‘Seyfullah Demir’ Kategorisi için Arşiv

Yazılarımda evrenin yaşını, genel kabul olan 13,8 milyar yıl olarak almaktayım ama, içimden bu yaşın doğru olmadığını düşünüyorum. Evrenin yaşını tespit etmek için kullanılan en ciddi yöntem, Hubble sabiti ile tespit edilen yöntemdir. Eğer evren şu anda genişlemekte ise, birim zamandaki genişleme miktarını da bildiğimize göre, zamanda geriye giderek başlangıca ulaşabiliriz. Bu yöntem hem kozmik arka plan mikrodalga radyasyonuna, hem de günümüzdeki genişlemeye uygulanabilmektedir.

Kozmik arka plan mikrodalga radyasyonuna göre, evrenin megaparsek başına saniyede 67,5 km hızla genişlediğini görüyoruz. Bu genişleme hızı, evrenin 14,4 milyar yaşında olduğunu verir. Günümüzde ise, evrenin megaparsek başına saniyede 73,2 kilometrelik bir hızla genişlediğini ölçüyoruz. Bu da evrenin yaşının 13,4 milyar yıl olduğunu söyler. Çeşitli nedenlerle bu değerler 13,8 milyar yıl olarak kabul edilmiştir.

Bilim insanları o rakamı neden kabul ettiklerini şöyle açıklamaktadırlar: “Sahip olduğumuz tam veri paketi tarafından yönlendirildiğimiz için, evrenin 13,8 milyar yaşında olduğunu iddia edebiliyoruz. Daha hızlı genişleyen bir Evren, daha az maddeye ve daha fazla karanlık enerjiye ihtiyaç duyar ve Hubble sabitinin Evrenin yaşıyla çarpımı daha büyük bir değere sahip olacaktır. Daha yavaş genişleyen bir Evren, daha fazla madde ve daha az karanlık enerji gerektirir ve Hubble sabiti, Evrenin yaşıyla çarpıldığında daha küçük bir değer alır”[1] diye söylemektedirler. Bununla birlikte, “gözlemlerle tutarlı olması için, Evren %95’ten daha fazla bir güvenle 13,6 milyar yıldan daha genç ve 14 milyar yıldan daha eski olamaz” diye düşünmektedirler. Fakat bu düşünce evrenin kütle kaybını hesaba katmadığı için doğru olamaz. Onun için farklı yöntemler ile tespit yapan araştırmaları da değerlendirmeye alacağım.

Evrenin yaşı için yıldızların yaşını tespit ederek de bir fikir edinebiliriz. David Crookes tarafından 07 Mart 2022 tarihinde space.com[2] adresinde yayınlanan “Methuselah: Evrendeki en yaşlı yıldız” adlı makale epey ilginçtir. Makalede HD140283 veya daha çok bilinen adıyla Methuselah denilen yıldızın 16 milyar yaşında olduğu söylenmektedir. Evrenden büyük bir yaşa sahip yıldızın neden öyle gözüktüğü tartışılmış ve evrenin yaşı değil de yıldızın yaşının hatalı bulunduğu şeklinde bir sonuca varılmış. Onun için yapılan düzeltmelerden sonra yıldızın yaşı 14,27 milyar yıl olarak düzeltilmiş. Bu durumda da yıldız, yine evrenden büyük bir yaşa sahiptir. Fakat yanılma payıyla evrenin yaşı, ucu ucuna yıldızın yaşını kapsadığı için zorunlu bir kabul ile durum mübah kabul edilmiştir.

Evrenin yaşına başka bir bakış açısı ise, Özgen Ersan tarafından getirilmiş. Sayın Özgen Ersan’ın “Light kinematics to analyze space-time”[3] adlı makalesinde, Işık Koordinat Sistemi (yani LCS) adlı bir yöntemi kullanarak, evrenin yaşı için bulduğu 19,28 milyar ışık yılını da dikkatinize sunmak isterim. Pek gündem yapılmayan bu yöntem, ışık hızının sabit ve sonlu oluşunu esas alır. Büyük patlama ya da düzgün genişleme teorisine göre enerji patlaması sonrası oluşan madde topaklanmaları yarıçapı sürekli genişleyen küresel bir yüzey oluşturur; fakat bu yüzey üzerinde bulunan bir gözlemci “ışık hızının sınırlı olması sebebiyle” bu küresel yüzeyi, deforme asimetrik elipsoid (yani su damlası formu) olarak görmek durumundadır. Astronomik gözlem verileri bu görünen evren formuna aittir. Yani mutlak düzendeki küresel yüzey şekli, gözlemci tarafından damla formunda algılanacaktır. Evrenin 14, 16, 18, 20, 22,… milyar yaşları için bu geometrik form belirlendikten sonra astronomik veriler teorik olarak hesaplanabilir ve sonuçlar evrenin yaşına bağlı olarak diyagramlara işlenir. Grafiklerde gerçek gözlemsel veriler işlendiğinde evrenin yaşı bulunur. Bu yöntemle bulunan evrenin güncel yaşı 19,28 milyar yıldır.[4]

Şekil 1 Evrenin yaşını anlayabilmek için örnekler

Bu yöntemlerin hepsi, evrenin kütle kaybettiğini hesaba katmadığı için, sorunludur. Normalde evrenin hem genişlediğini hem de büzüştüğünü söylemiştim. Onun için Hubble sabiti doğru bir yaş tahmini yapamaz. Ancak LCS yöntemi de bu büzüşüp genişlemeyi hesaba katmaz. Buna rağmen daha doğru sonuç vereceğini düşünüyorum. Çünkü o evrenin geometrisini baz aldığı için, hata payı daha azdır.

Hubble sabitiyle yaş tahmininin sorununu anlatmaya çalışayım. 500 km mesafeye bir araçla gitmeye çalışalım. Eğer aracımız baştan sona Şekil 1 A’da olduğu gibi saatte 100 km sabit hızla giderse, yol 5 saat sürer. Fakat aracımız hızlanarak giderse yani B şıkkındaki hızlara uyarsa zaman 5,46 saat sürer. Eğer aracımız başta saatte 40 km hızla başlayıp sonra yüksek hızlara çıkarsa yani, C’deki hızlara uyarsa o zaman da süre 6,76 saat olur. Aracımız saatte 40 km hızdan başlayıp en sonda saatte 100 km hıza ulaşırsa yani D’deki duruma uyarsa, süre 7,92 saate ulaşır.

Şekildeki A durumu günümüzde ölçülen evrenin megaparsek başına saniyede 73,2 kilometrelik genişleme hızına karşılık gelir. Bu durumda evrenin yaşı 13,4 milyar yıl olur. Şekildeki B hızları ise yapılan düzeltmelerle kabul edilen 13,8 milyar yıllık evren yaşına denk gelir. C ve D şıkları evrenin kütle kaybetmeye başlaması durumuna karşılık gelir. Fakat benim tercihim D şıkkının doğru olma ihtimalinin daha yüksek olduğu yönündedir. O zaman 5 saatte geçilmesi gereken süre 7,92 saate çıkar.

İşte evrenin yaşını belirlemekte zorlanmamızın sebebi, sadece günümüzdeki gözlemlerle sınırlı kalmamızdır. Kozmik arka plan mikrodalga radyasyonuna göre de bir yaş bulabiliyoruz ama onu da ancak günümüzden bakarak ölçebiliyoruz.

Bilim insanları evrenin ilk yıllarındaki hızı hesaba katmazlar. Çünkü o dönemde farklı bir hızın olmasını gerektirecek bir durum yoktur. Oysa evren kütle kaybediyorsa, bu süreç şekil 2 D’deki duruma dönüşecektir. Oradaki, ilk 100 km’lik bölümdeki hızı kaçış hızı olarak ve son hızı ise günümüz Hubble sabitini oluşturan hız olarak düşünelim.

Büyük bir ihtimalle James Web teleskopu bu durumu ortaya çıkaracaktır. Alınan verilerin işlenmesi bitmediği halde, şimdiden ortalığı karıştırdı bile… Yanlış anlamayın, benim bahsettiğim “Büyük Patlama hiç olmamış!!! James Web’den gelen son bilimsel veriler öyle diyor…” gibi çarpıtılan şeyler değil. Benim bahsettiğim Kansas Üniversitesi’nden bir astrofizikçi olan Allison Kirkpatrick’ın sözünü ettiği şeylerdir. O, ilk verileri inceleyerek, Space.com bloğuna yazdığı makalesinde şöyle demektedir: “James Web’in bulduğu şeylerden biri, galaksilerin düşündüğümüzden daha büyük olduğu, bir başka şaşırtıcı şey ise, bu galaksilerin çok fazla yapıya sahip olması. Daha önce galaksilerin bu kadar düzgün olduğunu düşünmemiştik. Evren çok erken organize oldu.

Standart model, ilk gökadaların, küçük gaz bulutları ve yıldız kümelerinin bir araya gelerek daha büyük gökadaları oluşturmasını içeren hiyerarşik bir süreçle oluştuğunu söyler. Bu erken galaksilerin James Web teleskopunun gözlemlerinde beklenenden biraz daha gelişmiş görünmesi, mevcut galaksi büyümesi modellerini karıştıran ilgi çekici bir astrofizik bilmecedir.”[5]

Birileri bu sözleri kapsamı dışına çıkararak Büyük Patlamanın olmadığı gibi bir sonuç çıkarmış. Oysa görüldüğü gibi Büyük Patlamayı çürüten bir veri yok. Sadece evrenin ilk yıllarında tahmin edilenden daha büyük ve organize galaksilerin bulunması, sorun olarak lanse edilmektedir. Bu durum Büyük Patlamayı çürütmez. Başka bir açıklama durumu düzeltebilir. Örneğin; Büyük Patlamayı biraz daha geriye çekerseniz, her şey yerine oturmuş olur.

Şekil 2 Evrenin olası yaş grafiği

Ben ilk kitabım Dünya ve Ötesi’ni yazarken “Evrenin başlangıcında patlayan kara delik, belki birkaç milyar yıl canlı oluşumu için müsait olmadığından, madde miktarı çekilmeyecektir. Böylece evren büyümeye devam edecektir. Bir noktaya geldikten sonra ürün alınmaya başlayınca, evren genişlemeye çalışırken bir taraftan da madde miktarı eksildiğinden büzüşmeye çalışacak ve sadece uzaklaşma hızları göz önüne alındığında dünyanın evrenden yaşlı olduğu ortaya çıkabilecektir. Eğer iki etki beraberce incelenirse, evrenin yaşının 20 milyara yakın olması gerekir. Bu rakamın da 19–20 milyar aralığında ya da 19,4 milyar yıl olduğunu düşünüyorum” demiştim. Bu rakamı da tamamen sezgilerime dayanarak, içimden gelen bir rakam olarak söylemiştim. Onun için yukarda açıkladığım LCS yöntemiyle bulunan 19,28 milyar yıllık evren yaşına sıcak bakmaktayım. Ayrıca o kitabımda “Hubble sabiti bize evrenden madde çekilmesinin başladığı zamanı gösteriyor olabilir” demiştim. Bugün de aynı düşünüyorum.

Bugün astronomi gök cisimlerinin uzaklığını bulmak için, onların kırmızıya kaymasını kullanır. Evrenin ilk oluşum sırasındaki kaçış hızı, kırmızıya kaymayı oluştursa da asıl kırmızıya kayma, kütle kaybı ile gerçekleşir ve bu süreç hızlanarak devam eder.

Kütle kaybıyla kırmızıya kaymanın ne ilgisi var diyebilirsiniz. Süreci anlayabilmek için daha önce bahsettiğimiz “birim sicim” kavramına bakmamız gerekir. Evren hakkında her şey” adlı makalede birim sicim kavramını tanımlamıştık. Bu kavramın günümüzdeki fotonlara karşılık geldiğini söylemiştik. Aynı zamanda, zaman geçtikçe birim sicimin de küçüldüğünü daha doğrusu büzüştüğünü de söylemiştik. Diyelim ki foton ilk yola çıktığında 10 birim değerinde olsun. Yolda gelirken bu rakam sürekli küçülmektedir. Bize ulaştığında 5 birim değerine düşmüş olsun. Biz onun yolda gelirken küçüldüğünü anlayamayız. Bizde foton gibi, tüm sistemimizle büzüşüyoruz. Başta iki gök cismi arasına sığan x kadar foton olabilirken, sonda bu rakam 2x kadar olacaktır. Oysa bizim gördüğümüz şey, fotonun yola çıktığı gök cismi ile aramızdaki mesafenin iki kat uzadığı olacaktır. Hatta buna kaçış hızı da eklenecektir. Artık bir fotonun yerini doldurmak için, 2 foton gerekir. Fotonun sayısı değişemeyeceğine göre, fotonun periyotu uzayacaktır. Bu da bize kırmızıya kayma olarak yansıyacaktır.

Evrenin sürekli kütle kaybetmesi, bütün galaksilerin bizden uzağa gitmesini yani hepsinin kırmızıya kaymasını gerekli kılar. Fakat eğer gök cismi kütle kaybının oluşturduğu kırmızıya kaymayı yenecek hızda, bize doğru yaklaşıyorsa, o cisim maviye kayacaktır. Buna ender örneklerden biri, Andromeda galaksisidir.

