‘Ali Şeriati’ Kategorisi için Arşiv

Marx, Batı mamullerini özelleştirilmiş ve birikmiş iş olarak tanımlıyordu! Asyalı olan ben ise; bu mamulün özelleşmiş ve birikmiş cinayet ve hırsızlık olduğunu görüyordum!

“Ben Marx, Engels, Proudhon ve diğer sosyalistlerle devrimcileri asla bağışlayamam; çünkü biz Doğu’da yağmalandığımız bir zamanda, onlar sermayedarlarla işçiler arasında adilce mal bölüşüm kavgası veriyor ve bunun adını da işçi hakları ve işçinin ürettiklerini kendilerine geri verme hakları olarak nitelendiriyorlardı.

Marx, Batı mamullerini özelleştirilmiş ve birikmiş iş olarak tanımlıyordu! Asyalı olan ben ise; bu mamulün özelleşmiş ve birikmiş cinayet ve hırsızlık olduğunu görüyordum!

9.Yüzyılın binlerce Fransız ve İngiliz işçileri tomar imzalayarak, grev yaparak, bu iki devletin Mısır, Kuzey Afrika ve Hind içindeki askerlerini geri çekmemelerini, bu ülkelerin yağmalanmasını ve pazar olarak kullanılmasını ve netice itibariyle işçilerin ücretlerinin artmasını istiyorlardı.

İngiltere’nin demokrat hükümeti ise yüz bin İngiliz işçisinin oyunu kaybetmemek için İngiliz ordusunu, çaresiz Afrika’dan geri çekmeyerek, işçilerin bu tür istekleri doğrultusunda hareket ederek, kendisini işçilerin düşüncelerinde yana gösteriyordu.”

***

“Avrupalı insanın nasıl yaşadığını görmek gerekir. Şaşılacak şey şudur ki, bu insan, sonunda üç asırdır söylediği sloganlara ulaştı. Yani faydalanma ve tüketim zirveye ulaştı. Şimdi onun iktisadi mal kalemlerinin % 10’u temel ve gerçek masraflarıdır. % 90’ı ise eğlenme masraflarıdır.”

***

“İslam ne sadece bireye yönelik bir dindir ve nede sadece topluma yönelik bir dindir, İslam hem bireyi ve hem de toplumu kapsayan bir dindir. İşte entelektüellerin görmesi gereken en önemli boyut budur.”

***

“Güneş, denizin bağrında doğmuştur. Ben bütün varlığımın, bütün yaşamının salt bir bakmak’a dönüşmüş olduğu bir durumda, güneşin eriyen yüreğine göz dikmiş, kendi ağlayışı içerisinde damla damla ölen mumlar gibi kendi ağlayışım içerisinde eriyorum… Yok oluyorum… Son buluyorum…”

Ali Şeriati, Ümmet ve İmamet

İbadetten maksat, insanla Allah arasında sürekli devam eden varlıksal birleşme ve bağlılıktır. Allah, anlam, güzellik, hedef, amaç, iman ve bütün insanî değerlerimizin kaynağıdır. Onsuz her şey boş, anlamsız, saçma, zelil bir bataklığa düşer. Bugün ibadetin rolü dün ve evvelki günden daha çoktur.

İrfanî metinlerimiz, ‘İslami ibadet’ adıyla elimizde bulunan şekillerle birlikte, toplu olarak bilinçli bir şekilde bize öyle bir egzersiz bağışlıyor ki, bu egzersiz ruhumuzu her günkü yaşam bataklığına düşmekten, tüketim-perestlikten, lüks-perestlik ve alçak rekabetler içerisinde hapsolmaktan kurtarır… Victor Hugo ne diyor: ‘Sonsuz küçük, sonsuz büyük karşısında yer alıyor.’ Nerede? Namazda!

İbadetten maksat, insanla Allah arasında sürekli devam eden varlıksal birleşme ve bağlılıktır. Allah, anlam, güzellik, hedef, amaç, iman ve bütün insanî değerlerimizin kaynağıdır. Onsuz her şey boş, anlamsız, saçma, zelil bir bataklığa düşer. Bugün ibadetin rolü dün ve evvelki günden daha çoktur.

İslam’ın sosyal görüşünde formun (şeklin) başka bir fonksiyonu da vardır. Çünkü bu görüşte, hiçbir zaman bireysel sorunlar, siyasî, sosyal, ekonomik, felsefî ve ahlaki sorunlardan ayrı değildir. Bu konuda örnek olarak Hacc’ı ele alalım. Hacc, Allah’ın Evi’nin etrafında yedi defa dönmek, sonra yedi devir sa’y etmek, akabinde Arafat’a gitmek, Meş’ar’a ve Mina’ya gelmek ve kurban kesmekten ibarettir… Bir pasaportum var, zamanım da müsait olduğunda Hacc’a gider, kurallara uygun şekilde bu işleri yaparım. Olmaz mı? Hayır! Neden? Sadece Zilhicce’nin dokuzunda ve onunda olur. Sekizinde veya on birinde gitmenin iki paralık bir değeri olmaz. Dokuzunda başlamak gerekir. Peki, neden? Niçin sadece Zilhicce’nin dokuzu ve onunda? Form nedeniyle! Günün muhteva ve anlam ile ne ilişkisi var ki! Benim Allah’la ilişkim noktasında yaptığım bu işin günle ne ilgisi var? Evet, böyle diyorsun. Ama ilgisi vardır. Niçin ilgisi vardır? Bu işin, iki milyon kişiyi aynı yer ve aynı zamanda bir araya getiren, olaya sosyal bir şekil kazandıran özel bir günle ilgisi olduğundan…

Peygamber Mescidi’nin beş-altı kapısı var. İmam namaza durmuş, mescidin tamamı saf tutan cemaatle dolu… Herkes bu namaza bağlanmıştır… Topyekûn ümmet eğiliyor, topyekûn dalgalanıyor. Bu durum öyle bir gerçeklik yaratıyor ki, hiçbir duygu-düşünce onun yerini tutamaz. Bu harekette bulunan insan, yeryüzündeki bütün İslam varlığıyla dost olduğunu ve uyum içerisinde bulunduğunu hissediyor. Bundan dolayı dünyada ‘Biz’ duygusuna sahip oluyor.

Bir zamanlar Arafat’a Filistinliler gelmişti. Biraz para toplanmıştı. Onların bizim yanımıza gelmelerine izin verilmemişti. Bu yüzden biz onların yanına gittik. Hem paraları sayıyor, hem sohbet ediyorduk. Birden ezan sesi yükseldi. Paraların geri kalan kısmını saymadan öylece bıraktılar, sözlere de artık kulak vermediler. Sanki birden delirmişlerdi. Bizi bıraktılar. Bir de baktık ki, dağ kenarındaki kum ve çakılların üzerinde bir saf tuttular. Ne kilim serdiler ne de hasır. Tümü de mücahit-gerilla idi. Çoğunda toprak renginde gerilla elbiseleri vardı. İlk defa namazda birtakım anlamları kavradık. ‘Bismillah’ dedikleri zaman kıyamı anlatmak istiyorlardı. Bunu hissettik. Kıyam! Yerden kalkmak! Kıyam kavramına canlılık bahşetmek. Sebat etmek. Direnmek. Ve başkaldırmak. Sonra duaya koyuldular. ‘Ya Rabbi, bizi falan hastalıktan koru! Bizim borcumuzu eda et!’ şeklinde yaptığımız dualara benzemiyordu duaları. ‘Rabbimiz’ diyorlardı, ‘Bize yardım et. Senin yardımınla bu zalim ve alçakların Fantom’larını, havan toplarını, B-52’lerini ve tanklarını vuralım.’ İşin sosyal ve siyasî boyutu budur…

Ali Şeriati, Kendini Devrimci Yetiştirmek

Görünür görünmez vesvesecilere dikkat!

“De ki: Sığınırım,  insanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlahına. O vesvesecinin şerrinden. Ki o, vesveseler verir, insanın içine. Gerek cinden, gerek insten (olan vesveseciler).” (Nas 114/1–6)

Allah;  hiçbir ayrım gözetmeden bütün insanların Rabbi, Meliki ve İlahı olarak kabul edilmelidir. Yoksa insanın şirkten uzak durabilmesi mümkün olamaz. Bilindiği gibi şirk Allah’a inanmayanların değil, inananların sorunudur/hastalığıdır… Böyle kabul edildiğinde sığınmak eyleminin anlamı ve yararından söz edebiliriz. Çünkü çeşitli tehlikelerden ötürü sığınma ihtiyacı duyulur ve şirk de bu tehlikelerin en büyüklerinden birisidir. Bütün insanların Rabbini, Melikini ve İlahını gereği gibi tanıyamayan kişi, her an vesvesecilerin tuzağına düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

İnsan, insaniyet/insanlık makamında; erdemli, akıllı, anılmaya ve övgüye layık, ahlakı,  huyları ve ona has manaları üzerinde taşıyabilen bir varlık olabildiği gibi, unutmak ve unutkanlık özelliğini de bünyesinde barındırmaktadır. Vesveseci de işte tam buradan yakalamaya çalışır insanı ve onu, sahte rab, melik ve ilahlara ve onların sistemlerine yöneltip gırtlağına kadar şirk batağına batırır…

Her sistemin rabbi, meliki ve ilahı vardır. Onlar hep kendi sistemlerinde kalmaya çağırır insanları ve sürekli vesvese verir onların kalplerine, gönüllerine ve akıllarına.  Bu vesveseciler her gün birlikte yaşadığımız, tanıdık ve bildik kimseler; iş arkadaşları, patronlar, amirler, memurlar, aile bireyleri, komşular, futbol kulübü taraftarları, iş ortakları, oyun-eğlence ile muhabbet kafadarları ve çok yakınımızdaki başka bazı insanlar olabilir. Ya da bu vesveseciler; tanımadığımız, bilmediğimiz ve hiç görmediğimiz, fakat bizi uğratacakları kafa karışıklığı ve yanılmalarla büyük çıkarlar elde edebilecek bizim görmediğimiz/göremediğimiz yabancı kimseler de olabilir.

Bu noktada “vesvese” ve “cin” kavramlarının Türkçe anlamlarına bakmakta yarar var:

Vesvese; sözlükte mastar olarak  “gizlice konuşmak, fısıltı halinde karmaşık bir şekilde konuşmak, vesvese yapmak; akla gelen kötü, bozuk fikir,  art düşünce; kadınların ziynetlerinin sesi;  gizli, alçak(sesle) fısıldamak; zihin karışıklığı; köpeklerin gizli sesi, şüphe, şek, bir konuda sabit fikirlilik; fısıltı; melânkoli, ön yargılı, demek olan “vesvase” sözünden gelir.

Cin/Cinn; sözlükte ‘cinn’ kökü mastar olarak “örtmek, görünmez hale getirmek” demektir. Buna bağlı olarak bir nesneyi duyudan saklamak ya da gizlemek; ölüyü defnetmek için yer hazırlamak ve onu defnetmek; birisine içeceği bir şeyi tamamen kendi tasarrufunda olacak şekilde tahsis etmek, vermek demektir. Ayrıca kalp; kalkan; bahçe; bir yeri gizleyen, örten ağaçlar; ağaçlarıyla yeri gizleyen, saklayan ve örten ağaçlık bahçeler; henüz doğmamış, anasının karnındaki çocuk; kabir;  anlamlarına da gelmektedir. Cin kavramı gündelik hayatta daha yaygın, bazen yerinde bazen yanlış olarak kullanıldığından anlama ve algılamada kolaylık sağlaması bakımından bazı kullanım örneklerini vermek istiyorum: Aklın örtülmesi (cinnet); sık ağaçların her yanı örttüğü bahçe (cennet);  et ve kemikle örtülmüş içteki duygu, kalp, gönül (canan);  yüzü örterek ona siper olan kalkan (cunne); aklı örtülmüş, akıl hastası (mecnun); rahimde örtülmüş dölüt, embriyo (cenin) kelimeleri bu köktendir. Şu halde ‘cinn’ sözcüğü, örtük, insana görünmeyen öteki,  yabancı manasındadır. Bu, tanınmayan yabancı kişiler olabileceği gibi, bize görünmeyen, haberimizin olmadığı diğer türler de olabilir. ‘ins-u cin’ deyimi görünen ve görünmeyen, bütün herkes, her varlık demektir. (İsfahani, Müfredat ve Eliaçık, Yaşayan Kur’an).

İnsanın içine vesvese verenler cinlerden ve insanlardan birileri ve bunların şerrinden Allah’a sığınılması tavsiye ediliyor. Cin kavramının gizlenen, görünmeyen anlamlarına karşılık, insan kavramı da görünen, hareket eden, sallanan, cana yakın, sokulgan, sempatik gibi anlamlar taşıyor. Dikkat edilirse ‘cin’ örten gizleyen, insan ise açıkta olan durumları çağrıştırıyor. Kötülükler de bazen apaçık olarak, bazen de gizlice yapılır. Rab, Melik ve İlah olan Allah’a sığınmak; gizli ve açık kötülük yapmak isteyenlerin plânlarını bilmek ve onları etkisiz hale getirmek demektir. Yoksa depremden, nükleer serpintiden ve başka afet ve tehlikelerden sığınaklara girip saklanmak gibi bir şey değildir, kaldı ki, burada da bir tedbir söz konusudur.

İnsanlar arasında vesveseleriyle bozgunculuk yapan; eşitlik, özgürlük ve adaleti yok etmeye çalışan gizli ve açık düşmanlara/zalimlere karşı, Allah ve Resulünün tavsiyelerine uymak demektir, O’na sığınmak… O da pısırıklığı, korkup sinmeyi değil, yol-yordam bilmeyi, cesurluğu, bilinçli olmayı, kötülüğe karşı cihat ile onurlu ve erdemli davranışlarda bulunmayı tavsiye ediyor, insaniyet makamındaki kişilere…

Allah’ın Resullerine vahyettiği kitaplarla bildirdiği Dini kendisine Yol edinmek isteyen insan, özellikle günümüzde çok bilinçli olmak zorundadır. Yoksa onun akidesini Allah’ın sistemi adına geliştirdikleri vesveselerle zehirlerler. Allah’ın adını kullanarak batıl olan birçok şeyi Allah’tanmış gibi gösterip yuttururlar. Ancak aydınlığın Rabbine, bütün insanların Meliki ve İlahına sığınmakla onların karanlık niyet ve vesveseleri zararsız hale getirilebilir. Felâk ve Nas sureleri birlikte önemle bunları hatırlatıyor.

En-Nas üzerine düşen sorumluluğunu gereği gibi yerine getirirse; ‘Allah anıldığı zaman geri kalan, hayırlı işlerden gaflet edip geri kaçan,  gerileyen ve geri dönen, sıkılıp büzülen, sinip kaybolan ve görünmez olan, geriletilen, sindirip kaybedilen’ (Elmalılı) anlamındaki  “Vesvâs-i hannâs” ın vesveseleri kimseye zarar veremez.

Bu bağlamda unutulmaması gereken; tanıdık ve tanımadık(görünür-görünmez) şeytanların/saptırıcı vesvesecilerin Allah’ın Doğru Yolu üzerine oturmak suretiyle insanları saptırmak istemeleridir. ”Beni azdırmana karşılık, ben de onları saptırmak için senin Doğru Yolunun üzerine oturacağım. Sonra onlara arkalarından ve önlerinden sokulacağım ve çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın” (Araf 7/16, 17). Saptırıcı vesvesecilerin bu faaliyetlerine karşı sığınma eylemine;  ‘işiten ve bilen’ Allah’ın tavsiyelerine uymaktan başka çare yoktur.  “Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, Allah’a sığın. Çünkü O işiten ve bilendir.” (Araf 7/200).

“İnsanlar üzerinde Rab’lik, İlah’lık ve Melik’lik taslayanların Allah’ın özgür ve eşit insanlarını kullaştırmaya/köleleştirmeye kalkmalarına izin vermemelidir. Hiçbir kişiye, sınıfa gruba, aileye, hanedana, zümreye, ırka, etnik kökene ayrıcalık tanımadan Allah’ın en-nas’da (millet, ümmet, halk) tecelli edecek olan egemenliği tesis edilmelidir. Kimse kimseye tanrılık yapmaya kalkışmamalıdır. Bin bir emekle kurulan tevhid, adalet ve özgürlük toplumunun her türden fitne, fesat, dedikodu, fiskos ve fısıltıyla sarsılmasına ve istikrarın bozulmasına izin verilmemelidir. Bunlardan bizzat ve bilfiil uzak durulmalıdır. Görünür, görünmez tüm şer odaklarına karşı uyanık olunmalıdır… O’ndan geldik, O’nun ile yaşıyoruz ve O’na gideceğiz.” (Eliaçık, Yaşayan Kur’an, Nas Suresi dipnotu).

“Her düşünce akımının, her dinin, her peygamberin hitap ettiği zümre, genel olarak, bu düşünce akımı tarafından, toplumsal değişikliğin temel etkeni olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden Kur’an’ da hitap edilenler e-nas(halk) tır.  Peygamber en-nas’ a gönderilmiştir, en-nas’ a hitap etmektedir, yapıp ettiklerinden dolayı da hesaba çekilecek olanlar da e-nas’ tır.  Sözün kısası toplumun ve tarihin bütün sorumluluğu en-nas’ ın boynundadır ki bu emanet dağlar yer ve gök reddedeceği kadar ağırdır. En-nas kelimesi, birkaç anlamı birden olduğu için, çok kullanışlı bir kelimedir. En uygun karşılığı da “kitle” olabilir. Sosyolojide “kitle” dendiği zaman, bunun içine sınıf farkına bakılmaksızın herkes girer. Bu yüzden, kitle demek sınıfına ve başlıca toplumsal durumlarına bakılmaksızın bütün halk demektir.  En-nas’ ın da gerçek anlamı budur; “halk kitleleri” demektir. Fazladan başka bir anlamı yoktur. “İnsan” ve “beşer” kelimeleri de âdemoğluna aittir. Ama birincisi onun ahlâkî, ikincisi de hayvani özelliklerine ağırlık veren kelimelerdir.”

Ben bütün aşk çeşitlerini -kadın, erkek, ulus, yurt, baba, oğul, kişi, Tanrı- sevgilerini kapsayan bir bilgilik dizininde aradıkça aradım, gönlümün yıllardır tanıyor olduğu aşkı bulamadım. “Kişiden doğma” biricik aşk budur işte! Öteki bütün aşklar doğanın yüklemesi, yaratılışın gereğidir. Bütün bu sevgilileri doğa belirliyor bizim için! -Onun görevlisi olan- içgüdü bizi, kendimizde olmadan, sevmeye götürüyor. O kişisel “özgün, özgür, içten ben”in yanı sıra o kendi kendimizin, doğanın yükleyiciliği ile yapının, çıkarın, yararın gerektiriciliği olmadan “seçtiği” biricik aşk, birbirlerinden -kaynağı başka gezegende olan- ilginç bir yakınlığın gizemli tadını tadan, birbirlerinin yüzlerinde doğaötesel soydaşlık rengi gören, iki yurttaş gibi, yaşamın bu yabancı ülkesinde, bir rastlantı sonucu karşılaşan, daha ilk bakışta birbirlerini “yeniden tanıyan”, apaçık tanışıklık ile yakınlık çizgileri okuyan… iki ruhun arasında var olan gizemli bir çekimdir. İşte böyle bir bağlılık, hümanist olan Erich From’un düşündüğü aşklara benzemez. Bir ruhun bir ruha olan aşkı olduğunu… nerden bilsin? Yalnız, güzel, tatlı, varlıklı bir ruha gereksinim duyan bir ruh… böcekler gibi yeraltından bitip bir bir bu “günlük yaşama” bir “çıkar” uğruna bulaşarak, kıvranıp ölen bu toplumsal yığınlar içinde! Ona da “aşk” adını vermeye kıyamadım. Ozanlar onu da bulandırmış. Ona “sevgi” demek istedim. Tanışık iki ruhun aşkı, sevgisi ile inanışı demek istiyorum. Doğanın değil, yaratılışın değil, tersine yakın iki yalnızın arasındaki yalnızlığın oluşturmuş olduğu bir bağlılık… Ne diyeceğimi bilemiyorum!?

Bana: “Sevginin aşktan üstün olduğunu öğreten odur.”

Çünkü:

Aşk, görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Oysa sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur.

Aşk, genellikle içgüdüden su içer, içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün olgular değersizdir. Oysa sevgi ruhun içinden doğar, bir ruhun yükselebileceği bütün yerlere, sevgi de onunla birlikte doruğa tırmanır.

Aşk, gönüllerin genelinde benzer biçimler ve renklerde gözlenmekte olup, ortak nitelik, durum ile nitelikler taşır. Oysa sevgi her ruhta kendine özgü bir albeni taşır. Ruhun kendinden rengini alır. Ruhlar da içgüdülerin tersine kendilerine özgü ayrı ayrı renk, tırmanış, boyut, tat ile kokular taşıdığından; ruhların sayısınca sevgiler olduğu söylenebilir.

Aşk, kimlikle ilişkisiz değildir. Dönemlerin ve yılların ilerleyişinden etkilenir. Oysa sevgi; yaş, zaman ve kişiliğin ötesinde yaşar. Onun yüksek yuvasına günün, çağın eli yetişmez.

Aşk, her renkte, her düzeyde, somut güzellikle, gizli-açık bağlantılıdır. Schopenhauer’ın deyişiyle: “Sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin.” Oysa sevgi, ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar; ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer; somut güzellikleri bambaşka bir biçimde görür.

Aşk; tufan, dalga, coşku, hindi niteliğindedir. Oysa sevgi durgun, dayanıklı, ağırbaşlı, arılıkla dolup taşar bir durumdadır.

Aşk, uzaklık ve yakınlığa göre değişir. Uzaklık uzun sürecek olursa azalır. İlişki sürecek olursa değerini yitirir. Ancak korku, umut, sarsıntı ile acı çekimin yanı sıra “görüşüm-uzaklaşım”la diri, güçlü kalabilir. Oysa sevgi bu durumları bilmez. Dünyası başka bir dünyadır..

Aşk, bir yönlü bir coşkudur. Sevgilinin kim olduğunu düşünmez. “Öznel bir özcoşu”dur. İşte bu yüzden hep yanlışlık yapar. Seçimle hızla sürçer. Ya da hep bir yönlü kalır. Yine de yer yer benzeşmeyen iki yabancının arasında bir aşk kıvılcımlanır, olay karanlıklar içinde geçip birbirlerini görmedikleri için ancak bu yıldırımın düşüşünden sonra onun ışığında birbirlerini görebilirler. Oysa sevgi aydınlıkta kök salar. Işığın gölgesinde yeşerir; büyür. İşte bu yüzen hep tanışıklıktan sonra ortaya çıkar. Gerçekte başlangıçta, iki ruh birbirinin yüzünde tanıma çizgilerini okur. “Biz” oluşları ise “tanışım”dan sonra olur, iki ruh, iki kişi değil daha sonraları; birbirlerinin söz, davranış ve konuşma biçiminden yakınlığın tadını, yakınlığın kokusunu, yakınlığın sıcaklığını duyumsarlar. İşte bu konaktan sonra birden, iki yoldaş kendiliklerinden sevginin uçsuz bucaksız çölüne ulaştıklarını, sevginin karartısız açık göğünün başlarının üzerinde sere serpe serilmiş olduğunu, “inanış”ın aydın, arı içtenlikli ufuklarının kendilerine açıldığını, tatlı okşayıcı bir esintinin hep başka göklerin, başka ülkelerin yepyeni esinlerinin iletileri ve başka bahçelerin güzel, gizemli çiçeklerinin kokularının birlikteliğinde oyuncu, tatlı, şen bir sevgi ve albeniyle kendisini hep bu ikisinin yüzüne, başına vurduğunu… Kendi gözleriyle görürler.

