ALLAH’IN RESULÜNÜN ŞEFAATİNİN ONLARI KORUYACAĞINA İNANILIYOR. BÖYLE OLUNCA DA ALLAH, BÖYLE KULLARININ DUALARINA ELBETTE CEVAP VERMİYOR. KENDİLERİNE EDİNDİKLERİ VELİLER ASLINDA, HİÇBİR ŞEYİ YARATAMAYAN, KENDİ YARALARINA BİLE ÇARE OLAMAYAN, ALLAH’IN YARATTIĞI KULLAR DEĞİL Mİ? İŞTE BUNU ANCAK, ALLAH’IN DOĞRU YOLUNDA OLANLAR FARK EDEBİLİR. Allah Kur’an’da, Kitap Ehlinin yaptığı çok büyük yanlışlara örnekler verip bizleri uyarıyor. Sakın yapılan bu yanlışları sizlerde tekrar etmeyin diyor. Makalemin konusu olan, yine çok önemli bir ayeti de hatırlatarak, makaleme son vermek istiyorum.

NİSA 44–45: Kendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar. Allah, sizin düşmanlarınızı çok daha iyi bilir. ALLAH, VELİ/DOST OLARAK YETER. ALLAH, YARDIMCI OLARAK DA YETER. (Diyanet meali)

Allah Kitap ehlinin yaptığı yanlışlara örnek verirken, onlara katımdan gönderdiğim Kitaplar dururken, onu yeterli görmeyip, kendilerine veliler ve yardımcı dostlar edindiler ve böylece sapıklığı satın aldılar diyor. Yol gösterici, yardımcı, şefaat edici ve güvenilecek veli olarak yalnız Allah kendisinin yeteceğini söylediği halde, günümüzde hala batıl inançlarını aklayabilmek adına, ayetlerde geçen kelimelere farklı anlamlar verip, ayetler arasında çelişkiler yaratarak, kendilerine Allah’ın yanında veli/dost yardımcı, şefaat edici veliler edinenlere, benim söyleyecek sözüm yok. Allah’ın Resulünün yaptığı gibi, YALNIZ ALLAH’A GÜVENEN VE DAYANAN, ayetlerin gereğini hayatına geçirir ve ebedi huzuru, mutluğu bulur. YALNIZ ALLAH’I VELİ, YARDIMCI, ŞEFAATÇI OLARAK YETERLİ GÖRMEYEN DE HESAP GÜNÜ SONUCUNA KATLANIR.

Saygılarımla

MELEKİYAT/ FELEKİYAT

İnsanoğlu tarih boyunca melekler konusunda gulüv ve ilhada kaçtığını, müşriklerin meleklere cin dediğini ve bunlara yarı tanrı muamelesi yaptıklarını biliyoruz. Melekler konusundaki sapma, şirkin ana damarı olagelmiştir.

Günümüzde de meleklerle dair birçok mitolojik unsur dinî sahayı işgal etmiş durumdadır.

İslam melek inancını yoktan ya da yeni baştan vaz etmemiştir. Bunun yerine mevcut olgudan hareketle, pagan toplumların cin/melek inancını bir parça tashih etme yoluna gitmiştir. Kadîm Arapların melek inancına göre; melek bir parça Tanrı niteliğinde ya da cinin üstü, saygıya, hatta tapılmaya layık, gözle görülmez ruhsal bir varlık idi. Onun varlık hiyerarşisinde konumu belirlenmediğinden o bazen tanrı ile insanlar arasında bir şefaatçi (aracı); ama çoğunlukla da tapınma objesi olarak kabul ediliyordu. İslâmiyet yeni bir theocentrik sistem içinde melekleri Allah’ın yarattığı bir varlık yaparak, varlık hiyerarşisinde onların yerini belirlemiştir. (Bk. Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, (Çev. Suresi Ateş) Yeni Ufuklar Neş. İstanbul, Suresi 19-24.)

Meleklere geçmeden önce Melekiyatın Felekiyat ile bağını incelemek icap etmektedir.

Eski uygarlıklarda gökyüzü tanrısal bir bölge olarak nitelenmiş ve gökyüzündeki işleyiş tanrıların faaliyeti olarak görülmüştür. Pagan toplumların tanrıları genelde gezegenlerdi. İşte bu yıldızlar/gezegenler meleklerin (alt tanrıların) makarrıydı. Putperestlerin yeryüzünde yaptıkları timsaller bu meleklerin birer timsaliydi. Yemen kökenli Himyer kabilesi gibi güneşe tapanların bulunduğu Kur’an’ın Belkıs ve kavmiyle ilgili atfından [27/24] anlaşılmaktadır. Kinâne kabilesi Ay’a, Lahm ve Cüzâm kabileleri Müşteri (Jüpiter)’e, Kays kabilesi Şi’râ (Sirius)’a ve Esed kabilesi Utârid (Merkür)’e tapıyordu. Bazı Kureyş ve Huzâa kabilesi mensupları Şi‘râ (Sirius)’ya taptıklarından Allah kendisinin “Şi‘râ Yıldızının Rabbi” [53/49] olduğunu belirtmiştir. Yine Arabistan’da yedi gezegene ve yıldızlara tapan Benî Lahm, Benî Tay, Benî Misem, Benî Kays, Benî Esed gibi kabileler Sâbiî idi. (Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, Suresi 86-87.) Sabiî aynı zamanda yıldızlara tapanlar için de kullanıldığını hatırda tutunuz. Bir kısmı da Güneş bir melektir. Onun nefsi ve aklı vardır. Dünyaya ait bütün varlıkların hepsi güneşten olmuştur; haliyle ibadet edilmeye layık odur diyordu. Güneş hakkında besledikleri inançların bir benzerini ay için de besliyorlardı. Ayın bir melek olduğunu, dünyaya ait işlerin idaresinin ona ait olduğunu iddia ediyorlar ve ay adına putlar yapıp, onlara ibadet ediyorlardı. (Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, c.3, Suresi 103-104.) Gezegenlere tapan putperestler, gezegenlerin bir görünüp bir kaybolmasından hareketle, sürekli görebilecekleri suret ve putlara ihtiyaç duymuş, bunların temsil ettikleri ruhaniler vasıtasıyla Allah’a yakınlaşmaya [39/3] çalışmışlardı. Bu putların her biri bir gezegeni temsil ederdi. (Şehristânî, a.g.e, c.1, Suresi 108.) Şehristânî, Kâbe hakkında bazılarının “Burası Zühal’in eviydi, tapınağıydı. Burasını ilk bina eden kimse ona Beyt-i Zühal” ismini vermişti” şeklindeki iddialarından bahseder. (Şehristânî, a.g.e, c.3, Suresi 78.) Araplar yağmur yağması, bereket ve kıtlık meydana gelmesi gibi tabii hadiselerin âmili olarak yıldızları görmüş ve onlara bir tür ulûhiyet nispet ederek beklentileri doğrultusunda yıldızlardan niyazda bulunmuşlardır. (Muharrem Çelebi, “Envâ’ ”, DİA, c. 11, Suresi 257-258; Yıldızlara tapınmayla ilgisinden dolayı Peygamber tarafından yasaklanmış olmasına rağmen, İslâmî dönemde ilm-ü envâ hakkında zengin bir literatür oluşmuştur. Tevfik Fehd, “İlm-i Felek”, DİA, c.22, Suresi 127) Haliyle melekiyatın “felekiyat” (dediğimiz ilkel/mitolojik astronomi) ile doğrudan alakalı olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.