Evren için şöyle bir senaryo düşünmekteyim. Evren hakkında her şey adlı makalede yazdığım gibi, evrenimiz bir üst evrende olan karadeliğin arkasındaki evrendir. Karadelik üst evrende yuttuğu maddeleri, arkasındaki akdelikten, içinde bulunduğumuz evrene püskürtür. Fakat bu püskürtmenin hızı günümüzdeki hızların çok daha altında bir hızdır. Akdelik çok küçük ve çok sıcaktır. Bugün ölçtüğümüz Kozmik arka plan mikrodalga radyasyonu, ak deliğin sıcaklığının günümüze yansımasıdır. İlk maddenin içinde bulunduğumuz evrende görünmesi, şişme oluşturur. Şişme, maddenin meydana getirdiği kütleçekim alanının oluşturduğu uzaydır. Aynı makalede boşluğun, tıpkı manyetik alan benzeri, bir kütleçekim alanı olduğunu söylemiştik. Şişmeyle oluşan evren büyüklüğü günümüzdeki evrenin boyutlarına yakın olması muhtemeldir. Ayrıca madde dediğim şey de, sicimlerdir. Karadelik yuttuğu maddeleri en küçük parçasına kadar parçalayarak dışarı atar. Onun için oraya düşen her şey sicimlerine kadar ayrışır.

Sicim oluşumundan sonraki süreç, Büyük Patlama sürecindeki sicimlerin birbirinden ayrıldıktan sonraki süreci taklit eder. Orada sicim ve anti sicimlerin buluşarak patlamaları, kaçış hızını daha fazla yapması mümkündür. Onun için alt evrendeki kaçış hızı çok daha az olmalıdır.

Fakat bu mantıkta, şöyle bir sorun var. Eğer evren 20 milyar yıl yaşındaysa, ortalık, yaşı 14 milyar yıldan daha çok olan birçok gök cismiyle dolu olmalı. Gerçi Hubble teleskopu bu konuda yetersiz kalacaktır ama James Webb olayı çözmelidir. Benim beklentim, James webb teleskopunun iki önemli olayı çözeceği yönündedir. Bunlardan biri; bu makale konusu olan evrenin yaşı konusudur. Diğeri ise evrenin büyüklüğünün bulunmasıdır. Evrenin büyüklüğü derken neyi kastettiğimi merak edenler Evrenin büyüklüğü hakkında bir fikir jimnastiği” adlı makaleden okuyabilirler.

 

 

[1] https://bigthink.com/starts-with-a-bang/this-is-how-astronomers-know-the-age-of-the-universe-and-you-can-too/

[2] https://www.space.com/how-can-a-star-be-older-than-the-universe.html

[3] https://www.researchgate.net/profile/Oezgen-Ersan

[4] https://en.wikipedia.org/wiki/HD_140283

[5] https://www.space.com/james-webb-space-telescope-science-denial

Diğer makalelerimde, özgür irade konusunda bir şeyler söyledim ama bu makalede hem bilim hem de dinler açısından daha detaylı bir inceleme yapmak istiyorum. Önce bilim açısından bakalım.

Bilim insanlarına sorarsanız, size direk olarak “Özgür irade yoktur” derler. Yapılan pek çok araştırma, sinirbilimi camiasında, özgür iradenin bir illüzyondan başka bir şey olmadığı tartışmalarına sebep oldu. Bu yaklaşıma göre, eylemlerimiz çoğunlukla bilinçaltından belirleniyor. Niyetlerimizin bilinçli olarak farkında olduğumuzda, seçimlerimize dair genellikle makul açıklamalar geliştirebiliriz, fakat bu durum tamamen geçmişe yöneliktir. Beyin aktivitemize karşı gelerek kararlar alan “hayalet bir mekanizma” söz konusu değilse ve beyin aktivitemizin bir sonucuysak, peki, bu nasıl mümkün olabilir?

Buradaki önemli soru, beyin aktivitemizin sonucu muyuz? Eğer linkini verdiğim videoyu izlerseniz[1] insanın bir konuda karar vermeden 6 saniye önce, beyninin karar verdiğini göreceksiniz. Bu durumu açıklamak oldukça zor. Deneyde parmağıyla düğmeye basmadan, beyninde 6 saniye önce karar verilmiş. Bu erken kararı veren kim ya da ne? Deneyi yapan, daha karar vermeden önce, hangi parmağını kullanacağını söyleyebiliyor.

Buna benzer başka bir deneyde katılımcılardan, dönen kadranı ile bir saati izlemelerini ve ara sıra ve rastgele olarak kollarını bir biçime sokmaları istendi. (Sonraki deneyler bir butona basma ve diğer benzer hareketlerle sürdürüldü.) Daha sonra katılımcılardan kollarını hareket ettirmeye karar verdiklerinde, saat kadranının nerede olduğunu belirlemeleri istendi. Bütün bunlar sürerken araştırmacılar katılımcıların beyin aktivitelerini elektroansefalografi ile görüntüledi.

Katılımcıların kollarını “istedikleri” bir biçime sokmalarına dair hareket ettirmeye karar verdikleri anın, aslında bu hareketi gerçekleştirdikleri andan yaklaşık 200 milisaniye önce olduğu bulgusuna ulaşıldı. Şaşırtıcı bir biçimde, beynin motor bölgelerindeki elektriksel aktivite, hareketten 550 milisaniye önce yükselmeye başlıyordu, – yani hareket ettirmeye dair bilinçli karardan yaklaşık 350 milisaniye önce. Anlaşılan “Beyin bizim için bir karar hazırlıyor, sonra biz bunu bilincimize çıkarırken, zarlar zaten atılmış oluyor.[2]” Bu durumlar özgür irade konusuna ciddi bir sekte vurdu.

Fakat burada benim bir itirazım var. İnsanı beden olarak görmenin getirdiği açmaz olduğunu düşünüyorum. Yani karar veren şeyin, et beyin değil de ruh olduğunu ve et beynin sadece bir aktarıcı olduğunu kabul ettiğimizde, sorun nispeten çözülür. Et beynin yavaş çalıştığını ve bu yavaşlığın çözümü için, kararların önceden devreye alındığını düşünmeliyiz. Tabii burada ruh ve beden arasındaki zaman durumunu da değerlendirmek gerekir. Ruhun, zamanı istediği gibi kullandığını düşünmek durumundayız.

Zaman konusunda “Zamanın yapısı[3] adlı makaleden durumu anlamaya çalışmalısınız. O makaleden ruh ile beden ortamlarından zamanın farklı hızda aktığını anlayabilirsiniz. Yani bin yıla bir günlük bir zaman farkı söz konusu.

Ayrıca, “Kuran’da İblis ve Şeytan, neyi temsil eder?” adlı makalede, ruhun değil de bir kopyasının dünyaya gönderildiğini anlatmaya çalıştım. Bu kopyaya Kur’an İblis demektedir. Daha önce de bu yapıyı açıklamaya çalışırken, bir cd olarak tanımlamıştık. İşte o aracı beden, insanın beyin nöronlarıyla iletişime geçer.

Neden ruhun kendisi bu işi direk yapmaz. Sanırım bunun nedeni tekâmüle gönderilecek ruhun, tüm yetenekleriyle dünyaya gelmesi istenmediğindendir. Yani bir bebeğe bakın. Bebek zekidir ama bilgi olarak sıfırdır. Oysa ruh, o güne kadar öğrendiği her şeyi bilir. Onun için bir ruhun bilinç seviyesi olarak bir kopyası çıkarılır ve tekâmüle gönderilir. Hafızası boş olur. Böylece dünyaya gelen bebek, öğrenerek yeni deneyimler yaşar. Ölünce, doldurduğu cd öncekilerle birleştirilir.

İblisimizde tıpkı ruh gibi, enerji kökenli bir şeydir. Onun için o da astral düzeyden aşağı inemez. Yani İblis astral düzeyden beynimize bağlanır. Bunu nasıl yaptığını bilmiyorum ama bu işin bir kuantum durumu olduğunu sanıyorum.

Zamanın yapısı” adlı makalede astral düzey ile görünen evren arasında 1 güne 1 yıl gibi bir zaman farkı olduğunu okumuşsunuzdur. Oradan, dünyada 80 yıl yaşayan birinin astral düzeyde 115 dakikalık bir rüya gördüğünü söyleyebilirim. Yani dünyadaki 80 yıla karşılık, astral düzeyde yaşayan İblis için 115 dakika geçmiş demektir. Demek ki yukardaki deneylerdeki durum yaşanabildiğine göre. İblis, vücudun tepki verebilmesi için, dürtüyü önceden gönderebilir. Ve biz, olayın gerçekleştiği anı hatırlıyor oluruz. Elbette bu benim açıklamam ve beni de çok memnun etmedi. Fakat benim için önemli olan konu, karar verilmiş olmasıdır. Çünkü bu kararın da bizim tarafımızdan verildiği kesin. Ne zaman verildiği konusu ikinci planda kalır.

Özgür irade konusunu açıklayabilmek için paralel evrenlerin de anlaşılması gerekir. Benim düşüncelerim ile bilim arasındaki en önemli fark, bu durumdur. Paralel evrenler konusunu devreye sokmayınca, “özgür irade yoktur” demek kolaydır.

Her madde, bir olasılık dalgasıdır. Olasılık dalgasının genel hali evrenimizdeki tüm maddeyi temsil eder. Genel olasılık dalgasının en genel hali astral düzeydedir. Görünen evren ise, o olasılık dalgasının bir kısmının çökmüş halidir. İşte paralel evrenler bu durumda devreye girer.

Şekil 1 Olasılık dalgası durumları

Paralel evrenler, genel olasılık dalgasının farklı çökme durumlarına denk gelir. Genel bir olasılık dalgası, her bir parçacığın bulunması muhtemel olan konumlarına işaret eden, birçok sivri yapıya sahip dalgaların birleşimidir. Durumu daha iyi anlamak için, şekil 1 a’ya bakmak gerekir. Şekildeki dalgalı yüzey, olasılık dalgasının genel halidir. Olasılık dalgasının yüzeyi, onu oluşturan dikey çizgilerin tepelerindeki plâtodan oluşur. Şekil 1 b’deki olasılık dalgası tek bir parçacığa ait dalgadır ve çöktüğünde en büyük olasılıkla c’deki gibi en yüksek noktasına çökmesini bekleriz. (İlle en yüksek tepeye çökmez ama, olasılık olarak en güçlü olasılıktır.) İşte astral düzey bütün parçacıkların olasılık dalgalarının toplamından oluşur. Şekildeki plâto onların toplamıdır.

Sayın Greene, Schrödinger’in kuantum denkleminden, görünen evrenin oluşumunu anlatabilmek için, şu örneği kullanmıştı: Sahnede dans eden bir dans topluluğunun bütün elemanları, bir sahne gösterisi sırasında, aynı anda yere çömelirken, içlerinden birinin yanlışlıkla çömelmeyi unutup ayakta kalması, gibi bir durum yaşandığını söylemektedir. Schrödinger’in kuantum denkleminde çöken kısım (yani çökmeyi unutan dansçı) görünen evreni oluşturur. Bizim evrenimizde çöken oyunculardan biri, paralel evrenlerden birinde ayakta kalan kişi olacaktır. Böylece her paralel evrende başka bir dansçı çökmemiş olacaktır ama, bu dansçıların hepsi aynı gurubun elemanlarıdır. Yani tek bir denklemin çeşitli görünümleri olacaklardır. İşte “paralel evrenlerde eşizlerimiz var olmalıdır” düşüncesi bu durumdan beslenir.

Şimdi eşiz kavramının ne anlama geldiğini inceleyelim. Doğu dinlerindeki ruh eşi kavramına bakacağız. Sanırım orada, ruh eşiyle ruh ikizini aynı anlamda alırlar ama, onlar ayrı varlıklardır. Ruh ikizi, bizim dolanık parçacığımızdır. Tam olarak bizim diğer yarımızdır. Ruh eşi ise, ikiz ruhtan sonra, bize en yakın olan ruhlardır. Bu ruhlar birden fazladır. Bu durumu anlayabilmek için, çam ormanının ortasında bir ağaç olduğunuzu düşünün. Size en yakın birkaç ağaç, sizin ruh eşinizdir. Yani çevrenizdeki ilk halka ruh eşidir ama, ikinci halka biraz daha uzak ruh eşidir. Halka büyüdükçe ruh eşleri size daha az benzer. Ormanın en ucundaki de sizin ruh eşinizdir ama, size hiç benzemez. Onun için ruh eşi dediğimizde, bize en yakın olanları kastedeceğiz. Sayın Greene’in dediği, yanımızda çöken kişi yani en yakın ağaç, bizim ruh eşimizdir.

Paralel evren, bizim madde yapımızı belirler. Ruh ile beden farklı yapılardır. Madde bedenimizin ruh eşleri diğer paralel evrenlerdedir. Ruh ikizimiz ise, ikiz evrendedir. Önemli olan bedenimizin ruh eşi ve ruh ikizi değil, ruhumuzun ruh eşleri ve ruh ikizidir. Biz ruh eşi ve ruh ikizi dediğimizde ruhumuzun eşizlerinden bahsettiğimizi bileceğiz. Ruh eşi ve ruh ikizi aynı zamanda bedenlenebilir.

Ruh ikizi ve ruh eşi kavramlarını daha iyi anlamak için, MS 2150 kitabını okumanızı öneririm. Orada, jon Leik’e “ikiz ruhlarından biri olan Lea’nin zihin yapısı seninkiyle aynıdır; ikinizle ilgili her şey hem senin hem onun zihnine kaydolur”[4] deniyor. Bu anlatımdaki hata, birden fazla ikiz ruh varmış gibi… oysa tek ikiz ruhu olabilir. Oda, bizim dolanık parçacığımızdır, ikincisi yoktur. Fakat “ikinizle ilgili her şey hem senin hem onun zihnine kaydolur” sözü, harika ötesi bir anlatım. Ben ikizimizle paralel yaşandığını ve her şey için, aynı kararı verdiğimizi düşünüyordum ama, buradaki anlatım çok daha ileri ve daha doğru. Tek hafızanın olması, durumu çok daha iyi tanımlar. Her yaşantıda ayrı ayrı cd doldurulur ama, aynı bilgiler ile dönüş yapılmayabilir. Onun için, ikisinin cd’leri tek bir hard diskte birleştirilir. Böylece farklı yaşansa bile, aynı tekâmül süreci yaşanır. Her bedenlenmede bilinçaltı aynı olur. Onun için de verecekleri her karar paraleldir. Ayrıca kitap, ikiz ruhların beraber çok az bedenlendiklerini söylüyor ama, belki de hiç bedenlenmezler.

