‘İsmail Hakkı Başdağ’ Kategorisi için Arşiv

Yazımıza başlık olarak koyduğumuz sorunun, bazı okuyucular tarafından garip karşılanacağını bilmekteyiz. Ancak Nuh (as) kıssasını, eski tefsirlerden okuyanlara bu soru garip gelmeyecektir. Çünkü o tefsirlerde bu doğrultuda yorumların nakledilmiş olduğu görülecek, hatta Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan mealde, ilgili ayete bu doğrultuda bir meal verilmiş olduğu görülecektir.

İlgili ayetin yorumlarında 3 farklı yaklaşım olduğu, yine bu tefsirleri okuyanlar tarafından görülecektir. Yazımızın konusu bu farklı yaklaşımlar üzerinde olacaktır.

Hud Suresi 46. ayetinin Arapça metni ve ilgili ayete verilen 3 farklı meal şöyledir:

قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ ۖ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ ۖ فَلَا تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ ۖ إِنِّي أَعِظُكَ أَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

1- Dedi ki: “Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi Benden isteme. Gerçekten Ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.”

2- (Allah) “Ey Nuh! Kesinlikle o senin ailenden sayılamaz; dolayısıyla bu (bu tarz yaklaşım) doğru olmayan bir davranıştır; bundan böyle, iç yüzünü bilmediğin bir şeyi Benden isteme: Elbet Ben sana cahillerden olmamanı öğütlerim!” dedi.

3- Allah dedi ki ” Bak Nuh! O, senin ailenden değildir. O uygunsuz bir iş ürünüdür. Bilmediğin şeyi bana sorma. Kendini bilmezlerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum”.

1. sıradaki meal örneği, Nuh (as)’ın oğlunun inkârcı bir kişi olduğunu merkeze alarak yapılan ve birçok meal yapıcısı tarafından kabul gören bir meal örneğidir. 2. sıradaki meal örneği, Nuh (as) ‘ın Allah (CC) ye karşı yapmış olduğu isteğin yanlış olduğunu merkeze alarak yapılan örneğidir. 3. sıradaki meal örneği ise, Nuh (as)’ ın oğlunun zina mahsulü olduğunu merkeze alarak yapılan meal örneğidir. Bizim, bu meal örneklerin birisi doğru diğeri yanlıştır gibi bir iddiamız olmamakla birlikte, hangi mealin daha isabetli olabileceği konusunda görüşlerimizi paylaşmaya gayret edeceğiz.

İlgili ayette farklı yorumların oluşmasına yol açan cümle, ayet içindeki إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ cümlesidir. Kur’an ile hemhal olanların karşısına çıkan en büyük sorunlardan bir tanesi, Kur’an içindeki herhangi bir ayetin, farklı kişiler tarafından yapılan tefsir ve meallerinin birbirinden farklı olmasıdır. Bu farklılıkların birçok sebebi olmakla birlikte, Arap dilinin gramatik yapısından kaynaklanan kıraat farklılıkları ve kişilerin sahip oldukları Kur’an algılarının bu konuda büyük rol oynadığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Kur’an’daki herhangi bir ayetin çeviri ve yorumunda göz önünde tutulması gereken en önemli hususlardan bir tanesi de o ayetin Arap dilindeki karşılığının ilgili ayetin öncesi ve sonrası ve Kur’an’ın bütünlüğü ile uyum sağlamasıdır. Kıraat farklılıklarından veya farklı Kur’an algılarından doğan okumalar, herhangi bir ayete birden farklı anlam verilmesine sebep olmakta, bu durum ise okuyucunun kafasında hangi yorumun doğru olduğu konusunda soru işareti oluşturmaktadır. Yukarıdaki cümle bu duruma bir örmek olup, hangi yorumun daha isabetli olabileceğini ilgili kıssanın bütünü üzerinden giderek anlamaya çalışacağız.

Hud Suresi 25-49. ayetleri arasında anlatılan Nuh kıssasının kısaca özeti şöyledir: Putlara tapan kavmini uyarmak için gönderilen Nuh (as), yıllarca bu görevini yerine getirmeye gayret etmiş fakat başarılı olamamıştır. Allah (CC) ona bir gemi yapmasını ve gemiye hayvanlardan birer çift ile ailesi ve kendisine inananları bindirerek tufan başlayınca yola çıkmasını emreder.

Bu emri verirken 37. ayetteki “zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır.” emri, إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ cümlesinin isabetli anlamını tespit etmekte bize yol gösterecektir. Geminin hareket etme zamanı geldiğinde ailesine dâhil olan oğlu gemiye binmeyi ret eder ve suda boğulur. Bunun üzerine 45. ayette Nuh (as) Allah’a şöyle nida eder: “Ey Rabbim, oğlum ailemin bir bireyi idi, senin vaadin de gerçektir ve sen kesinlikle hüküm verenlerin en yerinde hüküm verenisin.”

Nuh (as)’ ın bu nidasının cevabını 46. ayette görmekteyiz. Fakat ayet içindeki إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ cümlesinin çeviri ve yorumlarında farklılık görmekteyiz. Cümledeki إِنَّهُ kelimesi tefsirciler tarafından şu şekilde yorumlanmaktadır: Bir kısım tefsirci, kelimeyi Nuh (as)’ ın oğluna raci ederek, onun gemiye binmeyi ve iman etmeyi ret etmekle kötü bir iş yaptığı şeklinde yorumlamakta, diğer bir kısım tefsirci ise kelimeyi Nuh (as)’ ın sözüne raci ederek, senin bu isteğin uygun olmayan bir istektir şeklinde yorumlamaktadır.

Biz, cümledeki إِنَّهُ kelimesini, Nuh (as) oğluna raci ederek yorumlayanların daha isabetli olduğunu kanaatindeyiz şöyle ki: Nuh (as)’ ın oğlu babasının bütün ısrarlarına rağmen gemiye binmeyi ret ederek, sığındığı dağın kendisini boğulmaktan kurtaracağını iddia etmiştir. Onun bu iddiası, aynı zamanda babasına iman etmediğini de göstermektedir. Bu noktada ayet içinde geçen “ehl” kelimesi önem kazanmaktadır.

Ehl; Kendilerini bir kan bağının, nesebin, inancın, dinin, evin, ülkenin, sanatın bir araya getirdiği kimseler ile ilgili olarak kullanılan bir kelimedir. Hud Suresi 40. ayeti içinde geçen ehleke (aileni) kelimesi, bir kan bağının nesebin bir araya getirdiği kimseler anlamında kullanılırken, 46. ayette ise inancın dinin bir araya getirdiği kimseler anlamında kullanılmıştır. Nuh kıssasının anlatıldığı Enbiya Suresi 76. ve Saffat Suresi 76. ayetlerine baktığımızda ehl kelimesinin, kan bağı nesep anlamında değil, aynı inancı paylaşan insanlar ile ilgili kullanıldığını görebiliriz.

Dolayısı ile Allah (CC) Nuh (as)’ a hitaben إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ buyurmakla, oğlunun onunla aynı inancı paylaşmadığını beyan etmektedir. Bu cümle içindeki إِنَّهُ kelimesinin, Nuh’un oğlu anlamında kullanılmış olması, 46. ayet içinde ikinci kez geçen kelimenin yine Nuh’un oğlu anlamında kullanılmış olması şeklinde yapılan yorumları güçlendirmektedir. Dolayısı ile Allah (CC) Nuh (as) a hitaben إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍbuyurmakla, onun oğlunun inkârcılığına işaret etmektedir.

Gelelim tefsirlerde nakledilen Nuh (as)’ ın oğlunun zina mahsulü olduğu şeklindeki yorumlara:

Tetkik etme imkânı bulduğumuz meallerde, Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan mealde bu doğrultuda bir çeviri yapıldığını yukarıda belirtmiş, Vakıf tarafından yapılan meali yukarıda 3. sıradaki meal örneği olarak vermiştik. Vakıf tarafından verilen dipnotta ise bu görüşün Taberiye ait olduğu belirtilerek Tahrim Suresi 10. ayete atıf yapılmaktadır. Taberi tefsirinin Tahrim Suresi ile ilgili olarak yapılan, Türkçeye Hisar yayınları tarafından yapılan çevirisinin 8. cilt 360. sayfasında ise şunlar yer almaktadır:

“Abdullah b. Abbas’a göre kocalarına ihanet ettikleri beyan edilen Hz. Nuh ve Hz Lut’un ihanetleri dini meselelerdendir. Başka hususta değildir. Zira hiçbir peygamberin hanımı ahlaksızlığa düşmemiştir. Burada Hz Nuh’un karısının ihaneti onun kâfir olması ve Nuh’u delilikle suçlamasıdır. Lut’un karısının ihaneti Lut’un gizlediği misafirler, Lutilik yapan ahlaksızlara bildirmesidir.”

Görüldüğü üzere Taberi tefsirinin Türkçeye yapılan çevirisinde Vakfın iddia ettiği gibi bir görüş bulunmamaktadır. Şayet Vakıf bu görüşünü Tahrim Suresi 10. ayete dayandırarak kendi indi görüşleri olarak ortaya koymuş olsa dahi, ilgili ayette Nuh’un karısının zinaya saptığına dair herhangi bir delil yine bulunmamaktadır. Ayrıca Taberi’nin Hud suresi tefsirinde Nuh kıssası ile ilgili ayetlerde bu konuda herhangi bir görüş bulunmamaktadır. Vakfı böyle bir anlam vermeye yönelten noktanın ayet içinde geçen “ehl” kelimesinin sadece kan bağı anlamı dikkate alınmış olması olduğunu düşünmekteyiz. Vakıf şayet Kur’an bütünlüğünü dikkate almış olsaydı Enbiya ve Saffat surelerinde geçen “ehl” kelimesinin, inanç bağı anlamında kullanılmış olduğunu görerek, bu yönde yapılan bir mealin isabetsiz olacağı kanaatine varabilecekti.

Not: Yazımızda Taberi tefsirinin Türkçe tercümesinde vakıf tarafından iddia edilen görüşün olmadığı yönünde bir ifademiz olmuştu. Taberi tefsirinin Arapçasında Hud Suresi 46. ayeti ile ilgili tefsirde, böyle bir görüş ifade edilmiş olmakla birlikte, bu görüş Taberi’ye ait değil, başka kişilerin ortaya attığı bir görüş olarak tefsirde yazmaktadır. Taberi’nin kendisi bu görüşte olmadığı gibi, bu görüşün yanlış olduğunu savunmaktadır. Vakıf dipnotunda “Taberi tefsirinde bunun zina mahsulü olduğu yazılı” şeklinde bir ifade sanki bu görüşü Taberi savunuyormuş gibi bir durum oluşturmaktadır. Vakfın bu dipnotu, “Taberi tefsirinde bu yönde görüşler yazmaktadır” şeklinde değiştirmesi daha gerçekçi olacaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (CC) BİLİR.

Elimizde bulunan Kur’an çevirilerinin birçoğunda karşımıza çıkan sorunların başında, ilgili ayete verilen anlamın Kurân bütünlüğü ile çelişmesi gelmektedir. Bu çelişkinin bir nedeni ise, ayet içindeki herhangi bir kelimenin sahip olduğu anlamlardan hangisinin ayet metni ve Kur’an bütünlüğüne uygun olabileceğinin dikkate alınmamasıdır.

Bu yazımızda ele almaya çalışacağımız Nahl Suresi 61. ve Fatır Suresi 45. ayetlerinin çevirilerinde karşımıza çıkabilecek olan bir sıkıntı, söylemek istediğimizin daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. Konumuz ile ilgili ayetlerin metni ve çevirileri şöyledir.

Nahl Suresi 61. ayeti:

وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَىٰ أَجَلٍ مُسَمًّى ۖ فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً ۖ وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ

Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, orada hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.

Fatır Suresi 45. ayeti:

وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلَىٰ ظَهْرِهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَىٰ أَجَلٍ مُسَمًّى ۖ فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِعِبَادِهِ بَصِيرًا

Allah insanları işlediklerine karşılık hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde bir canlı bırakmaması gerekirdi. Ama onları belli bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu Allah kullarını görmektedir.

Her iki ayete bakıldığında ortak noktanın, Allah (CC) ‘nın insanları yaptıkları zulümler nedeniyle hemen cezalandırmayarak onları belirli bir süreye kadar ertelemesi olduğu görülecektir.

Peki, bu ayetlerdeki çeviri problemi nedir?

Bu ayetlerdeki çeviri problemi her iki ayette geçen مِنْ دَابَّةٍ kelimesine ayet bütünlüğüne uygun bir şekilde anlam verilmemesidir. Tetkik etme imkânı bulduğumuz tüm çevirilerde bu kelimenin CANLI anlamı verilerek çevrildiğini gördük. Ayete verilen bu anlam her ne kadar Dabbe kelimesinin anlamına uygun olmuş olsa da, dikkatli bir meal okuyucusunun kafasında bir takım soru işaretleri oluşmasına sebebiyet verecektir. Şöyle ki…

Ayet içinde geçen Dabbe kelimesinin karşılığı olan Canlı anlamı, insan dâhil yeryüzündeki bütün mahlûkatı içine almaktadır. Ayetlerde geçen Dabbe kelimesine Canlı şeklinde verilen anlam, insan haricinde olan mahlûkatın ne gibi bir zulüm işleyerek helak olmayı hak edebilecekleri sorusunu beraberinde getirecektir. Hâlbuki İnsan haricinde olan hiç bir varlık yaptıkları yüzünden Allah indinde sorumlu olmayacaktır. Yani sadece insan, yaşamında yaptıklarından sorumlu tutulacak ve hesap gününde cennet veya cehennem ile ödüllendirilecektir.

Allah (CC) insana akıl vererek ona yaşamında bir takım sorumluluklar vermiştir. Fakat hayvanlar böyle değildir. Allah (CC) onlara herhangi bir sorumluluk yüklememiştir. Onlar sadece fıtri melekeleri ile hareket ederler ve bu hareketleri neticesinde günah veya sevap kazanmazlar. Dolayısı ile Kur’an’ın odak kavramlarından olan Zulüm, onlar için geçerli bir kavram olmayıp, sadece insan için geçerlidir ve yaptığı zulüm neticesinde dabbe cinsinden olan varlık grubuna dâhil olan insanlar zulümleri nedeniyle azabı hak ederler.

Ayetlerin başına dikkat ettiğimizde her iki ayette de النَّاسَ (insanlar) kelimesinin olduğunu görürüz. Dabbe kelimesine verilecek anlamda maalesef meallerde bu nokta göz önüne alınmayarak, kelimenin en geniş anlamı verilmiştir. Hâlbuki bu ayet içinde geçen Dabbe kelimesi anlam daralmasına uğramış, yeryüzünde gezen dabbe cinsinden olan sadece zalim insana has bir anlam kazanmıştır.

Bu noktayı dikkate alarak ilgili ayetlerdeki مِنْ دَابَّةٍ kelimesine verilen CANLI anlamı yerine, İNSAN anlamı vermek daha uygun olacaktır.

Nahl Suresi 61 —-Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, orada hiçbir insan bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.