Keldanîlerin yıldız ve gezegen kültü felekiyât/ melekiyât adı altında İslâm dünyasını esir almıştır. Dünyayı ve içindekileri feleklerin (semavi akılların veya meleklerin) idare ettiği egemen görüş olmuştur. Harran Sâbiîliğinde olduğu gibi İhvân’a (ve onların tesirinde kalan Müslüman filozoflara) göre ay-altındaki her şey, varlık ve etkinlik açısından ay-üstü evrene bağlıdır. Ay-üstündeki göksel devinim, kozmolojik anlamda ay-altındaki oluş ve bozuluşun yakın nedenidir; uzak neden ise Tanrı’dır. Aynı şekilde talih ve uğursuzluk da yıldızlardan gelir. Sözgelimi, Jüpiter (Müşteri), Güneş ve Venüs (Zühre) talih getirirken Satürn (Zuhal), Mars (Merih) ve Ay uğursuzluk getirir. İhvân’a göre, bireylerin karakterlerinin ve ahlâkî tutumlarının oluşumunda iklimin, içinde yaşanılan coğrafyanın, alınan eğitimin, ailenin ve toplumun yadsınmaz bir rolü olmakla birlikte, bu etkilerin hepsi sonuçta gelip, en temel neden olan, burçların, feleklerin ve yıldızların etkisine/konumuna bağlıdır. (Hasan Aydın, “İhvân es-Safâ’da Astroloji”, Kelam Araştırmaları 9:1 (2011) Suresi 186-187) Ki tüm bunlar eski putperestlerin astronomi-astroloji karışımı majik/mitolojik evren tasavvurunun uzantısıdır.

Yahudilik ve Hıristiyanlıkta meleklerin sınıflandırılması ve sayıları genellikle Helenistik ve İran kaynaklı astroloji baz alınarak yapılmıştır. Bâbillilerin tanrı olarak gördükleri yedi gezegen, Yahudi-Hıristiyan baş meleklerinin prototipi olmuştur. (Davitson, A Dictonnary of Angels, s.339.) Bu nedenle melekiyâtı anlamak için önce felekiyat’ın anlaşılması gerekmektedir. Aşağı yukarı Harran Sâbiîlerinin astronomi/astroloji anlayışı Arap yarımadasını İslam öncesinde etkilediği gibi, İslam sonrasında da İslam filozoflarını ve filozof kelamcıları etkilemiştir. Nasıl putperestliğin temelinde feleklere, felekleri idare eden meleklere iman ve ibadet varsa, İslam sonrasında da dünyayı idare eden felekler/melekler anlayışı aynı şekilde devam etmiştir. Harran Sâbiîliği ve bunun derûnunda bulunan Hermetizm sadece Mekke putperestlerini etkilemekle kalmamış, İslamî dönemde de İslam dünyasını etkilemeye devam etmiştir. Binlerce yıl ilgi duydukları astroloji bile bu dinin kalıntılarındandır. Müslüman cincilerin yaptıkları büyülerin bir kısmı “da‘vetü kevakıb” denilen yıldızların gücünü yeryüzüne indirme mantığı üzerinedir. İslâm filozofları ve filozof kelâmcıların kozmoloji modelleri ve semavi akıllar nazariyesi Sâbiîlerinden iktibastır. Özellikle tanrısal nitelikli ay-üstü âlemi ve bu âlemin ay-altı âlemini (dünyayı) yönettiği inancı putperest Harranlılardan bize intikal etmiştir.

Gezegen kültüne dayalı politeizmden hiçbir zaman ödün vermeyen Harrânîler “her şeyin ilk nedeni olarak gördükleri, her şeyi yaratıp, düzenledikten sonra kendi köşesine çekilen, diğer işleri ikinci dereceden tanrısal varlıklara bırakan bir tanrıya inanmaktaydı. Hicaz Araplarının Allah inancı da bu “deus otiosus” karakterli yani kendi köşesine çekilmiş, insanlardan uzak (Gök Tanrısı gibi) bir tanrıdır. (Şinasi Gündüz, Anadolu’da Paganizm, Suresi 42, 53.)

Harran tanrılar panteonunda çeşitli gök cisimlerinin yanı sıra bir dizi tali tanrısal varlık bulunur. Birinci sıradaki tanrılar yedi gezegeni temsil ederken bu ikinci sıradakiler çeşitli semitik ulûhiyetlerin yerel karşılıklarıdır. (Taptıkları diğer yıldızların yanında cin ve şeytanlar tanrısı Şamal da vardı. Semitik karşılığı Samael olmalıdır.) Harranlıların “Kör tanrı” diye isimlendirdikleri Mars, savaş ve felaketlere neden olmaktaydı. Jüpiter’e Baal adıyla tapmaktaydılar. Harranlılar Pazar’ı güneşe (Sunday), Pazartesi’ni aya (Moonday), Salı’yı Mars’a, Çarşamba’yı Merkür’e, Perşembe’yi Jüpiter’e, Cuma’yı Venüs’e, Cumartesi’ni Satürn’e (Saturnday) tahsis etmişlerdi. Ayrıca her bir gezegenin farklı bir insan grubu üzerinde etkin olduğuna inanırlardı. Meselâ; Satürn otoriter kişiler, Jüpiter bilge kişiler üzerinde etkin/etkili olurdu. (Gündüz, Anadolu’da Paganizm, Suresi 56-63.) Yuhanna ed-Dımeşkî’ye göre, bizim muhtelif huy, tabiat ve temayüllerimizi farklı gezegenler belirliyordu. Yedi büyük günahta bile onların rolü vardı. Örneğin şehvet düşkünlüğüne Venüs neden olmaktaydı. (Whitall N. Perry, Ruhun Burçlar Kuşağı, Kutsalın Peşinde, (Ed. Suresi Hüseyin Nasr vd.) İnsan Yay., İst/1995, Suresi 97-98.) Sabiilerin icat ettiği büyücülük, tılsım, kehanet, sihir “canlı, hakiki fail, gökte ve yerde olan tüm işlerin halikı ve mucidi” olan Ruhanilerin gücünden faydalanma üzerinedir. (Şehristanî, el-Milel ve’n-nihal, Çev; Mustafa Öz, Suresi 434.)

Şehristanî’nin (ö. 548/1153) “Ashab-ı Ruhaniyat” olarak isimlendirdiği bu kimselere göre tanrıya ancak Ruhaniler vasıtasıyla ulaşabiliriz. Onlar bizim rablerimiz, ilahlarımızdır; Rabler rabbi, İlahlar ilahı katında şefaatçimizdir. Ruhanilerden yardım isteme ibadetlerle ve cin ve şeytanları itaat altına almakla mümkün olur. Böylece kişi vahiy alan peygamber seviyesine çıkmış olur. (Şehristanî, a.g.e, Suresi 360-362.) Hermes (İdris) gibi beşeriyet libasını çıkarıp, Ruhaniler arasına katılır. Şehristanî, a.g.e, Suresi 414. Sâbiîliğe göre Allah’a ulaşabilmek ancak ruhaniler/melekler ile mümkün olabilir. Yeryüzünde taptıkları heykeller de bu gökteki meleklerin sembolüdür. Bu aynı zamanda Mekke müşriklerinin de inancıdır.

Harranlılar “ilk sebep” dedikleri tanrısı, yarattığı varlıklarla ilgili diğer işleri diğer tanrısal güçlere bırakır. Bunlar “el-Müdebbirât/işleri düzenleyen” anlamında gök tanrıları olup, bu yüce yaratıcı ile diğer varlıklar arasında aracı ilahlar olarak görev ifa ederler. Tesbih, takdîs ve tahâret üzere yaratılan bu ruhaniler Allah’a kesinlikle isyan etmez, ne emredilirlerse onu yaparlar. Eşyayı meydana getiren (ihtirâ), yenileştiren (icat) ve bir halden diğer bir hale sokan bunlardır. Yedi gezegenin yöneticileri bu ruhaniler olup, gezegenler onların heykelleri/bedenleridir. Her bir ruhani için bir heykel ve her bir heykelin bir küresi/feleği vardır. Ruhanilerin heykele nispeti, ruhun cesede nispeti gibidir. Ruhaniler o heykelin/gezegenin sahibi, rabbi ve idarecisidir. Ruhanilerin görevi gezegenleri harekete geçirerek tabiatı ve unsurları (maddî âlemi) oluşturmaktır. Yağmurun bir meleği, bir (görevlendirilmiş) müvekkel rûhu ve her yağmur damlasının da bir meleği vardır. Yağmur cinsi (küllî ruhani) melek olduğu gibi her bir damla da (cüzî ruhani) melektir. Yıldırım, yağmur, zelzele, rüzgâr, sular vs. gibi tüm semavî ve arızî hadiseleri bu (küllî) ruhaniler halk ve icat eder. (Şehristanî, a.g.e, Suresi 362-364; Ramazan Altıntaş, “Harrânîlerin Teolojisinde Tanrı Tasavvuru”, I. Uluslararası Katılımlı Bilim, Din ve Felsefe Tarihinde Harran Okulu Sempozyumu, s.120-128.)