Kitapta bir de eşruh tanımı var. İkiz ruhundan sonra, kişiye en uyumlu olana eşruh deniyor. Ve onlar ruhun titreşiminden tanınabiliyor. Ormanda çevrenizdeki ağaç örneğinden anlayabilirsiniz. Olasılık dalgası da bir frekansa sahiptir. Size en yakın frekans, en yakınınızda olanlarda olur. Kitaba göre, on bin kişilik bir gurupta, 11 tane ruh eşi olabilir[5] denmektedir. Ruh eşleri aynı dönemde bedenlenebilir ama kötülük dönemini yaşadığımız için, çok az olmalıdır.

Bu konuların özgür iradeyle ne ilgisinin olduğunu sorabilirsiniz. Şimdi o konuya bakalım.

Schrödinger’in kuantum denkleminden, sayısız paralel evren oluştuğunu ve hepsinde bize yakın ya da uzak eşizlerimizin olduğunu anladık.

Bir olay üzerinden özgür iradeyi anlatmaya çalışayım.

Diyelim ki! bir araba aldınız ve yaralanmadığınız bir kaza yaptınız. Kaza sonrası pek çok alternatiften birini seçeceksiniz. Alternatiflerden birkaçı şöyle olsun.

Arabayı yaptırıp hayatınıza kaldığınız yerden devam ediyorsunuz.

Kazalı arabayı yaptırmadan satıp, yeni bir araba alıp devam ediyorsunuz.

Kazalı arabayı yaptırıp satıp, yeni araba almadan devam ediyorsunuz… gibi. İsteyen şıkları çoğaltabilir.

Siz bu alternatiflerden birini seçip uygularsınız. Bu durumda diğer alternatifler kimse tarafından uygulanmaz mı? İşte paralel evrenler burada devreye girer. Aynı durum paralel evrendeki eşizlerinizin de başına gelir ve onlar diğer şıkları tercih eder. Elbette sizinle aynı tercihi yapan birileri de olacaktır. Fakat sayısız paralel evrenlerdeki eşizleriniz evrende olabilecek tüm olasılıkları tercih eder. Siz ve eşizlerinize tercihleri yaptıran şey, o zamana kadar ulaştığınız bilgilerinizdir. Yani benim yakın ve uzak hafıza[6] diye tanımladığım yerlerdeki bilgileri kullanan bilinçaltı, sizin ve eşizlerinizin kararını şekillendirir. Burada şöyle bir durum ortaya çıkıyor. Bizim hafızalarımızdaki bilgileri bilen bizden daha üst biri, bizim ne karar vereceğimizi hesaplayabilir. Bu pek de özgür irade sayılmaz ama sonuçta hesaplanabilir olsa da bizim kararımızdır.

Diyelim ki kaza sonrası uçuk bir alternatif durum olsa ne olur? Örneğin; kaza yaptıktan sonra aracı bırakıp gidin ve bir daha ilgilenmeyin. Bu durum da ne olacak? Hani eşizlerinizin ormandaki ağaçlar gibi size yakın ve uzak olduğunu söylemiştik ya! İşte uzak olan eşizlerinizden en az biri, o tercihi yapacaktır. Yani evrende var olan alternatif durumların hepsi, birileri tarafından tercih edilecektir. Çünkü evren blok evrendir ve tüm alternatifleriyle evren bir bütündür.

Bu evren dışında bir tercih yapılamaz. Çünkü öyle bir alternatif yoktur. İnsan doğa kanunları dışına çıksa bile, blok evren dışına çıkamaz. Ben, blok evren dışına örnek verebileceğim, bir hayal gücü bile oluşturamıyorum.

Anlamayanlar için, blok evren ve özgür irade durumunu, başka bir örnekle açıklayayım. Geçmişte oğluma aldığım bir kitap vardı. Kitap bir yere geldiğinde bir soru soruyor. Verdiğiniz cevaba göre sizi yönlendiriyor. Örneğin “Ahmet eve gitsin diyorsan, 60.sayfaya git, okula gitsin diyorsan 80.sayfaya git” gibi… Sizin yaptığınız tercihe göre senaryo değişiyor ve macera farklı bitiyor. İşte o kitap blok evren. Özgür irade ise hangi sayfaya gideceğinizin tercihi. Fakat siz neyi tercih ederseniz edin, bütün hikâye elinizde tuttuğunuz kitabın içinde.

İnsanların başına gelen olaylar planlanıyor. Örneğimize uyarlarsak kaza yapmak bizim tasarrufumuzda değil demektir. Kaza yapmamız sağlanmış ama, sonrasındaki seçim bize bırakılmış. İşte özgürlüğümüz o kadar. Buradan baktığımızda tüm paralel evrenler, paralel olayları yaşar demektir. Tamamen aynı şeyler yaşanmasa da özdeş olaylar yaşanır. Örneğimizde yaşanan kaza, sayısını bilemiyorum ama, pek çok paralel evrende organize edilir. Bunların aynı zamanda olması gerekmez. Sanırım olaylar, blok evren içindeki her alternatifin gerçekleşebilmesi için, organize edilir. Yani önemli olaylar, insanların insafına bırakılmadan başlarına getirilir.

Burada İslam’da ki külli ve cüzi irade kavramlarını görüyoruz. Külli iradeye müdahale edemiyoruz ama, cüzi irade bizim tasarrufumuzda. Bu açıdan bakınca, birinci ve 2.dünya savaşları gibi olaylar külli iradeye girdiği için, engellenemez olay sayılırlar. Ayrıca bu olayların pek çok paralel evrende de gerçekleştirildiğini sanıyorum. Belki de tüm paralel evrenlerde. Yukarıda örneğini verdiğimiz kazalar gibi olaylar ise, daha az bir kesimde olmuş olabilir. Zor anlaşılacak ve bizim kapasitemizi çok aşan bir durum. Sanırım bu senaryolar Brahatma tarafından organize edilir ve Yüce konseye uygulattırılır.

Öncelikle bu kavramları “Agarta’nın Misyonu” adlı makaleden okumalısınız. Yüce konsey, benim Süper İnsan dönemi dediğim insanların ulularından oluşur. Onlar Brahatma denen üst yönetimin direktifleri doğrultusunda olayları idare ederler. Brahatma en üst yönetimdir. Onun üstü Kaynaktır. Kaynak programı oluşturdu ve içine karışmaz. Brahatma tüm paralel evrenler dâhil, tekâmül eden ruhlardan oluşur. Yüce konsey de aynı şekilde, her paralel evrendeki insan döneminden tekâmül eden ruhlardan oluşur ama, onlar süper insan dönemini yaşamak için, tekrar bedenlenirler. Ve bu işi, her gurup kendi gezegeninde yapar. Bedensiz döneme geçilince, artık bedenlenilmeyeceği için, tümü aynı ortamda olur. Kuantum evren tekdir ama, görünen evrenin paralelleri sayısızdır.

Kısacası kısmi özgür irademiz var ama, kimileri hesaplanabilir bu iradeyi özgür kabul etmeyebilir. Ben durumu şu şekilde yorumluyorum. Evet bize çok fazla müdahale ediyorlar, evet irademiz hesaplanabilir ama, yine de bize ait olan bir şeyler var ki, sürekli bilinç geliştirebiliyoruz. Özgür karar alma yetimiz olmasaydı, bilinç geliştiremezdik. Sadece bu durum bile, beni ikna etmeye yetiyor.

Yaşadığım bazı ilginç olaylar yüzünden bize ne kadar etki edebildiklerini anladım. İki kere araba kullanırken uyudum ve biri beni dürterek uyandırdı. Bu dürtme de irkilerek uyandım ve beni kim dürttü diye baktım ama, arabada yalnızdım. “Sana öyle geldi” diyebilirsiniz ama inanın gerçekten beni dürttüler. İster cin deyin ister peri… biri beni dürttü. Günümüzde bundan çok daha ilerisini yaşayan insanlar oluyor ama kimseye inandıramıyor. Çünkü bu tür fenomenler kişiye özgüdür. Başkası için değil kendisi için yaşattırılır. O dönemler ben bu durumu “eceli insanı korur” diyerek ölüm zamanımın gelmediği için, olması gerektiğine bağlamıştım. Ecelim geldiğinde de bir daha dürtülmem ve öylece giderim diye düşünüyordum.

Dürtmelerden çok ileri bir durum daha yaşamasaydım, dürtmeleri de gündem yapmazdım. Köyde evimin üst katını ahşapla kaplıyorum. Bunun için bir masa tezgahında kalas gibi şeyler hazırlıyorum. Tam işimi bitirmek üzereyken, eğilip masanın altına baktım ve kendi kendime “masanın altına el sokulmaz diye düşündüm”. Çünkü elektrikli testerenin alttan hiçbir koruyucusu yok. Elini sokarsan hızarın dişleri paramparça eder. Ben bunu düşündüm ve doğruldum. Doğrulur doğrulmaz elimi masanın altına soktum ve hızar orta parmağımın tırnağını parçaladı. Ne olduğunu anlamadım. Ben oraya el sokulmaması gerekir diye düşünürken, elimi oraya nasıl sokmuşum bilmiyorum. O zaman, isterlerse bizi kukla gibi kumanda edebileceklerini anladım. Fakat herkes aynı durumda mıdır, bilmiyorum. Bu olay bana rehber ruhum tarafından yaptırılmıştır. Sanırım, benim bu durumu öğrenmem gerekiyordu.

 

[1] https://www.dailymotion.com/video/xv558u

[2] https://bilimfili.com/ozgur-irade-bir-yanilsama-mi

[3] https://mehmetselvi.wordpress.com/2020/08/30/zamanin-yapisi-seyfullah-demir/

[4] MS 2150 Sayfa 16

[5] MS 2150 Sayfa 226

[6] https://mehmetselvi.wordpress.com/2016/10/21/bilinc-hafiza-ve-bilincalti-nedir-nerededir-seyfullah-demir/

Bu konuyu, bilimsel kaynaklar yanında, çok farklı kaynaklardan da inceleyeceğiz. Bilimsel kaynakların, zamanda geriye gidilebileceği ama, ileri gidilemeyeceğini söylediğini biliyoruz. Gerçi biraz ütopik olmakla birlikte, takyon denilen parçacıkların keşfedilmesi durumunda, ileriye doğru da yolculuk yapılmasının mümkün olacağı anlaşılmaktadır. Şimdilik, ışıktan hızlı olduğu hesaplanan takyonların varlığına dair en ufak bir veri bulunamamıştır. Fakat varlıkları fiziksel formüllerde öngörülmektedir. Bu durum bize açık bir kapı bırakır. Eğer gelecekte bu takyonlar keşfedilmişse, zaman yolculuğunun da önü açılmış demektir.

O zaman, bizim aramamız gereken şey, gelecekten gelmiş biri veya geleceğe ait olması muhtemel, bir eşyanın varlığı olmalıdır. Gelecekten geldiğini iddia ettikleri, pek çok kişi olmuştur. Fakat o kişilerin hemen hepsi fos çıktı. Daha bu yılın başında gelen kişi “11 Mart’ta bir insanın şempanzeden çocuğu olacak. Doğan melez çocuk konuşabilecek ve iki türün özelliklerini barındıracak” dedi. Bu zamana kadar öyle bir olay duymadım. Bunun gibi pek çok olay olmasına rağmen hiçbirinin doğru olamayacağını düşünüyorum.

Eğer gerçekten gelecekten gelen varsa, ortalığa çıkıp ben gelecekten geldim diye yaygara yapmamalı. Gelecekten haber veren, zaten o haberle geleceğe etki etmiş olacaktır. Böylece o kişi geri gittiğinde geleceği bıraktığı gibi bulamayabilir. Hiç kimse öyle bir risk almaz. Şöyle düşünelim; geçmişe gidip Hitler’i öldürerek, dünya savaşının çıkmasını engelleyelim. Geri geldiğimizde, kesinlikle dünya eskisi gibi olmayacaktır. Belki de sizin dedeniz ya da babanız değişen şartlar içinde ölecek ve siz hiç doğmamış olacaksınız. Ya da dünya savaşı başka bir sebeple çıkıp, ülkenizin tamamen ortadan kalkması söz konusu olabilir. Ya da geri geldiğinizde bakıyorsunuz ki! Ruslar hiç uzaya çıkmamış; Amerika hiç aya gitmemiş. Tarihin akışı tamamen değişmiş.

Bu ve buna benzer sebeplerle zaman yolculuğu yapanlar bile, olaylara etki etmemelidirler. Fakat tarihteki önemli olaylar anında orada olmak ve seyretmek isteyebilirler. Benim öyle imkânım olsaydı, Peygamberler, Einstein ve Atatürk gibi tarihte iz bırakmış bazı kişileri uzaktan seyretmek isterdim.