Aşk, denizin içinde boğulmaktır. Oysa sevgi, denizin içinde yüzmektir.

Aşk, görme duyumunu alır; oysa sevgi verir.

Aşk, kabadır, şiddetlidir. Bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir. Oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. Bunun yanı sıra dayanıklı, güven içindedir.

Aşk, hep kuşkuyla bulunur. Oysa sevgi baştanbaşa kesin inançlıdır. Kuşkuya yer vermez.

Aşktan içtikçe kanarız, sevgiden içtikçe susarız.

Aşk, sevenin içinde var olan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker. Oysa sevgi sevilende var olan bir albenidir. Seveni sevilene götürür.

Aşk, sevgiliye egemenliktir. Sevgi, tam tersine sevilende yok olma susuzluğudur.

Aşktaki yokluk, âşık olan kişinin, kişilik ve benlik sınırlarını yok etmesiyken, sevgide yok olma benlik sınırlarına zarar vermez. Onları korur… ve iki kişiden tek kişi oluşumuna vesile olur.

Aşk, çılgınlıktır. Çılgınlık ise “anlayış” ile “düşünüş”ün bozulmuşluk ve yıpranmışlığından başka bir şey değildir. Aşk, insanı çılgın ve uç düşüncelere götürebilir. Kolaylıkla tutkuya dönüşür. Karşısındaki âşık olunan kişinin ne istediğinin, ne hissettiğinin bir önemi yoktur. Varsa yoksa kişinin kendi heyecanlarının tatmin edilmesinin çabasıdır. Oysa sevgi tırmanışının doruğunda, beyin ötesini aşar, anlamayı ve düşünmeyi de yerden çekip, doğuşun yüksek doruğuna götürür. Yavaş ve adım adım bir tırmanışın ifadesidir. Sevilen kişiyi anlamayı, onun ihtiyaç ve beklentilerine göre tavır değiştirmeyi içerir. Düşünce sistemini bozmaz.

Aşk, büyük güçlü bir kandırmacadır. Oysa sevgi; sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir doğruluktur.

Aşk, sevgilide içinin çektiği güzellikleri yaratır. Oysa sevgi, içinin çektiği güzellikleri sevgilide görür, bulur.

Aşk, bedenin görevlisidir. Oysa sevgi, ruhun elçisidir.

Aşk, doğanın kemendidir. Doğadan almış olduklarını kendi elleriyle geri verip; ölümün aldıklarını aşkın oyunlarıyla ellerinden bıraksınlar diye başkaldıranları yakalar. Oysa sevgi, kişinin doğanın gözlerinden uzak, kendi yarattığı, kendi ulaştığı, kendi “seçtiği”, bir aştır.

Aşk, içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır. Oysa sevgi, isteklerin baskısından kurtulmaktır.

Aşk, sevgiliyi kendi lokması olarak görür. Bir başkası onun elinden kapmasın diye hep acılar içinde kıvranır durur. Kapması durumunda ise ikisine de düşmanlık beslemeye başlar. Sevgiliden nefret edilir. Sevgi ise inançtır. İnanç ise salt bir ruhtur. Sınırsız bir sonsuzluktur. Bu gezegenin türlerinden değildir.

Aşk, onun baskısı altında kalabilmek için sevgiliyi belirsiz, kimliksiz olarak ister. Aşk, kişinin bencilliği ile âlim-satımsal, hayvansal ruhun bir çekiciliğidir. Kendisi kendi kötülüğünün bilincinde olduğu için de onu bir başkasında görünce ondan nefret eder, ona kin besler. Oysa sevgi, sevileni sevgili, değerli olarak ister. Bütün gönüllerin de kendisinin sevdiği için beslediğini, beslemelerini diler. Sevgi, kişinin Tanrısal ruhu ve Ahurasal doğasının bir çekiciliğidir. Kendisi kendi doğaötesi kutsallığını görebildiği için onu bir başkasında görünce onu da sever. Kendisine tanış, yakın bulur.

Aşkta, rakip sevilmez. Oysa sevgide, “Köyünün tutkunlarını kendi özleri gibi severler.” Kıskançlık aşkın özelliğidir.

Aşk, kişinin yaşama dalıp güncel yaşamla oyalanmasına yönelik büyük, aşırı bir “bilinçsizlendirim”dir. Oysa sevgi, yabancılıktan dolayı yabansıllıktan doğma, kişinin bu pis, gereksiz yabancı pazar içerisindeki, korkunç öz bilincidir.

Aşk, tat aramaktır. Oysa sevgi, sığınak aramaktır.

Aşk, aç bir düşkünün yemek yiyişidir. Oysa sevgi, “yabancı bir ülkede dildaş bulmak”tır. Sevdiğiniz kişiyle aynı dili konuşmaktır.

Aşkın yer değiştirdiği olur. Soğuduğu olur. Yaktığı olur. Oysa sevgi; yerinden, sevdiğinin yanından kalkmaz. Soğumaz, kızgın değil; yakmaz, yakıcı değil.

Aşk, kendinden yanadır. Bencildir, kendisi için ister. Kıskançtır. Sevgiliye tapar, onu kendi için över. Oysa sevgi, sevilenden yanadır, sevilencildir. Sevgili için ister. Kendini sevdiği kişi için ister. Onu onun için sever. Kendisi ortada değildir.

Aşk, içgüdüsel ihtiyaçlardan meydana gelen, kişinin kendi benlik sınırlarını, karşısındaki kişinin benlik sınırları içinde erimesine izin verdiği, karşısındaki kişinin benliğinde yok olup gittiği sürecin adıdır. Oysa sevgi, ruhun içinden doğar, seven insanları yok etmekten ziyade, ikisinden daha yüce bir yükselişin oluşmasını sağlar.

Aşk, geçicidir. En fazla birkaç yıl içinde yatışır. Korundukça eskir. Sevgi, zamanla yenilenir… kalıcıdır… Sonsuz ve içtendir. Zaman içinde anlamı ve önemi artar. Sevilen kişiyi tüketmez, onun yaşam damarlarını muntazaman onarır. Gittikçe derinleşir ve artar. Zamana bağlı olarak kendisini tüketmez.

Aşk, insandaki basiret duygusunu, irade, kendini ve duygularını kontrol etme duygusunu alır. Sevgi, tam tersine verir.

Aşkta kalp öfkelenebilir. Şiddetli ve kaba duygular daha fazla öne çıkar. Aşkına karşılık vermeyen kişilere karşı aşırı hırçınlaşır. Sevgi, tatlı ve yumuşaktır. İncitmeye kıyamaz, ona kendisinden yana zarar gelmemesi için çabalar. Onu düşünür, zor duruma düşürmemek için yüksek bir enerjiyle uğraşır.

Bilimsel olarak bir yaklaşımda bulunmanın birçok boyutu vardır. Bir konu üzerinde çalışırken, bu konuya değişik açılardan yaklaşmanın metotları vardır. Bizim yaklaşmak istediğimiz kavram ise İslam’ı anlamak üzerinedir. Bir probleme yaklaşımda önemli olan şey, o probleme ne kadar bilimsel metotla yaklaşıldığıdır. Bazı durumların keşfinde doğru bir metoda sahip olabilmek felsefeden, bilimden veya diğer yeteneklerden daha önemlidir.

Biz biliyoruz ki bin yıl süren ortaçağ boyunca Avrupa durgundu. Bu durgunluk döneminin sonunda meydana gelen devrimci bir yapılanmayla bilimsel alanda, sosyal alanda, siyasal alanda ve insani olan tüm alanlarda sıçramalı bir düşünsel gelişim yaşandı. Bu düşüncede yaşanan devrim bugünkü dünya kültürü ve dünya uygarlığının da temellerini oluşturdu. İşte burada durup kendimize şu soruyu sormalıyız: Avrupa bunu nasıl gerçekleştirdi? Bin yıl boyunca durağan bir ortaçağ yaşayan Avrupa birden nasıl değişip gerçek, bilgiyi yakalama becerisi gösterebildi? Üstelik de bu olay iki ya da bilemediniz üç yüz yılda gerçekleşti.

Bu önemli bir sorudur ve belki de bilimsel olarak bu soruya cevap verebilmek soruyu sormaktan daha da güç olsa gerek.

Öncelikle şu söylenebilir ki, şüphesiz bu olayda birçok faktör rol oynamıştır. Avrupa’nın ortaçağ boyunca yaşamış olduğu durgunluğu çözecek birçok faktörün varlığından söz edilebilir. Bir başka yönden de şunu ifade edebiliriz ki uyuyan Avrupa’nın uyanışına ayrıca neden olacak faktörler de vardır, işte tüm bunlar bir araya gelince, oluşturdukları dinamik Avrupa’nın uyanışını sağlamıştır.

Bir noktada size şunu hatırlatmak isterim ki, Avrupa’nın bin yıl süren ortaçağ boyunca uykuda olmasının en temel sebebi, uygarlığında ve düşüncesindeki uyuşukluğun asıl sebebi bu dönemde kullanılan Aristoteles’in an-lojik metodudur.

Değişen dünyaya, sosyal problemlere, bilime bu açıdan bakıldığında tüm problemler bu bakış açısına göre değişim geçirir. Biz burada bu gün yalnızca kültür, düşünce ve bilimsel gelişmeyi konu edineceğiz.

Bu hareketin ana faktörü araştırıldığında bunun temel olarak değişim olduğunu görürüz. Sosyolojik bakış açısına göre değişimin nedeni feodalizmden burjuvaziye giden hareketliliktir. Bu hareket ise, İslami doğu ve Hıristiyan batı arasındaki duvarı oluşturduğunu biliyoruz.

Çöküşle ilerleme arasındaki ilişkiye çok dikkat etmek gerekir ki bu ikisi arasındaki ilişki, hassas bir ilişkidir.

Bir problemin ağırlığının ölçümünde nedenler sadece bireysel değildir, bu nedenler durgunluk, ilgisizlik ve kıpırdanma, ilerleme olarak belirlenebilir.

Ama her şeyden önce izlenen metodoloji önem taşır. MÖ. 5. ve. 6. yy. daki büyük yeteneklerin varlığı tabiidir ki MS. 15 ve 16. yy. daki büyük yeteneklerin varlığı ile karşılaştırılamaz. Şüphesizdir ki Aristo, Francis Bacon’dan ve Plato da Roger Bacon’dan daha yeteneklidir, daha büyük dehalardır, fakat diğerleri için aynı şey söylenemez. Ama bunlar nasıl insanlardı? Kimdi bu insanlar? Aristoteles gibi bir adamdan daha aşağı düzeyde fikri gelişim seviyesi olan bu adamlar kimlerdi ki aynı zamanda arkalarında fikri gelişimin temellerini bırakıp gittiler? Bunlar aynı zamanda dünyada yaşanan sığ düşünce düzleminin de nedenini nasıl oluşturabildiler?

İkinci türden olanlar düşünce ve metodolojide doğru bir yol tutturabilmiş insanlardı. Bunlar doğru metot ve yöntemleri bulmuşlardı ama önemli bir özellik olarak da şunu ifade edelim ki, kendi buldukları yolu, yöntemi kendi bilimsel gelişimleri için kullanamamışlardı ya da kullansalar bile etkili olarak kullanamamışlardı. MÖ 5. ve 6. yy. da Antik Yunan’da birçok büyük yeteneğin olduğunu görebiliyoruz. Bunların yetenekleri insanlık tarihini etkiledi. Bu yeteneklerin hepsi de Atina’da toplanmıştı. Ama çarklar orada herkes için eşit işlemiyordu. Bugünün Avrupa’sında bile birçok icadı olan teknik adamlara Aristo adı bir şey söylememektedir.

Bunun en iyi örneklemesini Thomas Edison‘da görebiliriz. Edison filozofik kapasite olarak belki de Aristo’nun üçüncü sınıf bir öğrencisinin yarısına eşitti. Edison bir mucit olarak belki binlerce icadı kayıtlara geçirtmiştir, yaptığı icatlar doğada ve endüstriyel alanda yapının değişmesine neden olmuştur ve ilginç yanı Aristo’nun en son öğrencisinden 2400 yıl sonra yaşamıştır.

Düşünce hakkı, yürüme hakkı gibi doğal bir haktır. Örneğin bir insan topaldır ve yürüyüş hızı yavaştır. Ama eğer bir düz ve engelsiz yolda yürüyorsa, taşlı bir yolda yürüyen ve şampiyon olmuş bir atletten daha hızlı olabilir. Bir şampiyon hiç bir yardım almadan taşlı bir yolda koşabilir koşmasına ama seçtiği yol yapısına, koşma düzenine ters olduğu için normaldeki hızı mutlaka düşecektir. Oysa topal olan bir insan yürüyeceği yolu eğer doğru seçmişse bir koşucudan daha yavaş olmasına rağmen hedefine daha hızlı ulaşacaktır.

Burada önemli olan, söylemeye çalıştığım şey bir insanın düşüncesi ne kadar çeşit ihtiva ederse etsin önemli olan onun düşünce için seçtiği metot olacaktır. Psikolojiye, topluma, edebiyata bakış açısı önemli olacaktır aslında. Burada bir araştırmacı, bir bilim adamı için ilk görev, en iyi metodu seçebilmesi olacaktır ya da araştırmasına en doğru yaklaşımı bulması önemli olacaktır. Biz geçmişin bize miras bıraktığı bir deneyimler süresi devraldık ki, bu da İslam tarihimizin bir bölümünü oluşturuyor. Bu tarihin büyük bir bölümü bizim için deneyim kaynağıdır, İslam dininin takipçilerini ve kendimize ilişkin olanları bilmek zorundayız ve İslam’ı doğru, metodik olarak anlamak zorundayız.

Çağımız bilmediğimiz şeylere tapınma çağı değil. Bu saydıklarımız için tek gerçeğin araştırılması ve bulunmasının yolu eğitimdir. Dini olan ile yüz yüze gelindiğinde ise, hele bu İslam dini olduğunda, sorumluluk daha da artmaktadır. Bu sadece İslami bir görev olmanın ötesinde İslam’ı tam ve doğru anlayabilmenin bilimsel ve en insani tarafıdır da. Bir kişinin dengede olması, inandığı şeyi ne kadar bildiğiyle orantılıdır. İman, inanç, sadece faziletlerin toplamı değildir. Şayet biz bazı şeylere inanıyorsak ve inandığımız şey konusunda bilgimiz yoksa bu bir değer ifade etmez, çünkü inandığımızın değeri onu bilmekle doğru orantılıdır. Biz İslam’a inanıyoruz, bu nedenle O’nu iyi bilmeye mecburuz. İslam’a doğru şekilde yaklaşmaya mecburuz. Şimdi sorun İslam’ı en iyi şekilde ne türden bir yaklaşımla irdeleyeceğiz noktasında toplanıyor.

İslam’ın gerçeklerini bulma yolunda ilerlerken biz Avrupa’nın kullandığı yöntemleri kullanamayız, bir biyoloji, psikoloji, sosyoloji temelinden yola çıkamayız. Ama bir yaklaşım denemesinde bulunmamız gerekir. Şu kesindir ki, Avrupa’nın bilimsel yöntemlerini bilmemiz gerekir. Ama tüm bunları kendi yaklaşımımızda kullanamayız.

Artık bugün tüm bilimsel yaklaşımlar bilimin her alanında değişime uğramıştır. Onlar artık yeni bir bakış açısı kazanmış durumdadır. Ama şu unutulmamalıdır ki, dinin gerçekleri aynı kalmak zorundadır. Şurası açıktır ki, İslam’ın emirlerini bilmek, bu emirler arasında birini diğerine yeğlemeyi gerektirmez ve böyle bir tercih hakkı tanımaz, çünkü İslam tek boyutu olan bir din değildir. İslam, insan varlığının bilinen duyularla kavranabileceğini temel alan ya da Allah ve kul arasındaki ilişkilerin sınırları olacağına inanan bir din değildir. Tüm bunlar İslam’ın boyutlarından sadece birini oluşturur Bu boyutları bilmek bizi felsefi bir metoda doğru götürür. Çünkü insan ve Allah arasındaki ilişki bu düşünsel alanın sadece bir boyutunu oluşturmaktadır.

Bu inancın bir başka boyutu da dünya ve dünya üzerinde yaşayan insanın onunla ilişkisi üzerinedir. İşte bu boyutların tümünün gerçekliğini bilebilmek için biz bu günün felsefi ve tarihsel metotlarına başvurmalıyız.

Böylece eğer biz İslam’a bakarken kristal bir kürenin yalnız bir yüzüyle bakarsak, tüm bu boyutları değil sadece onların içinden birini görebiliriz. Ama bakış açımız doğru ise, doğru bakabilirsek gerçeği tüm boyutlarıyla kavrayabiliriz. Şu gerçeği de belirtmek gerekir ki İslam’ı tüm gerçeği ile kavramamız mümkün değildir. Kur’an’ın kendisi bile çok boyutlu bir örnek teşkil eder. Birçok bilim adamı ve sanatçı tarih boyunca Kur’an’ın lafzi mi, edebi mi yorumlanması gerektiğini tartışmışlardır. İslam’ın bir başka boyutu da O’nun felsefi öğretisini oluşturmaktadır. Bugünün felsefecileri bu konu üzerinde araştırmalarda bulunmaktadır.

Kur’an’ın en önemli boyutlarından birisi de -ki az bilinen bir boyutudur-insanın sosyal, tarihi, psikolojik olan tüm boyutlarıyla tanıtıldığı tarafıdır. Bu boyutunun bilinmemesinin nedeni olarak ileri sürülebilecek sonuçlardan birisi şu olabilir ki: sosyoloji, psikoloji ve genel anlamda insan bilimleri diğer tarihsel çalışmalardan ve araştırmalardan farklıdır, ayrıca bu türün arasında yazılı olarak, bu türden kaynak hiç olmamıştır. Çeşitli kabileler arasında geçen tarihi olaylar ve farklı ulusların aralarındaki ilişkiler ve gerileyişlerinin nedenleri Kur’an’da zikredilmiştir. Bir tarihçi, tarih biliminin bakış açısıyla onlar üzerinde çalışmalar yapabilir. Bir sosyolog, bu olaylara sosyoloji biliminin metodunu kullanarak bakabilir. Doğa fenomenini ve doğal bilimlere ilişkin problemleri tartışabilmek ve anlamak için doğal bir metot gereklidir.

Benim özel anlamda ilgi alanım tarih ve sosyolojidir. Ben kendimi olaylara ve kavramlara doğru anlamlarıyla yaklaşma metoduna verdim. Sorun; olayların ve kavramların kendilerinden öte bizim onlara yaklaşmada izlediğimiz yöntemin doğruluğu olarak algılanmalıdır. Ben araştırmalarımda iki türden yöntem üzerinde durdum insan bilimlerine tarihsel ve sosyal bakış açısının metotları oldu bunlar.

Büyük şahsiyetleri tanımanın ancak iki türlü yolu vardır. Bu iki yol bize büyük şahsiyetleri hakkıyla tanımanın anahtarını verir. Birini ya da bir şeyi iyi anlayabilmek demek, onunla veya o şeyle ilgili olan düşünceleri, yazıları, araştırmaları, konuşmaları, makaleleri ve tüm kitapları taramayı gerektirir, bilimsel yöntem de budur. Bir bireyin nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu bilmek demek, onun düşüncelerini, ideallerini, mantığını da bilmeyi gerektirir demektir. Ama bir araştırma için tek başına tüm bunlar yeterli değildir, çünkü bir şahsın yaşamı içinde çok değişik perspektifler olabilmektedir ve tüm bunların tamamı yazılarına ve konuşmalarına yansımayabilir. Tüm bunlar görünebilir yansımalardır ama her zaman gerçeği yansıtmayabilir.

İkinci bir yöntem de, bir bireyi tamamıyla bilmeye yönelik çalışmalardır ki onun aile yapısı, nasıl bir çevrede yetiştiği, nerede doğduğu, ulusal kimliği, gençliği ve çocukluğunu bilmeyi içerir. Onun yetişme koşulları, büyüdüğü çevre, eğitimine katkıda bulunanlar, yaşamı boyunca yüz yüze geldiği olaylar, başarıları, başarısızlıkları da buna dâhildir. Bir bireyi tüm yönleriyle, köktenci olarak tanımak için biri diğerini takip eden iki yol vardır. Bunlardan birincisi o kişinin düşünce yapısına yönelik çalışma yolu, ikincisi ise başlangıcından incelendiği güne kadar olan yaşama çizgisi.

Dini de böyle bir bireye benzetebiliriz. Dinin işlevi ve tarzı sanki bir okul kitabı formundadır, muhatap olduğu insanları kazanmaya yönelik bir kitap gibi de düşünülebilir. Dinin tanıtımı ve biyografisi onun tarihini şekillendirir.

Günümüzde hakkıyla İslam’ı detaylı ve usulüne uygun olarak bilebilmenin iki yöntemi vardır. Birincisi Kur’an’ı bilmek: Kendini Müslüman olarak adlandıran bir bireyin yaşamına ve düşünce biçimine yön veren tüm adımların toplamını oluşturan kitaptır. İkincisi ise: İslam tarihi üzerine yapılan çalışmalardır ki, bu da peygamberi öğretinin başlangıcından günümüze gelene değin geçirdiği tüm evrimi anlatabilecek kaynaktır. Tarih boyunca meydana gelen ve gelecek olan tüm değişimlerin anahtarı niteliğindedir.

Yöntem budur, bu olmalıdır ama İslam’a ve Kur’an’a ilişkin çalışmalara baktığımızda görürüz ki tüm bu çalışmalar zayıf ve yetersiz kalmaktadır.

Tüm bu çalışmalar İslam’ın araştırılması konusunda bilimsel metodun ancak haşiyesi olabilirler. Şükürler olsun ki, bugün İslam toplumlarının uyanışlarıyla Müslümanların Kur’an’ın içeriğini anlamaya doğru yaptıkları çalışmalar ve İslam tarihinin analizi çabaları gün be gün aşama kaydetmektedir.

Ferhad Abbas, ”Emperyalizm’ in Gecesi” adlı kitabının girişinde der ki: “Fas, Tunus, Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkelerinin sosyal uyanışında en önemli etken Şeyh Muhammed Abduh’un Kuzey Afrika’ya gelişi olmuştur. Abduh Kur’an’ın tercümesini öğretmeye başladı ve bu öğretim metodu klasik dini öğretimin dışındaydı.”