Fatır Suresi 45 —-Allah insanları işlediklerine karşılık hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde bir insan bırakmaması gerekirdi. Ama onları belli bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu Allah kullarını görmektedir.

Burada, “Peki, Allah (CC) neden مِنْ دَابَّةٍ kelimesi yerine النَّاسَ kelimesini kullanmadı?”şeklinde bir soru gelebilir. Buna da Enfal Suresi 22. ve 55. ayetlerinden cevap verebiliriz.

[008.022] Şüphesiz Allah katında canlıların (eddevabbi) en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.

[008.055] Allah katında, canlıların (eddevabbi) en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler.

Enfal Suresindeki bu ayetlere baktığımızda, inkârcı insanların Dabbe kelimesinin çoğulu ile ifade edilmiş olduğunu görmekteyiz. Yani bu ayetlerde geçen Dabbe kelimesi anlam daralmasına uğrayarak, sadece inkârcı insan için kullanılmıştır. Meal yapıcıları bu ayetleri dikkate alarak Nahl Suresi 61. ve Fatır Suresi 45. ayetlerine anlam vermiş olsalardı, daha isabetli bir ayet çevirisi yapabilmeleri mümkün olurdu.

Sonuç olarak: Kur’an meali yapabilmek için Arap dilini bilmekten önce, Kur’an bütünlüğüne Hâkim olma şartı gelmektedir. Bütünlüğe dikkat edilmeden yapılan meal çalışmalarının birçok hata ve çelişkiye sahip olduğu ret edilmez bir gerçektir. Kur’an bütünlüğüne vakıf olmayan bir meal yapıcısı, kelimelerin Arap dilinde belki doğru anlamını verebilir, fakat bu anlam ilgili ayet içinde bazı sıkıntılara yol açabilir. Yazımızda bu noktaya dikkat çekmeye çalıştık.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (CC) BİLİR.

1- Ey insanlar, sizi bir kişiden yaratan, ondan da eşini yaratan ve o ikisinden (yeryüzüne) birçok erkekler ve kadınlar yayan, Rabbinizden sakının. O’nun adına birbirinizden istekte bulunduğunuz Allah’tan ve yakınlık bağlarını koparmaktan sakının. Hiç şüphesiz ki Allah sizin üzerinizde gözcüdür.

2- Yetimlerin, (muhafaza etmekle sorumlu olduğunuz) mallarını (zamanı geldiğinde) verin. (Onların sahip olduğu) Değerli olan (mallar)ı, (sizin sahip olduğunuz) değersiz olan (mallarınız) ile değiştirmeyin. Onların mallarını, mallarınıza katarak (kendi malınız gibi) yemeyin. Bunu yapmanız, hiç şüphesiz ki büyük bir günahtır.

3- (Mallarını muhafaza etmek ile sorumlu olduğunuz kız) Yetimlerin haklarını (nikah çağına geldiklerinde onları nikâhlayarak) adaletli bir şekilde koruyamamaktan endişe ederseniz, (onların yerine) size helal olan (yetim olmayan hür) kadınları ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Eğer (çok eşlilikte de eşler arasında) adaletli davranamayacağınızdan endişe ederseniz (özgür olan) bir eş veya sağ ellerinizin sahip olduğu (savaş esiri cariye) kadını nikâhlayın. Bu (şekilde yapılan bir evlilik), adaletten sapmamanız için daha uygun bir yoldur.

4- (Nikâhladığınız) kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer kendi istekleriyle o mehirden size bir şey bağışlarlarsa, o bağışladıklarını afiyetle yiyin.

5- Allah’ın sizi (idare etmek için) başına geçirdiği (yetimlere ait olan) mallarınızı, o malı idare edecek bilgi ve yeteneksiz (yetim) lere vermeyin. (O malların geliri ile) onların rızkını ve giyimini karşılayın. Onlara güzel söz söyleyin (iyi muamele edin).

6- Yetimleri nikâh çağına erişinceye kadar (sahip oldukları malı idare edip edemeyecekleri konusunda) sıkı bir denemeye tabi tutun. Eğer onlarda (mallarını idare edebilecek seviyede) bilgi ve kabiliyet görürseniz, mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler (de mallarını elimizden alacaklar) diye o malları aceleyle müsrifçe yemeyin. Zengin olan iffetli davranarak (o malı yemekten) kaçınsın. Fakir olan ise (müsrifçe değil) makul ölçüler içinde (ihtiyacı kadar) yesin. Mallarını onlara teslim ettiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.

7- Anne baba ve yakınların (miras olarak) geriye bıraktığı(malı)nda erkekler için pay vardır. Anne baba ve yakınların (miras olarak) geriye bıraktığı(malı)nda kadınlar için de pay vardır. (Bırakılan mal) az veya çok olsun bu (Allah tarafından verilen) uygulanması kesin hükümdür.

8- (Mirasçılara) hisse dağılımı esnasında, (kendilerine miras düşmeyen) yakınlar, yetimler ve çaresizler de hazır bulunuyorlarsa, onları da (mirastan) yararlandırın. Onlara güzel söz söyleyin (iyi muamele edin).

9- Arkalarında kendilerini koruyamayacak çocuklar bıraktıkları takdirde (onların akıbetlerinden) endişe edenler, (kendilerine miras düşmeyen yakınlara, yetimlere, çaresizlere) haksızlık etmekten korksunlar. Allah’tan sakınsınlar, onlara doğru söz söylesinler.

10- Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler, karınlarında sadece ateş yemiş olurlar. Onlar yakında ateşe dayanak olacaklar (onun alevlenmesi için yakıt olacaklar).

11- (Miras konusunda) Allah size çocuklarınız hakkında erkeğe iki kadın payı emrediyor. Eğer (ölenin erkek çocuğu olmaz) kadınlar ikinin üzerinde ise, bırakılan malın üçte ikisi onlarındır. Eğer (mirasçı) tek kadın ise, (mirasın) yarısı onundur. (Ölen kişinin) çocuğu varsa anne ve babası için her birine altıda bir vardır. Eğer (ölen kişinin) çocuğu yoksa ve ona anne babası mirasçı oluyorsa, annesine (mirastan) üçte bir vardır. Eğer (ölen kişinin) kardeşleri varsa, annesine (mirastan) altıda bir vardır. (Bu paylaşım ölen kişinin) yaptığı vasiyetten ve (ödenmesi gereken) borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size menfaat bakımından daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz. (Bunlar) Allah tarafından verilen uygulanması kesin hükümdür. Hiç şüphesiz ki Allah bilen ve hükmünde isabet edendir. (*)

(*) Ayette özellikle kadınlara mirastan verilmesi gereken paylara dikkat çekilmektedir. Ayetin nazil olduğu zaman ve mekân şartları göz önüne alındığında, kadınların mirastan pay alamıyor olması önemli bir ayrıntı olup, ayet ile kadınlara mirastan pay verilmesi gerektiği, kesin hükme bağlanmaktadır.

12- Eşlerinizin eğer çocukları yoksa bıraktığının yarısı sizindir. Eğer onların çocukları varsa yaptığı vasiyetten ve (ödenmesi gereken) borçtan sonra dörtte biri sizindir. Sizin çocuğunuz yoksa bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Eğer çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri, yaptığınız vasiyetten ve (ödenmesi gereken) borçtan sonra onlarındır. Eğer erkek veya kadına anne baba ve çocukları olmadığı halde varis olunuyor, onun da erkek veya kız kardeşi bulunuyor ise, onlardan her birine altıda bir pay vardır. Eğer kız ve erkek kardeşler birden fazla iseler, vasiyetten ve (ödenmesi gereken) borçtan sonra zarara uğratılmaksızın üçte birine ortak olurlar. Bunlar Allah’tan bir emirdir. Allah bilen ve cezalandırmakta acele etmeyendir.

13- Bu hükümler Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse, onu ölüm görmemek üzere kalacakları altından ırmaklar akan cennetlere koyar. İşte büyük kurtuluş budur.

14- Kim Allah’a ve resulüne asi olur, onun sınırlarını aşarsa, onu ölüm görmemek üzere ateşe koyar. Hor ve hakir edici azap onadır.

15- Kadınlarınızdan birbirleriyle fuhuş yaptığı gerekçesi ile karşınıza gelenlerin suçunun sabit olması için, içinizden şahitliği geçerli olan dört kişi getirin. Eğer bunlar fuhuş yaptığı iddia edilen kadınlar aleyhinde şahitlik ederlerse, o kadınları ölene veya Allah onlara tevbe yolu açarak ıslah oluncaya kadar evlerde toplumdan uzak halde tutun.

16- İçinizden birbiriyle fuhuş (livata) yapan iki erkeğin ikisi için de, (eğer suçları dört şahit ile sabit olmuşsa) bu çirkin fiili terk etmeleri için gerekli olan sert önlemleri alın. Eğer tevbe eder ve bu çirkin fiili işlemekten vaz geçerlerse o ikisi için uyguladığınız sert önlemlerden vazgeçin. Hiç şüphesiz ki Allah tövbeleri kabul eden ve bağışlayandır.

17- Allah’ın (kabul etmeyi) üzerine aldığı tevbe, cahilce bir kötülük (livata) işleyip te ölüm anı gelmeden önce(*) tevbe edenlerin tövbesidir. İşte Allah’ın tövbesini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah bilen ve hükmünde isabet edendir.

(*) Ayet içinde geçen garibin kelimesine, “ölüm anı gelmeden önce” anlamı verme sebebimiz, ayetin 18. ayet ile olan bağını koparmamak içindir.

18- Kötülükleri (livata) işleyen bir yaşam sürerek ölüm anı geldiğinde “Ben şimdi tevbe ettim” diyen kimselerin ve inkârcı olarak ölecek olanların tövbesi de kabul değildir. Acı veren azabı onlar için hazırladık.

19- Ey inananlar, kadınları miras olarak zorla almanız size helal değildir. Onlara (mehir olarak) verdiğinizin bir kısmını onlardan geri almak için, apaçık bir fuhuş işlemedikleri müddetçe onlara baskı yapmayın. Onlarla iyi ve güzel geçinin. Şayet onlardan hoşlanmayacak olursanız, umulur ki sizin hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah çokça hayır kılmış olabilir.

20- Eğer bir eşi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz, bırakacağınız eşinize kantar kantar (mehir) vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şey almayın. Verdiğinizi iftira atarak ve apaçık bir günah yüklenmiş olarak mı alacaksınız?

21- Verdiğinizi nasıl geri alırsınız?, birbiriniz ile cinsel ilişki kurdunuz, onlar sizden (haklarını gözetme hususunda) sağlam bir söz de almışlardı.

22- Kadınlardan, babalarınızın nikâhladıklarını nikâhlamayın. Ancak geçmişte yapılanlar hariçtir (geçmişte yaptığı bu tür evlilikten dolayı kimseye bir sorumluluk yoktur). Şüphesiz ki bu (şekilde yapılan evlilikler) fuhuş ve iğrenç bir yoldur.

23- Sizlere analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz, (sizin ile nikâhlı) kadınlarınızın anneleri, kendileri ile cinsel birliktelik kurmuş olduğunuz kadınlarınızın sizin himayenizde bulunan üvey kızlarınız (ile nikâhlanmak) haram kılındı. Eğer anneleri ile cinsel birliktelik kurmamışsanız (onları nikâhlamakta) size bir günah yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri, iki kız kardeşi de (aynı anda nikâh altında) birlikte bulundurmak ta (size haram kılındı). Ancak geçmişte yapılanlar hariçtir (geçmişte yaptığı bu tür evlilikten dolayı kimseye bir sorumluluk yoktur). Hiç şüphesiz ki Allah bağışlayan ve merhamet edendir.

24- Kadınlardan sağ ellerinizin altında bulunan (savaş esiri olarak alınmış kadın)lar hariç, evli olanlar ile de (nikâhlanmanız haram kılındı). (Bunlar) Allah’ın size yazdığı hükmüdür. Bunların dışında kalanlar ise, iffetli ve zinadan kaçınanlar olmanız şartıyla mallarınız ile (onların nikâh bedellerini vererek nikâhlanmak) istemeniz size helal kılındı. (Size helal kılınan) bu kadınların hangilerinden faydalandıysanız onlara belirlediğiniz nikâh bedellerini verin. Nikâh bedelinin belirlenmesinden sonra karşılıklı rıza ile kararlaştırdığınız (erkeğin bedeli arttırması veya kadının bedelin bir kısmından bağışlaması) miktarda size bir günah yoktur. Allah bilen ve hükmünde isabet edendir.

25- Sizden, hür mümin kadınlarla maddi imkânsızlıklar sebebiyle nikâhlanamayanlar, sağ ellerinizin altında bulunan mümin cariyelerinizi nikâhlasın. Allah sizin imanınızı iyi bilmektedir. Hepiniz birbirinizdensiniz. Öyleyse iffetli, zinadan kaçınan ve gizli dost tutmamışlar olmaları şartıyla, onları velilerinin izni ile nikâh bedellerini uygun bir ölçüde vererek nikâhlayın. Evlendikleri zaman eğer zina suçu ile gelecek olurlarsa, onların cezası hür mümin kadınlara verilen cezanın yarısıdır. Bu (cariye ile evlenme izni) sizden günaha düşme korkusu duyan içindir. (Hür mümin kadın ile evlenebilmek için) sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah bağışlayan ve merhamet edendir.

26- Allah size (helal ve haramı) açıklamak, (aynı hükümler ile muhatap olmuş olan) sizden öncekilerin yoluna iletmek ve tövbenizi kabul etmek ister. Allah bilendir ve hükmünde isabet edendir.

27- Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister. Nefislerinin istekleri peşinde gidenler ise, sizin doğru yoldan tamamen sapmanızı ister.

28- Allah sizden (üzerinizdeki yükü) hafifletmek ister. İnsan zayıf yaratılmıştır.

29- Ey inananlar, mallarınızı aranızda doğru olmayan yollarla değil, karşılıklı rızaya dayanan ticaret ile yeyin. Birbirinizi (meşru sebep olmadan) öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı merhametlidir.

30- Kim düşmanlık ve haksızlıkla böyle yaparsa, yakında biz onu ateşe yaslandırırız. Bunu yapmak ise Allah’a için kolaydır.

31- Yasaklandığınız büyük günahlardan uzak durursanız, kötülüklerinizi örter ve sizi değerli bir yere koyarız.

32- Allah’ın sizi kiminizi kiminizden üstün kıldığı şeylere tamah etmeyin. Erkekler için kazandıklarından bir pay, kadınlar için de kazandıklarından bir pay vardır. Allah’ın lütfundan isteyin. Hiç şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.

33- Anne baba ve yakınların bıraktığından, hak sahipleri tayin ettik. (Hukuken mirasçı olmaya hakkı olmadığı halde)yemin ile sözleşme yaptığınız (mirastan pay verilmesi sözü verilen) kimselere de paylarını verin. Hiç şüphesiz ki Allah her şeye şahittir.