Kindî’ye (ö. 252/866) göre feleklerin konum ve hızları yeryüzündeki oluş ve bozuluşun yakın sebebidir. Fârâbî de (ö. 339/950) felekleri akıl ve ruhları (nefs) bulunan varlıklar olarak tanımlar. Felekler yeryüzündeki değişikliklerin fiziksel nedenidir. (İlhan Kutluer, “Felek” DİA, c. 12; Suresi 306.) Fârâbî’nin Harran Sâbiîlerinden arakladığı Faal Akl’ı; Allah ile ay altı âlem arasında aracı olup, dinî terminolojide Cebrâil veya Rûh’ul-kudüs’e tekabül eder. (Mahmud Kaya, “Fârâbî” DİA c.12, Suresi 148-149.) Fârâbî’nin sistemini ana hatlarıyla takip eden İbn Sînâ’ya göre de yeryüzünde meydana gelen her bir hadise -insan iradesi de dâhil olmak üzere- semavî cisimlerin devirlerine bağlıdır. (İlhan Kutluer, “Devir” DİA, c. 9, Suresi 232-234.) Fârâbî-İbn Sînâ çizgisindeki filozofların sistemlerinde semavî akıllar ve nefsleri olarak geçen fizik ötesi varlıkların dinî terminolojideki karşılıkları melek veya Rûh’tur. “İlk Sebep, semavî akıllar, Faal Akl”ın dini terminolojideki karşılıkları sırasıyla Allah, melekler ve Rûh’ul-kudüs’tür. Semavî akıllar, vahibu’s-suver (Faal Akıl) konusu böylece melekiyât (angelology) olmaktadır. Râzî de; feleklerin canlı ve akıllı olduğunu, meleklerin de feleğin cismini yöneten ruhanî suretler olduğunu ileri sürerek, felekiyât ile melekiyâtı birleştiren Fârâbî-İbn Sînâ metafizik geleneğiyle uzlaşır. İbnü’l-Arabî kozmolojisi ise felekiyyât ile melekiyyâtı açıkça birleştirir. Feleklerin dönüşü (deverân) kâinatın objektif gerçeklik kazanmasına vesile olur. İbnü’l-Arabî arzın/dünyanın feleklerden önce yaratıldığı inancındadır. Arz’ın yaratılışı bittikten sonra Allah ruhları üflemiş, melekleri yaratmış, felekleri canlandırmış ve böylece deverân başlamıştır. (Kutluer, “Felek” Suresi 306.) Pek tabii bu Faal Akıl Yunanların Demiurgos’undan başkası değildir. O da Demiurgos gibi yoktan var etmez, sadece bir usta gibi yaratılmış olan malzemeye biçim verir.

İslâm kozmoloji öğretilerinde ay altı ve ay üstü âlemlerinin yer ve gök mekaniği o çağlarda farklıydı. O tarihlerde maddenin çekim gücü henüz bilinmediğinden feleklere bu dinamizmi sağlayan gücün feleklerin aklı olduğu sanılıyordu. Zanlarınca, bu semavî akıllar ay üstü ve ay altı âlemde feleklerin dönüşünden dört unsurun birbirleriyle farklı oranlarda karışımına, kevn-ü fesada kadar her bir işten sorumluydular. Platon’un Demiurgos’unu da Faal Akıl (Cebrâil), yani bir alt tanrı yaparak ay altı âleminin tüm işini ona gördürmüşlerdir. Böylece Keldanîlerin yıldız ve gezegen kültü felekiyât/ melekiyât adı altında İslâm dünyasında büyük ölçüde devam ettirilmiştir. Hiçbir empirik/gözlemsel ve teorik/matematiksel temeli olmayan, hiçbir tabiat kanuna atfın yapılmadığı tüm bu spekülatif telakkiler bugün olsa olsa ancak bilim tarihinin konusu olabilirler. Tüm bunlar dünyamızı feleklerin (semavi akılların veya meleklerin) idare ettiği şeklindeki eski astronomi-astroloji karışımı majik evren tasavvurunun tezahürleridir. Sâbiîlik önce İhvânü’s-safa’yı, oradan İslam filozoflarını ve Gazzâli ve Râzî gibi filozof kelamcıları oradan da ümmeti etkilemiştir. Nasıl Big Bang teorisi günümüz kozmoloji ve kozmogoni telakkilerine yön veriyorsa, zamanının en gözde yaratılış nazariyesi olan pagan filozof Pilotinus’un hayalî sudûr teorisi ve Yeni Eflatunculuk İslam dünyasının ontolojisini ve epistemolojini belirlemiştir.

KANATLI MELEKLERİN ONTOLOJİK VARLIĞI SORUNU

Meleklerin mevcudiyetinden önce onların türü/cinsi hakkında konuşmak lazımdır. Hangi varlık kategorisine dâhildirler? Ulema arasında melekler cinlerden midir? Yoksa cinler ve şeytanlar ayrı bir tür müdür? Şeklinde uzun tartışmalar vardır. Her iki görüşün de taraftarları vardır. Bendeniz bunu doktora çalışmamda ayrıntılı olarak ele aldım ve sonuç olarak melekler cinlerdendir. Araplar cinlerin hayırlısına “melek” şerlisine “şeytan” derler.

وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ

[18/50] ayetindeki istisna edatı İblis’in yani şeytanın meleklerden olduğunun açık delilidir. Çünkü Arap dilinde ve kaidesinde meşhur olan kavil/görüş, istisna kendi cinsinden başkasıyla yapılmaz. İstisna edilen (müstesna) daima kendisinden hariç tutulanın (müstesnâ minh) cinsinden olur. Yine İblis’in meleklerden olduğuna bir diğer delil; eğer onlardan olmasaydı, kınanması ve yerilmesi doğru olmazdı. Çünkü bu takdirde: “Ben secde ile emrolunmadım ki!” diyebilirdi. Üstelik o: “Ben ondan daha hayırlıyım” diyerek münazara etmesinden de anlaşıldığı üzere “Âdem’e secde et ” emri ona yöneliktir. “Bütün kölelerime, bana itaat etmelerini emrettim. Hepsi itaat etti. Sadece falanca zenci olan bana itaat etmedi.” Bu söz; itaat etmeyen kölenin zenci olduğunu gösterir, insan olmadığını değil. Ayetin dediği budur. İblis’in cin, kâfir ve şeytan olması ondaki mahiyet değişimini değil, nitelik değişimini gösterir. “Melekler nurdan, İblis ise ateşten yaratılmıştır” iddiasına gelince “nur ile nâr” aynı şeydir. (Mâtürîdî, Te’vilâtü’l-Kur’ân, (Çev. B. Topaloğlu), c.1, Suresi 115.) Rahmân suresinde (15. ve 27. ayetlerde) ateşten yaratıldığı haber verilen “Cân” cinler değil, şeytanları atası kabul edilen İblis’tir. Şeytanın ateşten yaratıldığına dair ifade “fâide-i haber” değil, “lâzım-ı fâide-i haber” cinsindendir. Muhatapların bildikleri üzerinden onlara hitaptır. Sami toplumları şeytanın ateşten yaratıldığını zaten biliyorlardı.

Şimdi melekler cinlerden ise soru şudur? Arapların cinleri gerçekten var mıdır? Arab’ın algısına göre evren; ruhlar, cinler, şeytanlar, iblisler, ifritler, gûl (yabanî), si‘lât (peri) ve şıkk’lar gibi yüzlerce hayalî varlıkla doludur. Arab’ın şeytan olarak nitelemediği hayvan neredeyse yok gibidir. Şeytanın bile yüzlerce ismi vardır. Başka bir ifadeyle tecavüzcü olanından (gadar), kişinin abdestini bozdurmaya çalışan, dübüründen kıl çeken şeytana kadar onlarca şeytan türü vardır.