Kitaba baktığımızda görürüz ki yazarın kendisi aslında dindar birisi değildir ama Kuzey Afrika ülkelerinin uyanışı üzerine yaptığı çalışmasında görmüştür ki Müslümanlar ve din âlimleri diğer dini araştırmalarını bir yana bırakıp Kur’an’ı temel alan bir yapılanmaya gittiklerinde ve ana araştırma kaynağı olarak Kur’an’ı aldıklarında toplumda anlayış farkı ortaya çıkmış ve sosyal uyanış başlamıştır. Burada önem verilen nokta toplumu oluşturan bireylerin asıl kaynağa dönünce ve doğru metotla çalışmaya başlayınca gösterdiği değişimdir.

Kur’an’ı bilimsel anlamda tam ve doğru anlamanın iki yolu vardır. İlki Kur’an’ı İslami öğretinin bir kitabı olarak görmek ve anlamak, ikinci yol olarak da İslam tarihini tüm gelişim evreleriyle birlikte doğru olarak kavramaktır.

Eğer bugün İran Müslümanları gittikleri camilerin tamamını bir sosyal hareket merkezi haline getirebilirlerse ve Kur’an’ın iki ilkesini ve O’nun tarihini iyi kavrayabilirlerse, bu ana temel üzerine bina edecekleri sağlam bir eğitim sistemini oluşturabilirlerse, o zaman işte İslam düşüncesi anlamında büyük bir değişimin kıvılcımını çakmış olacaklardır.

İslam’ı anlamak için en iyi metot O’nu yaşamaktır. Bu tipoloji olarak bilinen bir metottur. Birçok sosyolog bugün inanmaktadır ki, bu metot sosyolojik problemlerin çözümünde izlenebilecek en iyi metottur. Bu anlayış bir ekolden diğerine aktarılarak taraftar bulmaktadır. İslam’ı anlamak için benim hâlihazırda kullandığım bir metot var; bu metot Avrupa’da hâlihazırda insani bilimler için yapılan araştırmalarda kullanılan bir metottur. Bu kullandığım yöntem, tüm dini araştırmalar için kullanılabilir bir yöntemdir.

Bu yöntemin ana teması bir dinin beş temel cephesini bilmek ya da beş önemli tavrını bilmekle ilgilidir. Bu beşli diziyi şöyle sıralayabiliriz:

1. Her dine ilişkin ilahlar veya ilah ki her dinin takipçileri, inananları bu ilahlara taparlar.

2. Bir hukuk kurucusu olarak dine ait kitap ki dinler bu kitaplarla insanları inanışa ve inandıklarını yaşamaya davet edilirler.

3. Peygamberler ki her din kendini peygamberler vasıtasıyla açıklar ve dinin misyonunu anlatır.

4. Dinlerin görünüşteki şekli ve hali, bunlarda bir din tarafından ortaya konulur. Her peygamber kendi dinin misyonunu farklı olan yollardan ortaya koyar. Halktan birine hitap etmekle asil birine hitap etmek arasında, bilginlere ve felsefecilere hitap etmekle seçkin insanlara hitap etmek arasında mutlaka farklılıklar olacaktır. Bazen bir peygamberin şahsi gücü üstün olarak görünebilir, bazen de bu durum değişir ve vücut gücü üstün olarak görünebilir.

5. Her dinin içinde örnek olabilecek kişiler ve seçkin şahsiyetler halkın arasından çıkar ve dinin yaygınlık kazanması için çalışırlar, bunlar topluma ve tarihe de hizmet etmiş olurlar.

Her dinin seçkinleri ve örnek şahsiyetlerinin halk içinde yaptıkları çalışmaları ve topluma sundukları tebliğ çalışması, o dinin tarihsel anlamda toplam birikimini oluşturur.

Bir fabrikanın çalışmasını öğrenebilmek, ya da bir ülkede yapılan tarımsal çalışmanın niteliğini öğrenebilmek için bu türden yapılan çalışmaların işleyiş yöntemine bakarız. Fabrikalarda üretilen mamul mallar ya da tarımsal ürünler ihraç edilerek ülkeye gelir getirir, bu çalışmalar gelir arttıkça daha kaliteli olmaya doğru gider, bunları üreten insanlar yetkinlik kazanır. İşte bir dini anlamak da böyledir. Araştırma konusu olan din üzerinde insanlar çalıştıkça, onun ilkelerini başkalarına anlattıkça, giderek çalıştıkları din üzerinde yetkinleşir, onu en iyi aktarabilen insanlar haline gelirler. Dolayısıyla bireylerde kendilerini geliştirme ve aşma olanağı bulurlar.

İşte İslam da böyle anlatılmak, anlaşılmak zorundadır. Öncelikle ilk aşamada Allah’ı bilmek zorundayız. Bu bilmenin çok çeşitli yöntemleri vardır. Allah’ı bilebilmek için felsefe ve onun düşünceye ilişkin tüm yöntemleri kullanılabildiği gibi, ruha ilişkin çalışmalarda bu alanda kullanılabilecek türden yöntemlerdir. Ayrıca yine çok çeşitli ayrıntılarda bu konuda çalışmak isteyen insan için hazır olarak beklemektedir.

Ama benim size sunmaya çalıştığım metot bu alanda bir tipoloji oluşturacak bir metottur.

Bu metodun ilk aşamasında Allah’ın sıfatı, orijini, kavramı ve şahsi, zati olan sıfatlarına ilişkin çalışmadır ki İslam dini bu konuları belli bir saygı çevresinde ve önem atfederek işler.

Burada genel olarak Rahmet kavramı nedir, Rahman kavramı nedir, Azze ve Celle kavramı nedir? İşte Allah kavramı üzerinde durmanın başlıca soruları bunlardır.

Tüm bu kavramlara ilişkin tek ve doğru yanıtları bulabileceğimiz yer ve kaynak ise şunlar olarak sıralanır: öncelikle Kur’an, daha sonra Peygamberin dilinden, O’nun sözlerinden aldıklarımız, tüm bunların ardından da Peygamberin izleyicilerinden bize nakledilenler olarak sıralanmaktadır. Bu kavranılan öncelikle çıkarabileceğimiz yer ya Kur’an’ın bizzat kendisi olacaktır, ya da Peygamberin bu konuya ilişkin söylediği sözlere başvurmamız gerekecektir.

İşte tüm bu kavramları incelediğimizde görürüz ki, Kur’an’daki Allah kavramıyla diğer dinlerin “Yehova”, “Ahuramazda”, “Zeus” adlı tanrıları ile Kur’an’ın vazettiği Allah kavramı birbirinden farklı içeriktedirler.

Kur’an’ı anlamakta ikinci adım ise, O’nun ne türden bir kitap olduğunu anlamaktan geçer. Kur’an’ın içeriğinde neler var? Bu kitap dünya hayatına ilişkin, ahiret hayatına ilişkin bize neler söylemektedir? Kitap ahlaki, sosyal ve bireysel yaşama ilişkin neler söylemekte ve nasıl bir yol çizmektedir?

Tüm bunların ışığı altında şu sözün anlamı üzerinde çok derin düşünmek gerekmektedir: Kendini bilen Rabbini bilir.

İşte meseleye böyle yaklaştığımızda şunu görürüz ki Kur’an diğer din kitaplarından, muharref İncil’den Veda’dan, Avesta’dan farklı bir kitaptır.

Üçüncü adıma geldiğimizde ise, karşımıza Hz. Muhammed çıkar, bu dinin peygamberi, Abdullah’ın oğlu olan kişi. İslam’ın peygamberini bilmek tarihsel açıdan önemlidir. Çünkü hiç bir insanın gözü olaylara, kavramlara O’nun baktığı gibi bakmamıştır. İslam’ın peygamberi diğer insanlardan farklı bir konumda olduğu için ve taşıdığı ilahi güç nedeniyle olaylara ve kavramlara diğer insanlardan farklı bakması kaçınılmaz olacaktır.

İslam peygamberinin şahsiyeti hakkında konuştuğumuz zaman şunu da görürüz ki, O’nun insan oluşuyla birlikte Allah ile arasındaki bağ, ilişki (vahiy) diğer normal insanlardan çok büyük farklılıklar göstermektedir. O’nun insanlığı ve taşıdığı misyon nedeniyle oluşan farklı boyutu bizi O’nun üzerinde başka bir gözle durmaya zorlayacaktır.

Peygamberin insani olan boyutu denilince biz şöyle bir çalışma yapmak zorunda kalırız: O’nun uyuması nasıldı, yürüyüşü, konuşması, insanlarla, dostlarıyla, düşmanlarıyla ve ailesiyle ilişkileri nasıldı?

İşte O’nun insani boyutunu araştırırsak karşımıza üzerinde çalışacağımız bu türden şıklar çıkar. Ayrıca O’nun sosyal problemler karşısındaki tutumu ve reaksiyon biçimi de önem kazanır. Bu türden çalışma gerçeğe ulaşmada birinci yöntemdir.

Gerçek, İslam’ın en başta gelen ve temel gerçeği, O’nun peygamberinin nasıl ve nice olduğunu bilmektir de. Ve O’nun diğer dinlerin kurucuları ve peygamberleri ile olan ortak ve karşıt yönlerini de bilmekten geçer. Örneğin Hz. Musa, Hz. İsa, Zeus, Zerdüşt gibi bir dinin kurucusu ya da peygamberi olan insanlarla arasındaki ortak ve farklılıkları bulmak gerekir.

Dördüncü adımda İslam’ın peygamberinin görünüşü ve kalitesi hakkında çalışma gelmektedir.

Herhangi bir ön şart olmaksızın O’nun görünümü nasıldı? İnsanların O’ndan beklentisi ne idi? Peygamberi misyonunu nasıl kavramıştı?

Aniden ilahi bir güç O’na geldi ve O’nun konuşmasından yaşama biçimine kadar her şeyini değiştirdi. Bu O’nun için taşınması çok ağır bir görevdi. Peki, tüm bunlar olduğunda O’nun görünüşünde ne gibi bir değişiklik meydana geldi? Hangi sınıfa mensup bir insandı? Hangi sınıflarla direnişini örgütledi?

İşte tüm bu sorulara verilecek yanıtlar bize İslam’ın peygamberini en iyi şekilde tanıtacak bilgileri vermekte yardımcı olacak cevaplardır. Alacağımız her doğru cevap bize O’nun manifestosunu anlamanın anahtarı olacaktır.

Tüm bunların yanıtları bize İslam’ın peygamberiyle diğer peygamberler ve din kurucuları arasındaki ortak ve ortak olmayan ipuçlarını da verir. Örneğin Hz. İbrahim, Hz. Musa, Zerdüşt, Konfüçyüs, Buda gibi.

Hz. İbrahim’in, İbrahimi çizginin tüm peygamberleri daima ilahi bir gücün koruyuculuğunda ve bu ilahi gücün verdiği eğitim içinde peygamberi misyonlarını ifa etmişlerdir, işte İbrahimi çizginin sürdürücüsü olan İslam’ın peygamberi de aynı misyonu bu gücün koruyuculuğu ve öğretisi altında gerçekleştirmişlerdir.

Hz. İbrahim, peygamberliğinin daha başında teker teker tüm putları kırarak köktenci bir misyonun başlangıcında bulunmuştur. En büyük putu kırdıktan sonra baltasını diğer putun boynuna asarak çok tanrılı misyonu yok etmiştir.

Hz. Musa, ilk hareket olarak çoban elbiseleri giyindi ve yanına yardımcılarını alarak firavunun mahkemesine çıktı. O’nun muhalefeti halkının birliği için, bu birliği yok etmeye çalışan firavuna karşı direnmekten geçiyordu.

Hz. İsa’nın mücadelesi ise, Yahudi tefecilerin varlıklarına karşı çıkmaktı. Çünkü bu tefeciler fakir halkı borçlandırarak tüm insanları Roma’nın kölesi haline getiriyorlardı.

Hz. Muhammed’in(s) mücadelesi ise, kendisine peygamberi misyon verildiği andan başlayarak, aristokratlar, Taifli kabile reisleri ve Kureyş’in tüccarlarına karşı idi.

Bu türden mukayeseler bize bu dinlerin yönetimini, ruhunu, gerçeğini bilmek konusunda yardımcı olur.

İslam’ı anlama yolunda beşinci adım ise bireyin ne olduğunu anlamaktır. Bireyin yapısı, insan olarak var oluşu konusunu incelemek, bu adımlardan birisidir.

Eğer biz Yahudi geleneğinden Hz. Harun, Hıristiyan geleneğinden St. Paul, İslami gelenekten ise Hz. Ali veya Hz. Hüseyin üzerine çalışmayı seçecek olursak, bu örneklerin her birisi de bize bu dinler üzerinde, bu dinleri anlayabilmenin yolunu gösterir.

Bu insanları açık seçik bilmek, bilimsel olarak bu insanlar üzerinde çalışmak, belki de bir fabrikada yapılan üretim aşamalarını takip etmek gibi olur, çünkü nasıl bir fabrika mal, mamul madde üretiyorsa dinler de kendi misyonlarına uygun insan üretimiyle fabrikaya benzerler.

Bu konferansımda örnek şahsiyet olarak ele alacağım kişi Hz. Hüseyin’dir, çünkü İslam imanının kâfi, vazıh bir örneğidir. Bir insanın inandığı Allah nedir, peygamber nedir, Kur’an nedir, özellikle de Hz. Hüseyin’in anladığı anlamda bu kavramların karşılığı nedir? Hz. Hüseyin’in yaşamı çok açıktır.

Hz. Hüseyin’in ilkeleri kat’idir ve O’nun sosyal problemlere duyarlılığı, insanların akıbetlerine karşı olan duyguları açıktır. Tüm bunlar O’nun yaptığı işlerden ve kendini kurban edişinden de çıkarılabilir. Açıktır ki tüm insani olan ilişkiler yıkıldığında bile amacı ve gayesi açık olan insan yıkılmadan ayakta kalabilir.

Hz. Hüseyin’in yaşamını, düşüncesini ve değerini anlayabilmek için bir karşılaştırma yapabiliriz, ikisi de Müslüman olan İbn-i Sina, Hallac-ı Mansur türünden iki şahsiyet ki, bunlardan biri felsefe alanında, diğeri sufizm alanında İran’ın düşünce dünyasına etkileri olmuştur, işte bu ikisiyle Hz. Hüseyin arasında bir mukayese yapacak olursak felsefe-sufizm-İslam arasındaki farklar ortaya çıkar.

İbn-i Sina büyük bir felsefeci ve bilim adamıdır. İslam’ın bilimselliği ve felsefesi konularında çok gurur verecek çalışmalarda bulunmuştur. Ama bu büyük insan ne yazık ki kendisini sadece felsefe ve bilim alanına kapatmış diğer alanlarla gereği kadar ilgilenmemiştir. Kendi bildiği her şeyi halkına hizmet için açık tutarken, toplumu ve bu toplumun tüm akıbetine gözlerini kapatıp hiç bir reaksiyon göstermemiştir. Toplumunun akıbeti ile kendisini hiçbir zaman bağımlı hissetmemiş, bu türden akıbetin ne kendisine uyan, ne de diğerlerine ait olan taraflarıyla ilgilenmiştir. O’nun işi sadece kendi alanında bilimsel problemleri çözmek olmuştur. Yaşadığı dönem boyunca da başkaca hiç bir işle uğraşmamıştır. Zamanında ilgi gösterebileceği tüm konulara tarafsız kalarak ilgi göstermemiştir. Bu konulara ilişkin özgün bir görüşü de olmamıştır.

Hallac-ı Mansur’a gelince: Bu tutuklanan ve dara gerilen insan sadece kendisi için gerçek olabilecek bir doğruyu, kendi doğrusunu haykırdığı için bu cezaya çarptırılmıştır. Suçu neydi Hallac’ın? İki elinin arasında tuttuğu sevginin Allah aşkı olduğunu bilmesiydi sadece. Evet, tüm suçu buydu Hallac’ın. O Bağdat sokaklarında gezerken şöyle bağırıyordu: “Ben kendimden geçmişim, ben ben değilim, ben hiçim, ben Hakk’ım” İşte Hallac’ı dara gerdiren suç buydu ve O bunu sadece ve sadece Allah aşkı ile yapıyordu.

Şu anda da İran sokaklarında bağırarak dolaşan 25 milyon insanın her biri bir Hallac değil mi? “Haydi çabucak bizi öldürün, öldürün bizi” diye zulme karşı bağıran insanların her biri bir Hallac’tır.

Eğer bir toplumun tüm insanları bir Hz. Hüseyin veya bir Ebu Zerr olabilirse işte orada, o toplumda hayat vardır, yaşam vardır, özgürlük vardır. Bilgi ve öğrenme varsa güç ve denge de vardır ve böyle bir denge kurulduğunda düşman yıkılacak, Allah’ın aşkı galip gelecektir.

Mülk-Mâlik-Mele = Allah-Halk

Toplum bilim de yine diyalektik temel üzerine kuruludur. Toplum, tarihte olduğu gibi, iki sınıftan -Habil ve Kabil sınıfından- oluşmaktadır. Çünkü tarih, toplumun zaman çizgisindeki hareketi demektir. Dolayısıyla toplumda tarihteki belirli bir zaman diliminden bir kesittir. Bir milletin tarihinden zamanı alırsak o milletin toplumunu elde etmiş oluruz.

Bence, toplumda sadece ve sadece iki alt yapı olanaklıdır; biri Kabilci altyapı, öteki ise Habilci altyapı. Köleliği, serfliği, feodalizmi, burjuvaziyi ve sermayedarlığı altyapı olarak kabul etmiyorum; çünkü bunların hepsi üstyapıdır. Marx, bu beş aşamayı Asya tipi üretim tarzı olarak adlandırdığı aşamayla birlikte ilkel komünal toplum ve son komünal toplum [nihai sınıfsız toplum] aşamaları sırasında ele alarak hepsini bir kategoride saymış ve tümünü de altyapı olarak adlandırmıştır. Köyün ağası, şehrin hacısı olup raiyeti de işçi olunca toplumun altyapısı değişmiş mi oluyor? Buna benzer olarak, üretim kaynakları üzerindeki genel mülkiyetin, bireysel mülkiyete dönüştüğü ve bir grubun her şeye sahip, bir grubun da her şeyden yoksun olduğu zaman gene altyapı değişmekte [mi] dir? Şaşırtıcıdır. İnsan toplumunda ancak iki altyapı bulunabilir. Birinde toplum, kendi yazgısını elinde bulundurur ve herkes onun için ve onu korumak için çalışır. İkincisi ise, bireylerin mülkiyeti ellerinde bulundurdukları, yazgılarına sahip oldukları ve hem de toplumun yazgısını belirledikleri düzendir. Sonuçta bu altyapılardan her birinde hepsi de üstyapı olan çeşitli üretim kurumları, çeşitli ilişki biçim ve türleri, farklı üretim araç ve kaynakları bulunmaktadır. Örneğin, Habilci altyapı ya da iktisadî ortaklık, yani toplu mülkiyet altyapısında hem avcılık üretim tarzı bulunmakta, hem çobanlık yoluyla üretim tarzı [her ikisi de ilkel komünde] hem de endüstriyel üretim tarzı [sermayedarlıktan sonraki sınıfsız toplumda] bulunabilmektedir. Hatta şehir burjuvazisi, artisanat [esnaflık] dönemi üretim tarzı ve üretim kaynak ve araçları ya da feodalite aşaması çiftliği, komünal altyapıyla birlikte bulunabilir. Karşıt kutupta da Kabilci altyapıyla ya da iktisadî tekelcilikle, yani bireysel mülkiyetle birlikte çeşitli toplumsal kurumlar, sınıfsal ilişkiler, çeşitli üretim araç, kaynak ve türleri bulunabilir; Kölelik, serflik, feodalite, burjuvazi, endüstriyel sermayedarlık ve son noktasında da emperyalizm. Ama bence Marx, kendi tarih felsefesinde birkaç ilkeyi birbirine karıştırmış; toplumsal değişim aşamaları sınıflandırması birbirlerine girmiştir; Birincisi, mülkiyet şeklini, ikincisi, sınıfsal ilişkiler şeklini, üçüncüsü de üretim araçları şeklini karıştırmıştır. İşte, onun söyleyişiyle her aşamada toplum altyapısının da değiştiği tarihsel değişim aşamaları şu şekildedir;

1- İlkel komün, toplumdaki insanların toplu halde ve birlikte yaşadıkları ve avcılık yoluyla üretimin sağlandığı bir dönemdir. Bu dönemde üretim kaynakları -ki orman ve ırmaktan ibaretti- üzerindeki mülkiyet aralarında ortaktı [Altyapı temeli, burada toplu durumdaki mülkiyettir].

2- Toplumun Efendi ve köle biçiminde ikiye ayrıldığı dönemdir kölelik dönemi. Bu dönemde iki sınıf arasındaki ilişki, mal sahibi ile mal, insan ile hayvan ilişkisi gibidir. Efendi, kendi eşyası durumundaki kölesini öldürme, dövme, satma vb. hakkına sahiptir [Altyapı temeli, burada sınıfların ilişki biçimidir].

3- Toprağa bağlı kölelik [serflik] döneminde, toprak sahibi sınıfla onların raiyeti olan öteki sınıf bulunmaktadır. Bu ikinci sınıftakiler, efendilerin köleleri olma durumundan kurtulmuş, fakat toprağa bağlı köleler durumuna gelmişlerdir. Bunlar, toprakla birlikte alınıp satılırlar. Mülkiyeti elinde bulunduranla bunların ilişkisi köleninkinden daha üst düzeyde, köylülerden daha alt düzeydedir.

4- Feodalite ya da timar beyliği ve taife krallığı döneminde üretim sistemi tarıma ve toprağa dayalıdır. Mülkiyeti elinde bulunduran kişi, sınırlı bir bölgede, köylü kitleyi yöneten, siyasette bulunan, vergi alan, ahlaki ve özdeş ayrıcalıkları da bulunan bir beydir. Bu bey, soyluluk ve şeref sahibidir. Kalıtsal olarak taşıdığı ve başkalarının yoksun bulunduğu bir kan ve soyu vardır.

5- Burjuvazi, kazanca, ticarete, el sanatlarına, kentsel yaşayışa ve para değişimine dayalı bir altyapıdır. Bu altyapıda, köylü ile bey, aristokrat kesimle halk kesimi [raiyyet] ortasında yer alan orta sınıf [emekçiler, esnaf, sanatkârlar, memurlar ve kentsel uğraş sahipleri] gelişir. Bu yeni yetme zenginler, bu dönemde, eski, köklü, şecere sahibi ve soylu aristokratların ve beylerin yerine geçerler. Aristokrasinin raiyyetle olan ilişkisi ortadan kalkar, liberalizm ve demokrasi yolunda bir eğilim ortaya çıkar.