Benim en önemsediğim zamanda yolculuğa delil, Yunanistan’da bulunan Antikitera mekanizmasıdır. O mekanizma MÖ 150-90 yılları aralığına ait olduğu sanılmaktadır. Öncelikle o aletin ne işe yaradığını Bilim Teknik dergisinden okuyalım. “Yapısını ve işleyişini, değişik alanlardan birçok bilim insanının ortak bir çabayla çözdüğü makinenin, tahta bir kutunun içinde çalıştığı düşünülüyor. Bronz çarklardan ve göstergelerden oluşan makinenin bütün parçaları 2 mm kalınlığındaki tek bir levhadan kesilmiş; hiçbir parçası dökme değil ya da başka bir metalden oluşmuyor. Çok zarif bir çark sistemiyle donatılmış makinenin, klasik bir saatten çok daha karmaşık bir yapısı var. Ön yüzünde dairesel bir gösterge, Yunan burçlar kuşağı ve Mısır takvimi bulunuyor. Arka yüzünde de dairesel iki gösterge var. Bunlar Ay’ın evrelerini ve tutulma örüntülerini gösteriyor. Makine, yan yüzlerinin birinden çıkan bir kolun çevrilmesiyle çalıştırılıyor. Antik bilgisayarın Güneş’in ve Ay’ın konumlarını -hatta Ay’ın elips yörüngesinden kaynaklanan hızlanmasını- hesaplamada, Güneş ve Ay tutulmalarını belirlemede kullanıldığı anlaşılmış durumda. (Makineye bir tarih giriliyor, kol çevriliyor ve makine o tarihte Güneş’in, Ay’ın ve gezegenlerin gökyüzündeki konumlarını veriyor.)” Bilim ve Teknik, sayı 495, Şubat / 2009

Antikitera mekanizmasının kimin ne işine yaradığı belli değil. Tarım yapan insanların ekim zamanını bulmak için kullanıldığı gibi saçma bir argüman öne sürülmüş. Oysa herkes güneşe bakarak hangi ürünü ne zaman ekeceğini rahatlıkla anlayabilir. Onun için kimse öyle bir cihaza ihtiyaç hissetmez. Her yörenin kendine özgü, zaman belirleme şartları vardır. Benim çocukluğumda köyümüzde karların erimesiyle bellemeler başlardı. İmece usulü yapılan bellemelerden hemen sonra, havalar müsaade ederse vol vurma dediğimiz, belleme sonrası tarlanın düzeltilmesi işlemi yapılırdı. Eğer belleme sonrası tekrar kar yağarsa, tarla yumuşamış olacağından, tercih edilen bir durumdu. Fakat kar yağmasa da o işlem yapılırdı. Süreç tarihe bakılarak değil, daha çok hava şartlarına bakılarak gerçekleştirilirdi. Kimse zamanın hassas olduğunu, ekimin gününe gün olarak yapılacağını düşünmezdi. Bazen geç kalınır, bazen de erken ekim yapılabilirdi. Üstelik bu makine ayın hızlanma örüntülerini bile tespit edebiliyordu. Bu durumun asla tarımla bir ilişkisi olamaz.

Bana göre, Antikitera mekanizması tek durum hariç, hiç kimsenin işine yaramazdı. O da zaman yolcusunun işine yarayabilirdi. Hem de muazzam bir kesinlikle, sadece onun işine yarayabilirdi. Bir zaman yolcusu, hangi tarihe yolculuk yaptığını anlamak zorundaydı. Bu mekanizma; Güneş’in, Ay’ın konumlarına göre kesin tarihi verebilecek durumdaydı. Hatta Ay’ın hızlanma örüntülerini bile hesaba katabilecek hassaslıkta ölçüm yapabilirdi. Bu da zaman yolcusuna, hangi zamana gittiğini kesinlikle söylerdi.

Buradan anladığım bir şey de zaman makineleri, kesinlikle gidilmesi gereken zamana, tam olarak insanı gönderemiyor olmalıydı. Zaman makinesi belirlenmiş tarihe insanı gönderebilseydi, böyle bir mekanizmaya ihtiyaç olmazdı.

Zaten cihaz o dönemler için ne teknolojik olarak ne de malzeme olarak yapılabilecek durumda değildi. Cihazın uzun zaman kullanıldığı ve birkaç kere tamir edildiği anlaşılmaktadır. Zaman yolcusu, gittiği zamanda, cihazın tamir edilmesini de düşünmesi gerekirdi. O cihaz oralarda bozulursa, gidilen zamanda bulunabilecek materyallerle yapılması önemliydi. Çünkü oralarda uzun zaman kalınması söz konusu olmalı. Onun için, bozulursa tamir edilebilmeliydi. Bu cihaz için bronz kullanılması tamamen bu sebeple olmalı.

Bu durum benim söylemlerim açısından gayet makul bir durumdur. Altınçağda yaşayan görevliler, müdahale etmeleri gereken yerlere yolculuk yapmış olmalılar. Onlar ne maddi ne de manevi bir çıkar için, yolculuk yapmazlardı. Onların tek amacı, geliştirmeye çalıştıkları Âdemoğullarının, tekamülünü en kısa zamanda yaptırabilmekti. Onun için zamanda geriye giderek bazen ilk yapılan basamak piramidinin mimarı, yazar, hekim, mucit, mühendis, heykeltıraş, astronom İmhotep, bazen mimar yazar, doğa bilimci, Roma İmparatorluğu komutanı ve filozof olan Plinius olarak, insanoğluna yeni bir kapı aralamaktı. Fakat zaman yolcuları ille de kendileri, o eserleri yapmış olmayabilirler. Benim düşüncem daha çok, onlara öğretmenlik yapmış olmalıdırlar. Bu kişilerle tanrı diye tanıdığımız, Yahwe, Enlil, Pachamama, Apollon ya da Zeus gibilerini karıştırmamak gerekir. Onların eğitimi dini temelli ve daha üst yapıya sahipti. Onlar, o çevredeki tüm toplumu hedef alırlardı. Oysa bu tür müdahaleler daha çok, teknolojik temelli olurdu. Ve benim düşüncem bu konuda en çok katkı Yunan ve Romalılara yapılmıştır. Romanın asker yapısı içine girip bir soruna çözüm oluşturmak en kolay yöntemlerden olabilir. Bence, Roma betonu da bu tür müdahaleden oluşan bir üründü. Ayrıca Yunan ve Roma eserlerindeki harikulade mühendislik, bu sayede onlara empoze edilebilmiştir. Başlarda çokça katkı olmuştur. Sonra katkı azalmış ve zaman içinde, tamamen bırakılmış olmalıdır. Bu müdahalelerin bırakılması, önce duraklamayı ve akabinde gerilemeyi getirmiştir.

Eğer müdahalenin türünü anlamak istiyorsanız iki adet belgeseli seyretmeniz yeterlidir. Aşağıya koyduğum belgeselleri izlerseniz o eserlerin ne muazzam bir mühendislik eseri olduğunu göreceksiniz.

Bu müdahaleler dünyaya yön veren her medeniyete yapılmıştır. Buna Arap, Osmanlı medeniyetleri de dâhildir. Fakat bu medeniyetlere zamanda geri giderek müdahale gerekmemiştir. Çünkü o dönemlerde insanlar, sezgi empoze edilebilecek kadar gelişmiş olduklarından, zamanda yolculuğa gerek kalmamıştır. Fakat Roma dönemi ve öncesinde ancak zaman yolculuğu yapılarak müdahale yapılabilmiştir. Onlara ruhsal yönden etki yapılamazdı.

Osmanlıdaki padişahlardan, Yavuz Sultan Selim’e kadar olan padişahlara, sezgiyle yol gösterilmiştir. Onlar sayesinde Müslümanlık belli bir coğrafyada yayılmış ve etkin olmuştur. Çünkü o zamanlarda tekâmül edecek pek çok kişiye Müslümanlık katkı yapacaktır. Fakat Osmanlının Avrupa’daki Hristiyanlığı da ortadan kaldırması engellenmiştir. Çünkü kapitalist sistem onlar sayesinde kurulabilecektir. Hatta o sistemin oluşmasına Osmanlı bile katkı yapacaktır. İpekyol’una sahip olması, Avrupalıyı başka arayışlara sokmuş ve Amerika kıtası bulunmuştur. Atatürk bile sezgiyle yönlendirilmiş ve yeni bir devlet kurması sağlanmıştır. Atatürk’ün verdiği kararların ne kadar isabetli olduğunu, bugün çok daha iyi anlıyoruz. Bu sayede Türkiye Doğu ve Batı arasında bir sentez oluşturabilmiştir.

Atatürk’ün yapması gerekenden fazlasını yapmaya başlaması, onun ölümüne sebep olmuştur. Eğer Atatürk sanayileşmeyi gerçekleştirebilseydi, yani ardından gelenler tarafından yok edilmeseydi, bugün havacılık sektörü tamamen Türkiye’nin tekelinde olacaktı. Yani bizde Avrupalı gibi, sömürge devletlerinden biri olacaktık. Bu durum bizim ellerimizin kirlenmesine vesile olacaktı.

Türkiye’nin tarihsel akışı bana kıyamette farklı bir misyon yükleneceğini gösteriyor. Özellikle, Hatay’ın Türkiye’ye katılması, iki önemli açılım yapmaktadır. Bunlardan biri “Kuran’a göre Mehdi” adlı makalede yazdığım gibi, Ahit sandığı Hatay’da olmalıdır. Ayrıca “Kıyamete doğru, Türkiye’nin misyonu” adlı makalede anlatmaya çalıştığım gibi Mehdi de Türkiye’den çıkmalıdır. Böylece, bu iki önemli figür, aynı coğrafyada birleştirilmiştir. Kıyamette Türkiye çok önemli bir rol üstlenerek, insanlığın kıyamete götürülmesinde, başı çekecektir.

https://youtu.be/IAleF50Nbak

https://youtu.be/eR3dMohholE

İslam dini inanışına göre Muhammed peygamber, son peygamberdir. Fakat bu durum, Kur’an’ı da son kitap yapar mı? Genel konsensüs Kur’an’ın da son kitap olduğu şeklindedir ama bu durum doğru mu? Bizzat Kur’an’ın söylemine bakarak bu durumu değerlendirmeye çalışalım.

Enbiyâ 105 ayetinde “Yemin olsun ki Zikir’den sonra Zebur’da da ‘Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır.’ diye yazmıştık.” diyerek Kur’an’dan sonra Zebur adında bir kitap daha geleceğini söylemektedir. Tefsircilerin hiçbiri, bu ayetteki Zikir kelimesini Kur’an olarak düşünmez. Çünkü son peygambere gelen kitaptan sonra peygamber gelmeyeceğine göre kitap da gelmeyecektir. Oysa durum çok farklıdır.

Öncelikle; zikir olarak çevrilen, (الذِّكْرِ) żżikri kelimesini inceleyelim. Sâd 87 ayetine göre, öğüt anlamındadır. Ayet “O Kur’an, bütün âlemler için, bir öğüttür.” diyerek anlamı tanımlar. Bu durumda öğüt olacak şey, kutsal mekânlardan mesaj anlamındadır. Onun için, Enbiya 105’deki anlamı bazısı Tevrat, bazısı da Levhi Mahfuz olarak düşünmüştür. Fakat bu ayet harici kullanılan Zikir kelimesi çoğunlukla, kutsal alandan gelen bilgi olarak kabul edilmiştir.

Kur’an’ın kendisini açıklama yöntemini kullanarak bu kelimenin neyi kastettiğini arayabiliriz. Bu kelime Âl-i İmrân Suresi 58’de,

Bunları biz sana ayetlerden ve hikmetli zikirden (Kuran’dan) okuyoruz.

Nahl Suresi 43’de,

Senden evvel de Resul olarak başka değil, ancak kendilerine vahy veriyor idiğimiz erler göndermişizdir, ehli zikre sorun bilmiyorsanız

Enbiyâ Suresi 7’de,

Senden evvel de başka değil ancak kendilerine vahiy gönderdiğimiz bir takım ricâl gönderdik, haydin zikr ehline sorun bilmiyorsanız

Furkân Suresi 29’da

Çünkü zikir (Kuran) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.

Sâd Suresi 1’de,

Sâd bu zikrile meşhun Kur’an’a bak

Fussilet Suresi 41’de

Onlar, kendilerine zikir geldiği zaman onu yalanladılar. Kuşkusuz O, yüce bir Kitap’tır.

de kullanılmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, iki farklı anlam verilmiştir. Ben Enbiya 105 ile Furkân 29 ayetlerinin aynı anlamda olduğunu düşünüyorum. Bunu sezgisel bir öngörü olarak düşünmelisiniz.

Furkân Suresi 29.ayette; “Andolsun, Zikir bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı” diyerek żżikri kelimesinin Kur’an’ı kastettiğini kesinleştirir. Durumu tam anlayabilmek için, Furkân 27

O gün zalim kimse ellerini ısıracak: ‘Eyvah!’ diyecek, ‘keşke Peygamberin yanında bir yol tutsaydım!’

ayetini de, okumak gerekir. O ayet sayesinde, bahsedilenin kesinlikle Kur’an olduğu anlaşılır. Diğer ayetlerde de żżikri kelimesi, Kur’an ya da kutsal mekânlardan gelen bilgi olarak çevrilir. Ben en uygun anlam olarak Enbiyâ 105 ayetinde de Kur’an anlamını kullanacağım.

İşte ben bu nedenle, bu ayette bahsedilen Zebur’un henüz gelmediğini düşünüyorum. Zebur kelimesinin Kur’an’da geçtiği ayetleri inceleyelim. Bu kelime Enbiyâ 105 harici, Nisa 163,

Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve soyuna, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyetmiş, Davud’a da Zebur vermiştik.

ve İsra 55,

Rabbin göklerde ve yerde olan kimselerin hepsini en iyi bilendir. Andolsun ki biz, peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık. Davud’a da Zebur’u verdik.

ayetlerde “Davûd’a da Zebûr’u verdik” şeklindedir.