34- Erkekler, Allah’ın kiminizi kiminizden üstün kılmış olmasından ve (ailesinin geçimini temin için) mallarından harcama yapmalarından dolayı, kadınlar üzerinde koruyucu, gözetici ve yöneticidir. (Aile birliğini ve toplumu) bozucu olmayan kadınlar, itaatten ayrılmayan, Allah’ın (kendi haklarını) korumasına mukabil gizliyi (avret mahallerini) koruyan kadınlardır. Aile birliğini zedeleyecek aykırı davranışlarda bulunmasından endişe ettiğiniz kadınlara (bu tür davranışları terk etmesi konusunda) öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın, (bunlara rağmen hala aykırı davranışlara devam edecek olurlarsa) onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onlara karşı bu tedbirleri uygulamaya devam etmeyin. Hiç şüphesiz ki Allah yücedir ve büyüktür.

35- Eğer karı kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz, erkek tarafından kararlarında isabet edebilen bir kişiyi, kadın tarafından da kararlarında isabet edebilen bir kişiyi (karı kocanın arasını düzeltmeleri için) tayin edin. Tayin edilen bu iki kişi, eğer karı koca arasının yeniden birleşmesini isterlerse, Allah onları muvaffak kılar. Hiç şüphesiz ki Allah bilen ve haberdar olandır.

36- Allah’a kulluk edin, hiçbir şeyi ona ortak olarak görmeyin. Anne babaya, yakınlara, yetimlere, çaresizlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalana, sağ ellerinizin altında olanlara iyilik edin. Hiç şüphesiz ki Allah kendini beğenmiş övüneni sevmez.

37- Onlar cimrilik ederler, insanlara da (kendileri gibi) cimri olmayı telkin eder, Allah’ın kendi lütfundan onlara verdiklerini gizlerler. İnkârcılar için hor ve hakir edici azabı hazırladık.

38- Onlar mallarını insanlara gösteriş olsun diye sarf ederler. Allah’a ve ahiret gününe inanmazlar. Şeytan her kime arkadaş olmuş ise, o ne kötü bir arkadaştır.

39- Ne olurdu onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanmış ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiklerinden (gösteriş yapmak yerine) hayır yolunda infak etmiş olsalardı? Allah onların o yaptıklarını da bilirdi.

40- Hiç şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık yapmaz. Eğer bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.

41- Her topluluğa bir şahit getirdiğimiz, seni de şunların üzerine şahit getirdiğimiz zaman halleri nasıl olacak?

42- O gün inkârcılar ve resule asi olanlar, yerle bir olmayı temenni edecekler, (yaptıkları ve söyledikleri) hiçbir şeyi de Allah’tan gizleyemeyecekler.

Al-i İmran Suresi 93. ayetinin mealinin karşılaştırmalı olarak farklı meallerden okuyan bir meal okuyucusu, Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan mealde, bu ayetin mealinin diğer meallerden farklı olduğunu görecek, hangi mealin doğru olduğu yönündeki sorusuna cevap aramaya gidecektir. Yazımızın konusu bu ayetin hangi çevirisinin doğru olabileceği üzerinedir.

Öncelikle ilgili ayetin 94. ayet ile birlikte Arapça metnini ve Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan çevirisini vermek istiyoruz.

كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلًّا لِبَنِي إِسْرَائِيلَ إِلَّا مَا حَرَّمَ إِسْرَائِيلُ عَلَىٰ نَفْسِهِ مِنْ قَبْلِ أَنْ تُنَزَّلَ التَّوْرَاةُ ۗ قُلْ فَأْتُوا بِالتَّوْرَاةِ فَاتْلُوهَا إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

فَمَنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ مِنْ بَعْدِ ذَٰلِكَ فَأُولَٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

93- (Yahudiler dediler ki) Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in[1*] kendine haram kıldığı yiyecekler dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldir. De ki: “İddianızda haklı iseniz Tevrat’ı getirin de okuyun bakalım.”[2*]

94- Tevrat’ı okuduktan sonra kendi yalanını Allah’a mal edenler yanlış yapanlardır.

[1*] Yakup (as)’nin lakabı İsrail’dir. Bu nedenle onun soyundan gelenlere İsrailoğulları denir. Tevrat’ın Musa aleyhisselama indirilen kitap olduğu söylenir ama Kur’an’da bunu doğrulayan tek bir ifadeye rastlanmaz. Bir ayet şöyledir: İçinde bir rehber ve nur olan Tevrat’ı biz indirdik. Allah’a teslim olmuş nebîler, Yahudiler arasında onunla hükmederler. Hocalar ve âlimler de Allah’ın kitabını koruma görevleri gereği onunla hükmeder, uygulamaya şahit olurlar. Siz, insanlardan korkmayın; benden korkun. Ayetlerimi geçici bir çıkara karşılık satmayın. Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler, ayetleri görmezlikte direnenlerdir (kâfirlerdir.) (Maîde 5/44)

Ya‘kūb aleyhisselamın on iki oğluna ve onların soyundan gelenlere esbât denir. Bakara 2/136, Al-i İmran 3/84 ve Nisa 4/162. ayetlere göre esbât içinden nebi olanlara da kitap indirilmiştir. Bunlardan İsa aleyhisselama İncil verildiği için (Mâide 46) Tevrat, Yakub aleyhisselamdan İsa aleyhisselama kadar İsrailoğulların nebîlerine verilen kitapların toplamından ibarettir.

[2*] Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Yahudilere tek tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. Sığır ve koyunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışık olanlarla kemiklerine karışanlar dışında kalan iç yağlarını da haram kıldık. Bu, (batıl yolla) üstünlük kurma çabalarına karşılık onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğruyu söyleriz.” (En’âm 6/146) Bu ve benzeri ayetler inince Yahudiler bunu reddederek yukarıdaki sözleri söylemişlerdi. Hâlbuki Tevrat’a göre de Yahudiler, karada yaşayan hayvanlardan sadece çatal ve yarık tırnaklı olup geviş getirenleri yiyebilirler. Çatal tırnaklı olmayan deve, yaban faresi ve tavşan ile geviş getirmeyen domuz haramdır. Karada yaşayan gelincik, fare, kara kurbağası türleri, kirpi, bukalemun, kertenkele türleri, salyangoz ve köstebek gibi küçük canlılar da haramdır. (Bkz. Levililer 11, Tesniye 14)

Al-i İmran Suresi 93. ayetinin Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan meali ile diğer mealler arasındaki fark, ayetin başında parantez içine alınmış olarak yazılan, Yahudiler dediler ki kısmıdır. Süleymaniye Vakfı tarafından yapılmış olan Al-i İmran Suresi 93. ayetinin mealinde, “Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in kendine haram kıldığı yiyecekler dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldir.” cümlesi, Allah (CC) tarafından değil, Yahudiler tarafından söylenmektedir. Ancak bu ayetin diğer meallerine, baktığımızda, bu sözün Allah (CC) tarafından söylendiği görülmektedir.

Tetkik etme imkânı bulduğumuz bütün meallerde, Al-i İmran Suresi 93. ayetindeki cümlenin, Allah (CC) tarafından söylenmiş olan ve Yakup (as) ‘ın bazı kişisel nedenlerden dolayı yemediği yiyecekler dışındaki (o yiyeceklerin de helal olmasına rağmen, Yakup (as) tarafından bazı nedenlerden ötürü yenilmemektedir) bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına helal olduğunu beyan eden bir söz olduğu anlaşılırken, Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan mealde ise, Allah (CC) tarafından 94. ayette yalan olarak beyan edilen bir söz olduğu anlaşılmaktadır.

Süleymaniye Vakfı tarafından ayetin başına açılan parantezin içine yazılan Yahudiler dediler ki ifadesinin sebebini, ayetin altına açtıkları dipnotta belirtmektedir. Dipnotta, Yahudilerin Al-i İmran Suresi 93. ayetindeki sözleri söyleme sebebi olarak, Enam Suresi 146. ayeti gösterilmektedir. Yahudiler kendilerine bazı yiyeceklerin haram kılındığını beyan eden ayetler indiğinde bunu ret etmişler, kendileri için böyle bir haramlığın olmadığını Al-i İmran Suresi 93. ayetteki sözler ile dile getirmişlerdir.

Ancak Enam Suresi 146. ayeti, her ne kadar Yahudiler ile ilgili ise de, bu ayet 136. ayetten başlayıp 153. ayete kadar giden bir bağlama dâhildir. Bu bağlama sahip olan ayetlerin, Mekke müşriklerinin şirk inançları ile ilgili olduğu için, Mekke’de inmiş olması gerekmektedir. Vakfa göre Mekke’de inen bu ayete itiraz edenler, cevabı Medine’de inen bir ayette almışlardır.

Kanaatimizce vakıf tarafından Al-i İmran Suresi 93. ayetine verilen anlamda, Enam Suresi 146. ayetinin dikkate alınması hatalı bir yaklaşımdır. Eğer Yahudiler Enam Suresi 146. ayetine karşı bir itiraz getirmiş olsalardı, bu itirazları Al-i İmran Suresi 93. ayetinde olduğu gibi değil, “Allah bize özel olarak hiç bir şeyi haram kılmadı” gibisinden olması veya ilgili ayet içinde açık ve net olarak diğer ayetlerde olduğu gibi “Galetil Yahudi” (Yahudi dedi ki) şeklinde bir Arapça metin olması gerekirdi. Yahudilerin Enam Suresi 146. ayetine getirdiklerini düşündüğü itiraz ve bu düşünce yönünde vakıf meal yapıcılarının açtıkları ilave parantez, kanaatimizce yanlış bir parantezdir.

Peki, Al-i İmran Suresi 93. ayeti ile ilgili olan hangi ayetlerdir? denilirse, şu ayetleri sıralayabiliriz.

[003.093-94] Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: «Doğru sözlü iseniz Tevrat’ı getirip okuyun». Artık bundan sonra kim Allah’a karşı yalan düzüp-uydurursa, işte onlar, zalim olanlardır.

[004.160-1] Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine HELAL kılınan TAYYİBATI onlara haram kıldık. Onlardan inkâr edenlere, elem verici azab hazırladık.

[006.146] Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.

[016.118] Yahudilere de, daha önce sana bildirdiğimiz şeyleri haram kılmıştık. Bununla Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

[003.050] Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size HARAM kılınan BAZI şeyleri de HELAL kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah’tan korkun, bana da itaat edin.

[007.157] Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Nebi Resule uyanlar (var ya), işte o onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara TAYYİBATI helâl, HABAİSİ haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.

Al-i İmran 93. ve 94. ayetlerinde önceden helal olduğu halde İsrailoğullarına haram kılınan bazı yiyeceklerin haramlığının arızi olduğu beyan edilmektedir. Nisa Suresi 160. ve 161. ayetlerinde bu arızi durumun gerekçesi beyan edilmekte, Al-i İmran Suresi 50. ayetinde ise bu arızi haramların bir kısmının İsa (as) ‘a inen vahiy ile helal kılındığı beyan edilmektedir. Araf Suresi 157. ayetinde ise, geri kalan haramların tamamının Muhammed (as) ile birlikte sona erdiği beyan edilmektedir.

Süleymaniye Vakfı’nın ilgili ayete böyle bir parantez açmasının diğer bir sebebi kanaatimizce şu olabilir:

Ayetin ikinci cümlesi olan, “De ki: “İddianızda haklı iseniz Tevrat’ı getirin de okuyun bakalım” cümlesinde geçen, İn küntüm sadıkin ifadesinin geçtiği diğer ayetlerde, bu ifade öncesinde genellikle, inkârcılar tarafından söylenen bir sözün olması, vakıf meal yapıcılarında Al-i İmran Suresi 93. ayetinin ilk cümlesinin de inkârcılar tarafından söylenmiş bir söz olabileceği kanaati uyandırmış olabilir.

Al-i İmran Suresi 93. ayetini nasıl anlayabiliriz? dersek, şöyle bir cevabımız olabilir:

Medine’de bulunan Yahudiler muhtemelen, kendilerine özel kılınan bu haramlığın, Nisa Suresi 160. ve 161. ayetlerinde beyan edilen gerekçelere istinaden değil, Tevrat öncesine dayanan bir geçmişi olduğunu, sadece kendilerine değil bütün ümmetlere has bir yasak olduğunu savunuyor olmalıdırlar. Yahudilerin kendilerini Allah’ın oğulları ve sevgili kulları olarak görmüş olmaları (5. 18), kendilerine özel olarak kılınan böyle bir haramlık ile uyuşmamaktadır. Allah (CC) onların bu iddialarını, Al-i İmran Suresi 93. ayetinde öne sürerek, bunun aksini savunuyorlar ise, Tevrat’ı getirerek o kitapta bulunan bu konudaki beyanı ortaya koymalarını istemektedir.

Olayı şu karşılıklı konuşma üslubu içinde anlatacak olursak:

Yahudiler= Bu haramlar bize özel bir haram değil, tüm insanlara kılınan bir haramlıktır.

Allah (CC)= İsrailoğullarına kılınan bu haramlıklar, Tevrat öncesi değil, Tevrat’ın indirilmesinden sonra, onların işledikleri bazı cürümler sebebi iledir. Aksini iddia eden varsa getirsin Tevrat’ı ortaya koysun.

Vakfın hatası, Nisa Suresi 160. ve 161. ayetleri dikkate almak yerine, Enam Suresi 146. ayetini dikkate almış olmasıdır.

[004.160-1] Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine HELAL kılınan TAYYİBATI onlara haram kıldık. Onlardan inkâr edenlere, elem verici azab hazırladık.

Bu ayetlere baktığımızda, İsrailoğullarına yapmış oldukları bazı yanlışlar sebebi ile onlara helal olan bazı yiyeceklerin, yaptıklarının bir cezası olarak haram kılındığı anlaşılmaktadır. Bu haramların ne olduğu ise Enam ve Nahl Suresi ayetlerinde beyan edilmektedir.

Nisa Suresi 160. ve 161. ayetlerindeki gerekçelere istinaden, İsrailoğullarına helal olan bazı yiyeceklerin haram kılınma yolu, onlara gönderilen elçi ve kitap ile olması gerekmektedir. Çünkü Allah (CC) kulları ile ilgili emir ve yasakları, o kullar içinden seçtiği insanlar aracılığı ile göndermektedir.

İsrailoğullarına verilen bu cezanın bilgi kaynağı elçiler olup, bu yasaklar onlara elçiler ve onlara inen kitap aracılığı ile bildirilmiştir. İsrailoğullarına inen kitabın isminin bize Tevrat olarak beyan edilmiş olması burada dikkate değerdir. İsrailoğullarına Musa (as) öncesinde de elçi ve kitap gönderildiğini hesap edersek, bu kitabın adının Tevrat olması gerektiği açıktır.

Al-i İmran Suresi 93. ayetini, Nisa Suresi 160. ve 161. ayetlerini dikkate alarak okuduğumuz şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır:

Allah (CC) İsrailoğulları dâhil olmak üzere, tüm kullarına Tayyibat olarak beyan ettiği yiyecekleri helal kılmıştır (2. 168/ 5. 4-5-88/ 16. 114). İsrailoğullarına helal olduğu halde sonradan haram edilen tayyibatın, onlara elçileri aracılığı ile bildirilmiş olması gerektiğine göre, Tevrat’ın indirilmesinden önce böyle bir yasağın da olmaması icap etmektedir. İşte Al-i İmran Suresi 93. ayeti bu durumu beyan etmektedir. O zaman bu ayetteki sözün İsrailoğullarına değil, Allah (CC) ye ait olması gerekmektedir.