Araplar; insanlarla birlikte evlerde ikamet edene “âmir”; çocuklara musallat olup, zarar verenlere “ervâh”; eğer bu cin habis ve serkeş/gözü kara olursa ona “şeytan”; eğer bundan daha kötü ise (inatçı şeytan anlamında) ona “mârid” der. Buna ilaveten bir de güçlü, kuvvetli, tuttuğunu koparan ise ona da “ifrit” derler. Evlerde yaşayan âmir denilen cinler ev halkı ile beraber yer, içerler. Araplar bu gizemli varlıkları (ruhları) cin ve hin diye ikiye ayırırlardı. Bizdeki “hinoğlu hin” ya da “hinlik” deyimi buradan gelse gerek.

Araplara göre insanın yanından hiç ayrılmayan “reiy, şeytan, cin, tâbi‘ ve karîn” adını verdikleri (kişinin ruh ikizi gibi) varlıklar vardır. Bunlar Kâhin ve şairlere ilham getirirdi. Hz. Muhammed’in karini en sonunda Müslüman olmuştu. (Müslim, “Sıfatu’l-kıyâme”, 69 (2814)) Kur’ân’da da bu kelime bazen şeytan [4/38, 37/51, 41/25, 43/36, 38; 50/27], bazen kötü arkadaş [37/51] anlamında kullanılmıştır. Bazı hadislerde insanla beraber olan ve ondan hiç ayrılmayan “ruhanî dost” (şeytan veya melek) anlamında kullanılır. [Buhârî, “Tefsîr”, 37; Müslim, “Salât”, 260].

Araplara göre fırtınayı cinlerin reislerinden “Zevbe‘a” çıkarırdı. Şimdi buna inanacak mıyız?

Araplara göre bazı şeytanlar (gûl ve ‘adâr) insanlara tecavüz ederdi. [6/71; 58/19] ayetlerinde bu Arap efsanesine gönderme vardır. Daha doğrusu Mekke şeytanları ve Medine münafıkları bu tecavüzcü şeytanlara benzetilmiştir. “Şeytanların adımlarını takip etmeyin, onların ardından tıpış tıpış gitmeyin” ayetlerinde de bu tecavüzcü şeytanların (ki bunlar kimi becerirse onun aklını da alırdı. Becerilen kişi delirirdi.) yani ins şeytanlarının ardından gitmeyin denilmektedir. Hem namusunuz hem de aklınız zail olur. (Bk. Taberî, Tefsir, c.11, Suresi 452; Zemahşerî, Tefsir, c. 2, Suresi 37.)

Mu‘tezile’nin kurucularından Amr b. Ubeyd (ö. 144/761) bir takım kelâmcıların cinlerin insanları kötü arzularına alet etmesini inkâr ettiğini duymuş ve şöyle demiştir: “Şeytanların kötü emellerine alet edip de sonra yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşan kimse” [6/71] ayeti dururken nasıl olur da şeytanın insana tecavüz etmediği söylenebilir?” (Câhız, a.g.e, c.6, Suresi 428-429.) Akılcı Mu‘tezile mezhebinin kurucusu böyle düşünürse rivayetleri sapıyla çöpüyle kabul eden Ehl-i hadisi ve diğerlerini varın siz tahmin edin!

Arapların cin masallarına inanacak mıyız? Onlara göre bütün hastalıkların nedeni cinlerdi. Eş‘arî, “şeytanın çarptığı kimse” [2/275] ayetinden delil getirerek Ehl-i sünnet âlimlerinin cinlerin saralı hastanın bedenine girdiğini kabul ettiklerini; şeytanın insanı çarptığını söyler. (Eş‘arî, el-İbâne, Suresi 32.) Araplar şeytanları, okuyup-üflemekle ve sihir yapmakla yahut nüsha/muska yazmakla çıkarmaya çalışırlardı. Nazar da bu şerefsizlerin işiydi. Erkek cin bir kadına âşık olursa onun mecnûne ederdi. Dişi cin bir delikanlıya âşık olursa onu da mecnun ederdi. Araplar tâûn (veba) hastalığını şeytanların yaralaması ya da kesici bir aletle delmesi olarak görüyorlardı ve bu yüzden tâûn’u cinin mızrağı (rumâhu’l-cin) diye isimlendiriyorlardı.

Cinler istedikleri an istedikleri surete/biçime girebiliyordu. Kedi, kara köpek ya da yılan olabiliyordu. Göğe çıkıyor, meleklerin konuşmalarını dinliyor, onlardan haber aşırıyordu. (istirâk’ı sem‘) Bunlar/şeytanlar damarlarımızda kanın akması gibi dolaşıyor; kalbimize çörekleniyor bize vesvese veriyorlardı. Sihir ve büyüler bunlarla/hüddam yapılıyordu. Kehanet ve şairlik cinsiz düşünülemez bile. Süleyman Ateş’e göre cinler insanlara göre çok uzun yaşadıklarından yeryüzünde olup-bitenleri de, geçmişte yaşanmış hadiseleri de bilebilirler. (Ateş, İnsan ve İnsanüstü, Suresi 49.) Masalcı dedem benim. Cin dostlarına kesin sormuştur.

Özetlemek gerekirse câhiliyenin cin algısı büyük ölçüde İslâm’a intikal etmiş, Müslümanlar da –Velehân’dan ‘Adar’a kadar yüzlerce türüyle- cinlere inanmışlar, onları dini ve dünyevî hayatlarının ayrılmaz bir parçası yapmışlar, yeryüzünü ve gökyüzünü dolduran cinlere ve onların kozmik düzendeki üstlendikleri akıl sır ermez rollerine tereddütsüz inanmışlar, inanmayanları da tekfir etmekten çekinmemişlerdir. Bununla birlikte cinlerin mahiyeti, görünüp görünmediği, ne yedikleri-içtikleri, nasıl çoğaldıkları, nasıl olup da istedikleri sûrete kolayca bürünebildiği, mükellef olup olmadıkları konusunda bile birbiriyle tutarsız onlarca farklı görüş vardır. Birbirleriyle çelişen bu tutarsız görüşler, ulemanın söz konusu mitolojik varlıkları kendi hayal hanesinin genişliğine bağlı olarak, çocukluğundan beri dinleyerek büyüdüğü efsanelere göre tasvir etmesinden kaynaklanır. Bir tür öğretilmiş ve de sorgulanmaksızın benimsenmiş “Öğrenilmiş Cehalet” örneğidir. Nitekim korkudan beslenen çoğu bâtıl inanç çocukluk çağında öğrenilir ve pek fazla eleştirilmeden hayat boyu sürdürülür. Cinler, Orta Çağ animist/ruhçu tabiat felsefesi problematiği içerisinde kurgulanmış farazî varlıklardır. Halk inançlarının kitabî dinleri ne denli etkilediğinin de canlı bir örneğidir.

GAYB ÂLEMİ VAR MIDIR?

Cinler, yiyip içtiğine, evlendiğine, ürediğine hatta biz insanlara tecavüz bile ettiğine göre nesnel/maddi bir yapıları olması gerekir. Ama latif ama kesîf/yoğun bir anatomik bedenlerinin olması gerekmez mi? Yani atomlardan, elektronlardan ya da kuarklardan olması gerekir. Bülent Şahir Erdeğer gibi değerli araştırmacılara göre bunlar quantum dünyasında dolaşıyorlarmış. Quantik boyutlarda yaşamak, yemek yemek, sex yapmak… Ne kadar fantastik değil mi? Bazı kaçıklara göre de cinler, periler paralel evrenlerde yaşıyormuş: Sanki bu kaçıklar paralel evrenleri gidip dolaşmış gibi konuşuyorlar işte. “Nâs var nâs! Sana bana ne oluyor ki!” Değil mi?