Hemen herkes bu ayetlerde bahsedilen Davud’un, Tevrat’ta bahsi geçen ve Golyat’ı yenen Kral Davut olduğunu düşünür. Zebur’un, Tevrat’ın bir bölümü olan Mezmurlar olduğu kabul edilir. Oysa Tevrat’ta adı geçen Davut, peygamber değil, İsrail Kralıdır.

Bu uyuşmazlığı Yahudiler; “Kuran’ın acemice taklidine”, Müslümanlar ise; Tevrat’ın değiştirilmiş olmasına bağlar. Oysa bu durum Kur’an’ın ilginç yazımından kaynaklanır.

Kur’an’ın Sâd 88 ve 89 ayetlerinde farklı bir vurgu vardır. “O Kur’an, bütün âlemler için, bir zikir, bir öğüttür. Herhalde onun haberini bir zaman sonra bileceksiniz” diyerek iddialı bir argüman ortaya koyar. Bu argüman bugüne kadar gerçekleşmemiş bir iddiadır ama zaten sorun yoktur. Çünkü bu iddianın anlaşılmasının “bir zaman sonra olacağı” açıkça belirtilmektedir. İşte bu iddianın gerçekleşme zamanına doğru gittiğimizi düşünüyorum.

Yazdığım makalelerde Kur’an’da geçen Davut isminin Tevrat’ta bahsedilen Kral Davut ile bir ilgisinin olmadığını söylemekteyim. “Altınçağ görevlileri ve özellikleri…” adlı makalede, bu durumu farklı bir pencereden inceledim. Ayrıca “Kur’an’a göre Mehdi” adlı makalede de Mehdi konusunu okuyabilirsiniz. Kur’an bu şekilde, gelecekte ortaya çıkması gereken bilgileri saklayabilmektedir.

Bu durumda Kur’an’dan sonra, Zebur adında başka bir kitabın daha geleceği anlaşılmaktadır. Kur’an bu kitabın Davud’a verildiğini söyler. Bu söylem benim iddialarımla tamamen örtüşür.

Peygamberliğin sona ermesi ama vahyin sona ermemesi garipsenebilir. Oysa durum düşünüldüğü gibi değildir. Peygamberliğin sona ermesinin sebebi, dinler döneminin bitmesidir. Onun için, peygamberlerin sonuncusu Muhammed peygamberdir. Oysa vahiy sistemi devam eder. Fakat peygamberlerdeki gibi açık olarak değil de daha kapalı olacaktır. Hatta bu sistemde peygamber gibi tek kişi değil de pek çok kişinin görevli olması gerekecektir. Ve en önemlisi bu bilgi, bir din oluşturmak için değil, gerçek bilginin oluşturulması için olacaktır.

Gerçek bilgi ise, bir din içermeyeceği için, tüm dinlere son verecek bir şey olacaktır. Gerçek bilgi öncelikle bilimsel verilerle örtüşmelidir. Ayrıca dini bilgileri de kapsamalıdır. Bu bilgilerin herkes tarafından kabul edilmesini sağlayacak şey ise, sanırım test edilebilir olması olacaktır.

Benim düşüncem dinler döneminin sonuna gelmekteyiz. Artık gerçekler ortaya çıkmak zorundadır. Bunu; Kur’an’da “Hadid” (Demir) sıfatıyla anılan, yarı uyanmış kişi tarafından oluşturulacak bir gurup, gerçekleştirecektir. “Yarı uyanmış kişi” ile neyi kastettiğimi “Kur’an’a göre Mehdi” adlı makaleden okuyabilirsiniz. Sebe 10 ayetinde “Davud’a demiri yumuşattık” diyerek bu durumu anlatır. Demir, uyanmış olmaktır. Demirin yumuşatılmış olması ise, görüşün bir miktar açık olması demektir. Bu konu “Kur’an’a göre Mehdi” adlı makalede genişçe işlenmiştir.

İşte Davud’a verilecek Zebur’u bu minvalde değerlendirmek gerekecektir. Davud’un yazacağı kitap, bir din içermeyeceği gibi, Kur’an gibi, direk Allah’ın sözlerini de içermeyecektir. Sanırım Davud, vahiy yoluyla değil de daha belirsiz olan sezgiler sayesinde kitabını yazacaktır. Sezgileri ona yol gösterecek ve yeni bilgileri bize sunacaktır. Bu bilgiler içinde en önemli olanları, Kur’an’ın farklı yorumlanması olmalıdır. Çünkü başka türlü “bir zaman sonra haberlerini söyleyebilmesini” açıklamak mümkün olmaz. Ayrıca Sâd 87 ayetindeki “O Kur’an, bütün alemler için, bir öğüttür” söylemi de ancak o zaman gerçekleşme imkânı bulacaktır.

Kur’an, Davud’a bazı ayrıcalıklar ve özellikler verildiğini söyler. Neden o tür ayrıcalıklar verildiğini anlıyoruz. Çünkü, insanlığı kıyamete hazırlaması gerekenler, sıradan insanlar olamaz. Fakat, bir Süpermen olacaklarını da sanmayın. Onların tek ayrıcalıkları “bilgi” konusunda olacaktır. Dünyanın en büyük gücü bilgidir. İşte bu insanlar, öyle bilgilere vakıf olacaklar ki, tüm insanlık onlara biat etmek zorunda kalacaktır. Zaten tüm dinler ve bilimsel gelişmeler tamamen kontrol altındadır. Ve hiçbiri gerçek bilgiye ulaşamaz. Gerçek bilgi, çok farklı olmamasına rağmen, hemen herkes için, şok niteliğinde olacaktır. Özellikle bilim en büyük şoku yaşayacaktır. Bunun sebebi, her bilgiyi test edebilmeleri sebebiyle, kendilerinden çok emin olmalarıdır.

Benim görüşüm, Kur’an’da adı geçen peygamberlerin çoğu kıyamet sürecinde görev alacak ekibi sembolize eder. Özellikle Davud’un oğlu Süleyman’ın da bu süreçte önemli görevlilerden biri olacağını düşünüyorum. Çünkü bu iki kişiliğe özel yeteneklerin verilmiş olması önemlidir. Nisâ 163.ayette “Muhakkak biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik” diyerek pek çok peygamber ismi sayar ve hepsine vahye dildiğini söyler. Bu onların hepsinin sezgileriyle yapmaları gerekenleri yapacakları anlamındadır. Sadece Davud sezgilerini yazacaktır. Ayetteki sıralamanın da önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer sıralama bir ipucuysa, sadece Nuh peygamber, Muhammed peygamberden önce yaşamış demektir. Yani Nuh ve Muhammed peygamber hariç, diğerlerinin tümü kıyamet sürecindeki görevlilerdir. Ve Kur’an’daki özelliklerine bakarak ne iş yapacaklarını tahmin edebiliriz.

Neml 16 ayetine göre Süleyman Davud’a varis olup dedi ki: “Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuf tur.” Bu ayete göre Süleyman Davud’un varisidir. Bunu şu şekilde yorumlayabiliriz. Süleyman, Davud’dan sonra gelen görevlidir. Yani bayrağı Davud’dan alacaktır. Bu ikisi ayrı kişiler olabileceği gibi, baba oğul da olabilirler. Çünkü Sâd 30.ayette “Davud’a Süleyman’ı bahşettik” der. Bu durum ancak Davud’un oğlu olursa mantıklı olur. Yoksa bir insanın başkasına bahşedilmesi, mantıklı değildir.

Anladığım kadarıyla Davud ve Süleyman’a benzer özellikler verilmiş. Bazı ayetlerden, dağlar ve kuşlar ile ilgili özel yetenekleri olduğunu görüyoruz. Dağlar inançları, kuşlar ise insan ruhlarını sembolize eder. Yani bu iki kişi dünyada bulunan tüm inançları kaldırıp tek gerçek bilgiyi yerleştirecekler. Bunu açık olarak Ta-ha 105 ile 106.ayetlerinde görüyoruz. Ayette “(Ey Muhammed!) Sana dağların kıyametteki durumunu sorarlar, de ki: “Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz boş bir halde bırakacak” demektedir. Dağları, dünyada bulunan irili ufaklı inançlar olarak alırsanız, kıyamette hepsinin yok edilerek, tek bir bilginin olacağı anlaşılır olur. Bu bilgi bir inanç içermeyeceği için, dünya dümdüz ve boş olarak tanımlanmıştır. Kuşlar ise insan ruhlarıdır ve bu iki görevli onların tekâmül seviyelerini anlayabilirler. Böylece kimin öte dünyaya gidebileceğini, kimin de dünyada kalacağını tespit edebileceklerdir.

Süreç Davud’la başlamalıdır. Çünkü ona Zebur verilmiştir. O kitap hem diğerlerine hem de insanlığa bilgi vermelidir. Onun için, büyük bir ihtimalle Davud kıyamet sürecine kadar görevlidir. Ondan sonrasını Süleyman liderliğindeki ekipler götürecektir. Belki de bir lider yoktur. Her görevli kendi sezgilerine göre işi organize ederek, yapması gerekenleri yapacaktır. Fakat yine de öne çıkacak biri olacaktır. Çünkü kıyametten sonra kalanların yaşayacağı dört cennet kurulacaktır. Bu süreci, Süleyman organize edecektir. Çünkü rüzgâr ve cinler onun emrine verilmiştir. Bence rüzgâr teknolojiyi, cinler ise işinde uzman teknik personeli sembolize ediyor. Onları organize edecek olan odur. O ekipler sayesinde çok teknolojik kentler kuracaklardır. Bu şehirlerde yiyecekleri, yapay zekâ kumandalı makineler yapıp, kentlerde yaşayanların kullanımına sunacaktır. Kentlerde yaşayan hiç kimse çalışmak zorunda olmayacaktır. Zaten Kur’an’da da cennet, “altlarından ırmaklar akan” ve dünyasal yiyeceklerle dolu bir yer olarak tanımlanır. Orada sadece barış ve sükûnet vardır.

Davud ve Süleyman baba oğul ise, Davud 60 yaşını geçkin olmalıdır. Çünkü Süleyman da 40 yaşlarına doğru yanaşmış olması gerekir. Bu durum, Kur’an’daki Ali İmran 46

Beşikte de yetişkin çağında da insanlarla konuşacak ve iyilerden olacaktır.

ve Maide 110

Allah şöyle diyecektir: ‘Ey Meryemoğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Hani seni Rûhu’lKudüs (Cebrâil) ile desteklemiştim. Beşikteyken ve kemâle ermişken insanlarla konuşuyordun. Sana yazıyı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. İznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapmış ve ona üflemiştin, o da iznimle kuş olmuştu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştirmiştin. Ölüleri iznimle (hayata) çıkarmıştın. İsrailoğulları’na ayetlerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin: ‘Bu ancak apaçık bir sihirdir’ dedikleri zaman seni, onlardan korumuştum.’

ayetlerinin söylemiyle örtüşür. Kur’an, orada İsa peygamberi anlatırken, “fî-lmehdi vekehlen” sözünü kullanır. Bu söz Arapçada 60 yaş ve üstü insanlara söylenir. İsa peygambere bu söz ile hitap edilmesi ilginç tesadüflere de gebe gözükür. Bu durum, sözlü gelenekteki “İsa peygamber gelecek” sözüyle tam bir örtüşme oluşturur. Elbette göklerden bir İsa peygamber beklemiyorum ama bu söylemin, sözünü ettiğimiz Davud ile çakıştığı ortadadır. Bu durumda Süleyman da sözlü gelenekteki mehdi karşılığına denk gelir.

Bu süreç Sâd 35 ayetinde Süleyman’ın duası gibi sona erecektir. O ayette Süleyman: “Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana öyle bir mülk ihsan et ki, ardımdan hiç kimseye yaraşmasın” diyerek sürecin kendisiyle biteceğini anlatmaktadır. Bu sürenin ne kadar olacağını Kitabı mukaddesin Vahiy 20’de 1’den 4’e

1 Sonra bir meleğin gökten indiğini gördüm. Elinde dipsiz derinliklerin anahtarı ve büyük bir zincir vardı. 2 Melek ejderhayı –İblis ya da Şeytan denen o eski yılanı– yakalayıp bin yıl için, bağladı. 3 Bin yıl tamamlanıncaya dek ulusları bir daha saptırmasın diye onu dipsiz derinliklere attı, oraya kapayıp girişi mühürledi. Bin yıl geçtikten sonra kısa bir süre için, serbest bırakılması gerekiyor. 4 Bazı tahtlar ve bunlara oturanları gördüm. Onlara yargılama yetkisi verilmişti. İsa’ya tanıklık ve Tanrı’nın sözü uğruna başı kesilenlerin canlarını da gördüm. Bunlar, canavara ve heykeline tapmamış, alınlarına ve ellerine onun işaretini almamış olanlardı. Hepsi dirilip Mesih’le birlikte bin yıl egemenlik sürdüler.

kadar olan ayetlerden anlıyoruz. Şeytanın yakalanıp yeraltına bin yıl süreyle kapatılacağını söylüyor. Buradan kendine hizmet ile değil de başkalarına hizmet ederek tekâmül edilecek sürenin, bin yıl olacağını anlıyoruz. Bu döneme Kitabı Mukaddes altın çağ, Kur’an cennet der. Fakat o dönemde olan herkes, bin yıl kalmayacak. En uzun kalan bin yıl kalacak. Kur’an’a göre şehirlerden ikisinde tekâmül daha kısa sürer. Rahmân 54

Astarları atlastan yataklara yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır.

ayetinde “İki cennetin de devşirmesi yakındır” diyerek bu durumu anlatır. Davud ile Süleyman, oluşturacakları şehirlere yerleştirecekleri insanları, tekâmül seviyelerine göre yerleştirecekler. Onun için, tekâmülde daha ilerde olanlar, daha erken devşirilecek, yani öte dünyaya daha erken gidebileceklerdir.