6- Burjuvazinin ve sanatın gelişmesi, sermayelerin yığılmasını, büyük üretimlerin merkezileşmesini sağlar. Dükkânlar süpermarketlere, odalar şirketlere, küçük elişi atölyeleri büyük endüstriyel fabrikalara, tefeci büroları bankalara dönüşür; son olarak, kervansaraylar borsalara ve tüccarlar da sermayedarlara dönüşürler ya da yok olurlar. Para değişiminin yerin ise, senet, çek, pay kredi ve benzerleri, iktisadı değişim ve işlemlerin sembolleri haline gelirler. Köylüler tarlalardan, işçiler çarşı, atölye ve dükkânlardan fabrikalara ve sınaî üretimin belirli kutuplarına sürüklenirler; orada her geçen gün daha gerilimli, daha güçlü duruma gelirler. Üretim ve çalışma araçları -ki artık kürek, balyoz, testere, keser, öküz, eşek, saban vb. yoktur- kompleks durumdaki makinelerdir. Bu makineler, sermayedarın elinde bulunduğu için, işçi de boş elleriyle sermayedarın elindedir. Sadece kol gücünün ücretini alır; öncekinden daha fazla olarak, hem tutsak edilir, hem de sömürülür. Bu yüzden işçi yerine proleter adı verilmiştir ona.

7 – Sermayedarlar, sayıca azalıp servetçe güçlendikçe, endüstri ve sermaye geliştikçe, endüstriyel proleter sınıfı daha gerilimli, daha güçlü, daha uyanık duruma gelir. Bu iki kutup arasındaki diyalektik savaştan bu sınıf karlı çıkar. Böylece bu sınıf, düzeni içten yıkar, üretimdeki özel mülkiyeti ve sermayeyi lağvederek, onu genel mülkiyet şekline sokar. Böylece, sınıfsız toplum kurulmuş olur.

Birinci ve yedinci aşamada bir altyapının, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı aşamalarda da bir altyapının bulunduğunu açıkça görüyoruz. Dolayısıyla tarih boyunca, iki altyapıdan fazla altyapı olamaz. Örneğin, feodalite ve endüstriyel sermayedarlık aşamalarındaki altyapı aynı altyapıdır; Her ikisinde de üretim kaynak ve araçları üzerindeki mülkiyet özeldir. Her ikisinde de altyapı sınıfsaldır. Değişen şey, üretim araçları ve üretim biçimi, sonuçta da üretim ilişkilerin zahiri şeklidir. Aynı şekilde, bunun tersine, üretim araçları, şekli ve ilişkileri bir olup altyapı iki tane olabilirdi. Örneğin, tarımsal üretimi bulunan, araçları da değişmemiş olan ve henüz endüstri ve sermayedarlığı koklamamış, hatta burjuva sınıfı gelişmemiş bir toplum, bir devrimle ya da bir dış savaşla veya iç darbeyle sosyalist, yani toplu mülkiyet altyapısına kavuşabilir.

Önceleri kendi kabilemden biriyle birlikte kardeş kardeş avlanmaya gidiyorduk. Toplumumuzda bir altyapı vardı. Sonraları o mal sahibi oldu; ben de bundan yoksun kaldım. O hâkim oldu, ben mahkûm. Sonunda şekil değiştirip çalışma araçlarını ve çalışma biçimini değiştirdi. Ama o, yine aynı şekilde malikti ve çalışmıyordu. Bense yoksundum ve çalışıyordum. Bir zamanlar ben köleydim o da efendi. Sonra serf oldum, o da bey oldu. Sonra köylü oldum, o da ağa. Sonra küreği bıraktım, o da atını bıraktı. Her ikimiz de kente geldik. O, mülkünün parasıyla birkaç taksi aldı; ben de onun sürücüsü oldum. Şimdi onun fabrikası var; bense onun proleteriyim! Kimin altyapısı, ne tür bir değişim göstermiştir? Tüm bu değişenler, şekiller, adlar, işler ve araçlardı; tüm bunlar üstyapıdır. Bu dönemlerin tümünde -ilkel eşitlik ve kardeşlik dönemi dışında- o kendi egemenliğinde kalmış ben de kendi mahkûmluğumda kalmıştım; onun için koşuşturuyordum. Altyapı, aynı köyde, aynı öküzle, aynı kazma kürekle, ilkindeki gibi aynı toprak üzerinde her ikimiz de çalışmaya gittiğimiz zaman değişir ancak.

Toplumun bu Kâbilci ve Habilci altyapısının iki temelini iki kutba ayırmaktadırlar;

KABİLCİ, EGEMEN KUTUP; MÜLK-MÂLİK-MELE

Toplumun ilkel ve geri kalmış aşamalarında güç kullanımında bulunan, her üç değişik gücü de kendinde toplayan, tek çehre taşıyan ve Kabil şeklinde görünüm kazanan bir birey ve tek güçten ibaret bu kutup, toplumsal düzenin, medeniyetin ve kültürün değişim ve evrim sürecinde ve toplum yaşayış boyutlarının ve sınıfsal alt yapısının gelişim çizgisinde üç boyut kazanır; kimi zaman da belirgin üç çehreye bürünür; Biri siyasetin tezahürü güç, biri iktisadın tezahürü para, ötekisi ise dinin tezahürü züht. Kur’an’da, Firavun egemen siyasi gücün, Karun egemen iktisadî gücün, Belam ise egemen resmi ruhaniliğin sembolü olup bunlar hep birden tek Kabil’in üçlü görünümüdürler.·

Bu üç çehre -Kur’an’ın terimleriyle mele, mutrif ve rahip- sırasıyla, gözü doymazlar ya da boynu kalınlar, şiş karınlılar ya da kalın kuyruklular, resmi ruhaniler ya da hilebaz uzun sakallılardan ibaret olup sırasıyla, baskı, istismar ve eşekleştirme yoluyla halkı sürekli öldürmektedirler.[19]

HABİLCİ MAHKÛM KUTUP; ALLAH-HALK

Bu üçlü [mülk-malik-mele] tabakanın karşısında halk [nas] tabakası yer almaktadır. Her ikisi de, tarih boyunca, birbirlerine karşıt olarak, birbirlerinin karşılarında bulunmaktadır. Bu sınıfsal toplumda Allah, nas safındadır. Öyle ki Kur’an’da toplumun söz konusu edildiği her yerde Allah ve en-nas, birbirlerinin eş anlamlıları olarak bulunurlar.

Öyle ki bir ayetteki nas kaldırılıp yerine Allah konulabilir ve aynı şekilde Allah kelimesi kaldırılıp yerine nas konulabilir; bu durumda her ikisi de aynı anlam taşıyabilir.

Örneğin “Allah’a karz-ı hasen ile borç verirseniz…” [Teğabun Sûresi, 17] ayetinde Allah’tan amacın insanlar olduğu açıktır; yoksa Allah’ın karz-ı hasene ne ihtiyacı olabilir? Yani burada “insanlara karz-ı hasen ile borç verirseniz…” denilmektedir.

Dolayısıyla, toplumsal konularda, yani toplum kurumunda [inanç konularında, yani dünya kurumunda değil] en-nas ve Allah birbirlerinin yerine geçerler. Bu esasa göre “Hüküm Allah’ındır.”, “Mal Allah’ındır.”[20] “Din yalnız Allah’ın olur.” [Enfal Sûresi, 39] dediğinde, hâkimiyet, kendilerini Allah’ın temsilcisi, oğlu ve makamı ya da Allah’ın yakınlarından biri olarak tanıtanların değil halkındır; sermaye, Karunların değil halkındır; din, ruhanî ve kilise adındaki özel kurum ya da kişilerin tekelinde değil bütünüyle halkındır, demiş olmaktadır.

Halk en-nas kelimesinin İslam’da derin bir anlamı, özel bir algılanış biçimi vardır. Sadece halk, Allah’ın temsilcisi ve Allah’ın ailesidir. Kur’an, Allah adıyla başlamakta ve halkın adıyla son bulmaktadır. Kâbe, Allah’ın evidir ve Kur’an ona halkın evi der; bireylerin mülkiyetinde bulunan başka evlerin karşısında özgür ev [Beyt-i Atik] adını verir. Burada nas’ın, teker teker bireyler dizgesi anlamını değil, tam tersine, bireyler karşısında toplum anlamını verdiğini görüyoruz. En-nas, çoğul anlamı veren tekil addır.

Aslında nas kelimesinin tekili yoktur. Bütün bireylerinden bağımsız bir kişilik olan toplum kavramını hangi kelime bundan daha iyi anlatabilir?

Ulusal, siyasi, iktisadî toplumlar, yani tarihin her döneminden her toplum bir karşıt düzen barındırır. Karşıtlık onun içindedir; birbirine düşman iki sınıftan oluşan sınıfsal bir toplumdur; Bir yanda “mele, mutraf ve molla”, karşıdaysa Allah ve halk bulunmaktadır.[21] O yanda dinler, karşıdaysa din yer almaktadır.

İDEOLOJİ = İSLAM

Tek kelimeyle, bu öğretide ideoloji İslam’dır. Ama hangi İslam? Burada söylemek istediğimi anlatmak oldukça zor. Çünkü kaçınılmaz olarak, büyük ölçüde eskimeye ve gerilemeye uğratılmış kelime ve terimlerle konuşmam gerekmektedir. Çünkü bütün esasları, ayrıntıları, ayrıntıların ayrıntılarını, terimleri, inançları, kişilikleri vb. hepsini, bizim dinî toplumumuzda gündemde olan bütün terim ve kelimeleri kabul ediyor ve buna dayanıyorum. Öte yandan hiçbirini kabul etmiyorum ve din dışı aydınların tümünden daha çok karşıyım onlara. Bunlar ne bilir, bu inançların, bu elinin, bu tarihin, bu kişiliklerin, tüm bu yüce ve hayat bağışlayan değerlerin başına neler getirildiğini. Eşekleştirme petrokimya tekniğinin nasıl becerip de kandan uyku, kıyamdan kuûd [oturma], ilimden cehalet, adalet ve imamet mezhebinden parçalanma ve zillet karşısında teslim kaynağı yarattığını nereden bilecek bu aydınlar?

Bu yüzden her an açıklamak, belirginleştirmek, kendimi aklamak, her kelimenin daha çok ünlü ve tanınmış olan olumsuz yönünü olumsuzlayıp şöyle demek zorundayım; İslam, Ka’bu’l-Ahbar’ın değil, Ebuzer’in İslam’ı; hilafet, sınıf ve aristokrasi İslam’ı değil, adalet ve rehberlik İslam’ı; esaret, uyku ve suskunluk İslam’ı değil, özgürlük, bilinç ve hareket İslam’ı; ruhanî İslam değil, mücahid İslam. Şiilikse Safevi Şiilik değil, Alevi Şiilik; takiyye, şefaat ve bekleyiş Şiiliği değil, takva, sorumluluk ve itiraz Şiiliği.[22] Velayet dediğim zaman, inananlarını baskı ve zorbalık velayetinden kurtaran velayettir amaçlanan; Allah’a yaratılış ve kâinatı idare işinde yardım eden ama halkın işine yaramayan ve izleyenlerinin aşağılayıcı yazgılarına karışma zahmetinde bulunmayan mollacı velayet değil.

Her halükârda, taklit, taassup ve teslim İslam’ı değil, inançsal ve toplumsal Cihad, bilimsel ve aklî içtihat İslam’ıdır söz konusu olan; mefatihu’l-cenan [cennetlerin anahtarları] İslam’ı değil, Kur’an İslam’ı; tüfanu’l-buka [ağlayış tufanı] değil, Nehcu’l-Belağa; gözyaşı Hüseyin’i değil, kan Hüseyin’i; nevha [ağlama] Kerbelası değil, haykırış Kerbelası… Bırakalım; çoktur daha. Burada, İslam’ı, anladığım ve inandığım şekilde açıklayamam. İşimizin güçlüğünün büyük bir bölümü, İslam’ın, bugün olduğu biçimde, bütün zihinlerde gündemde ve herkesin onunla tanışık bulunduğunda yatmaktadır. Bu durumda, İslam’dan unutulmuş ve tanınmamış ilk şeklindeki anlam, yön, ruh ve içeriğiyle söz etmek kolay iş değildir. Eğer hiç gündeme getirilmemiş olsaydı, onun çehresini muhatabın zihin ve duygusunun temiz ve beyaz perdesine resmetmek daha kolay olurdu.

Arzuladığım ve arayışında olduğum şey, bir ideoloji olarak İslam’a dönüştür. Var olan İslam ise [avam ve avamı kandıranlar arasında gördüklerinizden başka hiçbir şey yoktur; o da keşke olmasaydı], âlimlerimiz, ciddi ve bilimsel topluluklarımız arasında bir kültür olarak söz konusudur. Yani, kelam, lügat, felsefe, rical ilmi, fıkıh, usul vb. den ibarettir. Elbette bunlar kendilerine göre ilim, araştırma, tahsil ve öğretim dünyasında değerli ve azizdir.[23] İslam -ideoloji olarak-, dört temelden oluşan bilimsel, çözümlemeli ve karşılaştırmalı tanıma yoluyla bulunabilir;

1- Allah /2- Kur’an/3- Muhammed/4- Örnek Sahabe/5- Medine.[24]

İDEAL TOPLUM; ÜMMET

Bu toplum ümmet adını taşır. Çeşitli dil ve kültürlerde bir insan topluluğunu ya da bir topluma ad olan sosyete [société], nasyon [nation], soy, halk, kavim, kabile, taife vb. gibi benzer kavramlar karşısında ümmet kelimesi ileri bir ruhu, dinamik, yükümlü ve ideolojik bir toplumsal görüşü anlatır.

Ümmet, yol ve uyum anlamına gelen ‘um’ kökünden gelmektedir. Dolayısıyla ümmet, ortak bir inanç ve hedef taşıyan ve ortak hedeflerine ulaşmak için yola koyulan bir toplumdur.

Oysa benzer terimler, toprak ya da kan birliğini ya da maddi çıkar ortaklığını insanların bir araya gelişine esas olarak almışlardır. İslam, ümmet kelimesini seçerek düşünsel sorumluluğu ve hareket, hedef, gidiş ve oluşa katılmayı kendi toplumunun oluşum felsefesi olarak belirlemiştir.

Ümmette altyapı iktisattır [maddî hayatı olmayanın manevi hayatı da yoktur]. Toplumsal düzen kıst ve adalet üzerine kuruludur. Halk mülkiyeti, Habil düzeninin eşitlik toplumunun, sonuç olarak da insan kardeşliğinin ve sınıfsız toplumun ihya edilmesi esastır ama Batı burjuvazisi görüşünü korumuş olan Batı sosyalizminin tersine, hedef değildir. Siyasi felsefe ve rejim şekli, ne başların demokrasisidir, ne toplumsal güçlerin oyuncağı olan hedefsiz ve sorumsuz liberalizm, ne kokuşmuş aristokrasi, ne halk karşıtı diktatörlük ve ne de tahmili oligarşidir. Tam tersine, rehberlik esasına dayalıdır [faşizm olan rehberlik değil]. Devrimci yükümlü rehberlik; bu dünya görüşü ve ideolojiye dayalı olarak toplumun hareket ve değişim [devinim]inden sorumlu olan ve insanın, yaratılış felsefesindeki ilahi takdirinin gerçekleşmesi için çabalayan bir rehberliktir burada söz konusu olan. İmamet, işte bu demek.

Bu ümmet [ki sorumlu ve muhacir bir inanç toplumudur ve hedefi de ideal insan yaratmaktır], Hadid Suresi’nde anlatıldığı gibi üç boyutlu bir toplumdur; 1- Kitap / 2- Terazi / 3- Demir.

İDEAL İNSAN; ALLAH’IN HALİFESİ

O, tanrımsı bir insan olup onda Allah’ın ruhu, ‘iblis-çamur-lığ’dan oluşan öteki yarısına üstün gelir. O, kendi iki sonsuzu arasındaki ikircikten ve çatışmadan kurtulmuştur. “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanırız.” Bu, eğitim ve öğretim felsefesidir; bu standarttır. Yani konulmuş bütün standartların olumsuzlanmasıdır. Allah’ın tabiat ve huyunu almak, mutlak amaca doğru, mutlak olgunluğa doğru gitmek demektir; yani kalıplaşmış biçimlerde yontulmak ve dökme insanlar yapma değil, bitmez tükenmez bir evrimdir.

Bu insan, olması gereken ama olmayan insan, iki boyutlu bir insandır. Her iki kanadıyla da uçan bir kuştur. Ya iyi insan ya da güçlü insan yetiştiren veya temiz ve takvalı ama bilinci zayıf insanlar yetiştiren ya da parlak ve keskin zekâları bulunan ama kalbi kararmış, eli eteği kirlenmiş insanlar yetiştiren yahut iç âleme, güzelliklere ve ruhun sırlarına gönül vermiş, ama yoksul, geri, aşağı ve cılız bir yaşayışa tutsak olmuş -tıpkı onca maneviyatla, içsel şaşırtıcılıklarla ve güzel, yüce duygularla dolu olmasına karşın, yüz binlercesi yıllarca birkaç İngiliz albayına tutsak olup horlanan o Hint ruhanileri gibi- insanlar yetiştiren veya sanat gücüyle yeri, dağları, denizleri ve göğü yaran olanak, lezzet ve refah dolu bir hayat yaratan, ama duygu ve değerin askıya alındığı ve dünyanın ruhunu ve hayatın derinliğini kavrama ve doğadan, tarihten üstün güzellikler ve insanlar yaratan özel gücü güçsüzleşip felç olan insanlar yetiştiren dünya kültür ve uygarlıklarının insanının tersine, iki boyutlu bir insandır bu.

Bu ideal insan, doğanın kıyısından geçip halka sırtını dönerek değil, doğanın içinden geçerek Allah’ı anlar ve halkın ardınca giderek Allah’a ulaşır. Bu ideal insanın elinde Kayserin kılıcı, göğsündeyse Mesih’in yüreği vardır. Sokrat’ın beyniyle düşünür, Hallac’ın yüreğiyle aşk duyar. Alexis Carrel’in arzuladığı gibi; “Hem bilimin güzelliğini, hem de Allah’ın güzelliğini anlayan; Pascal’ın sözünü, Descartes’in sözünü dinler gibi dinleyen bir insandır.”

Spartaküs gibi köle sahiplerine başkaldıran; Ebuzer gibi açlar devriminin tohumunu saçan.

İsa gibi aşk ve barış habercisi; Musa gibi cihat ve kurtuluş elçisi.

Felsefî düşünceye dalıp halkın yazgısından gafil kalmayan, aynı zamanda da siyasete gömülüp, halkzedelik ve şöhret düşkünlüğüne düşmeyen biri. Bilim, iman lezzetini tatmaktan onu alıkoymaz. İman, ondaki akletme ve mantık gücünü felç etmez. Takva, onu hiçbir işe yaramayan arınmışlığa götürmez; çaba ve yükümlülük onun ellerini kirletmez. Cihad ve içtihat insanıdır; şiir ve kılıç, yalnızlık ve yükümlülük, duygu ve düşünce, güç ve sevgi, iman ve bilgi vb. insanı. Bütün boyutlarıyla tam bir insandır. Yaşamanın, tek boyutlu, kırık dökük ve kusurlu kılmadığı, kendinden uzaklaştırmadığı, kendine yabancılaştırmadığı insandır. O, Allah’a kulluk yoluyla, var olan her şeyin ve herkesin kulluk bağından kurtulandır. Mutlak irade karşısında teslim oluşu, her zorlama karşısında başkaldırıya çağırmaktadır onu. Ölmekte olan bireyselliğini, insanın diri türselliğine hulul ettiren [geçiren] ve kendisini olumsuzlamakla kalıcılığa eren insandır o.

O, Allah’ın ağır emanetini kabullenmiştir; bu yüzden kendi özgürlük ve seçimiyle sorumlu ve yükümlüdür. O kendi evriminin, kendisiyle Allah arasında -halktan ayrı- özel bir bağ oluşturmakta bulunduğu anlayışında değildir. O, insan türünün gelişmesi için gösterdiği çabada, halkın özgürlüğe, ekmeğe, olanaklara ve mutluluğa kavuşması yolunda katlandığı sıkıntı, açlık, yoksunluk ve işkenceyle; düşünsel ve toplumsal savaşımın çilesinin ocağında takvaya, olgunluğa ve yakınlaşmaya ulaşır.

Çevrenin şekillendirdiği insan değildir o; o şekillendirmiştir çevreyi. O, bütün zorlamalardan -ki hep insanları kendi içine sıkıştırır ve kendi biçimlendirici kalıplarını onlara yükler- bilim, teknik, toplumbilim, özbilinç gücüyle, iman ve bilinç zoruyla kurtulmuştur; Doğanın ve verasetin zorlamasından, tarihin zorlamasından, toplum [çevre] un zorlamasından, bilim ve tekniğin kılavuzluğuyla özgürlüğüne kavuşur, kendisinin üç zindanına da saldırıp onlara egemen olur ve aşk gücüyle de dördüncü zindanından, kendi zindanından kurtulur, ona saldırır, kendine egemen olur ve kendisinin kendisini yaratır.[25]

O, miras alınan kavmi geleneklerden, toplumsal adetlerden -ki hepsi göreli olup çevre ve zaman eliyle türetilmiştir- ahlakı kurtarmak ve tanrısal diri değerleri keşfetmek yoluyla Allah’ın ahlak ve huyunu alır ve mutlak ahlaka ulaşır. O, artık iyiliği bir ödev gibi yapmaz. Ahlak, toplumsal vicdanın ona yükledikleri zorunluluklar dizgesi değildir. Tersine, iyi olmak, ‘o’ olmuştur; yüce değerler, onun özünün temel öğeleri ve onun, olmak, yaşamak, düşünmek ve sevgi beslemek gibi özdeş boyutlardandır.

Sanata gelince; sanat, onun elinde bir oyuncak değildir, lezzet duyma, çeşitleme, uyuşturma, şaşırtıcılık, bedende birikmiş enerjilerin harcanma aracı değildir. Cinselliğin, siyasetin ve sermayenin hizmetinde bulunan bir etken de değildir. Sanat, Allah’ın insana özel bir emanetidir. Kalem, dünyanın yaratıcısının yaratısıdır ve onu insana, kendi halifesine, başka bir dünya yaratsın, başka bir cennet kursun, başka güzellikler, başka yaşayışlar, başka düşünceler, başka ruhlar, başka risaletler, başka bir yer, başka bir gök ve başka bir zaman oluşturması için vermiştir. Allah, mutlak özgürdür, mutlak bilinçlidir, mutlak yaratıcıdır. Allah’ın emanetçisi olan ve Allah’ın kendisine benzer kıldığı insan ise, güzellik, iyilik ve akıllılık ile dolu ölümsüz bir iradedir. Doğa dünyasında sadece o erişmiştir göreli özgürlüğe, bilince ve yaratıcılığa. Çünkü Allah, onu kendi çehresine yakın olarak yaratıp, kendisine yakın kılmış ve onu şöyle uyarmıştır; “Benim ardımdan gelirsen seni kendim gibi yaparım…”

Bu, ideal insandır. Üç çehreli bir insandır bu; Gerçek, iyilik ve güzellik. Yani bilgi, ahlak ve sanat.

O, doğada Allah’ın halifesidir; bilinç, özgürlük ve yaratıcılıktan ibaret üç boyutuyla yükümlü bir iradedir.