Melekler konusunun gaybî bir konu olup-olmadığına baktığımızda, kelâmcılar genel olarak kozmik varlığın cismaniliğini benimsemişlerdir. Kelâmcılar âlemi O’nun varlığına işaret eden “Allah’ın dışındaki her şey” olarak tanımlar. Ehl-i sünnet O’nun dışında olan her bir şeyin cevher ve arazlardan oluştuğuna inanır. Kelâmcılar Allah’tan başka olan tüm varlıkları kesif ya da latif, ama sonuç olarak cismanî olması gerektiğini savunduklarından, Ehl-i sünnet meleklerin, cinlerin ve şeytanların kozmosun yaşayan (canlı) türleri olarak mevcut olduklarını kabul eder. (Bk. Bağdadi, Mezhepler Arasındaki Farklar, (Çev. E. Ruhi Fığlalı) Suresi 257.)

Âlem; cevherleri ve arazlarıyla birlikte mahlûkatın tamamıdır. Dolayısıyla insan, hayvan, bitki, melekler ve ruh da dâhil olmak üzere âlemdeki tüm varlıklar aynı cins (türdeş) olup, onlara farklılık veren arazlardır. Hatta kelâmcılar melekler, cinler, şeytanlar da dâhil olmak üzere bir bütün olarak evreni mütehayyiz (yer kaplayan) atomlara indirgemede herhangi bir sakınca görmemişlerdir. (Bk. Mehmet Bulğen, “Klasik Dönem Kelâmında Dakîku’l-Kelâmın Yeri ve Rolü” İslâm Araştırmaları Dergisi, 33 (2015), Suresi 65-66; Mehmet Bulğen, Klasik Dönem Kelâm Atomculuğunun Günümüz Kozmolojisi Açısından Değerlendirilmesi, (Doktora Tezi, Marmara Ün. 2012) Suresi 174.)

Kosmos’da bir cinlerin/perilerin; ruhanilerin yaşadığı bir metafizik alan yoktur. Elektromanyetik spektrumun bütün dalga boylarında evreni dinliyoruz/görüyoruz. En ufak bir pulsu/sinyali hassas dedektörler ile bugünlerde yakalayabiliyoruz. İster foton/ışık olsun, ister nötrino olsun; elektromanyetik bir dalga olsun, isterse fermiyon cinsinden başka bir şey olsun. Bizden kaçıp kurtulması mümkün değildir. Yakalarız abi…

Aslında “metafizik” kelimesini Aristo kullanmamıştır. Talebesi Rodoslu Andronikas hocasının eserlerini tertip ederken Prote Philosophia (İlk Felsefe) adlı kitabını Tabiat (Fizik) kitabından sonra yayınladığı için, buna “Tabiat (Kitabın)dan Sonra” anlamına gelen “Metafizik” ismini vermiştir. Bu kitap da Arapça’ya Mâ baʿde’t-tabîʿa adıyla çevrilmiş ve bu isim Müslümanları düal bir evren taksiminin kabulünü -Aristo hatırına- kolaylaştırmıştır. Başka bir anlatımla “metafizik” deyimi farklı bir varlık alanına değil, yalnızca kitaptaki tertibe işaret etmektedir. Onun metafiziği zaten fiziğin devamıdır, maddi ve nedenseldir.

Kelâmcılar bu âlemde metafizik bir varlık alanı bulunduğunu düşünmediklerinden gayb bu fizik evrenin gözlemlenemeyen, bilinemeyen yanıdır. (Yunus Cengiz, Mutezile’de Eylem teorisi, Kâdî Abdülcebbar Örneği, Düşün Yay., İst/2012. Suresi 84.) Gerçekten de gayb’tan bahseden ayetlere varlık açısından baktığımızda bu terimin şehadet âleminin ötesindeki bir âleme değil, fiziksel evrenin görülmeyen, bilinmeyen yönüne (dağın ardı, annenin karnındaki cenin gibi) işaret ettiğini söyleyebiliriz. Zaman (oluş) açısından baktığımızda da gaybın fizik ötesine ilişkin olmayıp, daha çok geçmişte olmuş veya gelecekte olacak olayların kastedildiğini görebiliriz. Arapça sözlüklerde gayb kelimesine verilen anlamlar; gözlem alanı dışında olmak anlamında birleştiği görülür. Gayb ile “gözden uzak, kayıp (gâib) belirsiz ya da gizlenmiş nesneler” kastedilir. (İlhan Kutluer, “Gayb Kavramı Felsefi Açıdan Nasıl Ele Alınabilir?” Kur’ân ve Tefsir Araştırmaları, Sy:6, (2004) Suresi 214-217.)

Sonuç itibariyle cinleri ve onların alt türleri olan melekleri şeytanları ne kantarda tartabiliyor ne metreyle ölçebiliyor ne enerjilerini erg olarak tespit edebiliyoruz. Ne mikroskop ne de teleskop ile gözlemleyebiliyoruz. Ne de diğer detektörler/kapanlarla bunlara ait en ufak bir iz yakalayabiliyoruz. Ne de eski zamanlardaki gibi bu keratalarla evlenebiliyor, aşk/seks gibi fantezilerimizi gerçekleştirebiliyoruz. Sadece cincilerle bunlar teşriki mesai yapıyorlar. Modern tıp, biyoloji, psikolojide yeri yok. Sadece animist ilkel toplumlarda mevcutlar.

Devam edeceğiz. Mitolojik evren tasavvurundan modern bilim çağına geçeceğiz inşallah. Biraz daha sabır.

TARİHSEL GELİŞİM

Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi dinlerde Tanrı ile insan arasındaki ilişki kurma fonksiyonu meleklere yüklenmiştir. İnsan ile tanrılar arasındaki mesafeyi daha da azaltan politeist dinler, kitâbî dinlerde meleklere yüklenen bu fonksiyonu alt ilâhlarına vermişlerdir. (Erbaş, “Melek” DİA, c.29, Suresi 37.) İlkel dinlerin alt ilahları kitabî dinlerde meleklere dönüşmüştür.

Politeist dinlerde bir tanrılar panteonu vardır. Panteonun başında en büyük ilah, altında ise akrabaları/haremi şeklinde diğer tanrılar bulunur. Kimisi bereket, kimisi zafer tanrısı gibi olan bu alt ilahlara baş ilahın farklı tezahürleri/görünümleri ya da isim/sıfatları olarak da bakabilirsiniz. Kitabi dinlerde yavaş yavaş bu alt ilahlar meleklere tahvil olmuş gibidir. İlk kitabi din Yahudilikte bile melekleri tanrı oğulları [Tekvin, 6:4] olarak nitelenir. Görüldüğü üzere aralarındaki büyük fark (!) sadece isimlendirme tekniğinden kaynaklanır.

Dinler tarihine kabaca şöyle bir göz atılsa melek inancının Zerdüşt’ten bu yana nasıl ve ne kadar değiştiği kolayca fark edilebilir. Bütün melek isimleri “El/İl (Kenanilerin en yüce gök tanrısı)” diye bitmesinden de anlaşılacağı tüm melekler tanrının isim ve sıfatlarının iptidaî şekli yani biraz tüylü/kanatlı hali olarak düşünülebilir.

Hadi başlayalım.

Kuvvet ve derece açısından büyük ilâhlardan daha aşağı bir statüde bulunan bazı varlıkların mevcudiyeti inancı çok eski zamanlardan beri çeşitli dinlerde vardır. Bu aracı varlıkların bazısı mahallî ilâh olarak algılanıyor, bazıları tabiat güçleriyle aynîleştiriliyor, bir kısmı da yukarı veya aşağı dünya ile alâkalı faaliyet gösteriyordu. Politeist dinlerdeki büyük tanrılar daha aşağı seviyedeki bu varlıkları elçi, görevli ve haberci olarak kullanıyordu. Sümerler döneminde bunlar iyi ve kötü cinler olarak ayrılmış, birincilerin insanları koruduğuna, ikincilerin ise insanlara kötülük yaptığına inanılmıştır. Kötü cinler zamanla kötü melekler/şeytanlar olmuştur. (Erbaş, “Melek” DİA, c.29, Suresi 38.) Zerdüştîlik sadece Yahudi ve Hıristiyanlığı etkilemekle kalmamış, Yahudilik kanalıyla Müslümanların melekiyatına da tesir etmiştir. Bildiğiniz üzere tüm melek isimleri İbranice’dir. İslâm dünyasının en değerli kozmografisi kabul edilen Kazvînî’nin Acâibul-Mahlûkât’ı temelde tüm tabiat olaylarını meleklerle izah eden bir melekler ansiklopedisi gibidir.