Sonuç olarak: Süleymaniye Vakfı mealinde, Al-i İmran Suresi 93. ayetinin başına açılan parantez hatalı olarak açılmıştır. Vakıf yetkilileri şayet ayeti, Enam Suresi 146. ayetini değil, Nisa Suresi 160. 161. ayetlerini dikkate alarak anlamaya çalışmış olsalardı, böyle bir hatayı yapmalarına gerek kalmayacaktı.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (CC) BİLİR.

121- Hani sen sabahın erken bir vaktinde, inananları savaş mevzilerine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. Allah işiten ve bilendir.

122- Hani sizden iki grup, Allah kendilerinin koruyucu ve destekçisi olduğu halde (bunu göz ardı ederek) geri çekilmeye yeltenmişlerdi. Hâlbuki inananlar sadece Allah’a itimat etmelidirler.

123- And olsun ki güçsüz bir durumda iken size Bedir’de, Allah yardım etmişti. Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız.

124- Sen o zaman inananlara, “İndirilmiş üç bin melekle Rabbinizin sizin gücünüzü çoğaltması yetmez mi?” diyordun.

125- Evet, Eğer siz onlara karşı mücadele azmini diri tutar ve sakınır, onlarda sizin üzerinize aniden saldırırlarsa, Rabbiniz sizin gücünüzü, saldırı için donatılmış beş bin melekle çoğaltacaktır.

126- 127- Allah bu yardım vaadini, size bir müjde ve böylece kalpleriniz mutmain olsun, inkâr edenlerin bir kısmının kökünü kazısın, perişan olarak gerisin geri dönsünler diye yapmıştır. Yardım, ancak kendisine galebe çalınamayan ve hükmünde isabet eden Allah’ın katındandır.

128- Allah’ın, onların tövbelerini kabul etmesi veya onlara azap etmesinden dolayı, senin yapabileceğin herhangi bir şey yoktur. Çünkü onlar yanlış yapmışlardır.

129- Göklerde ve yerde olanların tamamı Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Şüphesiz ki Allah bağışlayan ve merhamet edendir.

130- Ey inananlar kat kat artırılmış olan faizi yemeyin. Arzuladıklarınıza kavuşabilmeniz için Allah’tan sakının.

131- Sakının o ateşten ki o, inkârcılar için hazırlanmıştır.

132- Allah’a ve Resul’e itaat edin ki bağışlanasınız.

133- Rabbinizden olan bağışlanmaya, sakınanlar için hazırlanmış olan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın.

134- O sakınanlar ki, bollukta da, darlıkta da (mallarını) hayır yolunda harcarlar, öfkelerini bastırırlar, insanlar(ın kusurlarını yüzlerine vurmak) dan vaz geçerler. Allah iyilik yapanları sever.

135- O sakınanlar ki, yüz kızartıcı bir hata veya kendilerine karşı bir yanlış yaptıklarında Allah’ı hatırlarlar, işledikleri günahlardan ötürü, hemen ondan bağışlanma isterler. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? (O sakınanlar ki) İşledikleri günahlarında bile bile ısrar etmezler.

136- İşte onların yaptıklarının karşılığı, Rablerinden bağışlanma ve ölümsüzlük görmemek üzere kalacakları altlarından nehirler akan bahçelerdir. Güzel işler yapanların mükâfatları da ne güzeldir.

137- Sizden önce (yaşamış olan bazı topluluklar hakkında helak gibi) değişmez yasalar geldi geçti. Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların akıbetinin ne olduğunu bir görün.

138- Bu (Kur’an, inkârcı) insanlar için (yalanlamalarının akıbetini hatırlatan) bir açıklama, sakınan (insan)lar için ise, öğüt ve kılavuzdur.

139- Gevşemeyin, (Uhud yenilgisine) üzülmeyin, eğer inanmış iseniz, üstün(gelecek) olan sizsiniz.

140- 141- Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, o (sizi yenilgiye uğratan) kavim de, (Bedir’de) buna benzer bir yara almıştı. Bu (galibiyet ve yenilgi) gibi günleri, Allah’ın inananları bilmesi, içinizden şahitler edinmesi, Allah’ın inananları arındırması ve inkârcıları imha etmesi için, insanlar arasında sırayla dolaştırır dururuz.

142- Yoksa siz Allah, içinizden kendi yolunda çaba gösterenleri, dayanma ve mücadele gücü gösterenleri bilmeden, cennete girivereceğinizi mi zannediyorsunuz?

143- Siz ölüm (riski) ile karşılaşmadan önce, onu arzuluyordunuz. Fakat o fırsat size geldiği halde, göz göre göre siz onu teptiniz (savaş meydanından kaçtınız).

144- Muhammed sadece bir resuldür. Ondan önce de resuller gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülür ise siz (eski inancınıza) gerisin geri mi döneceksiniz? Kim gerisin geri dönecek olursa bilsin ki, asla Allah’a bir zarar veremez. Allah (sebat ederek geri dönmeyen) şükredenlerin karşılığını (zayi etmeden) verecektir.

145- Allah’ın bilgisi olmadan hiç kimse için belirlenmiş süreden önce ölüm yoktur. Kim yaptığının kazancını dünyada isterse, biz ona ondan veririz. Kim yaptığının kazancını ölümden sonraki günde isterse, ona da ondan veririz. (Sebat ederek geri dönmeyen) Şükredenlerin karşılığını (zayi etmeden) vereceğiz.

146- Nice nebi, rabbe kul olmuş birçok kimse ile birlikte (düşmanlarına karşı) savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelenden ötürü onlar, gevşememiş, zayıflık göstermemiş ve boyun eğmemişlerdir. Allah (düşmana karşı) dayanan ve mücadele edenleri sever.

147- (Düşmanları ile karşılaştıklarında) Onların, ” Rabbimiz işimizdeki aşırılıklarımızı ve günahlarımızı bağışla, ayaklarımızı (düşman önünden kaçmamak hususunda) sabit kıl, inkârcılar topluluğuna karşı bize yardım et” demekten başka bir sözleri olmadı.

148- Böylelikle Allah onlara hem dünya kazancını, hem de ölümden sonraki günün güzel kazancını verdi. Allah iyilik yapanları sever.

149- Ey inananlar, eğer inkâr edenlere itaat edecek olursanız, sizi gerisin geri (eski inancınıza) döndürürler de bu geri dönüşünüz ise sizi zarara uğratır.

150- Hayır, sizin koruyucu ve destekçiniz Allah’tır, o en hayırlı yardım edendir.

151- Allah’a ortak koşmak konusunda hiç bir şekilde kanıt indirmediği halde, ona ortak koşanların kalplerine korku düşüreceğiz. Onların sığınabilecekleri yer ateştir. Ne kadar kötüdür, yanlış yapanların kalacağı o yer.

152- Allah size verdiği (yardım) sözünü, ta ki onun izni ile onları bozguna uğratana, sevdiğiniz(zafer)i gösterene kadar tuttu. Sonra siz gevşeyerek savaş taktiği ile ilgili emre uymayıp ayrılığa düştünüz, isyan ettiniz. Çünkü sizden ölümden sonraki günü isteyen olduğu gibi, dünyayı isteyen de vardı. Sonra, Allah sizi yıpratıcı bir imtihana tabi tutmak için, onlar(a karşı galebe çalmak)dan geri çevirdi (siz onlara mağlup oldunuz). (Allah) bu yaptığınızdan dolayı sizi affetti. Allah inananlara karşı lütufkârdır.

153- O vakit Resul sizi arkanızdan çağırırken siz, hiç kimseye bakmadan (dağa doğru) yukarı kaçıyordunuz. Bunun üzerine Allah sizi kederden kedere uğrattı ki, ne elinizden giden (zafer)e, ne de başınıza gelen (hezimet)e üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

154- (Allah) Sonra, uğradığınız kederin ardından size, içinizden bir gurubu kapsayan güvenlik uykusu bahşetti (de böylelikle cesaret ve güveninizi kaybetmediniz). Sadece kendilerini önemseyen bir diğer gurup (olan münafıklar) ise, Allah’a karşı haklı bir gerekçeye dayanmaksızın cahiliyeye özgü zan besleyerek, “Bu emir ve komuta konusunda bizim bir yetkimiz mi vardı ki(sorumluluğumuz olsun)” diyorlardı. (Onlara) De ki: Bütün ve iş ve yetki Allah’a aittir. Onlar sana karşı açıklayamadıklarını içlerinde saklayarak, “Bu emir ve komuta konusunda bizim de bir yetkimiz olsaydı, burada öldürülmezdik” diyorlardı. (Onlara) De ki: Eğer evlerinizde olmuş olsanız bile, haklarında ölüm takdir edilmiş olanlar, (ölüm için) devrilecekleri savaş meydanına mutlaka çıkarlardı. Allah bunu sinenizde olanı sınamak, kalplerinizde olanı temizlemek için yaptı. Allah sinelerde olanı bilir.

155- İki topluluğun (savaşmak için)karşı karşıya geldiği gün, şüphesiz ki Şeytan, içinizden sırtını dönerek kaçanların ayaklarını, işledikleri bu hatadan dolayı kaydırmak istemiştir. Ancak Allah onları bu yaptıklarından dolayı affetti. Şüphesiz Allah bağışlayan ve cezalandırmakta acele etmeyendir.

156- Ey inananlar, yeryüzünde yolculuğa veya savaşa çıkan kardeşleri hakkında, “Eğer yanımızda kalsalardı, ne ölür ne de öldürülürlerdi” diyen, şu inkârcılar gibi olmayın. (Bu emri size)Allah, onlar gibi olmamanızı onların asla elde edemeyecekleri bir isteğe çevirmek için verdi. Yaşatan da öldüren de Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı görmektedir.

157- And olsun ki Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’tan bağışlama ve merhamet, onların toplayıp biriktireceklerinden daha hayırlıdır.

158- And olsun ki ölseniz de öldürülseniz de, mutlaka onun huzuruna toplanacaksınız.

159- Allah’tan bir merhamet sebebi ile o (senin emrine karşı çıkarak savaş alanında kaça)nlara karşı yumuşak davrandın. Eğer onlara karşı kalbi sert ve kaba olsaydın, şüphesiz etrafında kalmaz dağılırlardı. Öyleyse sen (hatalarına rağmen onları) affet, onlar için bağışlanma iste, toplumu ilgilendiren konularda onlarla danışarak karar al. Karar aldığında ise Allah’a güven. Şüphesiz Allah, kendisine güvenenleri sever.

160- Eğer Allah size yardım ederse, size karşı galip gelecek kimse olmaz. Eğer size yardım etmeyip yüzüstü bırakacak olursa, ondan başka size kim yardım edebilir? İnananlar sadece Allah’a itimat etsin.

161- Hiç bir nebinin emanete ihanet etmesi yakışmaz. Kim emanete ihanet ederse, kıyamet gününde ihanet ettiği ile (hesabını vermek için) gelir. Sonra herkesin kazandığının karşılığı, kendisine haksızlık yapılmadan ödenir.

162- Allah’ın rızasına uyan, Allah’tan bir gazaba uğrayan ve varış yeri cehennem olan gibi midir? Ne kötü varış yeridir orası.

163- Onların (Allah’ın rızasına tabi olan ile varış yeri cehennem olanın) Allah’ın katındaki mertebeleri farklıdır. Allah onların yaptıklarını görmektedir.

164- And olsun Allah inananlara, onun ayetlerini okuyan ve yaşamına geçiren, onları (şirk pisliğinden) temizleyen, kitabı ve doğruyu yanlıştan ayırmayı öğreten bir Resul göndermekle, lütufta bulunmuştur. Hâlbuki onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.

165- (Bedir’de) iki misline uğrattığınız musibet, (Uhud’da) sizin başınıza geldiğinde mi, “Bu musibet nereden başımıza geldi” dersiniz? (Onlara) De ki: Bunun sebebi kendi yaptığınız hatalardır. Allah her şeye güç yetirendir.

166-167- İki topluluğun (savaşmak için) karşı karşıya geldiği günde başınıza gelenlerin sebebi, Allah’ın(galibiyet ve mağlubiyet için koyduğu yasalar çerçevesinde gelişen olaylar dâhilindeki) izninin bir gereği ve inananların bilinmesi ve münafıkların bilinmesi içindi. Onlara, “Allah yolunda savaşın veya (şehri) savunun” denildiğinde onlar, “Eğer savaşmayı bilseydik mutlaka size uyardık” dediler. O (sözleri söyledikleri) gün onlar, inanmaktan çok, inkârcılığa daha yakındılar. (Münafıkça davranarak) Kalplerinde olmayan şeyi ağızları ile söylüyorlardı. Allah onların (kalplerinde) gizlediklerini en iyi bilendir.

168- Onlar (Savaşa gitmeyerek evlerinde) oturup, (savaşta ölen) kardeşleri için, “(Savaşa gitmeyerek) bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi” dediler. (Onlara) De ki: “Eğer doğru söylüyor iseniz ölümü kendi üzerinizden def edin”.

169-170-171- Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın, bilakis onlar diriler olup, Rableri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın lütfundan kendilerine verdikleri ile sevinç içindedirler. Ve onlar arkalarındaki henüz kendilerine katılmayanlara, onlara korku olmadığını ve üzüntü duymayacaklarını müjdelemek isterler. Yine onlar, Allah’tan bir nimet ve lütfu, Allah’ın inananların alacağı karşılığı zayi etmediğini müjdelemek isterler.

172- Yara aldıktan sonra (savaş meydanından kaçmayarak) Allah ve Resulünün çağrısına uyanlar var ya, işte onlardan iyilik yapanlar ve sakınanlar için büyük mükâfat vardır.

173- Onlar ki, (bazı) insanlar onlara, “(Düşmanlarınızı olan) insanlar size karşı (ordu) topladı, onlardan korkun” dediğinde, bu sözler onların (korkusunu değil) imanını artırarak, “Allah bize yeter, o ne güzel güvenilecek olandır” dediler.

174- Bu inançlarından dolayı, onlar bir zarara uğramadan Allah’tan bir nimet ve lütuf ile geri döndüler. Böylelikle Allah’ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir.

175- Muhakkak ki Şeytan, kendisini koruyucu ve destekçi olarak görenlerden sizi korkutur. Eğer inanmış iseniz, onlardan korkmayın benden korkun.

176- İnkârda yarışanlar, sakın seni üzmesin. Onlara Allah’a asla bir zarar veremezler. Allah, ahirette onların (cennetten) bir pay sahibi olmamalarını istiyor. Şiddetli azap onlar içindir.

177- Muhakkak inanmayı karşılık olarak vererek inkârı satın alanlar, Allah’a asla bir zarar veremezler. Acı veren azap onlar içindir.

178- İnkâr edenler sanmasınlar ki, onlara verdiğimiz mühlet, kendilerinin hayrınadır. Onlara verdiğimiz mühlet, ancak onların günahlarını artırmaları içindir. Onlar için hor ve hakir edici bir azap vardır.