Bütün kâinata egemen, bütün meleklerce secde edilen ve aşk ve bilgiden oluşan iki sermayesiyle yeryüzü sürgününde bir tanrımsıdır o.

Dünyanın büyük isyankârı; varlığı Allah’ın iradesinin ayakları altındaki düz bir yoldur ki yaratılışa ait son planını onda, kendi elleriyle gerçekleştirmek için onun önünde uzanmaktadır bu yol. Çünkü o, doğa cennetinden, orada insan cennetini yaratmak için özbilinç ve gurbet çölüne inmiştir.

Şu anda Allah’ın halifesi olan o, kulluğun şaşırtıcı ve zor yolunda, emanetin ağır yükü omuzunda, tarihin sonuna ve doğanın son sınırına varmıştır.

Orada bir kıyamet ve ön hazırlık başlar. Bu hazırlıkta Allah, insan ve aşk, başka bir dünya yaratma işine koyulurlar; yeni bir yaratış öyküsü anlatırlar.

Bu yüzden, “Allah’ın, yere, göğe ve dağlara sunduğu ve onların üstlenmekten kaçındıkları emaneti sadece insan üstlendi.”

İnsan, Allah’ın bu âsisi,

Bir eli şeytanın elinde; akıl,

Öteki eli Havva’nın elinde; aşk,

Ağır emanet heybesi omuzunda,

Dertsizlik ve mutluluk cennetinden atıldı,

Yalnız başına, bu dünyada garip kaldı.

‘Asi’ ama hep dönüş endişesinde.

Şimdi, ibadetten, kurtuluşa nasıl yol bulacağını öğrenmiştir.

‘Gönüllü cebr’e teslim olarak

İsyan ederek kör cebrden kurtulduktan sonra umutsuz kurtuluş sıkıntısının nasıl geçeceğini öğrenmiştir.

O -ki Allah’tan kaçmıştır-

Yeryüzünün çileler ocağında

-Bilinç, yalnızlık ve seçim-

Sınav görüp aldandıktan sonra

Şimdi Allah’a dönüş yolunu

-Onu bekleyen büyük dostuna dönüş yolunu- bilmektedir…

Bir yol ki;

Ona doğru o olmaktan geçer…

OKUYUCUYLA

Bu plan, bir öğretinin görünen yüzünden, simgesel bir betimlemedir. Aynı ölçüde de, bir kişinin bir kaç kaba çizgisinin bütün gövdesinin, davranışlarının, durumunun; niteliklerinin, ruhsal ve ahlaki erdemlerinin, düşüncelerinin, inançlarının, sevgisinin edimlerinin, yaşayış tarzının ve toplumsal rolünün aynası olabileceğini de gösterebilir. Özellikle, onun güçlüğüne, müphemliğine ve kuşkululuğuna eklenecek şey, İslam’dan ve bilinen İslami terimlerden söz etmek olacaktır. Okuyucuların çoğu az çok İslam’la tanışıklar ve bu terimlere de alışıklar. Fakat dil ve söyleyişler, çoğu çıkarımlar, ayrıştırma ve çözümlemeler, şaşırtıcı bir biçimde, uzak ve yabancı görünmektedirler. Birçok yerde; Din ve elimizde olan ölçütler açısından aslında güçlükler bulunmaktadır. Bu güçlükler yine daha çok şuradan kaynaklanmaktadır; Burada ve özellikle insan ve Allah ile ilgili olarak kullandığım kelime ve sıfatlardan kimileri, eski kelam metinlerinde kullanılan terimlerle ve delillendirmeler, gnostik, sufiye, Bâtıniye, Hulûliye, müşebbehe, mücesseme vs. fırka ve mezhepleriyle kimi zaman benzerlik göstermektedir. Bu ise, o metinlere aşina olan ve öte yandan da günümüz Batı felsefe dil ve kültürüne bütünüyle yabancı ve aynı zamanda araştırmaya ve düşünmeye hali ve havsalası el vermeyen bir zihni -anlama ve düşünme yerine, daha çok itham etmenin, dedikodu yapmanın ve ezmenin hoşnut ettiği bir zihni- yanılgıya düşürebilir. Bu yüzden, yine yılanları aç kalan, onlara oldukça sıkıntı veren, her yerde yiyecek için koşuşturan ve genç insan beyni arayan Dahhaklar, burada çok sayıda yağlı ve yumuşak lokmalar bulacaklardır. Açlıklarını giderecek bir yıllık yiyecek, bir ömür sessizlik ve kıyıda köşede kalmışlık hastalıklarının şifasını bulmuşlardır işte. Fakat sözümün yönü, bu tekrar ve taklit çarkında -ki bizim bu yeni sayfalarımız da aynı çizgiye düşmüştür- yeni hava arayışında ve bu nesle, bu çağa ait tip ve uğraşla tanışık bir kaygı ve ihtiyaçla söylenmiş bir sözün peşinde olan arı düşünceli öğrencilere, talebe ve aydınlara dönüktür. Bunları huzura kavuşturan şey, bir görüşü ya da kişiyi doğru, derinlemesine ve açıkça anladıklarına ilişkin kendilerine duydukları güvendir.

Bunlardan, burada kullanılan kavram ve terimler üzerinde tek tek durmalarını istiyorum. Çünkü her biri, bir teze, bir esasa, bir inanca ve bir metne dayanılarak seçilmiştir. Bundan başka, bu plan, toplumsal konularda özellikle tarih felsefesiyle, diyalektikle, Marksizm’le felsefî konularda Hegel idealizmiyle, Nietzsche felsefesiyle, hümanizmle, özellikle radikalizmdeki varlık ve insan konularıyla, egzistansiyalizmle, özellikle de Jaspers ve Heidegger okullarıyla, ayrıca Sartre ve Camus’un diliyle ve öte yandan Veda ve Budha öğretilerinin varoluş, felsefe ve insanbilim kavramlarıyla tanışık olan okuyucu için açıktır ve böyle bir okuyucu onun derinliğini, ruhunu ve nelere işaret ettiğini anlayabilir. Aynı zamanda bu okuyucunun az çok İslam kültürü taşıması da zorunludur. Ama bütün bunlarla birlikte, burada söz konusu edilen terim, inanç ve esaslardan her biri, yaygın olan anlam ve kavramından ayrı olarak, kendime özgü yorum ve algılayış doğrultusunda kullanılmıştır; bu bilinmelidir. Çünkü yaygın ve bilinen anlamlarıyla -felsefe ve din adamlarının zihinlerinde bulunduğu şekliyle- alınırlarsa bir şey elde edilmemesi bir yana, benim tam olarak tersine inandığım bir kavram bile yakalanabilir. Öyle ki, ortaya koyduğum konuların çoğunda böyle ters anlamalar ortaya çıkmış ve kimi zaman, olanca taassubumla karşısında savaştığım ve tam olarak karşıtını düşündüğüm bir inanç bana nispet edilmiştir.

Bu yüzden İslami konularda kullandığım ve bu planda yorum ve açıklama yapmadan söz ettiğim konulardan ve hatta özel terimlerden, özel tez ve algılardan her biri için, onları mantıklı, derin ve her yönden tanımak istiyorsanız, -muvafık ya da muhalif olmanız önemli değil- burada gösterdiğim kaynaklara başvurunuz. Çünkü benim İslam-bilim tezlerimin en esaslıları bu kaynaklarda ortaya atılmış ve açıklanmıştır. Bu tasvir, -bir öğreti olarak- İslam’a ve aynı durumda, dünyaya, insana, hayata, topluma ve insan sorumluluklarına ilişkin tüm düşünce ve inançlarımın dışrak şekli, simgesel planı ve genel iskeletidir. Bu betimleme, okuyucu onun açıklanmış içeriğiyle tanışık olduğu ölçüde okuyucu için aydınlık olabilir. Ne söylediğimi, ne söylemek istediğimi, düşünce ve inancımın temel boyutlarının ne olduğunu doğru ve açık bir biçimde tam olarak bilmeye çabalayanların bu kaynakları okuma sıkıntısına katlanacaklarını umuyorum. O zaman, din dışı aydınların ve aydın olmayan dinlilerin taassubunun tersine bizim Müslüman olduğumuzu, ama bu çağda ve dünyanın bu noktasında Müslüman olduğumuzu göz önüne alarak beni eleştirmeye başlayacaklarını, inanç ve yükümlülüğümün güç ve zaafını değerlendireceklerini ve ancak bu özel zamanda, bu özel ortamda yaşayan, kendi tarihsel, toplumsal ve evrensel konumunun bilincinde olan ve bu çağın Müslümanlığının düşünsel ve kültürel havasını soluyan kimselerin bu işi doğru olarak yapabileceklerini ve bu havanın sosyalizm, egzistansiyalizm ve İslam üçgeni içinde bulunan bir hava olduğunu unutmayacaklarını umuyorum.

[1] Burada ve bütün başka yerlerde “ben” kelimesini kullanmam, başkalarının ağzından konuşmuş olmak istemediğimdendir. Tevhid şu anlamda, ümmetse şu anlamdadır; İslam bunu söylemek istiyor, Şiilik şunu; ya da toplum bu, sınıf şudur; ideoloji böyle, bilim şöyledir vs. dediğimde “İslam, Şiilik, ideoloji ve sınıf budur deme; ben diyorum, bence böyle, diye konuş ki insanlar bunun herkesin sözü değil, bizim sözümüz değil, senin sözün olduğunu bilsinler.” diye karşı çıktılar. Dedim, pekâlâ! Ondan sonra “ben” inanıyorum, “ben”im görüşümce, burada “ben”im kuramım vs. dedim. Baktım yine bağırmaya başlıyorlar, neden hep “ben” diyorsun? diye. Şimdi nasıl konuşacağımı şaşırdım. Ne “ben”i kullanmam mümkündü, ne de kullanmamam. Öyleyse konuşmamalıydım! Belki de amaçları budur?! Her ne olursa olsun bir anımsatmada bulunmam gerek: Her ne söylüyorsam ve her ne hakkında söylüyorsam, birincisi, kendi birikimlerimle elde ettiğim kişisel görüşümdür ve iyisiyle kötüsüyle benim malımdır. İkincisi “bu doğrudur; bundan başkaca yoktur” diye inanmıyorum kesinlikle. Üçüncüsü, sözlerim benim şu amma aittir, belki yarın düzeltir ya da değiştiririm. Dördüncüsü, “vız vız”lara kulağım borçlu olmadığı oranda gözüm, doğru eleştirisiyle kusurumu bana gösterecek bir görüş sahibi beklemektedir. Birinin hesaplı bir sözü varsa, onu sövgü ve ihanetle de karıştırmış olsa sonsuz teşekkürle karşılarım. Saf sövgünün, yalanın ve suçlamanın işbirliği ettiği şeyi dinlemem…

[2] Hz. Ali’nin sözü burada ne denli derin, güzel ve aynı zamanda da açıktır: “Allah, eşyanın dışındadır, ama yabancı değildir. Eşyanın içindedir, ama onunla özdeş değildir.”

[3] Vahdetin burada özde ve mahiyetteki vahdet olmadığını belirtmeliyim. Bu felsefi ve kelamı sözler, zihninizi örselemesin! Hepsini atın dışarı. Çünkü inancıma göre felsefi konuların -bu tür felsefeden evla- çözüm yolu, hepsini çözmeden zihinden dışarı atmaktır. Amaç şudur: Bu üçü birbirlerine uzak, yabancı ve karşıt değildir, aralarında sınır yoktur. Tanrı’nın, tanrılara özgü dünyada metafizikte ve aşkın dünyada bulunduğu, doğa ve maddeninse alt dünya olduğu, öte yandan da insanın tanrısının ayrı, doğanın tanrısının ayrı olduğu, tanrının ayrı, dünyanın ayrı ve insanın ayrı olduğu öteki felsefe ve dinlerin tersinedir durum.

[4] “Nemud” ya da “nemudar” kelimelerinin Farsçada fenomen kelimesinin anlamını daha iyi karşıladığını ve fenomenoloji felsefesine daha yakın olduğunu düşünüyorum.

[5] Husserl öğretisine bakınız.

[6] “Nur” ayeti, bu tasviri “dünya”ya ilişkin çizmektedir. Ayrıca Tanrı ve dünya arasındaki özel bağıntıyı bu tevhidi dünya görüşünde ortaya koymaktadır. Varlığın tamamı, bir “yanan kandil”dir. Vahdet-i vücud ya da kesret-i vücud [varlığın birden çokluğu] değil, tevhid-i vücud deyişim bu anlamdadır.

[7] “Halik [Yaratıcı], şirk dinlerinde “rab” [Tanrı]dan ayrıdır. Kimi zaman tanrıların kendileri, büyük bir yaratıcının yaratığı olmakla birlikte dünyanın ya da insanın ya da hayatın sulta sahibi olarak sayılıyorlardı; bir sınıfın ya da ulusun ve soyun özel mabudu olup beşeri şirki yoruma kavuşturuyorlardı.

[8] Daha fazla açıklama için bak. İslam-şinasi, Tevhid Esası, 13. Aşama; Camie Şinasi’yi Şirk [Şirk Sosyolojisi], Tahran Edebiyat ve İnsani Bilimler Fakültesinde verilen konferans; Mi’ad-ı İbrahim [irşad’da ve Meşhed Universitesi’nde yapılan üç konferans.]

[9] Biliyorum elbette: “İki zıddın birleşmesi olanaksızdır.” Yine “İki çelişiğin birleşmesinin ve ortadan kaldırılmasının olanaksız olduğunu” da biliyorum. Ama bu, aslında mantıkla, Aristo mantığıyla, yani biçimsel ve zihinsel mantıkla ilgili bir olaydır. Ne var ki diyalektiğin zihinsel biçimlerle ilgisi yoktur. Diyalektik, özdeş gerçekliklere yöneliktir, “zihin” ve “aklı biçimler”in hareketini değil, “öz”ün ve doğal nesnelerin hareketini anlatır. Zihin dünyasında, tek bir nesne aynı anda, sıcakken soğuk olamaz; aynı biçimde büyük olduğu aynı anda küçük olamaz. Bunun doğada olanaksızlığı bir yana bu esas olarak böyledir. Akıl, diri bir varlığın ayrı durumda ölü olabileceğini düşünemez. Çünkü ölüm ve hayat, birbirinin çelişiğidir. Ama fizik dünyada aslında ölüm ve hayat yan yana ve birliktedir. Bir paranın iki yüzü gibidir ölüm-ve hayat. Ağaç, hayvan, insan, toplumsal düzen, annelik şefkati, aşk ve benzerleri, yaşadıkları ve olgunlaştıkları sırada aynı zamanda kendi yaşlılık ve ölümlerini de yaratırlar. Hz. Ali şöyle der: “Bir insanın aldığı soluklar, onun ölüme doğru attığı adımlardır!” Hayat soluğu, ölüm adımıdır.

[10] İslam’daki “Allah-şeytan” ikiciliği [dualizm] ile Zerdüştlük ve Maniheizm gibi ikici dinlerdeki “Tanrı-Şeytan”, “Aydınlık Zurvan-Karanlık Zurvan” ikiciliği aynı olmayıp İslam’daki “Allah-Şeytan” ikiliği tevhidle de çelişmez. İslam’da “Ahura-Ehrimen” [Tanrı-Şeytan] çatışması, savaşımı ve ikiliği “dünya”da değil “insan”da söz konusudur. Şeytan, antitez ya da Allah’ın karşıtı değil, Allah’ın aciz ve muti kuludur ve insanla olan düşmanlığında Allah’tan ruhsat almıştır [Şeytan için bağımsız bir gücün varlığının olumsuzlanması]. O, insanın tanrısal yarısının antitezidir. “Aydınlık ve karanlık”, “Allah ve İblis” çatışması, İnsanların dünyasında [toplum ve birey] gerçekleşir. “Allah-İblis” toplamı ise insan demektir. Yoksa dünya, mutlak ve rakipsiz saltanat Allah’ındır. Dünyada hep aydınlık, iyilik ve güzellik vardır. Orada hayır ve şer çatışması yoktur. Orada Ehrimen [Şeytan]’ın yeri yoktur.

[11] Görünümde ortaya çıkan benzerlikler yüzünden, kimileri, benim burada kullandığım kavram ve terimlerin, mutasavvıfların, Hint filozoflarının, Platonistlerin ve vahdet-i vücuda, hatta hululiyeye ve müşebbeheye inanan kimi İslam kelamcılarının sözleriyle benzer olduğunu düşünmektedirler. Bu görünüşteki benzerlikler nedeniyle sözlerimi onlarla karıştırmamak gerek. Çünkü ben, onların, Allah’ın zatı, sıfatlarıyla olan ilgisi, vahdet-i vücud, hadis ve kadim farklılığı, heyula, cevher, akl-ı evvel, nüfus-i felekiye, envar-ı ispehbodiye vs. konularında yaptıkları araştırmaları anlamıyorum. Anlamak da istemiyorum. Aslında kendileri de anlamıyorlar; Allah korusun, sizin de anlamanız gerekmiyor! Çünkü o “akıl almaz hayaller”, anlaşılmak için değildir asla. Burada söylediğim şey, bütünüyle bir gizem ve işaret anlamındadır. Söylediklerimin tümü, insanı değerler, inanç, ahlak ve eylem konuları anlamındadır. Sürekli olarak kaçıp ürktüğüm birincil felsefe sorunlarından, kelam konularından, tasavvuftan, eski hikmetten, malihülyalı saçmalardan, dünya ötesine ait hayallerden söz etmiyorum.

[12] Benim Kur’an’da “muhaceret” esası ve tarihteki rolü konusundaki görüşümle ilgili bilgi için bak: “Hicret ve Temeddun” [Hicret ve Medeniyet], Konferans, İrşad. Muhammed Hatemi Peygamberan [Peygamberlerin Sonuncusu Muhammed] adli kitabın “Ez Hicret’ta vefat” [Hicretten Ölüme Değin] başlıklı bölümü.

[13] Silk: İnce dağ yolu [cılga], Şeriat: Suya inen ve insanların su almaları için kullanılan ırmak kıyısı yolu. Tarik: Bir ülkeden, bir kentten bir ülkeye, bir kente uzanan büyük yollar, Mezhep: Sefer yolu, Sırat: Mabede giden yol, Ümmet: Bir önderin ardında bir yol üzerinde hareket halinde olan bir grubun uyum ve gidişi.

[14] Burada soydan değil, tip ve düzenden söz edildiğini anımsatırım.

[15] Müminlerden kimileri, insanlığı haramzadelikten kurtarmak amacıyla Habil ve Kabil’in nikâhlarını şer’i kılmak için yeni çözüm yolları yaratmışlardı, ama ne yazık ki artık geç olmuş, iş işten geçmiştir! Fakat her ne olursa olsun, bu müminlerin hassasiyetleri, bu büyük ve hayati güçlüğü çözmede gösterdikleri çabalar ve insanlığın ve özellikle de Müslüman toplumun derdini paylaşmaları ve onlara karşı sorumluluk duymaları takdir edilecek bir lütuftur.

[16] Yani örneğin, her ikisi kardeşti ama birinin sözgelimi Kum’da, ötekinin de Paris’te okumuş, birinin “Feza” ve “Mekteb-i İslam” dergilerini, ötekininse “Zen-i Rüz” [Günün Kadını] ve “İn Hefte” [Bu hafta] [Akşamcının yayın organı] dergilerini izlemiş olduğunu ya da kalıtsal bakımdan, örneğin Kabil’in büyük annesinin “seyyide” olduğunu söyleyemeyiz!

[17] Şair Sadi’nin şu dörtlüğüne gönderme var [Çev.]:

“Ben ne deveye binerim

Ne eşek olup yük altına girerim

Ne raiyetim vardır benim

Ne şehriyara köleyim.”

[18] Adalet, hak isteme ve insanların haklarını koruma anlamında olup, gruplar ve bireyler arasındaki bireysel ve hukuki ilişkilerle sınırlıdır. Kıst ise, herkesin çalıştığı iş ve sahip olduğu hak ölçüsünde, kanun bunu ister tanısın, ister tanımasın, herkesin payı arasındaki eşitlik anlamındadır. Adalet, yargı kurumuyla, kıst ise toplumsal altyapıyla ilgilidir. Adaleti sağlamak için yargı kurumunu ıslah etmek, kıst için ise iktisadi düzeni, üst yapıda değil, alt yapıda değiştirmek gerekir.

[19] İslam’ın Allah ile insanlar arasındaki aracıyı ortadan kaldırması, Kuran’ın sert bir tavırla bu üçüncülerden söz etmesi ve onların aldatmacalarını ayaklar altına alması, hatta onları sert bir dille kötülemesi ve eşek ya da köpeğe benzetmesi, İslam peygamberinin, “Sakalın bir tutamdan fazla olanı cehennem ateşindendir.” diye buyurması ve sürekli, “Elbise kollarını kısa tutun, etekler dizden yukarda olsun” şeklinde tavsiyeleri, İslam’ın, dinlerde bulunan bu resmi ruhani grupla olan savaşımının ve halkın uyuşturulması ve gerçeğin saptırılmasındaki rollerine olan dikkatinin göstergesidir. Önemli olan konu, İslam’da ruhanilerimizin bulunmayışıdır; bu terim Hıristiyanlığa ait olup son zamanda kullanılan bir terimdir. Bizim din âlimlerimiz vardır. Din âlimleri, İslam ve bilim konusunda sözünü ettiğim gibi Resmi dayatılmış ve kalıtsal makamları tekelci güçler değildirler. Bunlar, resmi değil zorunlu olarak İslam toplumunda varlık kazanan ve etki ve güçlerini de halktan ve toplum bireylerinin doğal ve bağımsız seçimiyle alan bilimsel uzman kişiliklerdir. Bunlar, sıradan bireyler olup ya talebedirler ve sıkıntı, yoksunluk ve takva ile okumakta ya da ders veren ve araştırma yapan âlim kimselerdir. Ona kültürsüz unsurlar sızmışsa bu, genelin kültürsüzlüğünden ya da başka konulardan kaynaklanmıştır. Yoksa bu elbise, resmi ‘ruhaniyet elbisesi değil, ilim, içtihad ve araştırma elbisesidir.

DUA 2 \ Dr. Ali ŞERİATİ

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Ali Şeriati, İktibaslar

Ey Yaratıcı Rabbim!

Sen insanoğluna keremi bağışlamışsın. Sen kendi özel emanetini insanoğlunun omuzlarına yüklemişsin. Sen bütün peygamberlerini, kitabı öğretmek ve adaleti gerçekleştirmek için göndermişsin. Sen kendine, peygamberlerine ve iman eden insanlara izzeti bağışlamışsın. Sana ve peygamberlerinin getirdiği mesaja inanıyoruz. Senden özgürlük, bilgi, uygarlık, adalet ve şeref istiyoruz. Bize bunları bağışla! Çünkü çok muhtacız ve her zamandan daha dertliyiz ve alçaklık, esaret ve cehaletin kurbanı olmuşuz.

Ey zayıf bırakılmışların Rabbi!