***

M.Ö. 2350 yıllarında ilk defa Sümerler döneminde “tanrı-krallar” dönemi sona ermeye başlamış, tanrının insan olmadığı kabullenilmiş, krallar da tanrının hizmetkârı, ya da rahip-kral olmaya başlamışlardı. (Joseph Camphell, Doğu Mitolojisi, Suresi 15.) Kozmik düzenin korunmasını kadîm İran’da birçok tanrı birlikte üstlenmişti. Grek dünyasında Zeus’un en yüce tanrı olma sürecinin bir benzeri İran’da da yaşanmış, Zerdüşt (M.Ö. 6. yy.) büyük bir devrim yaparak Mithra-Ahura’yı Ahura Mazda’ya dönüştürmeyi başarmış, diğer tanrıları onun yardımcıları olarak niteleyerek bir tür tek tanrıcılığı geliştirmiştir. Zerdüşt İranlıların ve Sümerlerin binlerce tanrısını ahuralar (melekler) ve devalar (devler, cinler/şeytanlar) yaparak işe başlamıştır. Zerdüşt pek çok eski tanrıyı “yazatalara/tapılası meleklere” dönüştürerek, onları yeni dininde Ahura Mazda’nın yardımcısı yapmıştır. Ahura Mazda’ya altı baş melekten oluşan ölümsüz azizler eşlik eder. Bunlar Ahura-Mazda’nın çeşitli vecheleri ve fonksiyonları olarak da telakki edilebilir. Bu ölümsüzleri bazı erdemlerin ve soyut ideaların şahışlaştırılması şeklinde değerlendirmek de mümkündür.

Bunlar: 1) Vohu Manah (Behmen/ Doğru düşünce); Kutsal bilgelik, aydınlanma ve sevgi meleğidir. Zerdüşt’e vahiy getiren melektir. İneğin ve evcil hayvanların koruyucusu olarak kabul edilir. 2) Kusursuz Düzen ya da Doğru¬luk anlamına gelen Aşa Vahişta (Ordîbehişt); Dindarlara adaletin ve ruhsal bilginin yolunu açar. Kutsal ateşe nezaret eder. 3) Kşatra Vairya (Şehrîver/ Şehriyor) Madenlerin koruyucusu. 4) Ahenk (düzen)in feminen şahıslaşmış hali olan Spenta Armaiti (Sipendârmuz); yeryüzünün koruyucusudur. 5) Sağlık ve selamet’in müşahhas hali olan Haurvatat (Hordâd); suların koruyucusudur. 6) Ölümsüzlüğün müşahhas hali olan Ameretat (Mordâd); bitkilerin koruyucusudur. Ameşa Spentalar; Yahudi ve Hristiyanların “archangels/baş meleklerin” mukabilidir. (Kaufmann Kohler vd., “Zoroastrianism”, Jewvish Enc., c.12, Suresi 695; Davitson, a.g.e, Suresi 15.)

Baş İblis Ehrimen; yalanın, karanlığın simgesi olan bozguncu ruhtur. Yardımcıları birkaç gruba ayrılır: Birinci gruptakiler devler/şeytanlardır. Bunların yardımcısı konumunda olan ikinci gruptaki onlarca şeytan da yalan ve hırs (gibi soyut kötülüklerin şahıslaştırılmış hali olan) veya İran mitolojisinde kuraklık tanrısı olarak bilinen Dahhâk gibi her biri, birer büyük şeytandır.

Zerdüşt, eski dinlerin pek çok tanrısını meleklere dönüştürmüştür. Bunlar sayısız denecek kadar çok olsa da 21 tanesi diğerlerinden daha belirgindir. Bu meleklere güneş, ay, yıldızlar, yeryüzü, su ve hava; doğruluk, zafer, din, şan, ışık gibi birkaç soyut kavramın somutlaşması olarak görülebilecek ilahi varlıklar da dâhildir. (Kohler vd., “Zoroastrianism”, a.g.md, Suresi 695)

Lütfen burada bir şeye dikkat ediniz.

***

Melekiyatın mucidi kabul edilen Zerdüşt’te melekler bir takım soyut kavramların, güçlerin yarı müşahhas/mücessem halidir. Henüz 600 kanadı olan tüylü meleklere, Musa’nın kafasını yardığı ölüm meleklerine dönüşmemiştir. Bu bilgi sonuç kısmında işimize yarayacaktır. (Biz melekleri Allah’ın isim ve sıfatlarının -soyutlama yeteneği gelişmemiş insanların zihnini yansıtan- müşahhas /şahıslaştırılmış hali olarak değerlendiriyoruz.)

Zamanla Zertüstilik ve Mecusilik özellikle Babil Sürgünü sonrasında Yahudiliği (dolayısıyla Hristiyanlığı ve İslamiyeti) büyük ölçüde etkileyecektir.

Fravaşi (koruyucu ruh) ve yazata inancı, kitabî dinlerdeki tabiat olaylarını kontrol eden melek inancının bir benzeridir. Buna mukabil Yahudilikteki şeytanlar veya yok edici melekler imajı Avesta’da devalardır. Şeytan, Mastema gibi figürler ise Angra Mainyu rolündedir. (Ali Erbaş, “Melek Düşüncesinin Farklı İnançlardaki Tezahürleri”, Sakarya ÜİFD. 1, 1996, Suresi 107-128.) Tobit Kitabında zikredilen Asmodeus, (Aeshma Daeva) denilen cin, işte bu Angra Mainyu’dur. Fravaşi; aşağı yukarı Hıristiyanlıktaki ölümsüz ruha tekabül eder. Fravaşiler, Ahura Mazda’nın evrenin başlangıcında düzeni kurmasına ve şimdi de bu düzeni sürdürmesine, özellikle de suların ve bitkilerin bereketlenmesine ve rahimlerdeki ceninleri korumasına yardımcı olurlar. (Mary Boyce, “Fravašı”, Encyclpaedia Iranica)

Zerdüşt yaptığı reformla kadîm Pers tanrılarını kötülük cini düzeyine indirmiştir. Ehrimen, eski tanrıları özellikle daeva’ları bünyesinde toplamıştır. İndra (ölüm tanrısı), eski Vedacı Nasatya tanrılarından Saurva (ölüm ve hastalık cini), Akoman (Kötü Ruh), Tauru, Aeshma (İncil’de karşımıza çıkacak olan Asmodeus/ şiddet, öfke, suç güdüleri cini), Âz (tensel istekler cini), Mitrandruj (Mitra’ya yalan söyleyen, sahtelik cini), Jeh (insan soyunu küçük düşürmek için Ehrimen tarafından sonradan yaratılan fahişe cin) gibi. (Messadie, Şeytanın Genel Tarihi, 140-141) Özetle; Zerdüşt yüzlerce tanrıyı iyi ve kötü olarak ikiye ayırmış, devaları kötülük cini, şeytan yapmış, ahuraları da meleklere tahvil etmiştir.

İyi ile kötü arasındaki mücadele başlangıçta sadece Hürmüz ve Ehrimen arasında iken zamanla yardımcılar edinmişler, kendi ordularını kurmuşlardır. Hürmüz kendisine Ameşa Spentalar, Yazatalar, Îzedân gibi yardımcılar edinmiştir. Bu melekler bundan böyle evrenin kozmik işleyişinden sorumlu olacaklardır. (Nimet Yıldırım, Ehrimen, nyildirim.wordpress.com.) Bununla birlikte bu Yazatalar’ın hiçbiri doğrudan Zerdüşt’e isnat edilen Gâthâlar’da bulunmaz. Muhtemelen bunlar daha sonraki tarihlerde (Hristiyanlığın çıkışından sonra III. Yüzyılda) Sasâniler döneminde Avesta’da yer almışlardır. (Varenne, İslâm Öncesi İran, Dinler ve Mitolojiler Tarihi, c.1. Suresi 814.) Ehrimen’in, komutasında altı baş şeytandan başka küçük şeytanlar ve cinlerden (daeva, druj) oluşan bir tümeni vardı. Evren artık bir savaş meydanıdır. İranlıların “aşa” (doğruluk/düzen) dedikleri varlıklar ile “druj/drug” dedikleri yalan, fesat ve anarşi mücadele halindedir. (Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak Yay., Ankara/1993, Suresi 109.)