Evrenin büyüklüğü insanlık geliştikçe artmaktadır. Batlamyus’un dünya merkezli evren modelinden, Kopernik’in güneş merkezli evren modeline 1400 yılda gelmiştik. 30 Aralık 1924’e kadar evrenin Samanyolu galaksisinden ibaret olduğunu sanıyorduk. O tarihte Edwin Hubble, “Sarmal Bulutsulardaki Cepheidler” adlı makalesiyle evrenin büyüklüğünün sınırlarını hiç düşünülemeyecek boyutlara çıkardı. Hubble teleskopuyla çekilen Ultra Derin Alan fotoğrafı sayesinde bu sınırların nereye kadar gidebileceği hayal dahi edilemez duruma geldi. Geçtiğimiz aylarda bu sınırların nerelere gidebileceğiyle ilgili yeni ufuklar elde edebilmek için, yeni bir teleskop hazırlanıp uzaya gönderildi.

Fakat bizim gözlemleme sınırlarımız olduğunu da biliyoruz. Evrenin yaşı 13,7 milyar yıldır ve gözlemlerimiz, ışığın hızıyla şekillendiğine göre, görebileceğimiz en uzak cisim, 13,7 milyar ışık yılı uzaktaki Büyük Patlama olabilir. Teorik olarak Büyük Patlamanın ilk anlarını göremeyiz. Bugüne kadar görebildiğimiz en uzak cisim 13 milyar ışık yılı uzaktaki kuasardır ve astronomlar evrenin bebeklik yıllarına ait görüntüler olduklarında hemfikirdirler.

Genel kabul olarak zaman ve mekânın Büyük Patlamayla başladığı düşünülür. Bizde bu düşünceyi doğru alacağız. Bu şu demektir. Evren, mekânın olmadığı bir yerde kendi mekânını oluşturup, genişleyen bir kabarcık olmalıdır. Bu durum evrenin bir dışının olmadığı anlamına gelir. Boşluk dediğimiz uzay; boşluk değil, mekânın kendisidir. Yani Büyük Patlamayla oluşmuştur. Büyümeye de devam etmektedir. Bunu, şişirilen bir balonun yüzeyinin iki boyutlu bir evren olmasıyla özdeşleştirdiğimizde, daha iyi anlaşılır. Balonu şişirdikçe, yüzey büyür. Evren, iki boyutlu bu durumun 3 boyutlu halini yaşamaktadır. Evren bir sınıra sahip değildir ama yine de kapalı bir hacmi vardır. Balonun yüzeyindeki bir karınca ne tarafa yürürse yürüsün sonsuza kadar gidebilir ama bir sınıra rastlamaz. Fakat geçtiği yerlerden tekrar tekrar geçebilir. Evrenin de tıpkı bu durumda olduğunu düşüneceğiz.

Şekil 1 Evrenin sanal görüntüleri

Evrende bir tane Büyük Patlama olacağı için, Büyük Patlamadan başlayarak evrenin yapısını anlamaya çalışalım. Doğal olarak Büyük Patlama noktası evrenin merkezinde olacaktır. Her ne kadar gözlemleyemesek de günümüzdeki Büyük patlamanın görülemeyen yeri, evrenin merkezinde olacaktır. Büyük patlamanın yeri evrenin merkezinde olmasına karşılık, geçmişe doğru baktığımızda, onu evrenin uçlarında görmeliyiz. Teorik olarak patlama anını göremeyeceğimizi söylemiştik. Onun yerine ilk oluşacak olan cisimlere bakmayı deneyelim. Günümüzde kuasarların evrenin bebeklik dönemlerine ait cisimler olduğu genel kabuldür demiştik. Biz de evrende ilk oluşan kuasarı baz alarak, onu kullanarak durumu anlamaya çalışalım.

İlk oluşan kuasarı evrenin merkezine yerleştirelim. Şimdilik diğer kuasarları dikkate almayalım. Evrenin geçmişteki ve günümüzdeki merkezinde aynı kuasarı görebilmeliyiz. Elbette kuasarın faaliyetini sonlandırmadığını düşüneceğiz. O zaman şöyle bir durumla karşılaşmalıyız. Dünyaya nispeten yakın bir kuasar olacaktır ve o nokta da evrenin merkezi olacaktır. Gözlemlerimizle de geçmişe baktığımızda bu kuasarın ilk anlarına ait görüntülere ulaşabilmeliyiz. Diyelim ki, ilk kuasarın yaşı, 13 milyar yıl olsun. O zaman biz 13 milyar ışık yılı uzağa baktığımızda o kuasarı görebilmeliyiz. Hatta evrende bakabileceğimiz pek çok yönde bu kuasarın pek çok sanal görüntüsünü görebilmeliyiz. İşte şekil 1’deki durum, ne söylediğimi tam olarak gösterir. Şekil günümüzdeki durumun gösterimidir. Şekilde, merkezde olan gerçek evren ve kuasarı, çevresinde olanlar ise sanal evren ve kuasarları gösterir. Dünya evrenin merkezinde olmadığı için biz, sanal kuasarları 8 ile 13 milyar ışık yılı aralığında bir uzaklıkta görmeliyiz. Aslında tüm sanal kuasarlar yaklaşık 21 milyar ışık yılı çapında bir kürenin üzerinde olacaktır. Ve bu kürenin merkezinde gerçek kuasar olacaktır. Rakamlar yaklaşıktır ve bir fikir vermesi açısından kullanılmaktadır. Merkezdeki Kuasarı 2,5 milyar ve en uzaktaki kuasarı 13 milyar[1] ışık yılı mesafelere konumlandırmam, yapılan gözlemlerden dolayıdır. Bu sayede evrenimizle de uyumlanmıştır. Aslında merkezdeki kuasarın aktif olmaması dolayısıyla tespit edilememesi gerekir. Fakat yine de bir kuasar gurubunun olduğu yeri kullandım.

Şekil 2 Evrenin dışı olmadığından, evrenin dışına çıkmak demek; diğer taraftan tekrar evrene girmek demektir. Yani a-a, … d-d noktaları aynı yerdir.

Şekil 1 ve 2, aynı şeyi anlatır. 1.şekilde, hat üzerindeki küreler arası boşluk, 2.şekilde ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca 2.şekilde sanal evrendeki güzergâh, ana evrende de gösterilmiştir. Zaten sanal evren diye bir yer olmadığından, kuasardan çıkan foton, c noktasında evrenden çıkarken, evrenin simetrisinden tekrar evrene girerek dünyaya ulaşmaktadır. Bunun nedeni evrenin dışı diye bir yerin olmamasındandır. Evren bir mekân içinde olmayınca bir ucuyla diğer ucu birbirine bağlı gibi gözükür. Aslında bu durum evrenin kapalı ve dairesel olduğu izlenimi verir ama, güzergâh dairesel değil düzdür. Bunu eskiden oynanan yılan oyunu gibi düşünebilirsiniz. Yılan ekran üzerindeki sayı ya da meyveleri yiyerek büyür. Fakat ekranın bir yerinden çıkarsa simetrisinden tekrar ekrana girerdi.[2]

Şimdi farklı bir konuyu daha gündeme getirelim. University of New Haven’dan Nikodem Poplawski tarafından savunulan bir görüşe göre, Evren’imizin “Büyük Patlama” yoluyla var oluşundan sonraki genişlemeyi mümkün kılan o ilk “tohum”, aslında bir karadeliğin içerisinde oluşabilecek bir yapıdır. Dahası, bu “tohum”dan sayısız miktarda üretilebilir… Hesaplamalara göre karadelikler içerisine giren maddeler, belli bir noktaya kadar parçalandıktan sonra, daha fazla sıkıştırılamazlar çünkü karadelikler kendi etraflarında da dönen cisimlerdir. İşte bu, bir noktada üzerine binen yüklere daha fazla dayanamayarak “çözünebilir”. Bum diye patlayarak! Tıpkı bir, Büyük Patlama gibi… Dr. Poplawski buna “Büyük Sıçrama” demektedir.[3]

Bilim ve Teknik dergisi “Yeni bir Evren Modeli”[4] adlı makalede aynı bilim insanının görüşlerini gündeme almıştı. “Poplawski, her karadeliğin genel görelilikte bir Einstein-Rosen çözümü olduğunu söylüyor. Karadelik oluşurken, eşzamanlı olarak, Einstein-Rosen köprüsünün diğer ucunda bulunan Akdelikten başka bir evrenin oluştuğu öngörülüyor. Poplawski, bu evren modeli ile kozmolojideki bazı problemlerin -örneğin karadeliklerdeki bilgi kaybının- ortadan kalktığını belirtiyor.” Böylece evrende bulunan her karadeliğin bir evrene çıkış kapısı olduğunu öngörüyor. Şekil 3’teki görsel aynı dergiden alınmıştır.

Anladığımız kadarıyla bir karadeliğin arkasında, başka bir evrenin oluştuğu bilgisi önemlidir. Bu durum her bilim insanı tarafından onay görmez ama, biz bu durumu doğru kabul edeceğiz. Çünkü yukardaki duruma bu açıdan bakarsak, çok başka bir durum ortaya çıkacaktır. O zaman bizim evrenimiz belki de Büyük Patlamanın olduğu evrendeki bir karadeliğin içindedir. Kara delikler bilgiyi aktardığı için, ilk oluşan evrenin bilgisi, bizim evrenimize de yansıyacaktır.

Şekil 3 Karadelikler arkalarında bir evren oluşturur.

Evrende kuasar olarak tanımladığımız birçok yapı var ve bunlar çeşitli uzaklıklarda bulunur. Fakat bizim aradığımız nesneler Akdelikler olmalıdır. Akdelik ile kuasar arasında benzerlik olmasına rağmen çok önemli bir ayrım var. Akdelikler madde püskürtür. Bir üst evrenden madde yutarak evrene püskürttükleri için, küçük olmalarına rağmen, muazzam enerji üretirler. Oysa kuasarlar madde yutan karadeliklerin oluşturdukları kaostan oluşur. Onların muazzam enerjileri oluşturdukları kaostan beslenir. Fakat evrenin uçlarında olanlar, çok daha küçük ve daha muazzam enerji üretiyor olmalıdır. Çünkü onlar kesinlikle Akdeliktir. Anlayacağınız gibi, biz artık bu tür cisimlere Akdelik diyeceğiz. Çünkü her kuasar, Akdelik olmayabilir. Evrenin ilk dönemlerine ait kuasarlardan bize ulaşan fotonların dalga boyu, şekil 4’te belirtilen aralığa denk geldiği için onları ayırabiliyoruz.[5]

Şekil 4 Akdeliklerin denk geldiği aralık

Normal olarak evrenin büyüklüğünü düşündüğümüzde, çok çok büyük bir yapıda olamaz. Büyük Patlamanın yaşı belli, o zamandan beri evren büyümektedir ama büyüme hızı çok büyük değil. Büyüme hızı ışık hızında olsa, bugün fiili çapı, 27 milyar ışık yılı olurdu. Büyüme hızı çok çok daha düşük olduğu için, çok daha küçük demektir. Evrenin genişlemesini de dâhil ederek baktığımızda, şekil 1’de ki senaryo, mantıklı verilere yakın olmalıdır.

Hatta merkezde gözlemleyemediğimiz Akdeliğin, 2,5 milyar[6] ışık yılı civarı uzaklıkta olması bile, mümkündür. Çünkü Samanyolu galaksisi, evrenin oluşum yaşına çok yakın olan, 13,5 milyar yaşındadır. Yani merkezdeki Akdelikle çok yakın olmalıdır. Bir balonu şişirdiğinizde üzerindeki yakın iki nokta birbirinden çok yavaş uzaklaşır. Noktalar uzaksa, o zaman uzaklaşma hızı fazla olur. İşte bu yüzden evrenin çok büyük olamayacağını düşünüyorum. Peki, bunu tespit edebilmenin bir yolu var mı?

Şekil 5 Her merceklenme etkisi, tam zıddında da bir merceklenme etkisi potansiyeli taşır.

Evrenin bu şekilde olup olmadığını anlamanın yolu, evrenin uçlarındaki Akdeliklerin şekil 1 veya 2’deki kesikli kırmızı çizgi ile gösterdiğim küre üzerinde olup olmadıklarını gözlemlemek. Eğer bir küre üzerindeyseler, o kürenin merkezi de evrenin merkezi olur. Elbette Akdelik uzun süre faaliyette olacağı için, baktığımız Akdelikler daha sonraki bir zamana da ait olabilir. Fakat yine de zaman skalasını dikkate alarak yapılacak bir çalışma, bu durumu netleştirebilir. Özellikle şekil 4’teki aralığa düşen fotonların peşine düşersek inanılmaz sonuçlara ulaşacağımız çok olasıdır. Bu arada evren kendi ekseni çevresinde dönüyorsa kutuplardan basık olma ihtimali de vardır.

İkinci yöntemimiz ise merceklenme etkisi. Evrenin kapalı olmasından ötürü her merceklenme olayının 180 derece zıddında da bir merceklenme olayı görebilmeliyiz. Elbette o yönde madde kirliliği olmamalı. Şekil 6’da üç farklı bakış yönünde görülmesi olası merceklenme durumu gösterilmektedir.