179- Allah inananları içinde bulunduğunuz (gerçek inananlarla, münafıkların birbirine karıştığı) durumda bırakacak değildir. Eninde sonunda temiz olmayan (münafık)ı, temiz olan(inanan) dan ayrıştıracaktır. (Bu ayrıştırmayı ise) Size gaybi haber vermek sureti ile yapmayacaktır (savaş gibi imtihanlara uğratmak sureti ile yapacaktır). Allah gaybı bildirmek için (beşerden) dileğini, resulleri olarak seçer. Öyleyse Allah’a ve resullerine inanın. Eğer inanır ve sakınırsanız bundan dolayı size büyük mükâfat vardır.

180- Allah’ın, lütfundan dolayı kendilerine (emaneten) verdiklerinde cimrilik yapanlar, yaptıkları bu cimriliğin onlara hayırlı bir sonuç getireceğini sakın sanmasınlar. Bilakis yaptıkları bu cimrilik, onlara kötü sonuçlar getirecektir. Kıyamet gününde, cimrilik yaptıkları (emanetler), boyunlarına ağırlık olarak dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası (kimsenin değil sadece) Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

181- And olsun Allah, “Allah fakir biz zengin kimseleriz” diyen (Yahudi) lerin sözünü işitmiştir. Bu dediklerini ve haklı bir gerekçeleri olmadan nebilerini öldürmelerini (hesap gününde önlerine) kitap halinde koyacak*, onlara “yakıcı azabı tadın” diyeceğiz.

(*) Ayette geçen “senektübu” kelimesine “yazacağız” yerine “kitap halinde koyacağız” anlamı verme gerekçemiz, geçmişte işlenen bir cürümün daha önce zaten yazılmış olması sebebi iledir. İşlendiği anda yazılan bir amel, kıyamet gününde kitaplaşmış olarak herkesin önüne geleceği için böyle bir anlamı tercih ettik.

182- Bu azabın sebebi, yaşarken işledikleri kötü, söz ve fiillerinin bir karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına karşı asla yanlış yapmaz.

183- Onlar (Yahudiler), “Allah bize, ateşin yakacağı bir kurban getirene kadar, hiçbir resule inanmamamız konusunda sorumluluk yükledi” dediler. (Onlara) De ki: “Benden önce resuller apaçık belgeler ve o dediğiniz ile geldiği halde, üzerinize aldığınız sorumluluğa bu kadar sadık iseniz niçin (onlardan bazılarını) öldürdünüz?”.

184- Eğer seni yalancılıkla suçluyorlar ise, senden önce apaçık belgeler, hikmet dolu sayfalar, aydınlatıcı kitap ile gelen resuller de yalanlanmıştı.

185- Her kişi ölümü tadacaktır. Kıyamet gününde (ölüm öncesinde) yaptıklarınızın karşılığı eksiksiz olarak size ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete konulursa, o artık selamete çıkmıştır. Dünya hayatı, aldatıcı bir faydalanmadan başka bir şey değildir.

186- And olsun ki mallarınız ve canlarınız ile yıpratıcı bir imtihana tabi tutulacak, sizden önce kitap verilenlerden ve (Mekkeli) Allah’a ortak koşanlardan, size çok eziyet veren sözler işiteceksiniz. Eğer mücadele azmini diri tutar ve (Allah’tan) sakınırsanız, işte bu yaptığınız büyük işlerden sayılır.

187- Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaklarına, onu gizlemeyeceklerine dair söz almıştı. Onlar, bu emre rağmen sözlerinde durmayıp, maddi çıkar karşılığında kitabı sattılar. Onların bu satışın karşılığında aldıkları ne kötüdür.

188- Zannetmeyesin ki yaptıkları (kötülükler) ile sevinen, yapmadıkları (iyilikler) ile övülmeyi sevenler, evet zannetmeyesin ki onlar azaptan kurtulacaklardır. Acı veren azap onlar içindir.

189- Göklerin ve yerin yönetim ve tasarruf hakkı Allah’ındır. Allah her şeye güç yetirendir.

190- Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, temiz akıl sahipleri için deliller vardır.

191-192-193- 194- Onlar, ayakta olduğu, oturduğu ve yanı üstü yattığı halde (yani her daim her durumda), Allah’ı anarak göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. (Ve derler ki): “Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Sen her türlü eksik ve kusurdan uzaksın. Bizi ateşin azabından koru. Rabbimiz, sen kimi ateşe sokarsan, şüphesiz ki sen onu rezil bir duruma düşürmüşündür. Yanlış yapanlar için bir yardımcı yoktur. Rabbimiz şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın” (diyerek) inanmaya davet eden bir davetçiyi işittik. Onun çağrısı üzerine inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, yaptığımız kötülükleri bizden ört, bizim canımızı iyi ve erdemliler ile birlikte al. Rabbimiz, resullerin ile bize vaat ettiğin(cennet)i ver. Kıyamet gününde bizi üzme. Şüphesiz ki sen vaadinden dönmezsin”.

195- Rableri de onların dualarına şöyle karşılık verdi: Şüphesiz ki ben, sizden erkek veya kadın olsun, çalışanın çalışmasını boşa çıkarmam. Çalışanın karşılığını almakta bazınızın bazınıza göre bir farklılığı yoktur. Göç edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyete uğrayanların, savaşanların, öldürülenlerin, yaptıkları kötülükleri onlardan örtecek, Allah katından yapılan çalışmaların karşılığı olarak, altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım.

Yapılan çalışmaların karşılığının güzeli Allah katındadır.

196- 197- O inkârcıların (refahtan şımarmış bir halde hayat sürerek) şehirlerde dolaşması seni aldatmasın. (Böyle bir yaşam sürmeleri) Az bir faydalanmadır, sonrasında ise varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yataktır.

198- Ancak Rablerinden sakınanlar için, Allah katından bir ikram olarak altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah katında olanlar, iyi ve erdemliler için hayırlıdır.

199- Kitabın (Tevrat ve İncil) bir araya getirdiklerinden öylesi vardır ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene inanırlar, Allah’a karşı itaatkârdırlar, Allah’ın ayetlerini maddi çıkar karşılığı satmazlar. İşte onların mükâfatları Rableri katındadır. Şüphesiz Allah hesabı pek çabuk görendir.

200- Ey inananlar, arzuladıklarınıza kavuşabilmeniz için, zorluklara dayanın ve mücadele edin, zorluklara dayanmak ve mücadele etmekte (düşmanlarınızı) geçin, (düşmana karşı) her an hazır vaziyette olun, Allah’tan sakının.

Son yıllarda din konusunda Kur’an’ın hakem bir kitap olması gerektiği düşüncesinin yaygınlaşması, Kur’an dışında hakem kitaplar edinmiş olan bazı kimseleri rahatsız etmekte, rivayet kültürü tarafından oluşturulmuş olan dini inancın elden gitmemesi için büyük bir mücadele verilmektedir.

Kur’an’dan sonra ikinci kaynak olduğu iddia edilen hadislerin ikinci derecede yer alması, sadece sözde kalmış, hadisler ilk sıraya yerleşmiş, Kur’an ise hadislerin gölgesi altında kalmış, bazı ayetleri ise Kur’an ile uyuşmayan rivayetler baz alınarak anlaşılmaya çalışılan bir kitap haline getirilmiştir.

Burada dikkati çekmek istediğimiz asıl nokta, Muhammed (as) tarafından söylendiği iddia edilen ve Kur’an ile herhangi bir çelişki arz etmeyen rivayetler değil, Muhammed (as) tarafından söylendiği iddia edilen, fakat Kur’an ile çelişen rivayetlerdir. Pek tabiidir ki bu tür rivayetlerin Muhammed (as) ‘a ait olması asla mümkün değildir.

Hadis konusu üzerinde tartışma açıldığında, hadis taraftarı olan bir Müslümandan duyabileceğimiz söz olan, “Sahih hadisi inkâr eden kâfir olur” iddiasının ne kadar doğru olabileceğini, hakem kitap (Enam Suresi 114) olması gereken Kur’an’dan öğrenmeye çalışmak bu yazının konusu olacaktır.

Bilindiği gibi Uhut harbi Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanmış, bu harp ile ilgili ayetler ise Al-i İmran suresi içinde mevcut bulunmaktadır. Surenin 153. ayeti bizlere aynı zamanda hadis konusuna bakış açımızın nasıl olabileceği yönünde de önemli bir ipucu vermektedir.

—–Al-i İmran Suresi 152- Allah size verdiği (yardım) sözünü, ta ki onun izni ile onları bozguna uğratana, sevdiğiniz(zafer)i gösterene kadar tuttu. Sonra siz gevşeyerek(savaş taktiğine uymayıp) ayrılığa düştünüz, isyan ettiniz. Çünkü sizden ölümden sonraki günü isteyen olduğu gibi, dünyayı isteyen de vardı. Sonra, Allah sizi yıpratıcı bir imtihana tabi tutmak için, onlar(a karşı galebe çalmak)dan geri çevirdi (siz onlara mağlup oldunuz). (Allah) bu yaptığınızdan dolayı sizi affetti. Allah inananlara karşı lütufkârdır.

—–Al-i İmran Suresi 153- O vakit Resul sizi arkanızdan çağırırken siz, hiç kimseye bakmadan (dağa doğru) yukarı kaçıyordunuz. Bunun üzerine Allah sizi kederden kedere uğrattı ki, ne elinizden giden (zafer)e, ne de başınıza gelen (hezimet)e üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Al-i İmran Suresi 152. ve 153. ayetlerinden öğrendiğimize göre, savaşın başlarında düşmana karşı galip gelen Müslümanlar, kendilerine verilen savaş taktiğine uymayarak ganimet peşine düşmüşler, bunu fırsat bilen düşman ordusu ise onları bozguna uğratmıştır. Bu meyanda ise Muhammed (as) bozguna uğrayarak kaçan ordusunun arkasından seslenmekte, onun bu seslenişini duyan ashabı ise, onu dinlemeyerek savaş meydanından kaçmaktadır.

Amacımız, bu durumdan bir çıkarsama yaparak, bazı Müslümanların hadislere karşı olan tutumumu konusundaki yanlışlarına dikkat çekmeye çalışmaktır.

Ayete dönecek olursak, Müslüman ordusuna Muhammed (as) tarafından yapılan “Kaçmayın, geri dönün” şeklinde yapılan çağrının literatürdeki adı “Hadis” tir. Yani Muhammed (as) ‘ın ağzından çıkan bir sözdür. Savaşın din adına yapıldığını dikkate aldığımızda bu sözde din adına söylenmiş, fakat ashab bu söze rağmen yine hadisi dinlemeyerek savaş meydanından kaçmıştır.

Günümüzde bazı kimseler için söylenen söz ile bu durumu ifade edecek olursak: Ashap Muhammed (as) ‘ın hadisini inkâr ederek, resmen hadis inkârcısı olmuştur.

Allah (CC) ise bu duruma karşın, Muhammed (as) ‘ın hadisini kabul etmeyen yani ret eden ashap için yine de “Allah inananlara karşı lütufkârdır” buyurarak, onların üzerinde bulunan iman gömleğini çıkararak, onları kâfir olarak nitelememekte, onları yaptıkları bu yanlışa rağmen yine de iman edenler kategorisinde değerlendirmektedir.

Şimdi de hadis ehlinin ağzında dolanan SAHİH HADİSİ İNKÂR EDEN KÂFİRDİR iddiasını, bu ayet ışığında değerlendirmeye çalışalım.

Sahih hadisin tarifi genelde, “Adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl bir senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadise sahih denir” şeklinde yapılmaktadır. Böyle olduğu iddia edilen bir hadisi ret etmek ise, hadis ehli nazarında kişinin kâfir olmasını gerektirmektedir.

Şimdi sorarız: Ashabın, muttasıl senetli bir ravi zinciri olmadan, ilk ağızdan Muhammed (as) dan duyduğu bir sözün gereğini yerine getirmemesi, yani ret etmesi, onları kâfir yapmıyor da, vefatından yıllar sonra kayda geçmiş, ravilerin muteber olup olmadığı hadis toplayıcılarının belirlediği kriterlere göre yapılmış bir hadisin ret edilmiş olması, neden bugün bizleri kâfir yapıyor?

Kaldı ki hiçbir Müslüman bir hadis hakkında, “Ben bu sözü Muhammed (as) söylemiş olsa dahi kabul etmem” şeklinde küstahça bir ifade kullanmaz iken, duyduğu bir hadis hakkında kendisince doğru olduğunu düşündüğü kriterlere göre sadece, “Böyle bir sözü Muhammed (as) söylemez” dediği için kâfir olarak yaftalanmaktadır.

Hadis usulünde, kişilerin belirlediği kriterlere göre yapılmış olan sahih hadis tarifi üzerinden, insanları küfür yaftası ile yaftalamak, en hafif ifadesi cahillikten başka bir şey olamaz.

Bir kişinin kâfir olmasını gerektiren bir durum böyle bilgi değeri şüpheli olan kaynak ile değil, bilgi değeri kesin olan kaynak ile belirlenebilir. Kâfir, Müşrik, Zındık vs. gibi İslami terimlerin hoyratça kullanılması, Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği zedeleyen en büyük tehlikedir. Bugün Müslümanlar arasındaki baktığımızda, ortak değerimiz olan Kur’an’ın ihtilaflı konularda hakem olarak tayin edilmemiş olmasından doğan konulardaki anlaşmazlıklar olduğu görülecektir.

Söylemiş olma ihtimali, söylememiş olma ihtimalinden daha yüksek olduğu düşünülen sahih hadisin tarifinde, her iki ihtimali de mevcut olan bir hadisin ret edilmesi, kişiyi kâfir yaptığı iddia edilirken, söylenmiş olduğu kesin olan ve ashabın birebir duyduğu bir sözün işitildiği halde onları kâfir yapmamış olmasını, hadis taraftarları dikkate almalılar, kişilere göre belirlenmiş kriterler üzerinden kimseyi yaftalama hakları olmadığını bilmelidirler.

Gerçek sahih hadis, ashabın aracısız olarak ravi zinciri olmadan, Muhammed (as) ‘ın ağzından duyduğu sözdür.

Buna göre bugün elimizde bulunan rivayetlerin hiç biri, ismi üzerinde sorgulanamazlık damgası vurulmuş kitapta olursa olsun, sahih kategorisine konulması mümkün değildir. Bu iddiamızla bütün rivayetlerin çöpe atılması gerektiğini iddia ediyor olmadığımızı hatırlatmak yerinde olacaktır. Söylemek istediğimiz, bu kadar yumuşak bir zemine oturmuş olan rivayetleri, Kur’an’a eş değer hatta ondan üstün görerek, ret edilmesini küfür alameti olarak görmenin yanlış olduğudur.

Bu noktada Kur’an’ın da bize rivayet yolu geldiği, hadis rivayetleri konusundaki itirazlarımızın, Kur’an içinde neden geçerli olamayacağı sorusu sorulabilecektir.