Özetle, Sümerler demonolojiyi icat etseler de angeloloji/melekiyât büyük ölçüde Zerdüşt’ün icadıdır. Özellikle zamanındaki tanrıları cin (daeva/şeytan) ve melek olarak ikiye ayırmış, soyut iyilik (aşa) ve kötülüğü (druj) somutlaştırmış, daha doğrusu müşahhaslaştırmış, onları melekler ve cinler (devler) olarak isimlendirmiştir. Ki günümüzde de şeytan kötücüllüğün şahıslaştırılmasından başka bir şey değildir.

Zerdüşt, alt ilâhların rolünü meleklere vererek monoteizme geçişi hızlandırmıştır. Zerdüşt teolojisinde tanrılar -artık Mısır ve Hindistan’da olduğu gibi- tek bir tanrının tezahürü değildir. Tanrı, artık tek başına varlığını sürdürür. Ondan ayrılan tanrılar tanrısallıklarını yitirseler de yok olmamışlar, tanrıdan daha aşağı konumda ruhlar haline gelmişlerdi. Bu ruhlar doğaları gereği iyiyse melek, kötüyse demon (cin/şeytan) olarak adlandırıldı. Bu nedenle melekler ve demonlar/cinler, çok tanrıcı monizmle (tek tanrıcılık) ile birden fazla tanrının varlığını reddeden aşırı bir monizm arasında bir yerde konumlandırılabilir. (Russell, Şeytan, Suresi 117.)

YAHUDİLİK ve MELEKLER

Eski Ahit’te, bir kralının maiyeti gibi O’nun hizmetinde bulunan, mesajını insanlara iletmede elçilik görevi yapan varlıklardan bahsedilir. Bu varlıklar için “mal’ah” kelimesinin dışında ilahî varlıklar anlamında “Allah oğulları, Allah’ın veya göklerin ordusu, mukaddesler, kudretliler, ilâhlar” tabirleri de kullanılır. Meleklerin varlığından ilk defa Bâbil esareti ve sonrasına ait Hezekiel, Zekârya ve Daniel bölümlerinde bahsedilir. Büyük meleklerin isimleri ise ilk defa Daniel’da zikredilir. Başka bir ifadeyle Yahudiler bugünkü melek inancını Bâbil esareti esnasında Keldânîlerden ve İranlılardan almışlar, Zerdüştîlik’teki iyi ve kötü ruh fikri Yahudiliğe iyi melek ve kötü melek şeklinde intikal etmiştir. İkinci Mabed döneminde yazılan apokrif metinlerde meleklerin sayısı hızla artmış, muhtelif kategorilere ayrılmıştır. Öyle ki artık ateş, rüzgâr, bulut gibi tabiat olaylarından, mevsimlerden ve yılın her bir gününden sorumlu melekler arzı endam edecektir. Hıristiyanlıktaki melek inancı da büyük oranda Yahudiliğe benzer. Tabiat olaylarını melekler sevk ve idare eder. [Vahiy, 7:1; 9:11] İslâm’ın melekiyatı da büyük ölçüde İsrâiliyata dayanır. Her üç dinde de meleklerin genellikle insan suretinde göründüğü, kanatlı oldukları, uçtukları, ikametgâh adreslerinin gökler olduğu kabul edilir. Bununla birlikte üç dinin kutsal kitabında melek ismi olarak sadece Cebrâil ve Mîkâil’in ismi zikredilmiştir. (Ali Çolak, “Melek Düşüncesinin Farklı İnançlardaki Tezahürleri” Suresi 124-125)

Melekler ve şeytanlar daha çok apokrif (mevsuk/güvenilir olmayan) eserlerde görülür. Örneğin Talmud gibi şeriat kitabında hiçbir gerekçe olmaksızın hukuki bir tartışma aniden kesilir ve araya birdenbire aggadah (anlatı) denilen öyküler girer. Melekler, şeytanlar hakkında anlatılan hikâyeler işte bu öykülerde yer alır. (Israel Shahak, Yahudi Tarihi Yahudi Dini, Suresi 79.)

Melek ve şeytanlarla dolu olan ilk apokrif eser Enoch’tur. Enoch (Hanok) kitabında zikredilen meleklerden Baradiel (doluya), Ruhiel (rüzgâra), Baraiel (şimşeğe), Za’amael (fırtınaya), Zikhel (kuyrukluyıldıza), Zava’el ve Za’afiel (kasırgaya), Ra’amiel (gök gürültüsüne), Ra’ashiel; (depreme), Shalgiel (kara), Matariel; (yağmura), Shamsiel (gün ışığına), Lailahel (geceye), Galgaliel (güneş arabasına), Ofaniel (ay arabasına), Kokbiel (yıldızlara), Rehatiel (burçlara) hükmeder. Yedi kat yeryüzü isminden yedi melek ismi oluşturulmuştur. (Ludwig Blau vd., “Angelology”, Jewish Enc., c.1, Suresi 594.)

Melek isimlerinin doğa olaylarının ve çeşitli gök cisimlerinin kişileştirilmesiyle oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, Enok kitabında, dört mevsim melekleri; “Melkiel, Helemmelek, Melejal ve Narel” [Enok, 82:13] kelimeleriyle ifade edilmektedir. Tanrı, hayvanların hareketlerine varıncaya kadar bütün işlerini melekler eliyle yapar. (Erbaş, Melekler Âlemi, Suresi 109-110.)

Düşmüş melekleri (şeytanı) icat eden bu kitabın kaynakları ise apokaliptik, kabalistik, Talmudik, gnostik, Yahudi mistik kültürüdür. (Davitson, A Dictonnary of Angels, Suresi xı.) İşte bu kültür binlerce melek icat etmiştir. Bu meleklerin çoğu İbrânî alfabesindeki harflerin yerleri hokkabazlıkla değiştirerek, ya da herhangi bir kelimeye El (Tanrı) eki ilave ederek oluşturulmuştur. (Davitson, A Dictonnary of Angels, Suresi 20-1.) Bu mucitlerin kafaları oldukça karışıktır. Yakub’un Peniel de güreş tuttuğu rakibi, Tanrı’dır [Tek. 32:30]. Ancak rabbiler daha sonra bu rakibin Tanrı değil, Tanrının meleği, ya da Uriel, Gabriel, Michael, Metatron ya da ölüm prensi Samael olduğuna karar verdiler. Enoch’a cennet yolculuğunda rehberlik eden Uriel idi. Fakat aynı kitapta (Enoch I) Uriel, önce Raphael’e, sonra Raguel’e, daha sonra Michael’e dönüşür. En sonunda da tekrar Uriel olmaya karar verir. (Davitson, A Dictonnary of Angels, Suresi xxv.)

Melek isimleri münzevi Essenîler ya da Hasidim (sofular) tarafından oluşturulmuştur. Bu efsuncuların (Essenî zaten şifacı demektir. Aramîce therapeutici, Yunanca therapeutai) sihirli tedavi yöntemleri ancak uydurdukları melek isimleri vasıtasıyla etkin olabiliyordu. Efsuncunun muayyen şeytanî ruhlara diş geçirebilme gücü ancak her bir meleğin feleği ve meleğin ismi hakkında kesin bilgiye sahip olmasıyla mümkündü. Düşmüş melekleri (şeytanları) kontrol altında tutmak için birkaç melek ismi bilmek yetiyordu. Bu dönemde melekiyat irfanı (literatürü) Essenîlerin ve Hasidimin özel mülkiyeti idi ve henüz spekülasyona kapalıydı.