Sen yeryüzünün zavallılarını, mahkum ve zayıf yığınlarını ve hayattan yoksun bırakılanları – ki onlar, köle arayan azgınların; çağın karanlık zulmünün; kin ve nefret cehenneminin tarihteki kurbanlarının devamıdırlar ve her zamankinden daha çok zulme ve baskıya maruz kalmışlardır –insanların önderliğine eriştireceğini ve onları dünyaya varis kılacağını irade etmişsin. İşte şimdi zamanı gelmiştir. Yeryüzünün lanetlileri senin vaadini gözlemekte ve beklemektedir.

Ey gaybın bilicisi Allah’ım!

Şu çağımızda sana gerçekten tapanlar, yalnızca yeryüzünün mustaz’aflarıdır.

Ey Yüce Rabbim!

Sen tüm meleklerini Âdem’e secde ettirensin. Şimdi insanoğlunun, idarecilerin ayağına kapanarak secde toprağına yüz sürdüğünü görmüyor musun? Onları bu çağın putlarına –ki hepsini kendimiz yapmışız – tapıcılıktan, onlara kulluktan kendi özgür kulluk ortamına çek ve kendilerine özgürlük bağışla!

Ey güçlü Rabbim!

Senin ayetlerine küfredenler, senin peygamberlerini yalanlayıp haksız yere öldürenler ve adalet, eşitlik istemek için ayaklanan kullarını öldürenler hâlâ yeryüzünde egemendirler. Müjdelediğin azabı onlara ulaştır!!

Ey Kadir olan Allah’ım!

Ailemize sorumluluk, halkımıza bilim, inananlarımıza aydınlık, aydınlarımıza iman, tutucularımıza anlayış, kavramışlarımıza tutuculuk, kadınlarımıza bilinç, erkeklerimize şeref, ihtiyarlarımıza bilgi, gençlerimize soyluluk, öğretmen ve üstatlarımıza, öğrencilerimize inanç, uyuyanlarımıza uyanıklık, uyanıklarımıza irade, tebliğlerimize gerçek, dindarlarımıza din, yazarlarımıza güvenirlik, sanatkarlarımıza dert, şairlerimize şuur, araştırıcılarımıza hedef, ümitsizlerimize ümit, zayıflarımıza güç, muhafazakarlarımıza hareket, ölümcül uykularda olanlarımıza hayat ve dirilik, körlerimize görme, suskunlarımıza feryat, Müslümanlarımıza Kuran, Sünnet ve Ehl-i Beyt bilinci, tüm mezheplerimize birlik, kıskançlarımıza şifa, egoistlerimize sabır, halkımıza kendini bilme, tüm uluslardan kurulu milletimize samimiyet, basiret, feraset, cesaret, fedakarlık yeteneği, kurtuluşa layık oluş ve izzet bağışla!!

Ey Kâbe’nin Rabbi!

Şu ömürleri boyunca, her sabah ve her akşam bütün dünyada senin evine yönelen, senin evine dönerek yaşayıp ölen, İbrahim’in evinin etrafını tavaf eden insanlar; cehalet ve şirkin kurbanı olmuş; Nemrut’un eziyet ve zulmünün bağlıları durumuna düşmüştür ve onu övmekte devam ediyorlar.

Ey güç, özgürlük ve uyanıklığın peygamberi!

Senin evinde yangın çıkmış, kapını tutmuş; senin toprağını batıdan doğma bir sel basmış, senin ailen ise çoktandır illetin siyah örtüleri altında uyuya kalmış. Onların başında dur ve bağır:

– Kalk ve Uyar! Onları uyandır.

Ey Ali!

Allah’ın ve halkın insanı… Aşk ve kılıcın adamı!

Biz seni, iyice tanımayı unutmuşuz… Seni iyi tanımayı aklımızdan çıkarmışlar. Ama senin sevgini, çağın zulmüne karşıt, vicdanlarımızın derinliklerinde, gönül perdelerimizin ardında yakıp durmak zorundayız. Sen, seni sevenlerin eğri yolda olmalarına nasıl razı olabilirsin? Sen, haksızlığın bir Yahudi kadına yönelmesini bile kabul etmedin. Gel de şimdi Müslümanların, boyunduruğunda yaşadığı kapkara zulmü gör! Gör, bak! Müslümanların başından geçenleri gör!

Ey güçlü kolların sahibi!

Bir darbe daha!…

Ve siz ikiniz; ey bacı, ey kardeş! Ey siz! “insan olma”ya anlam verdiniz. Özgürlüğe can; iman ve ümide iman ve ümit; ulu ve yüce ölümünüze “yaşam ve dirlik” kazandırdınız; bağışladınız.

Evet, iki beden ve ten, evet!

O dertli günden – ki hayal onu tasarlamaktan korkar, gönül onun derdiyle paramparça – bu yana, İslam ümmetinin gözyaşı kurumamıştır. Halkımız, asırlardır sizin gamınızı çekmekte, sizin için ağlamakta!.. Oysa aşk, salt gözyaşıyla söyleşme değil midir? Bir tarih boyunca İslam ulusu, sizin keder ve gamınızla inlemektedir. Bu aşktan dolayı, İslam ulusundan bazıları kırbaçlanmış, katliamlar görmüş, işkencelere uğramış; fakat hatırınızı aklından; yanan ateş gibi aşkınızı gönlünden çıkarmış değil! Her caninin kırbacı, sizin mührünüzün sırta kazılışıdır.

Ey Zeyneb!

Ey damaklarda, amaçlar için, Ali’nin dili!

Kendi halkına söyle!

Ey kadın!

Ey mertlere, cesurlara bu sıfatları öğreten!

Senin aşk ve derdini can ve gönüllerinde duyanlar sana muhtaçtırlar. Hem de her zamankinden çok… Bu eski ve yeni sömürünün, bozulmuş gelenek ve kurumların, modernist ilericilerin oyuncağı olanları; Bir şehrin başındaki güçlü feryadın gibi bir feryatla, Kasvet ve vahşet şehrini -ki şehri onunla ezmiştin- bir sarayın temellerini, -saltanat ve cinayetin sarayını sallamış, titretmişsin!- karıştır, sinirlendir, canlandır! Ta ki kendi kendilerine canlanıp sinirlenerek, etraflarını saran örümcek ağı perdelerini yırtıp parçalayabilsinler. Ta ki bu kötü ve yıkıcı tufanın çağdaş biçimine karşın, durmayı öğrensinler!

Bu korkunç ve tehlikeli makinayı, -ki bu onlardan, insanlardan- yeni oyuncaklar yapmak için, sonra yeni sömürü düzeni kurmak, modern uyutmalar için, başıboş günleri artırmak için, sermayedarların piyasaya sunduklarını ihtirasla yutabilmek için, burjuvazinin zevk verici yoğun hevesleri için, ruhsuz yeni soyluluğun daha ilginç görünümü olan yalnızlık, tecrit ve unutulmuşluğu için müreffeh toplumu hedefleyen bomboş bir yaşamla uğraşmak için yapılmıştır- kırıp parçalasınlar!!

Ve kendilerini eskinin saygın köleliğinden, yeninin saygın piyasasından –senin mesajının parıltılarıyla- kurtarsınlar!

Ey amaçta Ali’nin dili!

Ey Hüseyin’in mesajı gönül ve beyninde olan.

Ey Kerbela’dan gelerek şehitlerin mesajını, tüm cellat ve canilerin baskılarına rağmen tarihin kulağına ulaştıran!

Ey Zeyneb!

Bize söyle!

Başınızdan geçeni söyleme!

O kan kırmızısı çölde ne gördüğünü söyleme! Orada, cinayetlerin ulaştığı doruk noktasını da söyleme! O günün acısından sonra, Fırat’ın kenarında, Allah’ın insanı melekleri niçin secde ettirdiğini de söyleme! Ve Fırat sahilindeki gösteriyi ve durumu da söyleme!

Evet, Zeyneb!

Düşmanlarının ne yaptığını da , dostlarının tavrını da söyleme!

Evet, ey Hüseynî devrimin mesajı!

Biz biliyoruz, Biz, hepimiz, işitmişiz. Senin Kerbela ve şehitler mesajını dürüstçe ulaştırdığını biliyoruz. Sen kendi varlığında söz üreten bir şehitsin! Tıpkı damla damla kanıyla söz söyleyen şehit kardeşin gibisin sen.

Fakat söyle ey bacı!

De ki “ne yapalım?” Bir an bak ki biz ne çekiyoruz? Kulağını bir anlık bize ver ki, kendi isteklerimizi sana ulaştıralım.

Ey sevgili ve güçlü bacımız!

Ey kardeşinin emin ulağı! Kerbela’dan gelerek tarih süresince tüm nesillere şehitlerin mesajını ulaştıransın! Sen şehitliğin kıpkırmızı bahçelerinde yeni açılmış güllerin kokusunu can ve elbisesinde taşıyansın.

Ey Ali’nin kızı!

Ey esirler kervanının komutanı! Bizi de bu kafilenin izinde kendine ulaştır!

Ey Hüseyin!

Seninle ne söyleşelim? O korkunç, fırtınalı, girdaplı ve karanlık gecede yol lambasının ışığı! Ey kurtuluş gemisi! Ey her zamana yayılan, her nesle ulaşan, kıyama hazır her zeminde kanı hatırlanan, her elverişli tohumu toprağın altında açan ve yeşeren, her susuz çiçeği kanıyla, yaprak, hayat ve canlılığa kavuşturan!

Ey şehadetin büyük üstadı!

Bizim de bu karanlık ve ümitsiz gecemize bir şimşek çak! Bizim kurumuş, yarı ölü halimize bir damla kanını yay! Bizim bu soğuk ve donmuş kışımıza, o çöl kıyamındaki ateşinden bir kor bağışla! Ey âşıklarını “siyah ölümden” kurtarmak için “kırmızı ölümü” seçen! Sen, her damla kanınla halka hayat ve dirilik verirsin. Tarihi hareketlendirirsin. Çağın donuk, ölü bedenini ısıtırsın ve bu coşkuyla dirilik, aşk ve ümit saçarsın. İmanımızın, halkımızın, tarihimizin ve de zamanımızın bedeni; “sana ve senin kanına muhtaçtır.”

DUA 1 \ Dr. Ali ŞERİATİ

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Ali Şeriati, İktibaslar

Allah’ım! «Akidemi» «sorunlarım»ın elinden kurtar ve koru!

Rabbim! Bana sorumluluktan kaçan inanç ucuzluğuna karşı dayanma gücü ver!

İlahî! Akli ve bilimsel olgunluğum anında bile beni taassuba düşürme!

Duyarlılık ve aydınlık faziletinden mahrum kılma!

Ya Rabbi! Beni sürekli bilgili ve uyanık kıl ki, bir kimseyi yada bir düşünceyi olumlu, olumsuz- iyice tanımadan önce bir yargıya varmayayım.

Allah’ım! Egoizm, çekememezlik ve kıskançlıkla karışmış cehalet ve başıboşluğumu, düşmana savaş, dosta saldırı aracı yapma!

Rabbim! Benliğimin; şöhreti olmam istenen benliğin kurbanı durumunu bana verme!

Allah’ım! Benim ruhumda, «insanlık»ta ihtilafı, «düşünce»de ihtilaf ve «ilişki»lerdeki ihtilaf ile karıştır ki, bu üç temel şeyi birbirinden ayrı tanıma gücünü bulamayayım.

İlahî! Beni garaz, kin, kıskançlık nedeniyle zulmün oyuncağı yapma!

Ya Rabbi! Egoistliği benden uzaklaştır ve egoizmi kaldır ki, başkalarının egoistliğini görüp eziyet çekmeyeyim!

Allah’ım! Bana imanda «mutlak itaati» bağışla ki, dünyada «mutlak isyan» içinde olayım!

Rabbim! Bana «kavgacı ve inatçı» bir takvayı öğret ki, sorumluluğun çokluğu arasında kaybolmayayım. Beni «perhizkâr, münzevi takvadan koru ki, tenhalık ve uzlet köşelerinde gizlenmeyeyim!

İlahî! Beni ideallerinin mutluluğuna çekme! Büyük ıstırapları, sonsuz gamları, ilginç tuhaflıkları benim ruhuma da tattır! Lezzetlerini hakir kullarına verirken benim canıma da aziz dertlerini bağışla!

Rabbim! Düşünce ve duygularımı düşük bir ortamda tutma ki, alçak açıkgözlüğe, bela getirici adiliklere ve insanlara azıcık benzeyen pisliklere yönelmeyeyim. «Aldanmış» büyükleri daha çok seven, «aldatılmış» küçüklere daha çok ilgi duyanlardan kıl!

Allah’ım! Beni insanlığın dört büyük zindanı olan «tabiat», «tarih», «toplum» ve «benlik»ten kurtar! Sen, ey yaratıcı! Beni yaratmışsın. -Benliğini, benliğimin yaratıcısı bilirim. Başka da değil- Öyleyse benliği çevreye, çevreyi de benliğe uyarlayabileyim, uygulayabileyim!

İlahî! Toplumumu «kitap, adalet ve demir -silah ve teknik-»den oluşan üç sağlam ve sağlıklı temel üzerinde kurmam; gönlümü, «hakikat, güzellik ve hayr»dan ibaret üç kaynaktan doyurabilmem için bana yardım et!

Ya Rabbî! «Rousseau»ya ilham ettiğin şu sözü asla aklımdan çıkarma: «Ben senin -halk- ve inancının düşmanı olsam da, senin ve inancının özgürlüğü uğruna canımı fedaya hazırım.»

Rabbim! Dostoyevski’nin ağzından döktürdüğün şu delili, aydın ve düşünürlerin gönlüne de ulaştır: «Eğer Allah yoksa her şey muhaldir. Dünya anlamsız, yaşam hedeften yoksun ve insan bomboş demektir. Anlamdan yoksun insan, sorumluluktan da yoksundur.»

Allah’ım! Sevdiğin herkese öğret ki; aşk, yaşamaktan iyidir. Daha çok sevdiklerine de; sevmenin aşktan üstün olduğunu bildir!

İlahî! Beni bırakma!

Çünkü İslam’a olan imanım, Peygamber’e ve Ali’ne olan sevgim, beni, din kisvesi altında tutucu bir saldırgan ve gerici eylemlerle uyumlu bir kişi yapabilir.

Çünkü özgürlüğüm, halkın köleliğine neden olabilir.

Çünkü «dinim», bir «dinî görüntü» ardında gizlenebilir, gömülebilir.

Çünkü halk beni, taklit olunan biri, ya da taklitçi yapabilir.

Çünkü «hak bildiğim» şeyleri «kötü biliyorlar» diye gizleyebilirim.

Allah’ım! Senin Peygamberinin İslam’ı ile Ali’nin tavrı, «hayır» sözcüğüyle başlamıştır, bunu biliyorum.

Ey Muhammed’i gönderen! Beni, «her şeye evet»çi bir tavır takınanlardan eyleme!

Âmin.

HACC 2 \ Dr. Ali ŞERİATİ

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Ali Şeriati, İktibaslar

Anne, baba! Geçen sene sizinle hacca geldim[1] ve sizin ne yaptığınızı gördüm! Boing 707 model bir uçakla Mekke’ye vardınız, kalabalık bir havaalanına indikten sonra kapağında pek çok dinî büyüğün isminin olduğu hac kitapçığını çıkarıp hac ahkâmını okudunuz. Baktım ki, hacca dair yapmanız gereken ilk iş şudur: “Ulaştıktan sonra ‘deve’nizden inerken önce sağ ayağınızı yere koyun!” Senin hikâyeni, menasikini ve haccını sonuna kadar okudum.

Seni takip ettim ve Medine’ye gittiğini gördüm. Diğer Müslümanlarla birlikte, kutsadığın fakat kendilerini hiç tanımadığın kimselerin mezarlarını ziyaret etmek için ziyaretgâhlara gittin. O ziyaretgâhın içinde bir Müslüman’ın inanç ve duyarlılığına yakışmayacak bir şekilde yüksek sesle oradaki Müslümanlara kötü sözler söyledin. Oysa onlar da senin gibi Hz.Peygamber’i [s] ziyaret etmek için gelmişlerdi.

Namaz vakti geldiğinde Mescid-i Nebevî’de ezan sesi yükseldi. O vakit, Bilal’in ezanı, Peygamber’in [s] namazı ve ilk Müslümanların namazdaki saflarına dair hatıraların aklında tazelendiğini ve seni heyecanlandırdığını düşündüm. Esnaf, çöpçü, bakkal, beyaz, siyah, sarı, Arap, Türk, Tatar, Çinli, Hintli, Afgan, Filipinli, Endonezyalı, Sudanlı, Zengbarlı, Senegalli, Berber, Yugoslavyalı… Hepsi, tek bir emirle mescide akın ettiler ve tek bir sesle Peygamber’in [s] mescidinde saf tuttular. Bütün ırklardan oluşan beşer okyanusunun dalgaları mescidin kapılarından dışarı taştı ve bütün Medine’yi kapladı. Ansızın, senin de içinde bulunduğun dağınık bir grubun, cin görmüş gibi, uyumlu okyanus dalgalarını andıran o ahenkli namaz saflarını bir o taraftan bir bu taraftan yararak kaçıştığını gördüm!

Sordum, neden?

Dedin ki: “Biz, bunlarla namaz kılmayız. Hz. Peygamber’in [s] mescidinde Müslümanlarla birlikte namaza durmayız. Otelimize gider, orada kendi başımıza ve kendi imamızın arkasında namazımızı kılarız!”

Baktım, oradakiler de, size, Mescid-i Nebevî’de namaz kılmaya layık olmayan mezhep mensupları gözüyle bakıyorlar! Kendi kendilerine soruyorlardı: “Bunlar, niye geldiler? Acaba, Peygamber [s] mescidinin içinde yüksek sesle Peygamber’in [s] ashabına, hatta hatta namusuna dil uzatıp çirkin sözler söyleyerek ihtilaf tohumları ekmeye mi geldiler?”

Aranızdaki ihtilaf sonucunda ortaya çıkan sömürü, Samirî’nin buzağısı adına ikinizin da sorularına cevap vermekte ve sizi birbirinize tanıtmaktadır! O, size şöyle demektedir: “Bu Sünnîler, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’in düşmanıdırlar!” Sünnîlere ise şunları söylemektedir: “Bu Şiîlerin tümü, Hz. Ali’yi tanrı olarak kabul eden müşrik ve mühürperest kimselerdir. Onlar, Filistin’e düşmanlık ediyor ve mevcut Kur’an’ı eksik görüyorlar. Kur’an’ın yerine Mefâtih’ul-Cinân’ı benimsiyorlar, Kâbe yerine ise mezarları tavaf ediyorlar…”

Mekke’de çeşitli vesveselerin vardı. Sol omuzun, tam olarak Kâbe hizasında olmalıydı! Bir milimetre bile kayma olursa her şey boşuna gidebilirdi! Bu, o kadar önemli bir konu idi ki, erkeklerin çoğu, eşlerinin omzuna ellerini koyarak Kâbe’ye bakıyorlardı, tâ ki bu açıyı yakalayabilsinler! Sanki hac ibadeti, elektronik ve kompleks bir mekanik işlemdir, dolayısıyla da bütün aklı ve duyguları onun teknik ve fenni boyutuna vermek gerekirmiş gibi! Sanki bu formdan azıcık bir şaşma olursa her şey bitermiş gibi! Hâlbuki siz kendiniz “Peygamber [s], devenin üzerinde iken Kâbe’ye girdi ve o şekilde tavaf etti.” demiyor musunuz?

Her zaman ve her yerde senin aklın ve hissiyatın teknik formalitelerde idi. Bin yıl ‘nasıl’ diye sordun ama bir defa ‘niye’ diye sormadın!

Mekke’de hep bu tür vesveselerle meşgul olduğun halde dört adım ötede Yahudiler, senin dindaşlarına katliam uyguluyor, onların evine tecavüz edip namussuzluklar yapıyor, çoluk çocukla birlikte evi havaya uçurup gidiyor fakat senin kılın bile kıpırdamıyor! Hatta bu konudaki haberleri bile dinlemeyip şöyle diyorsun: “Arkadaş, biz ne yapalım? Herkes kendisini kurtarsın! Zaten biz, uluslararası ilişkileri anlamayız! Ayrıca Filistinlilerin, Yahudilerden daha kötü olmadığı ne malum! Arap filmlerinin, ne kadar kötü olduğunu görmüyor musunuz? Onlar, bunu hak ediyorlar! Onlar, Şiî olmadıkları için Ehl-i Beyt’in âhını çekiyorlar! Bilin ki, her amelin bir karşılığı vardır!”

Aynı kafileden bir kişi şöyle diyordu: “Bir defasında battaniyemi kaybettim, ne kadar aradımsa bulamadım ve aramaktan vazgeçip yeni bir battaniye aldım, Arafat’a çıktım. Çaldırdığım battaniyemi orada buldum. Kenarlarından birine bir işaret koyduğum için benimki olduğunu anladım. Battaniyeyi alan adam, diğer tarafa dönük olduğu için iyice baktım gördüm ki, kenarlardaki bütün dikişleri açmış. Anladım ki ihram olarak kullanmak için öyle yapmış. Zira bilindiği gibi, ihramın dikişsiz olması dinî bir gerekliliktir. Baba, gördüm ki, bir cihad olan bu hac, mahşeri hatırlatan ihram ve İsmail’in kurban oluşundaki aşk bile seni battaniye ile ilgilenmekten alıkoymamıştır!”

Belki bunun, bir istisna olduğunu düşünüyor olabilirsin. Fakat sa’yda da benzer durumlarla karşılaştım. Sa’y mekânı ki, dinî duygulardan ziyade insanî duyguların öne çıktığı bir yerdir. Merhum Celal Âl-i Ahmed, bu yer hakkında şöyle demektedir: “İlk sa’yda herhangi bir şey hissetmedim. İkinci, üçüncü, derken yavaş yavaş tutuşmaya başladım. Daha sonra öyle bir heyecan, öyle bir duygulanma oldu ki, tahammül edemez duruma geldim ve bu halin benden gitmesi için başımı sa’yin duvarlarına vurmak istedim!” işte böyle bir yerde, sa’y halindeki iki müminin, şöyle konuştuklarına şahit oldum. Baktım hacı efendilerden biri, Hacer’in hatırasını yenilemek ve düşünmekle meşgul olması gerekirken arkadaşına şöyle diyor:

—Hacı falan, ben yeni bir şey keşfettim.
Koşan arkadaşı ona:
—Ne keşfettin?
Bizim yaptığımız tavafu’n-nisâyı yapmayan Sünnîlerin işi zordur. Zira bu tavafı yapmayanların hanımları onlardan boşanmış sayılır. Bunların babaları ve anneleri de tavafu’n-nisâyı yapmadığına göre… Anlıyor musun ne demek istiyorum, hacı?
—Evet, aklınla bin yaşa! Yani diyorsun ki, bütün bunlar…! Ha ha ha…

Ben de sa’y yaptım. Orada benimle birlikte hacca gelen bilgili, sanattan anlayan ve hassas bir doktor, bana şöyle dedi: “Hacda nasıl bir derinliğin olduğunu ve İslam’ın, bu düşünce ve manalardan meydana geldiğini yeni anladım! Şimdiye değin, dinde bu seviyede bir tefekkür, hikmet, derinlik ve kültürün mevcut olduğunu anlamamıştım!” Bütün bu maneviyat, duygusallık, düşünce ve derinlikten şiddetli bir şekilde etkilenen bu doktor, haccın, insanın tabiatı ve yaşamı üzerinde etkili olduğunu düşünerek ciddi bir mesuliyet hissine kapıldı. Bundan dolayı da, her şeyi derin bir şekilde tefekkür etti, her ameli sordu ve haccın her boyutunun derin manalarla dolu olduğunu anladı.