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki Kur’an indiği anda yazıya ve hafızalara dökülmüştür, Hiçbir Kur’an ayeti üzerinde, Sahih ayet veya Sahih olmayan ayet gibi tartışmalar asla yapılmamıştır. İslam dünyasının neresine giderseniz gidin çok cüzi farklılıklar hariç, bütün mushaflar aynıdır. Hiç bir İslam beldesinde, elimizdeki mushafın dışında kalan veya bazı mushaflarda olan, bazı mushaflarda olmayan ayetler bulunmamaktadır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (CC) BİLİR.

75- Kitabın (Tevrat ve İncil) bir araya getirdikleri (Hristiyan ve Yahudiler)den öylesi vardır ki, kendisine kantar ağırlığınca mal emanet etmiş olsan dahi, onu sana geri verir. (Yine onlardan) Öylesi vardır ki, bir dinar (gibi küçük bir meblağ) dahi emanet etmiş olsan, (onu geri alabilmek için) tepesine dikilmediğin müddetçe ona sana geri vermez. Böyle yapmaları onların “Bizden olmayanlara karşı dürüst olmak mecburiyetimiz yoktur” demelerinden (böyle bir inanca sahip olmalarından) ötürüdür. Onlar (bu inançlarının doğru olmadığını) bildikleri halde Allah’a karşı yalan söylemektedirler.

76- Hayır (gerçek asla onların dediği gibi değil) kim kendisine verilen emanete (*) ihanet etmekten sakınırsa, şüphesiz Allah sakınanları sever.

(*) Ayet içinde geçen “bi ahdihi” kelimesine, 75. ayet ile uygunluk arz etmesi açısından emanet anlamı verilmiştir.

77- Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini maddi çıkar karşılığı satanlar var ya, işte onlar için ahirette (cennetten) bir pay yoktur. Kıyamet gününde Allah onlara iyi ve güzel sözler söylemeyecek, onlara değer vermeyecek, onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı veren azap vardır.

78- Yine onlardan bir gurup vardır ki, (söyledikleri) kitaptan olmadığı halde, siz onun kitaptan olduğunu zannedesiniz diye, kitabı kendi dünyevi çıkarlarına uygun biçimde konuşturmaya çalışmakta, “Bu söylediğimiz Allah katındandır” (Bu Allah’ın muradıdır, Allah böyle söylüyor) diyerek, bile bile Allah’a karşı yalan söylemektedirler.

79- Allah’ın, kendisine kitap, doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti ve nübüvvet verdiği bir beşerin, tüm bunlardan sonra kalkıp insanlara, ” Allah’ın astından bir kişi olan bana kul olun” çağrısı yapması olacak bir şey değildir. (Kendisine kitap, doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti ve nübüvvet verilmiş olan bir beşer insanlara) Ancak, “Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitabın doğrultusunda Rabbe kul olun” çağrısı yapar.

80- (Kendisine kitap, doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti ve nübüvvet verilmiş olan o beşer) Size, melekleri ve nebileri de rabler olarak edinmenizi emretmez. (O beşer), siz Allah’a teslim olduktan sonra size onu inkâr etmeyi hiç emreder mi?

81- Bir zamanlar Allah nebilerden, “Size kitap ve doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti verdikten sonra, sizin beraberinizde olan (kitab)ı onaylayan bir resul geldiğinde, mutlaka ona inanacak ve mutlaka ona yardım edeceksiniz” diye söz almış (ve söz aldığı nebilere) “Size yüklediğim bu ağır görev yükünü aldınız ve bu görevi yerine getirmeye söz verdiniz mi?” demiş, (o nebilerde) ” Söz verdik” demişlerdi. (Nebilerin bu sözü üzerine Allah) ” Şahit olun, sizinle birlikte ben de şahitlerdenim” dedi.

82- Artık kim bu sözü verdikten sonra yüz çevirirse, işte onlar sözünden dönenlerin ta kendileridir.

83- Yoksa onlar, Allah’ın dininden başkasına mı tabi olmak istiyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, isteseler de istemeseler de hepsi ona teslim olmuş ve ona döndürüleceklerdir.

84- De ki: Biz Allah’a, bize indirilene ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya İsa’ya ve nebilere Rablerinden verilmiş olan (kitab)a inandık. Onlardan hiç birinin arasını ayırmayız (hepsine iman ederiz) ve biz ona teslim olanlardanız.

85- Kim ki din olarak İslam’dan başkasına tabi olmak isterse bilsin ki, bu din ondan asla kabul olunmayacak ve o kişi ölümden sonraki günde zarar edenlerden olacaktır.

86- Allah, inandıktan sonra inkâr eden bir toplumu nasıl doğru yola kılavuzluk eder? Onlar resulün hak olduğuna şahitlik etmişler ve kendilerine apaçık deliller de gelmişti. Allah yanlış yapan bir toplumu doğru yola kılavuzluk etmez.

87- İşte onların yaptıklarının karşılığı, Allah’ın, meleklerin ve bütün (inanmış olan) insanların lanetinin onların üzerine olmasıdır.

88- Orada (cehennemde) ölüm görmemek üzere kalırlar, azap onlardan hafifletilmez ve onlar (ın ateşten çıkma istekleri) dikkate alınmaz.

89- Ancak bunun ardından (yaptığının yanlışlığını fark ederek) tevbe eden, bozuculuğa mani olmaya yönelik işler yapanlar, bundan (cehennem ehli olmaktan) müstesnadır. Allah şüphesiz bağışlayan ve merhamet edendir.

90- Şüphesiz ki, iman etmelerinin ardından inkâr eden, üstelik inkârlarını artıranların, (ölüm anında yapacakları) tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar yolunu kaybetmişlerin ta kendileridir.

91- Şüphesiz ki inkârcı olanlar ve inkârcı olarak ölenler var ya, onlar yeryüzü dolusu altına sahip olsalar, (kendilerini azaptan kurtarmak için) onu feda etmiş olsalar dahi, bu onların hiç birinden asla kabul edilmeyecektir. Onlar için acı veren azap vardır, onların (azaptan kurtaracak) yardımcıları da yoktur.

92- (Sevmediğiniz şeylerden değil) Sevdiğiniz şeylerden hayır yolunda harcamadıkça, iyi ve erdemli bir kişi olamazsınız. Bu uğurda her ne harcarsanız Allah onu bilir.

93- Tevrat’ın indirilmesinden önce, İsrail’in (Yakub) kendisine yasakladığı dışındaki bütün yiyecekler, İsrailoğullarına helal idi. De ki: Eğer iddianızda samimi iseniz Tevrat’ı getirip okuyun.

94- Kim artık (Tevrat’taki) gerçek ortaya çıktıktan sonra, hala Allah’a karşı yalan uydurmaya devam edecek olursa, işte onlar yanlış yapanların ta kendileridir.

95- De ki: Allah doğruyu söyledi, o halde Hanif ve Allah’a ortak koşmayan İbrahim’in tabi olduğu yaşam tarzına uyun.

96- Şüphesiz insanlar(ın Allah’a olan kulluklarını göstermeleri) için kurulan ilk ev, ilahi bereket kaynağı ve insanlar için klavuz olan Bekke’deki (Kâbe) dir.

97- Onda apaçık deliller ve İbrahim’in Allah’ı birleyen yaşantısının izleri vardır. Kim kendisini ona (Kâbe’ye) karşı bir aidiyet hissi beslerse, (şirke düşmekten) emin olur. Evi ziyaret etmek, o o imkânı bulabilen insanlar için, Allah’ın onlar üzerindeki hakkıdır. Kim (bu hakkı) inkâr ederse bilsin ki, Allah’ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur.

98- De ki: Ey kitabın (Tevrat ve İncil) bir araya getirdikleri, Allah’ın ayetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? Yaptıklarınıza Allah şahittir.

99- De ki: Ey kitabın (Tevrat ve İncil) bir araya getirdikleri, (doğruluğuna) şahit olduğunuz halde niçin iman edeni Allah yolundan, onda bir eğrilik aramaya çalışarak alıkoymaya çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

100- Ey inananlar, eğer ki kitabın (Tevrat ve İncil) bir araya getirdiklerinin bir kısmına itaat edecek olursanız, imanınızdan sonra sizi tekrar inkâra döndürürler.

101- Nasıl inkâr edersiniz ki, Allah’ın ayetleri size okunmakta, onun resulü de aranızdadır. Kim Allah’a sımsıkı yapışırsa doğru yola eriştirilmiştir.

102- Ey inananlar, Allah’tan sakınmanın gereğini hakkı ile yerine getirin. Sizler ancak Allah’a teslim olanlar olarak can verin.

103- Topluca Allah’ın ipine (Kur’an’a) sarılın, fırka fırka olup parçalanmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Siz birbirinize karşı düşman iken, sizin kalplerinizi birleştirdi de böylelikle kardeşler oldunuz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız da sizi oradan o kurtardı. Doğru yolda gitmeniz için, Allah size ayetlerini böyle açıklıyor.

104- Siz hayra çağıran, iyi güzel ve uygun olanı emreden, kötü çirkin ve uygun olmayandan sakındıran insanlardan olun. Arzuladıklarına kavuşacak olan işte bu gibi insanlardır.

105- Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ihtilafa düşerek fırkalara ayrılan (Yahudi ve Hristiyan)lar gibi olmayın. Böyleleri için şiddetli bir azap vardır.

106- O günde yüzleri ağaran ve yüzleri kararan vardır. Yüzleri kararanlara, “İnandıktan sonra inkâr mı ettiniz? Öyleyse inkâr etmenizden ötürü tadın azabı” (denir).

107- Yüzleri ağaranlar ise, ölüm görmemek üzere Allah’ın rahmeti(cenneti)ndedirler.

108- İşte bunlar Allah’ın ayetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Allah (hak etmedikleri sürece) insanları azap ile cezalandırmak istemez.

109- Göklerde ve yerde olanların tamamı Allah’ındır. Yapılan bütün işler (karar vermesi için) Allah’a döndürülür.

110- Siz, Allah’a inanmanız, iyi güzel ve uygun olanı emretmeniz, kötü çirkin ve uygun olmayandan sakındırmanızdan ötürü, insanlar arasından çıkarılmış bir topluluksunuz. Kitabın (Tevrat ve İncil) bir araya getirdikleri de (sizin gibi) inanmış olsalardı kendileri için hayırlı olurdu. Onların içlerinden bir kısmı inanmış olsa da çoğu verdiği sözden dönenlerdendir.

111- Onlar, size söz ile incitme dışında, asla başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşacak olsalar, arkalarını dönüp kaçarlar, sonra (toparlanmaları için) yardım da göremezler.

112- Onlar, Allah’ın ve (iman eden) insanların himayesine sığınmadıkça, nerede bulunsalar esaret altına alınmaktan kurtulamazlar. Allah’ın gazabına layık bir düşerek perişan bir halde yaşamaya mahkûm oldular. Çünkü onlar Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar, nebileri haklı bir gerekçeye dayanmadan öldürüyorlardı. Çünkü başkaldırmışlar ve aşırı gidiyorlardı.

113- Kitabın (Tevrat ve İncil) bir araya getirdiklerinden olan (Yahudi ve Hristiyan) ların hepsi böyle değildir. Onlardan (hak yolunda) ayakta duran bir topluluk vardır ki, gecenin vakitlerinde secde ederek Allah’ın ayetlerini okurlar.

114- Allah’a ve ölümden sonraki güne inanır, iyi güzel ve uygun olanı emreder, kötü çirkin ve uygun olmayandan sakındırır, iyilik ve güzellik yolunda yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir.

115- İyilik ve güzellik adına her ne yaparsanız, bu yaptıklarınızın üzeri örtülmez (tastamam ödenir). Allah kendisinden sakınanları bilir.

116- İnkâr edenlere gelince, onların sahip oldukları malları ve insan güçleri, onları hesap gününde Allah’tan gelecek olan azaba karşı koruyamayacaktır. Ve onlar ateşin ayrılmaz bir parçası olacaklar, orada ölüm görmemek üzere kalacaklardır.

117- Onların bu dünya hayatındaki yaptıkları hayır yolundaki harcamaların örneği, kavurucu soğuğa sahip bir rüzgâr örneği gibidir. O rüzgâr kendilerine karşı yanlış yapan bir topluluğun (bütün yıl boyunca emek verdiği) ekinine isabet ederek onu mahvetmiştir. Allah onlara karşı bir yanlış yapmadı, ancak onlar kendilerine karşı yanlış yapıyorlardı.

118- Ey inananlar, sizin aşağınızdan olan (Yahudi ve Hristiyan) ları, onların bilmemeleri gereken gizli işlerinizi öğrenebilecekleri kadar içinize almayın. (Onlar bu bilgilere sahip oldukları takdirde) Size zarar vermekten, sıkıntıya düşürmekten asla geri durmazlar. Size karşı olan öfke ve düşmanlıkları ağızlarından dökülen sözlerinden bellidir. İçlerindeki gizledikleri öfke ve düşmanlıkları ise daha da büyüktür. Onların size karşı olan düşmanlıklarını böylece size açıklıyoruz ki (onlara karşı gerekli tedbiri almanız için) aklınızı çalıştırasınız.

119- İşte siz öyle kimselersiniz ki (sizinle karşılaştıklarında size “İnandık” dedikleri için) siz onları seversiniz, fakat onlar sizi sevmezler. Siz kitabın (Tevrat, İncil Kur’an) tümüne inanırsınız (fakat onlar sadece kendi kitaplarına inanırlar). Sizinle karşılaştıklarında size “İnandık” derler, birbirleri ile baş başa kaldıklarında ise (öfkelerinden çılgına dönüp) parmaklarını ısırırlar. (Onlara) De ki: “Öfkenizden geberin, Allah şüphesiz sinelerde olanı bilir”

120- Eğer siz iyilikle karşılaşacak olursanız bu onları üzer. Eğer siz kötülükle karşılaşacak olursanız, onlar bundan ötürü sevinirler. Eğer siz onlara karşı mücadele azmini diri tutar ve sakınırsanız, onların hileleri size zarar vermez. Allah şüphesiz ki onların yaptıklarını (kayıt altına almak sureti ile) çepeçevre kuşatmıştır.

Kur’an’ın Türkçe çevirilerinde karşılaşılan sorunlardan bir tanesi de, herhangi bir ayete verilen anlamda, Kur’an bütünlüğüne dikkat edilmemiş olmasından doğan mantıksal hatalar sonucunda, okuyucunun kafasında bazı soru işaretlerinin oluşmasına sebebiyet verilmesidir. Okuyucunun kafasında oluşmuş olan bu soru işaretleri, sadece bir parantez açılmak sureti ile giderilebilecek iken, birçok Kur’an çevirisinde bunun yapılmamış olduğunu görmekteyiz. Yazımızda Kur’an içinde 4 yerde geçen “Vennasi Ecmaine” (Bütün insanların) ifadesinin çevirisindeki eksikliğin yol açabileceği bazı soru işaretlerinin nasıl giderilebileceği üzerinde durmaya çalışacağız.

Bu ifadeler Kur’an’ın Bakara Suresi 161., Al-i İmran Suresi 87., Hud Suresi 119. ve Secde Suresi 13. ayetlerinde geçmektedir.