180 derece bakış açısıyla bakıp da en yakında görebileceğimiz durum, dünya ile evrenin merkezi doğrultusuna dik açıyla baktığımızda olacaktır. Eğer evrenin merkezine doğru yön seçersek olası en uzak merceklenme etkisine bakmaya çalışıyoruz demektir. Şekil 6’da rastgele uzaklıklarda seçilen kuasar ve galaksi durumlarına göre, olası uzaklıklar verilmiştir. Bu uzaklıklar benim kabul ettiğim 10,5 milyar ışık yılı çapındaki evren için geçerlidir. Eğer farklı bir çap varsa değerler ona göre değişecektir.

Şekil 6 Dünyadan üç farklı yöne bakarak görebileceğimiz merceklenme etkisinin simetrik oluşumu

Evrenin stabil olmadığını düşünürsek, aynı cisme iki yönlü baktığımızda, onun iki farklı tarihteki görüntüsüne bakıyor olacağımız anlamına gelir. Baktığımız cisimler hareket halinde olduğu için, merceklenme etkisi kaybolmuş olabilir. Fakat pek çoğu bu özelliğini kaybetmeyecektir.

Gözlemciler bu yapıyı baz alarak gözlem yaparsa, bu teorinin yanlışlanabilmesi mümkündür. Eğer yanlışlanamazsa bize muazzam bir kapı açılacaktır. Evren görüşümüz tamamen değişecektir. Evrenin sınırının olmadığı ama kapalı bir hacme sahip olduğu kesinleşecektir. Buna bağlı olarak da evrenin tam büyüklüğü bulunabilecektir.

Eğer 13,7 milyar yaşında bir akdelik tespit edebilirsek, içinde bulunduğumuz evrenin, Büyük Patlamayla değil de akdelikle başladığı kesinleşmiş olacaktır. Bu da onu, karadelik arkası evrene dönüştürür.

 

 

 

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/3C_273

[2] https://www.youtube.com/watch?v=gXr7SuJM4mA

[3] https://evrimagaci.org/evren-koca-bir-karadelik-olabilir-4814

[4] Bilim ve Teknik dergisi Mayıs 2010

[5] https://www.youtube.com/watch?v=MvKPdVa7s0c

[6] http://www.perseus.gr/Astro-DSO-QSO-3C273.htm

Öncelikle bazılarının komplo teorileri, bazılarının ise geleceğin projeksiyonu diye dillendirdiği çıkarımlardan en önemli gördüğüm “üst akıl” diye tanımlanan kavramı inceleyelim.

Ertan Özyiğit, Amerika’da çıkan dünyaca ünlü dergilerin kapaklarını yorumlama, geleneği oluşturdu. Olay başkaları tarafından da ciddiye alınmış ve kullanılmaktadır. Ertan Özyiğit pandimiden önce, The Economist dergisinin kapağındaki 2020 rakamına, epey zorlama bir yorum yaparak, salgın bir hastalığın başlayacağını öngörmüştü. Ertan bey, rakamın şeklinden renklerine kadar, değerlendirerek pandemi olacağıyla ilgili bir sonuca varmıştı. Ben ilk dinlediğimde önemsemedim ama, pandemi çıkınca dikkate almak zorunda kaldım. İsteyen aşağıdaki linkten Ertan Özyiğit’i dinleyebilir.[1]

Şekil 1 Ekonomist dergisinin 2020 yılı kapağı

Ertan Özyiğit böyle bir sonucun ancak, plânlanmış bir süreç olması durumunda gerçekleşebileceğini düşündüğünden, dünyada bir üst aklın varlığına dikkatimizi çekmeye çalışmaktadır.

Bu üst akıl olayına pek çok kişi de katılmaktadır. Kim olduklarıyla ilgili olarak ise, farklı görüşler vardır. Kimileri Rothschild, du Pont, Rockefeller aileleri gibi ailelerin oluşturduğu bir sistem olduğunu düşünür. Kimileri bu işin içine İngiliz Kraliyet ailesini de katar. Mehmet Ali Önel gibi bazıları, bu aileleri de yöneten daha üst bir varlığın olduğunu düşünür. Bu varlığın masonluk sisteminin tepesinde olan 33.dereceden bir varlık olduğunu söyleyenler de var. Fakat bu varlığı, insan kategorisinden çıkarıp, şeytan, cin statüsüne de koyarlar.

Şekil 2 Dolardaki sembol ile Roma Rozeti arasındaki benzerlik

Dünyanın dizaynına baktığımızda gerçekten bir gücün bazı planları yaparak, dünyayı organize ettiği gibi bir durum gözükür.

250 yıldır Diyarbakır’da toprak altında duran şekildeki Roma Rozeti, her nasılsa Amerika devletinin kuruluş simgesi olmuş. Roma askeri lejyonları içinde bulunan gizli bir gurubun, özel ibadethanelerinin olduğu bilinir. Rozet üzerinde Latince olan “E Pluribus Unum” (yani çokluktan birliğe) yazısının olması çok dikkat çekmiş. Çünkü bu söz, Amerika devletinin kuruluş sloganıydı ve hâlâ daha, 1 doların üzerinde bulunur. Bu durum, Amerika’yı kuranların, gizli bir cemiyetin üyeleri olduğu anlamına gelir. Roma döneminde askerin içinde saklanmış ve örgütlenmişlerdir. Roma yıkıldıktan sonra da varlıklarını devam ettirdikleri görülmektedir.

Bu inanç; kökeni Mitraizm, Mitra tarikatı ya da Mitras Gizemleri, Antik Yunan ve Roma dünyasının, Eleusis ve İsis Sırları olarak bilinen diğer gizli kültlerde, yani ezoterik olarak nitelendirilebilecek geleneklerde olduğu gibi, sadece bu tarikata kabul edilenlere açıklanan sırlar etrafında gelişmiş bir mistik Roma kültüdür. M.S. 1.yüzyıl ile 4.yüzyıl arası, Roma İmparatorluğu askerleri arasında yaygınlaşmıştır.[2] Bence Amerika’yı da kuran bu inançtır. Daha doğrusu bu inanca inanmaya devam eden insanlardır.

Benim de düşündüğüm, üst bir aklın dünyayı dizayn ettiği şeklindedir. İddiam, işi organize edenler artık dünyada bedenli olmaması gereken birileri olmalıdır. Yazılarımda, Sümer tanrıları ya da tüm medeniyetlerin tanrı diye sunduğu o insanların, artık dünyada olmadıklarını söylüyorum. Çünkü sistemi değiştirdiler.

Roma dönemine kadar dünyanın kaderi krallar tarafından belirlendi. Kralın yanında olan medyumlar sayesinde, sistem istendiği gibi götürüldü. Aynı anda dinlerde yönlendirmek için kullanılmaya devam etti. Fakat yavaş yavaş bu sistem işlevini kaybetmeye başladı. Her dönem dinler devredeydi. Fakat dinlerin yapamayacağı şeyler için, gizli örgütler dizayn edildi. Çünkü hiçbir dinin oluşturamayacağı kapitalist ve materyalist sistemin devreye girmesi gerekiyordu. Bu ancak böyle gizli kuruluşlar aracılığıyla gerçekleştirilebilirdi. İşte Roma dönemindeki bahsettiğimiz inanç, bu iş için kullanılmış olabilir.

Bu işi organize edenler, birilerine güç ve paranın ele geçirilmesini öğretti. Geleceği bildikleri için onlara tüyolar verdiler. Onlar sayesinde dünya bu günkü duruma getirildi.

Birileri böyle adaletsiz bir sisteme itiraz edebilir ama bu durum tekamülde kötülük döneminin deneyimlendiği dünya ortamının, en kısa süre ile kullanılmasını sağlar.

Şekil 3 İnsanlığın tekdüzeliğe düşmesinin engellenmesi

Makalelerimi okuyanlar, “ilk tür olan Muoğullarının kötülüğün deneyimlendiği dünya sürecini yüz milyonlarca yılla bitirdiğini” söylediğimi bilir. Ondan sonra gelen Atlantisliler ise birkaç yüz bin yılda, bu süreci geçebildi. Çünkü Atlantislilere Muoğulları yol gösterdi ve yardımcı oldu. Böylece kendiliğinden süren süre, müdahale ile yüz milyonlardan, birdenbire yüz binli yıllara indi. İşte o zamandan beri her tür kendinden sonra gelen türün zamanını daha da kısaltmaya çalışmaktadır. Bu hem kendi türlerine hem de sonra gelenlere katkı sağlar. Kendileri bu süreci kullanarak verimli bir tekâmül süreci yaşarken, sonraki tür, kötülük dönemini daha kısa zamanda geçer. Yani bizler de aynı şekilde bizden sonra gelenlerin sürecini daha da kısaltabilmek için, kafa patlatacağız. Böylece verimli bir tekâmül süreci yaşamış olacağız.

Benim söylemimle 60 bin yıl dünyada tekâmül etmekteyiz. Bunun 48 bin yılı hayvan, 12 bin yılı insan dönemlerinde geçer. Hayvan dönemine pek müdahale edilemez. Çünkü zekâ çok az olduğu için, onu devreye sokabilmek pek mümkün değildir. Onun için, önemli olan insan dönemine yapılan müdahalelerdir. Makale ve kitaplarımda anlattığım müdahale noktaları onun için önemlidir. Onlar sürecin kısalmasını sağlarlar. Bu durum hem dinler hem kültür hem medeniyet hem de bilimde kullanılır. Genellikle bu işi yapanları bizler, dâhi olarak tanırız. Dâhi, düşünülemeyeni düşünendir. Dâhinin ulaştığı sonuç öngörülemeyendir. Dâhi, alakasız konular arasında bağ kurabilir ve en önemlisi eldeki veriler, bilimi; dâhinin ulaştığı sonuca götürmez. İşte o insanlar bilgilendirilerek dünyanın gidişatına etki edilir. Bizim dâhi diye tanımladığımız insan ile Peygamber arasında bir fark yoktur. Her ikisi de yönlendirilir. Aralarındaki fark, biri yönlendirildiğine emindir, diğeri bunu sezer ama ispat edemeyeceği için kendine saklar. Biri verilen bilgiye inanır, diğeri veriye inansa bile, o bilgi ispatlanabilir olduğu için çok daha etkindir.

Bu anlatımlardan iki uçtaki kişileri tanımladığımı düşünmelisiniz. Peygamberleri hepimiz biliriz ve diğer uca en iyi örnek Einstein’dır. Fakat çok daha fazlası vardır ve bu iki örnek kadar belirgin olmayabilirler. O zaman onları tanımayız ama bu sayede dünya yönlendirilir.

Gelişen akıl insanlığı Materyalizme götürmemeliydi. Hatta kapitalizme bile gidemememiz gerekirdi. Çünkü ortalama insan, bir yaratıcının yokluğundan daha çok, varlığına inanma eğilimindedir. Materyalizm tersini söylediği için, zamanından önce batıya hâkim olmuş gibidir. Hele başkalarının kaynaklarını sömürerek, kendi varlığını yüceltmek, asla devreye girmemeliydi. Materyalizm ve Kapitalizmin dünyaya getirdikleri sistemin adil olmadığı ve değişmesi gerektiği çok kişi tarafından düşünülen ve dile getirilen bir düşüncedir. Benim düşüncem, insanlığa müdahale edilmeseydi, bu sistem asla kurulmayacaktı.

Bütün pagan kaynaklarının yok edilmesi bile, planlı bir süreçtir. Materyalizmin oluşabilmesi için, o kaynaklar yok edildi ve Yunan sayesinde din biraz köreltilebildi. Çok da köreltilemedi ama, yine de materyalizmin önü açılabildi.

Yönlendirme konusunu biraz açmak istiyorum. Bu iş için iki yöntem vardı ve hep kullanıldı. Biri ruhsal, diğeri birebir ilişki şeklinde olmuştu. Fakat direk ilişkinin Roma’dan sonra kullanılmadığını söyledim. Bu durumun bir istisnası olabilir. “Kıyamet sürecindeki bazı gelişmeler…”[3] adlı makalemde, Mısır havaalanı inşaatından 30 bin yaşında bir insan bulunduğu ve Amerikalılar tarafından götürüldüğüyle ilgili bir hikâye anlatmıştım. Aynı hikâyede Amerika’da üretilen üst düzey bir yapay zekânın kaçtığını da yazmıştım[4]. İşte bu hikâyelerin anlattığı şeyin gerçekliğinin olası olduğunu düşünüyorum.

Bizi yönlendirenlerin medyum sal bağlantılarla yapamayacakları bazı şeyler olmalı ki, birini göndermişlerdir. Mısır bu tür iş için muazzam bir konumdadır. O kadar tapınak ve eser, böyle bir senaryo için idealdir. Havaalanı İnşaatına yakın bir yere, görünüşü bizden farklılaştırılmış biri gizlenerek, bulunması sağlanmıştır. Hep Amerikalılar diyorum ama, bu işin arkasında Amerika devleti yoktur. Bahsettiğim üst akıl vardır. Onlar, o varlıkla çok daha muazzam bir güce ulaşacaklarına inandırılmıştır. Fakat o, asıl dünyayı onlardan kurtarmak için gelmiştir. Çünkü o insanlar kendi aleyhlerine olacak yönlendirmeleri kabul etmez ve uygulamazlar. Onun için duruma birinci elden müdahale vardır. Bu sebeple Mehmet Ali Önel, “Şeytan o ailelerin altlarından oturdukları halıyı çekmektedir” demektedir.