Benim yakınımda sa’y yapıyordu. Derin düşünceler ve ince duygulara gark olmuştu. Çok ince ruhlu biriydi. Hac menasiki, duaları ve ziyaretleriyle ilgili olan bir kitapçığı açmış okuyordu. Ansızın hayretler içinde bana sordu: “Birileri buraya bir şey yazmış, tam olarak anlayamadım, acaba ne demek istiyor?”

“Ne yazmış?” diye sordum.

Dedi ki, şöyle deniyor: “Dördüncü sa’yda Safa Tepesi’nin dördüncü basamağına gidip şu duayı okusan zengin olursun!”

İnsanî değerler, ruhî güzellikler, bilgi, bilinç, sanat, iman ve aşktan anlayan özellikle de İslâm ve hac konularında henüz yeni güzellikler, derinlikler ve ilmî boyutlar keşfetmiş olan aydın, bilgili ve hassas bir gencin, paraperest, beceriksiz ve aciz kimselere mahsus olan para için dua etmek gibi bir durumla burada karşılaşmasından utandım.

Konuyu açıklama sadedinde: “Bu ifadeleri, hac mevsimine yakın bir zamanda kitabı yayınlayan yayıncılar yazmışlardır.” dedim. Adam, bana kitabın kapağını ve oradaki yazarın adını göstermesin mi? Şok içinde yola koyuldum ve sa’yime devam ettim. Hem de ne hızla! Verdiğim tek cevap, bu oldu!

Diyorum ki, böyle bir yöntemden ve zengin olma yolundan söz edilebilir. Fakat burada mı ey Allah’a inananlar?! Burası, insanın, aşktan eridiği; İbrahim’in yaptıklarından, İsmail’in kurban olmasından ve yapayalnız Hacer’in sa’yinden heyecanlandığı; Peygamber’in [s] hatırasından, Allah, insan ve kıyamet düşüncesinden yanıp tutuştuğu bir yerdir. Düşünün, adam, böyle bir yerde zengin olma arayışı içindedir!

Ya sen, ey bu kitabı yazan âlim efendi! Acaba sen kendin hiç kimseden para almıyor musun? Zengin olmak için hiçbir şey yapmıyor musun? Sadece yılda bir defa hacca gidip dördüncü sa’yda o duayı okuyup zengin mi oluyorsun? Peki, neden paran yoktur? Paran varsa bile, onu sa’ydaki duadan kazanmadığın açık bir gerçektir! Hayır değerli âlim, bunu, ne dördüncü basamak ne de Safa Tepesi yapar! Zira sa’yin yapıldığı yer, İtalya ve Amerika tarzı modern bir tüneldir. Senin duyguların nerede? Kendin haccı görmediğin halde zavallı insanlar için hac rehberi hazırlıyorsun. Artık eskidiği için hacılar, dört motorlu uçaklara bile binmezken sen, deveden, Safa Tepesi’ndeki dördüncü basamaktan, güzel kokunun satıldığı çarşıdan v.s.den söz ediyorsun.

İşte sen busun ve şunu söylüyorsun: “Eğer falan duayı, Kâbe’nin altınoluğunun altında okursan düşmanın hamam böceğine dönüşür. Falan dua, seni zengin eder. Kur’an’ın falan suresi, seni hastalıktan kurtarır…” İnsanlar, senin söylediklerini dinî esaslar olarak kabul edip uyguluyorlar. Herhangi bir sonuç alamayınca da dinden, inançlarından, Kâbe’den, duadan ve Kur’an’dan şüphelenmeye ve yüz çevirmeye başlıyorlar.

Anne, baba! Biliyorum ki bu yolla para kazanılmaz! Sizi iki durumdan birine yönlendiriyorlar: Ya Peygamber’e [s] isnat edilen “Fakirlikle gurur duyarım!” sözüne dayanarak hayatı/parayı küçümsemenizi ve fakirliği övüp onunla gurur duymanızı sağlamak ya da zengin olmak, mutluluk, maddi servet, hayır ve bereket için sizi virde ve duaya davet etmek. Olmazsa, acziyet, yakarış ve gözyaşlarıyla imamların ve onların soyundan gelenlerin türbelerinden isteyin! Fakat bakıyorum ki, sizin, toplumunuzun ve bütün İslâm dünyasının servetleri, kaynakları ve birikimlerini götürüyorlar ama sen, onlara kıymetsiz dünyalık gözüyle bakıp şöyle diyorsun: “Bunlar, kıymeti olmayan murdar şeylerdir! Dünya nimetleri, ahiretten nasibi olmayan ve bize özlemle bakan biçare kâfirler içindir! Nasıl olsa bu dünyada yediklerinin tümünü, öbür dünyada geri verecekler; öyleyse bırakın götürsünler!” Bilmiyorum ne diyeyim? Sen bile ne dediğini bilmiyorsun!

Hâlbuki dinsiz biri olarak bana göre benim ve toplumumun zenginleşme yolu, sahip olduğumuz paraları ve servetleri korumak ve düşmana kaptırmamaktan geçer. Zengin olmak için bilim, teknik, bilinç ve mantık gerekir. Görmüyor musun, duacı müminler fakir ve geri kaldıkları halde namazsız kâfirler, ilerlemiş olup yeryüzünün bütün nimetlerine hükmediyorlar?

[Anne Baba Biz Suçluyuz Kitabından…]

_______________________________________
[1] Geçen seneki hac konuşmamda Medine’de şunları söyledim: Ben, kafilenin vaizi, ruhanî lideri, rehberi ve sizin gibi hacı değilim. Ben, hac, oruç, namaz, Hz. İbrahim, Peygamber, Allah, vahiy ve ilhama ilgisiz olan yeni kuşak adına size şunu sormak için geldim: Buraya niçin geldiniz? Burada ne yapıyorsunuz? Bu amellerinizin anlamı nedir?

HACC 1 \ Dr. Ali ŞERİATİ

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Ali Şeriati, İktibaslar

Hacc tecrübesi bana neler öğretti:

Kişi hacca giderken kendi kendine “hacc ne demektir diye sormalı ve haccın Allah’a doğru yükselmesi olduğunu bilmelidir.” Hacc ibadeti pek çok şeylerin aynı anda gösterisidir.

Gösteride Allah, sahnenin yöneticisidir. Âdem, İbrahim, Hacer ve şeytan başlıca karakterleridir. Sahneler Mescid’ûl Haram, haram bölge [Mıntıka-i Haram] meş’a [Safa-Merve arası]Arafat, Meş’ar [Arafat’la Mina arasında hacıların gece kaldığı ve şeytan taşlamak için taş topladığı yer] ve Mina’dır. Önemli semboller Kâbe, Safa, Merve, gündüz, gece, güneş ışığı, güneşin batışı ve kurbandır. Kostüm ve makyaj ihram, halk ve taksirdir. Hacc’a giden kişiler erkek, kadın, genç ve yaşlı siyah beyaz ne olursak olalım Allah’la şeytan arasındaki karşılaşmada Âdem İbrahim ve Hacer’in rolü tarafımızdan oynanır. Hacc’da şunlar şöyle yapılmalı böyle yapılmalı gibi şeylerden ziyade Hacc’ın Müslümanlara niçin farz olduğu üzerinde durulup öğrenilmesidir.

Boş Bir Felsefeyi Red

Hayat yaşadığımız şekliyle tiyatroyu andırır. Kişi gayesiz, gece ve gündüzleri izler. Gün be gün yaşamayı temel kabul eden insanın yönü yoktur. Amacı sadece yaşamaktır. “Yaşayan bir bedende ölü bir ruhtur var olan. Ama Hacc olayı bu sağlıksız durumu değildir. İnsan Hacc’a gitmeye karar verdi mi gerekli adımı attı demektir. Hacc’ı gerçekleştirme yoluna girilmiştir. Hacc gayesizliğin karşıtıdır. Evinden çıkacaksın Allah’ın evini [BEYTULLAH] veya insanların evini ziyaret et, çevreni terk et, pak topraklara git orada Meş’ar-i Haramın cana can katan seması altında Allah’la [CC] karşılaşabilirsin. Çektiğin yabancılıklar bitecektir. İnsan sonunda kendini bulacaktır.

Allah’a Ulaşma

Hacc, haram aylardan Zilhiccede yapılır. Mekke toprağı asûde ve huzur doludur. Çöl korku nefret ve savaşın yerine barış ve güvenlikle tanınır. Halkın Allah’la karşılaşmaya serbest olduğu bir ibadet havası hâkimdir. Sen ey çamur, Allah’ın ruhunu ara ve O’nun ardından git davetini kabul et O’nu görmek için evini terk et. O seni bekliyor. İnsan varlığı, gaye, Allah’ın ruhuna yaklaşmak olmadıkça bir saçmadan başka bir şey değildir. Seni Allah’tan uzaklaştıran bütün şu ihtiyaç ve doymak bilmez arzularından sıyrıl. Dolayısıyla Hacc’a giden sonsuz insan göçüne katıl. Kâdir Allah’ı gör! Hacc için evinden ayrılmadan önce bütün borçların ödenmelidir. Yakınlarına veya dostlarına karşı duyduğun bütün nefret ve kızgınlıklar yok olmalı. İçinde bir arzu doğmalı. Bütün bu jestler, bir gün herkesin başına gelecek ölüme hazırlanmada birer deneydir. Bu hareketler, kişisel ve malî arınmayı garanti eder. Vedanın son anları ve insanın geleceği sembolize edilir. Sen ve bedeninin her azası amellerinizden sorumlusunuz. Bu amel yurdundayken, hesap yurduna hazırlan. Ölmeden önce ölümü duy. Hacca git.

Mikata Giriş Ve Bir Oluş

Gösteri Mikat’ta başlar. Bu noktada insan elbiselerini değiştirmelidir. Niçin dendiğinde çünkü kişinin elbisesi kendisi kadar karakterini de örter. Kişi elbise giymez fakat gerçekten elbiseler onu gizler. Mikat’ta elbiselerini çıkar ve bırak. Düz beyaz kumaştan kefeni giy. Herkes gibi giyineceksin. Bir parçacık halinle kalabalığa katıl bir damla olarak okyanusa dal. Gururlanma, buraya birini görmek için gelmedin. Alçak gönüllü ol, Allah’ı göreceksin. Ölümcüllüğü kavrayan bir kişi ol veya bir ölümcül ol, varlığını duyan.

Mikat’ta ırkını veya kabileni hiç düşünmeden günlük hayatında seni bir kurt [vahşet ve zulmün sembolü] bir fare [kurnazlığın ve istifçiliğin sembolü] bir tilki [hilekârlığın sembolü] veya bir koynun[köleliğin sembolü] yapan bütün örtüleri çıkar at. Bunların hepsini Mikat’ta bırak ve sonunda nasıl bir ölü olacaksan, şimdi de bir insan, yalnızca bir Âdem olarak başlangıçtaki şekline bürün. İki parçalı kumaşa dolan birini omuzlarına ört, diğerini beline sar. Hiçbir özel şekil ve araç kullanma. Giydiğin kumaş oldukça basit ve sade dokunmuştur. Herkes aynı ihramı giyer. Hiçbir görünüm farkı yoktur. Dünyanın her tarafından gelip Hacc’a doğru yol alan kervanlar Mikat’ta toplanacaktır. Aynı yerde ve aynı zamanda karşılaşacaklardır. Allah yolunda kişi olduğu gibi değil olması gerektiği gibi olacaktır ve dönüş Allah’a dır. Kişi Allah’a dönmeye karar verir. Bütün benlik ve bencillik eğilimleri Mikat’ta gömülür. Kendi ölü bedenini görür ve kendi mezarını ziyaret eder. Kişiye hayatının son noktası hatırlatılır. Mikat’ta ölümü ve tekrar dirilmeyi duyduktan sonra, Mikad’la Miyad arasındaki çöl görevine devam etmelidir.

Hacc’ı eda eden herkes Allah’la karşılaşmak üzere kendinden uzaklaşmıştır. Ona Allah’ın ruhu bahşedilmiştir. Bir sürgünden kurtulup ahirete gittin. Cehaleti ve zulmü yenerek ilim ve adaletle aydınlandın. Şirki terk ettin, tevhidi kabul ettin. Haccı eda etmeden önce, insanlar insan olma özelliğini kaybetmişlerdi. Kuvvet, servet, kabile, ülke ve ırklarla kendinden kopmuşlardı. Hayatları sadece bir var olmaktan öte geçmiyordu. Sonunda hac ibadeti kendilerini keşfetmelerini sağladı. Şimdi birbirlerini bir olarak ve bir fert olarak algılıyorlar başka hiç bir şey değil.

Niyet

Büyük bir değişiklik başlangıcı olan Mikat’a varmadan önce niyet edilmeli. Bu niyet benlikten, Allah’a giyimli olmaktan soyunuk olmaya, günlük hayattan ebedi hayata bencillik gayesizlikten bağlılık ve sorumluluğa geçme niyetidir. Kısaca ihramlı oluşa geçiştir. Niyetini kuvvetle belirlemelisin. Hurma tohumları gibi kabuğundan çıkacaksın. Son derece bilinçli olarak inancını kalbinde duymalısın. Kalbini aşk aleviyle aydınlat. Yan ve parla, kendini tamamen unut! Geçmişteki hayatın, ihmal ve cehaletten ibarettir. Her bakımdan yardımsızdı. İşinde bile alıştığından fazla veya zorla köle olmuştun. Şimdi bu yaşama şeklini bırak. Tam anlamıyla Cenab-ı Allah’ın kendinin ve insanların bilincine er.

Mikatt’ta Namaz

Mikat’ta hac etmeye hazırlan, neyi niçin yapman gerektiğini bil. İhrama girdiğinde kendini Allah’a arz ederek namaza dur. Mikat’ta namaz Allah’ın senin huzurunda putlara tapan değil Kurt değil tilki değil fare değil İbrahim gibi duruyorum demektir. Bu duruş bilinçli ve bilerek Allah’a itaat etmek Allah’la daha içten konuşuyor gibi olma ve Allah sanki hemen karşında gibi niyetlenmektir. Mikat’ta namaz artık ondan başka kimse karşısında rüku ve secde etmeyeceğine dair Allah’a verilecek bir sözdür.

Bazı Davranışlardan Kaçınma [Muharremat]

İnsan ihramlıyken yapmaması gereken bazı şeyleri bilmesi gerekir. Aynaya bakmamak lazım, benliğini unutmak için, güzel koku kullanma, kimseye emir verme kardeşlik havasında ol, tamamen itaat etme zamanıdır. Herkes yer yer kendisi Allah’a sesleniyor ve Kâbe’ye yaklaşıyorsun, yaklaştıkça heyecan artıyor. O atmosferde Allah’tan başka kimseyi görmüyorsun. Tek o var diğerleri köpük ve dalga gibidir onun dışındaki her şey sahtedir. Hacc’ın çeşitli bölümlerini yerine getirirken insan kendinden koptuğunu ve Allah’a doğru bir hareket içinde olduğunu hisseder. Mekke’ye yaklaşırken haram bölgeyi gösteren işaret vardır. İşte bu bölgede yasaktır. [Avlanma, Bitki koparma gibi] Harem-i Mekke’ye yaklaştığınızda Lebbeyk sesleri kesilir.

Allah’ın evine varış herkesin kalbini Aşk ateşi i1e yanmakta olduğu hissedilir. Şimdi Kâbe ye daha da yakınız sessizlik, düşünce ve sevgi dolu gözlerin büyüdükçe büyüyor ve kıbleye dikiliyor. İnsan o anda soluğunu yakalaması güçleşiyor. Vadiyi inerken yıkılacak gibi olursun. Fakat karşında o Kâbe gözüküyor. Burası imanın, sevginin ve hayatın merkezidir.

Kâbe

Oldukça sade bir şekilde döşenmiş ve araları tebeşirle doldurulmuş siyah taşlardan yapılan Kâbe boş bir küp şeklindedir Kâbe’yi boş görmek ne kadar güzel orada hac için bulunduğunu hatırlatıyor. İnsanın varacağı son nokta değil. Kâbe, yön gösteren bir kılavuzdur.

Sonsuzluğa varmaya karar verdikten sonra Hacc’a başlarsın Hac Kâbe ye doğru değil Allah’a doğru sonsuz bir harekettir. Allah’ın pak kulu olmakla şereflendirilmiş bulunuyorsun. Hala kendine bağlanmış ve kendini düşünüyorsan bu kutsal eve girmene izin verilmez. Mekke’ye Beyt-i Atik denir. Atik hür oluşu temsil eder. Mekke kimseye ait değildir. Allah Mekke’nin sahibidir. Benliğinden gelen eğilimlerin tamamını atabilirsen aileye katılmaya hazırız demektir. Allah’ın ailesinin kıymetli bir ferdi ve dostu olarak kucak açarlar sana. Duvarla Kâbe arasında dar bir geçit vardır. Kâbe’yi tavaf ederken Allah duvarın etrafında dönmeyi emretmiştir. Aksi halde Hacc’ın kabul olmaz.

Tavaf

Kâbe çevresinde insanlar daire çizerek dönerler. Kâbe Allah’ın ölümsüzlüğünü ve sonsuzluğunu sembolize eder. Dönen daireler ise yaratıklarının sürekli hareket ve değişimlerini temsil eder. Allah’ın yolu insanların yoludur; Allah’a yaklaşmak için önce insanlara yaklaşmalısın. Her dinin kendine özgü bir ibadeti vardır. Bu İslam’da cihattır. Tavaf süresince Kâbe’ye giremezsin. Çevresinde herhangi bir yerde duramazsın. Kalabalığa katılmalı ve kalabalıkta kaybolmalısın. Tavaf eden insan çağlayanın içine dalmalısın. Hacı olmanın yolu buradan geçer.

Hacerü’l Esved Ve Biat

Tavaf Hacerü’l Esved’in bulunduğu noktadan başlar. Burası evrenin düzenine girdiği yerdir. İnsanlara katıl eğer insanlara katılmazsan yörüngeni bulamayacak ve Allah’a yaklaşamayacaksın. Hacerü’I Esved’e dokunmak lazım sonrada insanların arasında kaybolmalısın. “Hacerül Esved yeryüzünde Allah’ın sağ elidir.” Hacer insanlık için bir örnektir. Ona memedeki çocuğu ile evini terk etmesini emretti. Hiç bir bitkinin öyle ki bir deve dikeninin bitmediği korkulu Mekke vadisine girmesi söylendi. Oda Allah’a olan aşkından bu emri anladı ve kabul etti. Böyle bir yerde, su varlık için gerekli, bebek süt ister, insan arkadaşa muhtaçtır. Kadın bir desteğe ihtiyaç duyar ve bir anne yardım bekler, bütün bunlar doğru ama ilahi aşk bütün bunların yerini alabiliyor. Eğer ruhu O’nu tanırsa bir kimse yalnızca aşkıyla yaşayabilir. Sonuç olarak Allah’a kesinlikle güvenmeliyiz.

Makam-ı İbrahim [Hz. İbrahim’in Makamı]

Tavaf yedinci dönüşünü tamamladıktan sonra tavaf hali sona erer Makam-ı İbrahim de iki rekât namaz kılınır. İbrahim’in makamı ayak izlerinin bulunduğu taş parçasıdır. İbrahim bu taşın üzerinde durarak Kâbe’nin köşe taşını [Hacerü’l Esved] yerine koydu. Kâbe’yi yapmaya buradan başladı. Gel Hacc et, tavaf eden insan seline katıl ve sende tavaf et. Bu sevgi deresinde bir saat yüzdükten sonra üzerine titrediğin ölümcül varlığını terk edecek ve Allah’ın sonsuz yörüngesinde sonsuz var oluşa eren insanlar arasında yeni bir hayata kavuşacaksın.

İşte şimdi İbrahim gibisin.

Sa’y

Sa’y bir arayıştır amacı olan bir harekettir. Koşmak ve seyretmek diye tanımlanır. Sa’y çalışmasıdır bedenin Susuzluğunu gidermek ve çocuklarını doyurmak için su ve ekmek ardından koşman ve çaba harcamandır demektir. Say ihtiyaçların için tabiatın kalbinde araştırma yapmak ve kavga etmektir. Taştan su çıkarma girişimidir. Şaşırtıcıdır ki mesafe olarak tavafla sa’y arasında ancak bir kaç adım ve bir kaç saniye vardır. Yine de bu ikisi arasında büyük bir farklılık göze çarpıyor. Tavaf: Mutlak sevgi, sa’y: Mutlak akıl. Tavaf: Tamamen O, Say: Tamamen sen.

Tavaf yalnızca Kadir-î Mutlak’ın iradesi Sa’y yalnızca senin iraden Hac tavaf ve sa’yın birleşimidir. Tavaf yaşamak için değil Allah davası için yaşamak, Sa’y yalnızca kendin için değil insanlar için de elinden geleni yapmak.

Sa’y ın Sonu [Taksir]

Merve’de sa’yın son noktasında saçını kısalt veya tırnaklarını kes. İhramını çıkar ve her günkü elbiseni giy kendini serbest hisset eli boş ve susuz Merve’den ayrıl İsmail’ini bulmaya git. Ey sa’y ederek yorgun düşen insan Aşka güven. Ey sorumlu insan elinden geleni yap. Çünkü İbrahim susuzdur ve sen sa’y yapmaktan gelen Hacc’ı kalbine dikkatle kulak ver. Şırıltıyı duyacaksın Merve tepesinden zemzeme doğru yürü bir kap yudum al yüzünü yıka ve geldiğin yere bir miktar götür ki hediye diye insanlara sunasın.

Büyük Hac

Zilhiccenin dokuzuncu günü hac başlar. Mekke’ye gitmeye karar vermek Hacc’ın bütünüyle gerçekleşmesi olmadığı gibi Kâbe ve Kıble’de Hacc’ın hedefleri değildir. Tevhidin önderi [İbrahim] Hacc’ın Kâbe’de bitmediğini tersine Kâbe’yi terk ettiğin anda başladığını öğretiyor. Sana Kâbe varacağın son durak değil başladığın ilk noktadır. Umre için ve Mikat’ta evini terk ediyorsun şimdi ise Hac için Allah’ın evini terk etmelisin. Şimdi Allah’a yaklaşacaksın. Evi ziyaret etmeyecek fakat sahibini göreceksin ve varış Allah’adır. Kâbe son durak değil yalnızca yöndür. Mekke’ye geldin burada kalma haramda durma Mekke’ye gelişten daha büyük bir yolculuğa [Hacc’ı temettü] başlamalıyız. Zilhiccenin dokuzunda nerede olduğumuza bakmadan ihramını giy. Mekke’ye sırtını dön ve yürü Mekke’den daha kutsal ve daha saygı değer neresi vardır. Durma göreceksin.