Bakara Suresi 161. ayetinin orijinal metin ve meali:

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَٰئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

[002.161] İnkâr edenler ve inkârcı olarak da ölenler var ya, İşte Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti hep onların üstünedir.

Al-i İmran Suresi 87. ayetinin orijinal metni ve meali:

أُولَٰئِكَ جَزَاؤُهُمْ أَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

[003.087] İşte bunların cezası, Allah’ın meleklerin ve bütün insanların lanetlerinin üzerine olmasıdır.

Bu iki ayette, inkâr edenlerin alacağı karşılıktan bahsedilerek, onlara bütün insanların da lanet edeceği belirtilmektedir. Tetkik etme imkânı bulduğumuz meallerin aşağı yukarı tamamının yukarıdaki ayet mealleri doğrultusunda çevrilmiş olduğunu gördük.

Bu şekilde yapılmış olan ayet meallerini okuyan bir okuyucunun kafasında haklı olarak, “İnkârcıların da lanet etmeye nasıl hakları olabilir?” şeklinde bir soru oluşabilecektir. Kur’an’a baktığımızda cehennemde inkârcıların birbirlerini lanetlemelerinden bahsedilmesine karşı, bu ayetlerdeki lanetleme konusunun birbirlerini lanetlemeleri ilgili olmadığını düşünmekteyiz.

Kanaatimizce “Bütün insanlar” ile kast edilmek istenilen mümin olsun kâfir olsun bütün insanlar değil, sadece mümin insanların tamamıdır. Bu kanaatimize delil olarak ise Bakara Suresi 159. ayetini gösterebiliriz.

[002.159] İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder.

Ayet içinde geçen Ellainune (lanet ediciler) ifadesinin kimleri kapsamı altına aldığı şeklindeki yorumlara baktığımızda, bu alana meleklerin ve iman edenlerin girdiği şeklinde yapılan yorumların daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.

Bu durumu dikkate alarak her iki ayette geçen Vennasi ecmain ifadesinin “İman etmiş olan bütün insanlar” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ayetlerin meallerine parantez içinde (inanmış olan) şeklinde yapılacak olan bir izah, oluşabilecek olan kafa karışıklığını gidermek noktasında faydalı olacaktır.

[002.161] İnkâr edenler ve inkârcı olarak da ölenler var ya, İşte Allah’ın, meleklerinin ve (inanmış olan) bütün insanların lâneti hep onların üstünedir.

[003.087] İşte bunların cezası, Allah’ın meleklerin ve(inanmış olan) bütün insanların lanetlerinin üzerine olmasıdır.

Diğer iki ayetimiz ise, Hud Suresi 119. ve Secde Suresi 13. ayetleridir. Bu ayetlerin orijinal metni ve meali ise şöyledir:

إِلَّا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَ ۚ وَلِذَٰلِكَ خَلَقَهُمْ ۗ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

[Hud.119] Ancak Rabbinin rahmet ettiği kimseler müstesna. Ve onun içindir, onları yaratmıştır. Ve Rabbinin şu beyanı da tamam olmuştur ki, «Elbette cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan dolduracağım.»

وَلَوْ شِئْنَا لَآتَيْنَا كُلَّ نَفْسٍ هُدَاهَا وَلَٰكِنْ حَقَّ الْقَوْلُ مِنِّي لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

[Secde.013] Eğer biz dilemiş olsaydık her nefse hidâyetini verirdik. Fakat benden: «Bütün insanlar ve cinlerden cehennemi elbette dolduracağım.» sözü hak olmuştur.

Bu ayetlerin bu şekilde yapılmış olan çevirilerini okuyan bir kimsenin zihnine, insanların tamamının cehenneme mi gireceği sorusu haklı olarak takılacaktır. Ancak Kur’an bize kimlerin cehenneme gireceği konusunda pek çok ayetinde bilgi vermektedir.

[007.018] Allah, «Yerilmiş ve kovulmuşsun, oradan defol; and olsun ki insanlardan sana kim uyarsa, hepinizi cehenneme dolduracağım» dedi.

[038.085] Muhakkak cehennemi seninle ve onlardan sana uyanların hepsiyle dolduracağım.

Bu ayetlerin çevirilerine, (inkâr edenler ile) şeklinde açılacak bir parantez, oluşabilecek olan bazı soru işaretlerini gidermekte faydalı olacaktır.

[Hud.119] Ancak Rabbinin rahmet ettiği kimseler müstesna. Ve onun içindir, onları yaratmıştır. Ve Rabbinin şu beyanı da tamam olmuştur ki, «Elbette cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan (inkâr edenler ile) dolduracağım.»

[Secde.013] Eğer biz dilemiş olsaydık her nefse hidayetini verirdik. Fakat benden: «Bütün(inkâr eden) insanlar ve cinlerden cehennemi elbette dolduracağım.» sözü hak olmuştur.

Sonuç olarak: Kur’an’ın Türkçeye yapılan çevirilerinde bazı eksik ve yanlış anlamaların önünü almak için parantez açmanın yararı olduğunu düşünmekteyiz. Buna örnek olarak Kur’an içinde geçen 4 tane ayetin çevirilerinde okuyucunun zihnine takılabilecek muhtemel soruların önü, bu türden parantezler açılmak sureti ile alınabilir.

 EN DOĞRUSUNU ALLAH (CC) BİLİR.

Kur’an’ın bazı ayetlerinin, oluşturulmuş ön yargılar veya bazı kimselerin Kur’an hakkında ortaya attıkları olumsuz iddiaları bertaraf etmeye çalışmak maksadı ile yapılan çevirileri, Kur’an’ın kendi içinde sahip olduğu anlam örgüsü tarafından ret edilecek, yapılan hatalı ve yanlı çeviriler, tabiri caiz ise kabak gibi sırıtacaktır. Bu türden yapılan hatalı ve yanlı çeviri örneklerini önceki bazı yazılarımızda paylaşmış, bu yazımızda ise bir yenisini paylaşmaya çalışacağız.

Bu yazımızın konusu, Mümi’nun Suresi 6. ayeti ile Mearic Suresi 30. ayetlerinin Mustafa İslamoğlu ve Muhammed Esed tarafından çevirileri olacaktır.

Mümi’nun Suresi 6. ayetinin Arapça metni ve İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan çevirileri:

إِلَّا عَلَىٰ أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ

Mustafa İslamoğlu: Fakat kendi eşleri, yani meşru olarak sahip oldukları müstesna; zaten onlar(meşru eşleriyle paylaştıkları cinsellikten dolayı) kınanmazlar.

Muhammed Esed: Eşleri – yani, (evlilik yoluyla) meşru olarak sahip oldukları insanlar- dışında (kimsede arzularına doyum aramazlar): çünkü onlar(eşleriyle olan ilişkiden dolayı) kınanmazlar.

Mearic Suresi 30. ayetinin Arapça metni ve İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan çevirileri:

 إِلَّا عَلَىٰ أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ

Mustafa İslamoğlu: Ancak eşleri, yani meşru şekilde hakkını vererek sahip oldukları kimseler müstesna: zaten onlar (meşru eşleriyle paylaştıkları cinsellikten dolayı) kınanamazlar.

Muhammed Esed: Eşleri; yani (nikâh yoluyla) meşru şekilde sahip oldukları dışında (isteklerini frenleyenler,) çünkü ancak o zaman hiçbir kınamaya uğramazlar.

Bu ayetler, müminlerin vasıflarını sıralayan bir bağlama sahiptir. Ayetlerin İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan çevirilerine dikkat edildiğinde, Arapça metinde bulunan أَوْ edatına, bu ayet ile ilgili yapılan aşağı yukarı bütün meallerde verilen ve doğru olduğunu düşündüğümüz anlam olan “veya, yahut, ya da” şeklinde değil de, “yani” anlamının verildiği görülmektedir. Bu şekilde verilen bir anlam ise, maalesef bu iki ayetin anlamını ters yüz etmeye yetmektedir.

Nasıl mı?

Çünkü ayetler içinde geçen أَزْوَاجِهِمْ kelimesi, sosyal statü olarak ayrı bir kadın gurubunu, مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ kelimesi ise, sosyal statü olarak ayrı bir kadın gurubunu işaret etmektedir. Nüzul dönemi mevcut Arap toplumunun sosyal yaşantısında kadınlar Hür ve Köle olarak iki farklı sosyal statüye sahip olup, Kur’an, Arap toplumunda mevcut olan bu statüyü dikkate almıştır. Yani kadınlar ile ilgili olan bu statüyü direk olarak ret etmemiştir.

İslamoğlu ve Esed, geçmişte bu konunun istismar edilmiş olmasına istinaden, kendilerine göre haklı gerekçeler ile maalesef, bu iki ayrı sosyal gurubu Mümi’nun Suresi 6. ve Mearic Suresi 30. ayetlerine verdikleri anlam ile tek guruba indirmiş, bu suretle ilgili ayetlerin anlamının ters yüz olmasına sebebiyet vermişlerdir.

Kölelik ve cariyelik konusunun ne Müslümanlar tarafından istismar edilmiş olması, ne de İslam düşmanları tarafından bir koz olarak kullanılması, ilgili ayetlerin anlamının ters yüz edilmesine asla gerekçe teşkil edemez.

Yazımızın başında, Kur’an’ın kendi içinde bir anlam örgüsüne sahip olduğunu, bir ayetin yapılan hatalı çevirisinin Kur’an içinde karşımıza çıkan başka bir ayet ile kabak gibi sırıtacağını söylemiştik. Şimdi Ahzab Suresi 50. ayetini ele alarak, bu çevirilerin nasıl hata barındırdığını görmeye çalışalım.

Mustafa İslamoğlu:

Fakat kendi eşleri, yani meşru olarak sahip oldukları müstesna; zaten onlar (meşru eşleriyle paylaştıkları cinsellikten dolayı) kınanamazlar.

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَحْلَلْنَا لَكَ أَزْوَاجَكَ اللَّاتِي آتَيْتَ أُجُورَهُنَّ وَمَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ مِمَّا أَفَاءَ اللَّهُ عَلَيْكَ وَبَنَاتِ عَمِّكَ وَبَنَاتِ عَمَّاتِكَ وَبَنَاتِ خَالِكَ وَبَنَاتِ خَالَاتِكَ اللَّاتِي هَاجَرْنَ مَعَكَ وَامْرَأَةً مُؤْمِنَةً إِنْ وَهَبَتْ نَفْسَهَا لِلنَّبِيِّ إِنْ أَرَادَ النَّبِيُّ أَنْ يَسْتَنْكِحَهَا خَالِصَةً لَكَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ ۗ قَدْ عَلِمْنَا مَا فَرَضْنَا عَلَيْهِمْ فِي أَزْوَاجِهِمْ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ لِكَيْلَا يَكُونَ عَلَيْكَ حَرَجٌ ۗ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا

Önce bu ayete İslamoğlu ve Esed tarafından verilen anlamları aşağıya paylaşalım:

Mustafa İslamoğlu:

Sen ey Peygamber! Biz sana mehir bedellerini verdiğin eşlerini; savaş esirleri arasından sağ elinin altında bulunan kimseleri; seninle birlikte göç etmiş bulunan amca ve halakızlarını, dayı ve teyzekızlarını ve kendilerini Peygamber`e (mehir bedeli istemeksizin) sunan ve peygamberin de kendilerini nikâhlamayı kabul ettiği mü`min kadınları -ki bu yalnızca sana hastır, diğer mü`minler için değildir- helal kıldık. Doğrusu onlara eşleri ve sağ elleri altında bulunanlar konusundaki talimatlarımızı bilmekteyiz; ne ki bununla amaçlanan, senin zor durumda kalmamandır: zaten Allah tarifsiz bir bağışlayıcıdır, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.

Muhammed Esed:

Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin eşlerini ve Allah’ın sana bahşettiği savaş esirleri arasından sağ elinin altında bulunanları sana helal kıldık. Ve seninle birlikte (Yesrib’e) göç etmiş olan amcalarının ve halalarının kızlarını, dayılarının ve teyzelerinin kızlarını ve kendilerini Peygamber’e özgür iradeleriyle teklif eden, Peygamber’in de almak istediği mümin kadınları (da sana helal kıldık): (bu sonuncusu) yalnız sana özgü bir imtiyazdır, öteki müminler için değil, (zaten) onlara eşleri ve sağ ellerinin altında bulunanlar konusunda yapmaları gerekeni bildirdik. (Ve) artık sen (gereksiz) bir endişeye kapılmamalısın, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

Ahzab Suresi 50. ayetine bakıldığında, bu ayet içinde iki ayrı sosyal statüye sahip olan kadın gurubu açık ve net bir şekilde görülmektedir. Ayet içinde geçen أَزْوَاجَكَ اللَّاتِي آتَيْتَ أُجُورَهُنَّ (mehirlerini verdiğin eşlerin) ifadesi ile وَمَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ مِمَّا أَفَاءَ اللَّهُ عَلَيْكَ(Allah’ın sana bahşettiği savaş esirleri) ifadesinin arası وَ ile ayrılmaktadır. Çünkü bu ifadeler, hür ve köle olmak üzere, iki ayrı sosyal statüye sahip olan kadın gurubunu işaret etmektedir. Ahzab Suresi 50. ayeti Kur’an içinde 15 yerde geçen مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ ifadesini anlamanın anahtar ayetidir. Kur’an içinde geçen bu ifadelerin hepsinin, nüzul dönemi Arap toplumunda mevcut olan hür ve köle ayrımı dikkate alınmak sureti ile sureti ile çevrilmesi gerekmektedir.

Kölelik ve cariyelik konusunun bazı kesimler tarafından eleştiri ve istismar konusu olmuş olması, maalesef bazılarımızı savunma psikolojisi içine sokmakta, bundan dolayı nüzul dönemi Arap toplumunda mevcut bulunan bu sosyal sistem maalesef es geçilebilmektedir.

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki: Kölelik ve cariyelik kurumu İslam tarafından ihdas edilmiş bir kurum değil, nüzul öncesi Arap toplumu içinde yerleşik bulunan bir kurumdur. Kur’an’ın doğru anlaşılması için nüzul öncesi Arap toplumunun sosyal şartlarının göz önünde bulundurulması, olmazsa olmazlardan olup, bu şartı göz ardı ederek yapılan çevirilerde maalesef çeviri sahiplerinin çelişkili anlamlara imza atması kaçınılmazdır.

Biz burada أَوْ edatının Kur’an’da geçtiği bütün yerlerde “veya, yahut, ya da” şeklinde anlama sahip olduğunu, bu edatın “yani” anlamına da sahip olduğu iddiasının tahrife kadar varabilecek bir zorlama olduğunu bile konuşmadan, Kur’an’ın kendi içindeki anlam örgüsü ile hatalı bir çeviriyi nasıl ret ettiğini göstermeye çalıştığımızı tekrar hatırlatmak istiyoruz.

Mü’minun Suresi 6. ve Mearic Suresi 30. ayetlerinde, Ahzab Suresi 50. ayetinde gördüğümüz iki gurup kadından bahsedilmektedir. İslamoğlu ve Esed, bu iki gurubu tek guruba indirmek sureti ile izahı zor bir hataya imza atmışlardır. İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan bu hatalı çeviriyi ise Ahzab Suresi 50. ayeti ortaya çıkarmaktadır.