Essenîlerin en dikkat çeken özelliği gelişmiş bir angeloji (melekiyât)a sahip olmalarıdır. İsa’nın “Babamdan benim için oniki tümenden fazla meleği harekete geçirmesini istemeyeceğimi mi sandın?” [Matta, 26:52-3] sözü bu inancın devamıdır. Onlara göre bu meleklerle doğru biçimde irtibat kurulduğunda yararlı oluyorlardı. Bu “Sessiz İnsanlar” kendi içinde bütünlüğe sahip bir melekler sistemi kurmuşlardı. Bir Essenî, bir tür meditasyon olan sessizlik uygulamasıyla meleklerle irtibat kuruyor; arzuladığı niteliklere sahip ilgili meleklerden birini seçiyor, ona sesleniyor ve meleğin ifade ettiği şifa, bilgelik gibi nitelik her neyse onu tıpkı nefes alır gibi içine çekiyordu. Zaman zaman birden fazla meleğin her birine birkaç dakika ayırır, bazen de kişinin ihtiyacına göre tek bir meleğe odaklanırdı. Örneğin Su Meleğiyle bağlantı kurarak, bu unsurun temizleyici gücünü içine çekebilirdi. Ya da Hava Meleğiyle kurulan irtibat sayesinde atmosferin hayat ve canlılık veren niteliklerine sahip olabilirdi. Sevgi, bilgelik, güç gibi yüzlerce nitelikleri simgeleyen meleklerle irtibat kuruluyor, onlardan güç devşiriliyordu. (Bk. Robert Chaney, Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, (Çev. Duygu Aras) Ruh ve Madde Yay., İst/1996. Suresi 19-67.)

Bu irfan yardımıyla büyü ve sihir uygulamalarında (imal ettikleri) meleklerin özel isimlerini telaffuz ederek ruhsal güçleri kontrol altına alıyorlardı. (Bu uygulamalar Bâbil Mecûsîlerinden ve Mazdaizm’den iktibastır. Bk. Blau vd., a.g.md, Suresi 589-595; onlar melekleri yaptıkları işe göre tasnif ederler. Kült ve rit (tören)lerinde Pisagorcu ve İranî etkiler görülür. Tümer-Küçük, a.g.e, Suresi 207-208.)

Essenîlerin melek isimlerini ihtiva eden gizli kitapları vardı. Bu melek isimlerinin de sihirli güçleri vardı. Onlar imal ettikleri melek isimleriyle Tanrı’nın gücünü bile elde edebiliyorlardı. Örneğin; Kudüs Nebukadnezzar tarafından kuşatıldığında (M.Ö. 598), mucizevî şekilde öldükten sonra dirilen Hanameel, meleklerin isimlerini bildiğinden, onları gökten indirmiş, onları emri altında toplamıştı. Efsunla melekleri İsrâil’in düşmanlarına karşı savaşmaları için örgütlemişti. Hanameel, Tanrı’nın telaffuz edilemez “İsmi” ile Dünyanın Prensi Metatron’u çağırmış ve bu melek Kudüs’ü göğe kaldırmıştı. Bu olay sonrası Hanameel gibilerinin efsunla (melek isimleriyle) melekleri emri altına almasını önlemek için Tanrı, meleklerin isimlerini değiştirmek zorunda kalmış, göğe kaldırılan Kudüs’ü de tekrar aşağıya indirmişti. (Emil G. Hirsch vd., “Hanameel”, Jewish Enc., c.6, Suresi 203.)

Yine Testament of Solomon (Süleyman İncili) da da hangi demona (cin ve şeytana) hangi melek ismiyle pranga vurulabileceği, onların en çok korktuğu meleklerin hangisi olduğu Süleyman’a bildirilir. Buna benzer bir başka hikâyeye göre bir şehrin ileri gelenleri şehrin surlarını ateş ve su ile çepeçevre kaplamak için su ve ateş meleklerini efsunlamışlardı. Bunun üzerine tanrı meleklerin isimlerini değiştirmişti. (Blau vd., a.g.md, Suresi 595)

Yukarıdaki Yahudi efsanesindeki Metatron, Mîkâil olabileceği gibi (Satan) şeytan da olabilir. Talmud ve Targum’lardaki meleklerin gücü kolaylıkla pagan tanrıları ya da kahramanları ile mukayese edilebilir. Rabdos gezegenleri durdurabilir. Talmudik melek Ben Nez güney rüzgârını kanatlarıyla engelleyerek dünyanın yanıp kül olmasını engeller. Morael dünyada görünen her bir şeyi görünmez yapma gücüne sahiptir. Ataphiel (Barattiel), cenneti üç parmağıyla dengeleyerek devrilmesini önler. Sütunlu Melek sağ avucuyla göğü yukarda tutar. Chayyiel, dünyayı tek bir yudumda yutabilir. Hadraniel sesini 200.000 gök kubbesinden öteye duyurabilir. (Davitson, Suresi xvııı.)

Hâsıl-ı kelam; binlerce yılda, yüzlerce yazar tarafından yazılan Eski Ahit bir takım masal, mit ve efsanelerin toplamından ibarettir. (Bk. Ömer Faruk Harman, Yahudi Kutsal Kaynakları, İstanbul 1988, Suresi 205.)

Melek inancı da birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan bu parçalar koleksiyonunun en tartışmalı, en son yazılan (Daniel, Ester, Baruch, Enoch, Tobit, Life Adam and Eva gibi) apokrifada yer alır.

Müşrik Arapların Allah’ı rab, en büyük ilah olarak kabul ettiklerini söylememize gerek bile yoktur. Onlar politeist değil, henoteist idiler. Onların ulûhiyet, rububiyet ve ubudiyet inançlarının yanlış melek inancıyla bozulmuş olduğu ilk bakışta fark edilebilir. Allah’ın kızları dedikleri melekler iyi cinler, şeytanlar da kötü cinlerdi. Arapların melekleri (cinleri) ilahlar edindikleri, kendilerini Allah’a yakınlaştırsınlar diye onları şefaatçi edindikleri [39/3] Kur’ân’ın şehadetiyle bilinmektedir. Onların inancına göre Tanrı ile melekler arasında –Sâbiîler gibi- bir cevher/mahiyet birliği vardı. Onlara göre melekler ilahî kuvvetlerin suretleri olup, bunlar Tanrı’nın yeryüzünde timsali, görünen gücüydü. Tabiat hadiselerinden bunlar sorumluydu. Yağmur yağdıran, rızkı taksim eden, uğur getiren, zafer veren bu yarı tanrısal güçlerdi. Onlar meleklere birtakım isimler taktılar, sıfatlar yakıştırdılar. Oysa Allah onlara hiçbir güç/kuvvet vermemiştir. Müşrikler sadece zanna tabi oluyorlardı. [53/23] İşte İslâm tevhid inancını ikame etmek için, tanrının kızı/haremi saydıkları müşriklerin melek anlayışına (yarı tanrılarına) savaş açtı. Yerde gökte O’ndan başka hakiki ilah/fail ve güç olmadığını deklare etti. İslâm cin inancında olduğu gibi melek inancını da vaz etmemiştir. Câhiliye Araplarında mevcut olan melek inancını kabul edip, bunun üzerinde bazı düzeltmeler yaparak tevhidi ikame etmeye çalışmıştır. Câhiliye şiirlerinde mele-i a’lâ, hamele-i arş ve kiramen katibîn meleklerinden söz edildiğini görebiliriz. (Dihlevî, Huccetullahi’l-bâliğa, c.1, s.462; İbn-i Kuteybe, Tevilü muhtelifi’l-hadis, Mısır, H.1326. Suresi 134.)

Dihlevî (ö.1176/1762)’nin dediğine göre; câhiliye döneminde insanlar Arş’ı (Allah’ın tahtını) taşıyan meleklerin dört tane olduğunu söylüyorlardı. (“İnsan suretinde olan insanların, öküz sûretinde olan hayvanların, kartal suretinde olan kuşların, aslan sûretinde olan da yırtıcı hayvanların şefaatçisi konumundaydı. Dihlevî, Huccetullâhi’l-bâliğa, c.1, Suresi 462; İbn Âdil, el-Lübâb, c.19, Suresi 328.)

İslâm da buna yakın bir inanç getirmiştir.