Arafat

İhramını giyip de Mekke’den çıkınca güneş batımına kadar kalman gereken doğuya [Arafat’a] doğru yola çıkacaksın geri dönüşte Maş-arı haram arkasında Mina’da kalacaksın. Vakfe için Arafat’a giderken yavaş yavaş durup dinlenmeden Arafat’a gideceğiz. Onuncu günün sabahında on ikinci güne istersen on üçüncü güne kadar Mina’da kalınacak. Allah’a dönerken içlerinden geçerken üç bölüm vardır. Arafat, Maş-ar ve Mina. Bunlar üç ziyaret yeri değildir. Allah bizzat onların ilahi isimlerini kendisi vermiştir. Arafat hikmet ve ilim demektir. Mahşer bilinç ve anlayış demektir. Mina aşk ve inanç demektir.

Arafat’ta güneş batınca insanlar Meş-ar’a doğru yola koyulurlar ve orada dururlar. Sonrada Mina’ya hareket ederler buraların sınırı yoktur. Takva kendini eğitme dua kendini Allah’a arz etme Arafat’ta ihtişam bakışında olmalı. Baktığın şeyde değil hangi durumda olursan ol bu günü işlediğin gibi geçirebilirsin. Senden istenen şey durman [Vakfe] ve sonra Arafat düzlüğünü güneş batımını terk etmelidir.

Meş-Ar

Arafat’ta kaybolurken sen de oradan ayrılıyorsun, Arafat kaybolmuştur. Durmak mı asla, oturmak mı hiç bir yerde bir yarım gün tam bir gece veya iki gün kalmak, hepsi bu kadar. Çadırların hepsi kaldırılmalıdır. Karanlıkta ve gecenin sessizliğinde düşünceleri bir noktaya daha fazla toplayabilmek suretiyle elde edilen anlayış gücüne Meş-ar denir. Arafat tecrübe ve nazar bölümü, Meş-ar ise görüş ve basiret bölümüdür. Yer ve gök hürriyet ve alçak gönüllülük içindedir.

İlim Allah’ın dilediği kimselerin kalbine yerleştirdiği bir nurdur. Bu doğru kılavuzluk bilgisidir. Arafat bilgisini her hangi bir kişi öğrenebilir ama Meş-ar’ın nuru Allah’ın dilediği kimselerin kalbine yerleştirdiği ışıktır. Mikat’ta iken kendini unutup insanlara katılmışsın. Tavaf’ta onlarla sürüklenmişsin.

Say’dan sonra kendini bulmuş Arafat’ta okyanusa çekilmiştin ve sonra yeniden Meş-ar’da kendini bulacaksın. Böyle bir kalabalık içinde herkes kendi başınadır. Burada örtüsüz renksiz maskesiz veya makyajsız pak gerçeğini keşfettin. Bu gece bir dostla [Allah] özel bir konuşma yapacaksın. Kendini ona aç ve günahlarını itiraf et. Şimdi bütün bu sınırları görmeyip duvarları yıkma zamanıdır. Yıllardır içinde tutsak kaldığın şeylerden sıyrıl. Burada kendinlesin. Elini çenene koy ve bu gece Allah’la baş başa ol. Silahların ve inancınla yanında yalnızca O ve sen varsın. Eğer Muhammed’in iyi bir ümmeti isen O’nun gibi yap. Bırak kalbin aşkla aydınlansın. Orduda kurallara dikkat et. Üç gün Mina‘da kalman gerektiğini unutma.[10.,11.,12. Günler] kurşunların boşa gitmeyeceğinden emin ol. Yalnızca düşmana çarpanlar kabul görecektir. Mina savaş alanıdır. Savaşmak lazımdır. Meş-ar kamp yeridir. Sabah namazında sessizlik hâkimdir. Meş-arda herkes uykudaymış gibi gece dağların üzerinden süzüldü. Meş-ar’da uyuyanların üzerinden sıyrıldı ve Mina boğazında kayboldu ve şu anda güneş doğuyor.

Mina

Son ve en uzun kalış Mina’dadır. Güneş doğduktan sonra Meş-ar’da durma. Çünkü gündüz ilk Mina’da olma vaktidir. Güneşin doğuşuyla birlikte hücuma geçmek hücum vakti girdiği zaman güneşin emri zamanın emridir. Bu emre uy. Yalnızca güneşe kulak ver ve onuncu günün güneşini bayram güneşini gözle. Her şeyi anladığını söyleyen hiçbir şey anlamayandır.

Allah’a yaklaşmaya karar vermiş olan insanlar ümmet sonsuz ve harekat eden cemaat bütün kaya ve setleri delecek ve sonunda kuşkusuz denize ulaşacak olan gürleyen sel… Evet. Meş-ar’dan Mina’ya giden yolun üzerinde durmazsan yanlış yola gitmez veya insanlara karışırsan Mina’ya ulaşacak, şeytanları yenecek ve İsmail’ini kurban edeceksin. Bu hacca giden herkese Allah’ın açık emridir.

Savaş Cephesi [Şeytan Taşlama: Recm]

Kral Caddesi boyunca yerleşmiş üç Şeytan birbirinden 100 metre kadar uzaklıktadır, her biri bir anıtı, bir heykeli veya bir putu temsil eder; her yıl yüzleri beyaza boyanır.

Allahu Ekber, ne kadar anlamlı! Ordu geldi; hepsinin ellerinde silahları[taşları] ve ateşlemeye hazırlar. Birinci puta vardığında[cemre-i ula] ateş etmeden geç git. İkinci puta vardığında da aynısını yap. Fakat üçüncüye vardığında geçme, ateş et! Niçin? Şu akıllı ve tecrübeli öğretmenler, genellikle sürüp giden bir yolda yavaş yavaş ve sessizce dönüş yapmamızı söylerler, ama burada kumandan ve emir veren İbrahim’dir. İlk hücumda sonuncuyu vur ve vuruşların başından ve yüzünden olmalıdır savaş bitmiştir. Son put düştüğü zaman birinciler ve ikinciler karşı koyamaz. Cepheden ayrılınca işimiz kurban kesmektir. İhramını çıkar, istediğin elbiseyi giy, saçını kes, istersen koku sürün.

Artık serbestsin. Hacc süresince her hareket niyetine bağlıdır ve niyetle yapılır. Haccın özünü anlamayan kimse boş bir zihinle ülkesine döner.

Hacc Süresince

Tavafla tevhid inancını ilan edeceksin. Say ile Haccın uğraşını yapacaksın Kâbe, den Arafat’a gitmekle Âdemin inişini göstereceksin. Arafat’tan Mina’ya gitmekle insanın yaratılış felsefesini düşüncelerin saf bilimden saf aşka doğru evrimini ve ruhun çamurdan Allah’a [cc] doğru yükselişini sergileyeceksin. İbrahim’in sahnesi Mina’dayız. Şu anda İbrahim gibi davranmaktayız. O oğlu İsmail’i kurban etmek için getirmiştir. Bizim İsmail’imiz Kim veya Ne? İşte onu bilemiyoruz. Ama bizi kör ve sağır ne ediyorsa işte odur kurban edeceğimiz.

İsmail’in Kurban Edilmesi

Sevgili oğlun, hayatının meyvesi, neşen, oluş nedenin, varlığının anlamı, oğlun; hayır, İsmail’in. O’nu bir kuzu gibi yatır ve kurban et! Ayaklarının altına al ki, kaçıp kurtulamasın. Ellerinle kavrayarak başını tut, boyun damarını kes, fakat daha fazla kımıldayamayacağını sezinceye kadar ayaklarının altında tut. Sonra ayağa kalk ve O’nu yalnız kendi haline bırak! Ey “itaatkâr” olan ve Allah’ın[cc] kulu”! Allah’ın senden istediği budur. Bu inancının çağrısı, tebliğinin özüdür. Bu sorumluluğundur. Ey ‘sorumlu adam!’ Ey ‘İsmail’in babası!’

İbrahim’in iki seçeneği vardı; ya kalbinin ağlayışlarına kulak verecek ve İsmail’i kurtaracak veya Allah’ın emirlerine uyup O’nu kurban edecekti! Birini seçmek zorundaydı.

İçinde ‘sevgi’ ve ‘gerçek’ kavga ediyordu ‘sevgi’, hayatı; ‘gerçek’ ise inancıydı]! Allah kendi hayatını istemiş olsaydı vermek çok daha kolay olacaktı İbrahim, hayatını Allah davası uğruna adamıştı ve bu nedenle Allah’a itaat etmesi gerektiğini hissediyordu. Bu, O’nun için bir ‘bencillik’ ve ‘zayıflık’ idi. Bazı kişiler için iyi ve güzel olan, İbrahim gibi şerefli bir insan için kötü ve çirkin olabilir. O Allah’a en yakındı.

İbrahim çağrıyı düşününce her şeyiyle teslim oluyor, fakat sıra İsmail’i kurban etmeye gelince katlanılmaz bir acı duyuyor, kemiklerinin kırıldığını ve yüzünde üzgün bir ifade belirdiğini hissediyordu. İbrahim’i böyle kötü bir durumda gören şeytan; Nerede ve kimde bir korku, zayıflık, kuşku, kıskançlık, ümitsizlik, aptallık ve sevgi belirtisi görse çirkef işini yapmaya koyulur. Seni eğlendirir ve görevlerini yapmaktan alıkoyar ki çağrı gerçeği kavranmasın.

“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir”.[Enfal 28]

Oğluna olan sevgi bile, seni ‘deneme’ yoludur. İsmail sevgisi İbrahim için bir imtihandı; şeytanla karşılaşmalarında O’nun tek zayıf yönü olmuştu bu. İbrahim bunun açık bir vahiy olduğunu ve oğlunu kurban etmesi gerektiğini biliyordu. Üzgün ve kalbi kırıktı. Şeytan bundan dolayı O’nu kandırma fırsatı buluyordu.

Şeytan bu durumdan faydalanarak önüne çıktı ve aynı şeyi fısıldadı: “Bu çağrıyı rüyanda duydun”. “Hayır, bu yeterli, bu yeterli” dedi İbrahim kendi kendine; karar verdi ve seçimini yaptı: “Mutlak hürriyet olarak Allah’a itaat”, yani İsmail’i kurban etmek. Hürriyetine giden yolda bu son daha kalmalı ve oturup bütün çağların üzerinde birleştiği şu soruyu kendi kendine sormalısın: “Toplum için ne yapabiliriz?” Ve cevabı bulmaya çalış. Sadece otur ve hacc boyunca ne yaptığını düşün!

Baba Ve Oğul Arasındaki Konuşma

Mina’da kuytu bir köşede İbrahim [AS] oğluyla konuştu! Yüz yıl yaşamış ak saçlı sakallı babanın yanı sıra İsmail gençlik çağına yeni giriyordu. Dünyanın değil Arap yarımadasının göğü böyle bir görünüme katlanamazdı! Tarih, baba ile oğul arasındaki böyle bir konuşmayı kaydetmemişti hiç. Kimse de, dostça fakat ürkütücü bir konuşmayı düşünmemişti!

İbrahim başlangıçta hikâyeyi yeniden anlatıp oğluna “burada seni ellerimle kurban edeceğim demek için ağzını açmadı. Sonunda, Allah’ın güvenine sığındı ve ” İsmail rüyamda seni boğazlıyorum” dedi! Öylesine hızlı söylemişti ki bu kelimeleri kendisi bile işitmedi. Sonra sustu. Korkulu ve solgun, İsmail’in gözlerine bakmaya dayanamıyordu. İsmail babasının içinde bulunduğu durumu sezerek onu teselli etmeye çalıştı. “Baba itaatkâr ol ve Allah’ın emrini yerine getirmek için tereddüte düşme. Beni de itaat edici olarak bulacaksın. Katlanabilirim ben ” dedi. Allah Teâla ders veriyordu. Bundan böyle Allah için insan kurban olarak kesilmeyecektir. İbrahim gibi, İsmail’ini seçip Mina’ya getirmelisin. Kimdir İsmail’in? Kendin bileceksin, başkalarının bilmelerine gerek yok. Karın olabilir, yeteneğin, işin cinsiyetin. Gücün, rütben, mevkiin vs. olabilir. Hangisi olduğunu bilmiyorum, fakat senin İsmail İbrahim’in yanında ne kadar sevgiliyse senin yanında da o kadar sevgili olması gerekir! İsmail’in bazı göstergeleri, hürriyetini senden alan ve görevlerini yapmana engel olan her şey, seni eğlendiren gerçeği bilmen ve duymadan alıkoyan sorumluluğu kabul etmekten çok seni özür aramaya iten her şey ve yalnızca ileride desteğini almak için seni destekleyen her herkestir. Onu hayatında arayıp bulmalısın. Eğer Allah Teâla’ya yaklaşmak istiyorsan, İsmail’ini Mina’da kurban etmelisin. İsmail yerine bir koyun kesmek kurbandır, fakat yalnızca kurban kesmek için, bir koyun kurban etmek kasaplıktır.

Üç Put Üçlemenin [Teslis] Sembolleri

Mina’da üç putun İbrahim’i aldatmaya çalışan şeytanı temsil ettiğini hatırla.
Birinci put [cemre-i ulâ]:’Arafat’ın düşmanı’
İkinci put [cemre-i vustâ]:Meş’ar’ın düşmanı’
Üçüncü put [cemre-i ukbâ]:’Mina’nın düşmanı’

Ey hacı. Şu anda Mina’dasın. Ateşle silahını İsmail’ini kurban yerine getirdin. İbrahim gibi üç putu vur ve devir.
Bayram

Hareket bitti ve biraz sonra hacc sona erecek.
Nerede?
Mina’da!

Şaşırtıcıdır ki, Mekke’nin komşusu olan yerde! Neden hacc Mekke ve Kâbe yanında bitmezde, burada biter? Haccın bu sıralarını anlamalısın. Bu kalabalığın ortasında ne yaptığının tam anlamıyla bilincinde olmalısın. Burada düşünebilmelisin; evinin bir köşesinde veya hayallerinde değil! Hacc birlikteliği teşvik eden bir bütünlüktür. Allah [cc], İbrahim [asm] ; Muhammed [sas] ve insanlarla karşılaşılan yerdir. Haccı anlamak ve tanımlamak gidebilmek ve şimdiye kadar söylediklerimizi yapabilmek demektir.

Mina’da Gecikme

İnancını ve ne yaptığını düşünmen için iki gün daha kalınır. Bayram günü kurban kesildikten sonra merasim biter. Mina’da iki gün veya üç gün daha kalman gerekir. Bu günlerde Mina’dan ayrılman, Mekke’ye dönmen düşünülmez. Niçin şeytan yenildi, kurban kesildi, İhram çıkarıldı ve bayram kutlandı. İnsan için İbrahim’in makamına ulaşmaktan başka daha üstün bir rütbe yoktur ve burada herkesten rolünü oynaması istenmiştir. Bütün bu menasikin sonunda, ülkene dönmeden önce, bayramdan sonra iki gün daha kalmalı ve oturup bütün çağların üzerinde birleştiği şu soruyu kendine sormalısın. Toplum için ne yapabiliriz? Ve cevabı bulmaya çalış. Sadece otur ve hacc boyunca ne yaptığını düşün.

Bayram Gününden Sonra Arka Arkaya Yapılan Hücumlar

İlk gün, ilk hücumunda son putu vurur ve kurban yerine giden yolu açarsın. Sonra ihramını çıkarır ve sevinçle zaferini kutlarsın! İkinci gün tekrar vurmalısın, ama putların üçünü de. Bu kez, sırayla, birinci, ikinci ve son olarak da üçüncü putu vurursun. Üçüncü gün, ikinci gün yaptıklarının bir tekrarıdır. Dördüncü gün, istersen Mina’da kalabilir istersen ayrılabilirsin. Kalmaya karar verirsen ikinci veya üçüncü günün atışlarını tekrarlamalısın. Dördüncü gün kalmamaya karar verirsen kalan silahlarından arta kalanı Mina’da bir yere gömmelisin! Bu bir zorunluluktur!

Son Mesaj

Hacc süresince yapılan bütün davranışlar, Kur’an’ın kelimelerle anlattığı mesajı nakleder. Haccı bitirmeden önce, Kur’anı hiç olmazsa baştan sona bir kez okuman ve son suresinde bir ders çıkarman öğüt verilir.

Neden son sure? Hacc’ın son aşaması vurmak olup, Kur’an’ın son suresinin son kelimeleri de bir tehlikeden uyarma konusundadır! Hacc’ın sonunda sen üç putu vurursun, Kur’an’ın sonu da üç gücü reddeder. Hacc’ın son bölümünde, Müslüman, bir tehlikeye karşı uyarılırken, Kur’an’ın son bölümünde de bir şerre karşı uyarılır. Kur’an’ın biterken şerrin bitmemesi, Peygamberliğin biterken tehlikenin sürmesi bize şaşırtıcı geliyor belki! Kur’an’ın son iki suresi, `şer’den sığınma`dan söz eder ve aynı zamanda, İbrahim [as.]’ın peygamberliğini tamamlayan, tevhidin son peygamberi Hz. Muhammed’i [sav.] uyarır. Ve Hacc’ın son iki günü, kişinin savaşmak zorunda kaldığı ve Allah’ın [cc] İbrahim’e[as.] uyarıda bulunduğu Mina’da geçer. Ve sen ey Muhammed’in [sav] ve İbrahim’in [as.] sünnetinin yolunda giden, yalnızca menasike uyman değil, fakat `şifre’leri çözmen gerekir. Mina’dan sonra nereye gidiyorsun? Ey hacı, ülkemize dönmek için Mina’dan ayrılmadan önce oturup muzaffer peygamberimizin uyarıldığı tehlikeyi anlamak için Kur’an’ın son iki suresini okuyalım. Allah’ın sevgili elçisinden sığınmasını istediği şeyleri anlamak için, şu vahiylere kulak verelim:

“De ki: Sabahın Rabb’ine sığınırım, Yarattığı şeylerin şerrinden, Karanlığı çöküp bastığı zaman gecenin şerrinden. Ve haset edenin, haset ettiği zaman şerrinden, Düğümleri üfleyenlerin şerrinden”. [Felâk suresi]

Ey Habilin varisi; ‘babanın katilinden öc alıcı’ Kabil ölmedi! Ey ‘meleklerin secde ettiği’, ‘Âdem’in varisi’; şeytan şimdi öc alıyor! Üç yüzü, yedi rengi, yetmiş bin hilesi olan ve insanların kalbine fısıldayan bu şerden uzak dur..

Allah’a [cc], Şafağın Rabb’ine, ‘insanların sahibine, ‘İnsanların Maliki’ne ve İnsanların sevgilisine, İlahına’ sığın. Ve sen ey hacı, Kurban Bayramı’ndan sonra Mina’da kal ve günde yedi kez üç putu vur! Her günü Kurban günü. Her ayı Zilhicce. Her yeri Mina ve… Hayatı hacc bil.

Sonuç

Mina’da kalma zamanı bitti ve Mekke sınırı yakınında törenler son buldu. Zilhiccenin sonuna doğru istediğin zaman, gerektiğinde Arafat’a gitmeden yapabileceğin bir Tavaf ve Sa’y daha var. Hacc menasiki bitmiş bulunuyor, işte yapman istenen şeylerin hepsi bu kadar. Ey, Hacc’ın son bölümü olan Mina’dan ayrılan hacı! İbrahim’in çağrısını kabul ettin Kişisel hayatının kısır döngüsünden kurtuldun. Zamanında Mikat’a geldin; Vahy’e kulak verdin; elbiselerini çıkarıp beyaz kefenini giydin. Evini ve ülkeni terk ederek bir misafir gibi Allah’ın Evi’ne ve cihad toprağına geldin. Sağ elini sıkarak Allah’a [cc] söz verdin. Tavaf çemberine katılarak tavaf eden insanların arasında kayboldun. Kendi kendin eliği bıraktın. Dağların tepesinde su bulmak için elinden geleni yaptın. Sonra Mekke’den Arafat’a indin ve bölüm bölüm [Meş’ar ve Mina’ya Giderek] geri Allah’a dönüp bilinç kazandın. Meş’ar karanlığında silah topladın. Aynı zamanda, diğerleriyle birlikte Mina sınırını geçtin. Şeytan ilk hücumunda yenildi. Hür oldun; İnanç ve aşk toprağını kurtardın. İbrahim makamına ulaştın, şerefin zirvesine -şehadetin ötesindeki bölüme- çıktın. Son olarak bu çabanın bitiminde bir koyun kurban ettin

En tehlikeli ve en korkunç yaratılış geçitlerini –Tevhit, isar, cihad, şehadet, iblisle savaş ve aşk ülkesini fethi- geçtikten sonra bu en büyük kutsal gezinin ve en yüksek insani dereceye çıkışın bitiminde nereye geliyorsun? Ne yapıyorsun? Kurban: Bir “koyun” boğazlamak! Neden? Hangi düşünceyle? Sırrı ne bunun? Haccın sonunda bir koyun boğazlamanın sırrı nedir? Bir şey diyemem! Bırak cevabı Allah versin:

“…Ondan hem kendiniz yiyin, hem ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyip dilenen fakir[ler]e yedirin “. [Hacc 36]

Yine tekrar ediyor:

“…İşte bunlardan yiyin, yoksulu, fakiri de yedirin”. [Hacc 28]

Ey hacı! Nereye gidiyorsun şimdi? Hayatına ve dünyana mı dönüyorsun? Geldiğin aynı yola mı giriyorsun hacdan sonra? Asla! Asla! Bu sembolik gösteride İbrahim’in rolünü oynadın! İyi bir aktör, kişiliği, rolünü oynadığın şahsın karakterinden tamamıyla etkilenen insandır. Eğer bunu iyi becerirse, gösteri bitecek, fakat eseri sürecektir. Oynadıkları rolü sürdüremeyip, unutulup giden pek çok aktör vardır!

`Makam-ı İbrahim’desin; tam durduğu yerde. Yükselişinin en son basamağı, Mirac’da Allah’a olan en kısa mesafedir. Şimdi makam-ı İbrahim’de duruyorsun ve onun rolünü oynayacaksın; onun gibi yaşayacak ve inancının icâbesinin mimarı olacaksın. İnsanları içinde yaşadıkları bataklıktan kurtar. Cehaletin karanlığı ve zulmün çileleriyle uyuşmuş ve ölmüş bedenlerine yeniden hayat üfle Ayağa kalkmalarına yardım et ve onlara yön ver. Onları hacca çağır, tavaf etmeye çağır.

İbrahim’in niteliklerini kazanmak için tavaf etmeye çağır. İbrahim’in niteliklerini kazanmak için, tavafa katılıp bencilliğini bırakarak temizlendikten sonra yolunu izlemek için Allah’a söz verdin. Allah şahidindir.

Zamanını saygıdeğer bir zamana [Zaman-ı Haram] yap, çünkü kutsal mescittesin. Çünkü yeryüzü Allah’ın [cc] Mescidi’dir.