İslamoğlu ve Esed’in tutarlı ve çelişkisiz olmak açısından, Ahzab Suresi 50. ayetinde geçen وَ edatına, burada daأَوْ edatına verdikleri anlam gibi “yani” anlamında çevirerek, Mümi’nun Suresi 6. ve Mearic Suresi 30. ayetleri ile herhangi bir çelişkiye mahal bırakmamaları gerekirdi. Fakat Ahzab Suresi 50. ayetine böyle bir anlamın verilmesinin imkânsız olduğunu çok iyi bildikleri için, böyle yapmamışlar, Esed bu ayetteki وَ edatına “Ve” anlamı verirken, İslamoğlu bu edatın anlamını, çeviriye dahi koymamak sureti ile zannımızca düştüğü çelişkiyi örtmeye çalışmaktadır. Yaptığı Kur’an mealinde Muhammed Esed’den büyük ölçüde yararlanmış olan İslamoğlu’nun bu ayet içinde Esed’den yararlanmamış olması dikkat çekicidir.

Eşleri; yani (nikâh yoluyla) meşru şekilde sahip oldukları dışında (isteklerini frenleimdi de مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ ifadesinin, أَوْ edatı ile birlikte geçtiği Nisa Suresi 3. ayetine bakalım.

Nisa Suresi 3. ayeti:

وَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَىٰ فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنَىٰ وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ ۖ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ۚ ذَٰلِكَ أَدْنَىٰ أَلَّا تَعُولُوا

Mustafa İslamoğlu:

Ve eğer yetimlere, adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman size helal olan diğer kadınlardan biriyle evlenin; (hatta) ikisi, üçü ve dördüyle; ama onlara da adil davranamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir taneyle ya da meşru olarak sahip olduklarınızla (yetinin)! Bu, altına girdiğiniz sorumluluğu ihlal etmemeniz açısından daha uygundur.

Muhammed Esed:

Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman, size helal olan (diğer) kadınlardan biri ile evlenin -(hatta) ikisi, üçü veya dördü (ile); ama onlara adil bir tarafsızlıkla muamele edemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman (sadece) bir tane ile- yahut meşru şekilde sahip olduklarınız ile (evlenin). Bu, doğru yoldan sapmamanız için daha uygundur.

İslamoğlu ve Esed Nisa Suresi 3. ayetinde geçen أَوْ edatına, Mümi’nun Suresi 6 ve Mearic Suresi 30. ayetinde verdikleri “Yani” anlamı yerine, “ya da, yahut” anlamı vermişlerdir. Bu da demektir ki İslamoğlu ve Esed, Nisa Suresi 3. ayetinin iki farklı statüye sahip olan kadınlardan bahsettiğini kabul etmektedirler Ayetin mealinde geçen ” o zaman size helal olan diğer kadınlardan biriyle evlenin; (hatta) ikisi, üçü ve dördüyle;” cümlesi, Mümi’nun Suresi 6. ve Mearic Suresi 30. ayetlerinde geçen أَزْوَاجِهِمْ kelimesine tekabül etmektedir. İslamoğlu ve Esed’in Nisa Suresi 3. ayetinde gördükleri أَوْ edatı ile ayrılan iki farklı statüye sahip olan kadını, Mümi’nun ve Mearic surelerinde gör(e)memiş olmaları düşündürücüdür.

Sonuç olarak: İslamoğlu ve Esed, Mümi’nun Suresi 6. ve Mearic Suresi 30. ayetini nüzul döneminde mevcut olan sosyal statüyü dikkate almak yerine, El âlem ne der kaygısını dikkate alarak çevirmiş, bu suretle tahrif denilebilecek bir hataya imza atmışlardır.

Yazımızın amacı sadece İslamoğlu ve Esed’in yaptığı hatalı bir çeviriye dikkat çekmek değildir. Asıl amacımız, ön yargılı çevirilerin Kur’an’ın kendi anlam örgüsü içinde nasıl ret edildiğinin İslamoğlu ve Esed çevirileri örneğinde görülmesidir. Kur’an üzerinde çeviri çalışmaları yapanların dikkat etmeleri gereken önemli hususlardan birisi, bu anlam örgüsünü hiçbir zaman gözden ırak tutmamaları gerektiğidir. Çünkü yaptıkları çevirilerde, anlam örgüsüne dikkat etmemeleri, çelişkili anlamlara imza atarak, sorumluluk altına girmelerine sebep olmaktadır.

İlgili ayetlerde geçen أَوْ edatına, aşağıdaki gibi verilen bütün meallerin doğru olarak çevrilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

“Ancak eşleri VEYA sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda onlar, kınanmış değillerdir.”

EN DOĞRUSUNU ALLAH (CC) BİLİR.

33- Muhakkak ki Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini, insanlar üzerine seçkin kıldı.

34- Bunlar birbirinden türemiş olan bir nesildir. Allah işiten ve bilendir.

35- Bir zaman İmran’ın karısı şöyle demişti: “Rabbim karnımda olanı, dünya meşguliyetlerinden uzak bir hayat sürmesi için sana adadım, onu benden kabul buyur. Muhakkak ki sen işiten ve bilensin.”

36- Onu doğurduğunda, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir ve (istemiş olduğu) erkek, (onun doğurduğu) kız gibi olmazken dedi ki: “Rabbim onu kız olarak doğurdum, ben ona Meryem adını koydum. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan sana sığındırırım.”

37- (Annesinin bu isteği üzerine) Rabbi onu güzel bir şekilde kabul etti ve onu Zekeriyya’nın himayesine vererek en güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyya, Meryem’in kaldığı odaya her girişinde, onun yanında bir rızık bulur ve “Ey Meryem bu sana nereden geliyor?” diye sorar, Meryem bu soruya ise, ” Bu Allah katındandır, muhakkak ki Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır” diye cevap verirdi.

38- (Bu cevabı alan) Zekeriyya orada Rabbine dua ederek, “Rabbim bana katından temiz bir soy bağışla, muhakkak ki sen duaları işitensin” dedi.

39- Odasında ayakta salat (namaz) halinde iken melekler ona şöyle seslendi: “Muhakkak Allah sana kendisinden bir kelime olan (İsa) yı doğrulayan, toplumuna liderlik yapacak, iffetine düşkün bir nebi ve salihlerden olacak olan Yahya’yı müjdelemektedir.

40- (Bu haberi alan Zekeriyya) dedi ki: “Rabbim, ben ihtiyarlamış karım ise çocuk doğuramayan birisi olduğu halde benim oğlum nasıl olacak? (Allah) dedi ki: “Bu böyledir Allah dilediğini yapar”

41- (Zekeriyya) “Rabbim(oğlum olacağına dair) bana bir delil göster” dedi. (Allah) “(oğlun olacağına dair) delilin, insanlarla işaretleşmekten başka iletişim kurmak hariç, üç gün konuşamamandır. Rabbini her an hatırlamaktan geri durma. Akşam sabah her daim onun çizdiği yolun haricine çıkma” dedi.

42- 43- Bir zaman melekler şöyle demişti: “Ey Meryem, muhakkak Allah seni seçti ve (her türlü iftiradan) tertemiz kıldı ve bütün kadınların üzerinde bir mevki verdi. Ey Meryem, Rabbine karşı itaatten ayrılma, kendini (onun huzurunda) alçalt, (onun huzurunda) kendisini alçaltanlarla birlikte itaatini göster.”

44- Bu, sana vahyettiğimiz gaybe dair haberlerdendir. (Himayeye talip olanların) Hangisi Meryem’i himayesi altına alacak diye kura çekerlerken sen onların yanlarında değildin. Onlar aralarında bu konuda tartıştıkları zaman da yanlarında değildin.

45- 46- Bir zaman melekler şöyle demişti: “Ey Meryem, muhakkak ki Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Onun ismi Meryem oğlu İsa Mesih’tir. O dünyada ve ahirette itibarlı ve Allah’a yakın kılınanlardandır. O insanlarla çocuk iken de yetişkin iken de (doğruları) konuşacak ve o salihlerdendir.

47- (Meryem), “Rabbim bana bir beşer dokunmadığı halde benim çocuğum nasıl olacak?” dedi. (Allah), ” Bu böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmettiği zaman ona “ol” der, o da oluverir.” dedi.

48- Ona Kitab’ı, doğruyu yanlıştan ayırmayı, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.

49- İsrailoğullarına resul olacak (ve onlara şunları söyleyecek): Şüphesiz ki ben size Rabbinizden (resul olduğumun delili olan) bir ayet ile geldim. Size çamurdan bir kuş şekli yapar, ona üflediğimde Allah’ın izni ile canlı bir kuş olur. Yine Allah’ın izni ile gözleri doğuştan kör olanı ve abraşı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Evlerinizde yediklerinizi ve ileride yemek için sakladıklarınızı size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz bunda (benim resul olduğuma dair) deliller vardır.

50- Benden önceki Tevrat’ı onaylayıcı olarak, size (önceden) haram kılınmış olanların bir kısmını helal kılmak için Rabbinizden bir ayet ile geldim. Artık Allah’tan sakının ve bana itaat edin.

51- Şüphesiz Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Artık (sadece) ona kulluk edin, işte doğru yol budur.

52- 53- İsa, İsrailoğullarındaki inkârcılığı sezince, “Allah yolunda bana kim yardımcı olacak? dedi. (Bunun üzerine) Havariler dedi ki: “Biz Allah yolunda (sana) yardımcılarız, Allah’a inandık, şahit ol ki biz ona teslim olanlardanız. Rabbimiz indirdiğine inandık ve resule tabi olduk, bizi bu gerçekleri kabul edenlerle birlikte olmayı yaz.”

54- Fakat (İsrailoğulları İsa ve Havarilerini) yollarından döndürmeye çalıştılar. Allah onların bu yaptıklarının karşılıklarını verdi. Allah doğru yoldan döndürmeye çalışanların karşılığını verenlerin en güçlüsüdür.

55- 56- 57- O vakit Allah dedi ki: “Ey İsa, seni (onlar değil) ben öldüreceğim. Seni bana yükseltecek, seni inkârcılardan (kurtararak) temize çıkaracağım. Sana uyanları ise kıyamete kadar inkâr edenlerin üzerinde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz konularda aranızda ben hükmedeceğim. O İnkar edenler var ya, onları dünyada ve ahirette şiddetli bir azaba çarptıracağım, onların yardımcıları da olmayacaktır. İnanan ve bozuculuğa mani olmaya yönelik ameller işleyenler var ya, onların karşılıkları tastamam ödenecektir. Allah yanlış yapanları sevmez.”

58- İşte bu sana okuduğumuz (Zekeriyya, Meryem, İsa ile ilgili kıssalar) ayetlerden ve doğruyu yanlıştan ayırma kılavuzu olan hatırlatıcı kitap (Kur’an) dandır.

59- Şüphesiz ki Allah katında İsa’nın örneği, Âdem’in örneği gibidir. Allah onu topraktan yarattı, aynı zamanda ona “ol” dedi, o da oluverdi.

60- (İsa hakkında sana verilen bu haber) Rabbinden gelen gerçek bir bilgidir. O halde sakın bu konuda şüpheye düşme.

61- Sana bu konuda doğru bilgi geldikten sonra hala seninle tartışarak karşı delil getirmeye çalışanlara de ki: Gelin biz ve siz oğullarımızı, kadınlarımızı, kendimiz de dâhil olmak üzere bir araya getirelim, sonra açık gönüllülükle dua ederek, Allah’ın lanetinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim.

62- İşte bu anlatılanlar doğru ve gerçek bilgilerdir. Allah’tan başka (yarattıkları üzerinde yetki ve tasarruf sahibi olan) ilah yoktur. Ve hiç şüphesiz Allah, kendisine galebe çalınamayan ve hükmünde isabetli olandır.

63- Buna rağmen yine yüz çevirecek olurlarsa, Allah bozuculuk yapanları bilir.

64- De ki: Ey kitabın (Tevrat ve İncil) bir araya getirdikleri, gelin sizin ve bizim aramızda ortak inanç esasları olan, Allah’tan başkasına kulluk etmemek, ona hiç bir şeyi ortak koşmamak, Allah’ın aşağısında olan bazılarımızı bazılarımızın rab olarak görmemekte bir araya gelelim. Eğer onlar bu inanç esaslarından yüz çevirecek olurlarsa, siz “Şahit olun biz bu inanç esaslarına teslim olanlardanız” deyin.

65- Ey kitabın (Tevrat ve İncil) bir araya getirdikleri, İbrahim hakkında (o Yahudi veya Hristiyan’dı diyerek) niçin tartışıyorsunuz? Tevrat ve İncil ondan sonra indirildi, aklınızı kullanmıyor musunuz?

66- Hadi siz hakkında bilgi sahibi olduğunuz bir konuda tartışıyorsunuz, ama niçin hakkında bilgi sahibi olmadığınız bir konuda tartışırsınız? (Tartıştığınız konu hakkındaki doğruyu) Allah biliyor ama siz bilmiyorsunuz.

67- İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan idi. O ancak sadece Allah’ı ilah ve rab edinen ve ona teslim olan biri idi, ona ortak koşanlardan değildi.

68- Şüphesiz İbrahim’i sahiplenmeye layık ve ona yakın olan insanlar, ona uyanlar, bu nebi ve (ona) inananlardır. Allah inananların yakınıdır.

69- Kitabın bir araya getirdiklerinin bir kısmı sizi inancınızdan saptırmayı arzu etmektedir. Oysa onlar kendilerinden başkalarını saptırmadıklarının farkında bile değillerdir.

70- Ey kitabın bir araya getirdikleri, (inandığınız kitaplarda verilen habere) şahit olduğunuz halde, niçin Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?

71- Ey kitabın bir araya getirdikleri, (inandığınız kitaplarda verilen haberi) bildiğiniz halde, niçin doğru ve gerçek haberleri sahteleri ile örtüyor, doğru ve gerçekleri gizliyorsunuz?

72- 73- Kitabın bir araya getirdiklerinin bir kısmı şöyle dedi: “İnananlara indirilene gündüzün başlangıcında inanın, bitiminde ise (tekrar) inkâr edin. Belki böylelikle onlar da (inançlarından) dönerler. Bir de sizin dininize tabi olandan başkasına da inanmayın”. De ki: Şüphesiz ki doğru yol, Allah’ın gösterdiği yoldur. Size verilenin bir benzerinin başka birine de verilmiş olmasından dolayı mı veya Rabbinizin katında size karşı üstün gelecekler diye mi böyle söylüyorsunuz? De ki: (Risalet konusunda) Lütuf Allah’ın yetkisi ve elindedir, onu dilediğine verir.

Allah kuşatan ve bilendir. (*)

(*)Bu ayetin çevirilerine bakıldığında farklı çevirilerin olduğu görülecektir. Biz tercihimizi 74. ayet ile bir bağ kurarak çevirenler doğrultusunda kullandık.

74- (Risalet görevi vermek için) Dilediği kimseye ayrıcalık tanır. Büyük lütuf sahibi olan Allah’tır.