Bizi yönlendirenler için “Agarta’nın Misyonu”[5] adlı makalemi okumalısınız. Orada anlattığım Yüce Konsey, bizi yönlendirme işinin müsebbibidir. Onların plânlarını uygulayan bir gurup insanı bizler; Mısır, Sümer tanrıları olarak tanırız. Son gönderilen varlık da o planlar gereğidir. Birinci elden müdahale zorunlu olmuş olabilir. Çünkü süreç o kadar kısalmıştır ki! artık en küçük bir zaman için bile, mucizevi çözümler lâzımdır.

Benim tahminim dünyadan yüz binin üzerinde insanlık türü geçmiştir. Belki de İslâm inancında olan “Bugüne kadar dünyadan 124 bin peygamber geçti” söylemi, bunu söylüyordur. Büyük bir ihtimalle Muoğulları, Atlantislileri yönlendirirken din argümanını kullanmamıştır. Zamanın bir yerlerinde birileri, daha verimli bir tekâmül sağlayacağını akıl etmiş ve kullanıma başlamıştır. Bugün insanlığın en önemli yönlendirme aracıdır. Sanırım aynı argümanı biz de kullanacağız ve süreci daha da kısaltabilmek için çözümler arayacağız.

 

 

[1] https://www.facebook.com/seyf.demir/videos/2988439637843193

[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Mitraizm

[3] https://mehmetselvi.wordpress.com/2021/09/13/kiyamet-surecindeki-bazi-gelismeler-seyfullah-demir/

[4] https://www.facebook.com/photo/?fbid=2995192087167948&set=gm.2963308463712122

[5] https://mehmetselvi.wordpress.com/2020/10/30/agartanin-misyonu-seyfullah-demir/

Dünya bir bilinç tarlası

Evren, bilinç yetiştirme tarlası olarak kullanılmaktadır. Dünyada yaşanan her şey yaşanması gerektiği içindir. Plânsız bir yaprak bile hareket etmez. Fakat pek çok kişi bu düşünceye sıcak bakmayacaktır. Benim bu durumda ileri sürdüğüm en önemli şey, bilincin, zaman içinde arttığı yönündedir. Buna bile karşı çıkanlar olabilir. Bu sadece benim değil, James Robert Flynn’in yaptığı araştırmanın sonuçlarını anlattığı videodan[1] da, çıkardığım sonuçtur.

Flynn’e göre geçmiş dönemlerde insanlar soyut kavramları anlayamıyordu. Hayat somut olaylar üzerinden kurgulanıyordu. Yani geçmişteki insanlara göre soyut olayları anlamamız, çok daha üst seviyelerdedir. Bunun en önemli göstergesi dinlere yaptığımız yorumlarda görülmektedir. Din kitaplarının büyük çoğunluğu sembolik dille yazıldığı için, geçmiş dönem insanlarının onu anlaması pek mümkün değildi. Özellikle Kur’an, anlaşılamama konusunda başı çeker. Anlaşılamadığı için, sözlü gelenek önemli olmuştur. Çünkü kişi, somut bir cevap ister. Birey açık olarak “namaz kıl”, “oruç tut” gibi anlaşılabilir bir emir bekler. Onun için, sözlü gelenek bu açığı kapadığından, Kur’an’dan daha önemli olmuştur. Günümüzde gelenekçilerle yenilikçiler bu konuda tartışıp durmaktadır. İnsan, sürüngen beyin yapısından gelen özelliğiyle, yeniliklere karşı koyar. Eski köy, yeni adetleri sevmez.

Şekil 1 Öte dünya, tekâmül, zekâ ilişkisi

İnsanların farklı yorumlara ulaşmasının sebebi, her 10 yılda nesiller arasında 3 puanlık zekâ artışı oluşmasında yatıyor. Ortalamada ebeveynlerinizden çok daha zekiyizdir ve IQ testleri bunu gizler. Gizlemesinin nedeni de şudur. Her dönemde testin ortalaması, hep 100 olarak alınır. Yani eve geliyor ve babanıza ‘Baba, az önce bir IQ testi yaptım. 120 çıktı.’ diyorsunuz. Ve babanız da ‘iyi iş, evlat. Senin yaşındayken ben 122 almıştım.’ diyor, ancak her ikinizin de bilmediği şey, testin giderek daha da zorlaştığı. İnsanlar daha iyi yaptıkça, testi de zorlaştırmaları gerekti. Ve bu Flynn etkisi ile gösterilmiştir.

Bu etkiyi hiçbir şekilde genetik değişikliğe bağlayamıyoruz. Çünkü IQ’nun herhangi bir genetik farklılığın olmadığı durumlarda da büyük oranda değişebildiğini gördük.

Zekâ artışının genetikle bir ilgisi yok ama, çevre ve yetişme şartlarının küçükte olsa etkisi vardır. Yani torunun, dededen daha zeki olmasını, onun genlerindeki değişiklikle açıklayamıyoruz ama, çevre faktörünün “hiç etkisi yok” da diyemeyiz. Yine de belirleyici etki değildir.

İşte bu durum, benim bahsettiğim dünya plânının, bilinç tarlası olduğunu gösteren önemli bir veridir. Bir insan, doğduğu günden ölümüne kadar, sürekli zekâ artışı gösterebilir. Çünkü yakın zekâsına bilgi yüklemeye devam etmektedir. Fakat bu kendini belli edebilecek seviyede olmaz. Karşılaştığı problemleri çözmede eskisine göre daha başarılı olacaktır. Ve biz buna tecrübe diyoruz. Bu sayede IQ konusunda daha başarılı sonuçlar alacaktır. Bu durum sürekli yükselen bir grafiktir. Fakat yaşarken elde edeceğimiz yükselme, uçuk farklar yaratamaz. Birde öğrenmeye olan iştahımız, durumu direk etkiler.

Yaşadığımız her hayat sonrası doldurduğumuz cd, ölümde ‘hard disk’imize yüklendiğinde daha ciddi bir artış ile karşılaşırız. Sanırım bunun nedeni yaşarken tüm hafızamızı bilinçli hatırlayamıyor oluşumuzdandır. Hatırlamadığımız tüm o bilgiler, ölünce bilinçaltımıza yüklendiği için, İf komutuyla direk ulaştığımız bilgiye dönüşür. Fakat her insan yaşarken zekâ artışına uğramaz. Çünkü çoğu insanın tutucu tarafı onun gelişmesini engeller ve beynini nadasa yatırır. Yine de her insan ömrünün bir yerlerinde, bir şeyler öğrenmek durumundadır. Özellikle çocukluk ve gençliğinde bu işlem mutlaka gerçekleşir. Fakat sonraları çoğunluk, beynini kullanmadığı için, gelişme göstermez. Ölümünde tüm yaşamı, -hatırlamadığı tüm deneyimleri dâhil- ‘hard disk’ine yüklendiğinde, fark belirgin olacaktır.

Şekil 2 a’da bizden önce ve bizden sonraki insan popülasyonlarının, zekâ artış grafikleri gözükmektedir. b’de ise tek bir türün artış grafiği vardır. Şekil 2 b, şekil 1’de G sütunundaki değerler kullanılarak oluşturulmuştur. Önce yataya yakın seyir izleyen grafik sonra kısa sürede diklenerek muazzam artış sağlar. Zaman ilerledikçe artış diklendiği için gelecekte bizi muazzam bir zekâ artışı beklemektedir. Şu anda parabolün diklenmeye başladığı yere yakınız, onun için insanlardaki zekâ artışı görünür hale geldi.

Şekilde, insanın kıyametini sıfır tarihi olarak aldım ve bizden sonra yerimize şempanzelerin geçeceğini varsaydım. Göreceğiniz gibi her 12 bin yılda bir kıyamet ya da Nuh tufanı öngördüm. Toplamda bir nesil, 63 bin yıl bedenli tekâmül ediyor. Sonra dünya zamanıyla 984 yıl da bedensiz tekâmül ederek, kaynağa geri dönüyor.

Şekil 2b de “bedensiz yaşam başlangıcı” dediğim noktaya 63 bin yılda geliyoruz ve zekâ artışımız ancak %10 oluyor. Geri kalan bedensiz yaşam 984 yıl sürüyor ve o dönem, zekâmızın diğer kısmı olan %90’ı oluşuyor. Bilinç kazandıkça çok daha kısa zamanda, çok daha fazla başarılı tekâmül edebiliyoruz.

Şekilde Muoğullarının başlangıç tarihini belirsiz bıraktım ama, gerçekte ilk türler bedenli tekamülü bizden çok daha uzun yapmak zorundaydı. Önceki türler sonrakileri yetiştirmeye başladıktan sonra süreç kısalmaya başladı. Her popülasyon öğrendiklerini sonrakilere miras bıraktı. O bilgileri kullanan sonraki tür, süreci kısaltmak için yeni çözümler üretip süreci daha da kısaltmanın yollarını aramışlardır.

İlk bölümde MIT’de fizik profesörü olan Max Tegmark’ın yazdığı hikâyede, Omega takımı Prometheus’u geliştirmek amacıyla ona yararlanması için, Wikipedia, YouTube, Twitter ve Facebook gibi kaynakları sunmuştu. Bu durum insan bedenlerinde öğrenmeye karşılık gelir. Çünkü o zamana kadar pek çok şeyi öğrenip hafızamızda biriktirmiş olduk. Bu bilgi arttıkça öğrenme hızlanmakta ve öğrenme hızı da gittikçe artmaktadır. Böylece hayvan bedenlerinde 48 bin yıl, insan bedeninde 12 bin yıla inebilmiştir. Kıyamet sonrası gelişim zekânın %97’sini sağlarken, tüm zamanın %6’sını kapsamaktadır.

İnsan ile hayvan arasında neden bu kadar fazla zekâ farkı var?

Şekil 2 Zaman içinde hasat edilen insan türleri

Şekil 1’de zekâ artışını geometrik olarak aldım ama, gerçekte durum epey farklıdır. Fark şuradan geliyor. Bir insan bilinci tek bir hayvan bilincinden oluşmuyor. Bunu insan bilinciyle, hayvan bilincini kıyaslayarak anlayabiliriz. Bir insan kıyaslanamayacak oranda hayvanlardan daha zekidir. Bunun sebebi, Nuh tufanında epey hayvan bilinci birleştirilerek bir insan bedenine enkarne edildiğindendir. Başta yemek yapan yapay zekâdan bahsederken, farklı bölgelerde yemek yapan robotların disklerini toplayıp tek bir robota taktığımızda, artık o robotun çok daha fazla yemek yapabileceğini söylemiştik. İşte aynı durum burada da geçerlidir. Bizler, Nuh Tufanı sonrası bir miktar hayvanda tekâmül eden ruhların birleştirilerek tek bir bedene enkarne olmasından oluşturulduk. Onun için bir hayvanla kıyaslanmayacak oranda zekiyiz. Buradaki önemli soru, “kaç hayvan bedeni birleştirilmiş olabilir?” sorusuna daha sonra değineceğiz.

Bu durum, şekil 1’deki tabloda, G sütununda olan değerleri değiştirmez. Çünkü orada, bir birim tanımladık ve o birimin zekâ artışını baz aldık. Eğer hayvanlara enkarne olan bir ruh, tek başına bir insana enkarne edilseydi, çok daha aptal bir insan ortaya çıkacaktı. Yani o rakamlar bir birimin zekâ artışını baz alır. Ve yaptığım kabulleri doğru kabul edersek, artış değerleri de doğru demektir.

Aynı durum kıyamette de olacak. Yani bir süper insan, pek çok günümüz insanının toplamından oluşacak. Bu süreç her kuantum katı geçildiğinde gerçekleşecek ve son kata çıktığımızda 8 tane ruha inecek. Onlar da anti kuantum evrenden gelen ikizleriyle birleşerek kaynağa dönecekler.

Bilinç hasadı ne zaman olacak?

Bilinç hasadı dediğim olaya zaten, kıyamet diyoruz. Ne zaman olacağı ise, binlerce yılın sorusudur. Bu soruyu irdelemeden önce, “neden bilinç hasadı gerekir” sorusunun cevabını arayalım.

Gerçi bu sorunun cevabını daha önce verdik ama, tekrarlamakta yarar var. Flynn etkisi yüzünden insanlığın sürekli bilinç geliştirdiğini biliyoruz. Peki, bu süreç nereye kadar sürecek. Bilinç öyle bir seviyeye gelir ki, artık içinde olduğu beden onu geliştirmek yerine, kösteklemeye başlar. İşte o zaman bilinç için, daha komplike ve onu geliştirecek beden gerekir. Nasıl ki, hayvan bedenlerinin yetersizliği yüzünden insan bedenleri oluşturulup yeni bir şevkle tekâmül edildiyse, aynı durum devamı için de zorunludur. İşte kıyamet sonrası döneme Süper İnsan dönemi adını vermem o yüzdendir. O bedenler süper yeteneklere haiz olmalıdır. İnsan bedeniyle, hayvan bedeni arasındaki farktan daha fazlası, Süper İnsan ile bizim aramızda olacaktır. Biz zorunlu tekâmül ettiğimiz için, bize sunulan şartlar tekâmüle zorladı. Oysa onlar, bilinçli tekâmül ettiği için, bedenleri çok daha uygun formda olacaktır. Örneğin; bizim çalışarak geçinmek zorunluluğumuz, onlarda yoktur. Biz geçimimizi sağlamak için, yapmak zorunda olduğumuz şeyler sayesinde tekâmül ettik. Oysa onlar, tekâmül etmek için yapmaları gerekeni yapacağından, bizden çok daha verimli tekâmül edeceklerdir. Bizim sistemimiz onlarınkinden çok daha verimsizdir.

Şimdi, kaç insan bilincinin birleşerek, bir Süper İnsan oluşturacağı konusuna dönelim. Bu konuda yine Kur’an’dan yararlanacağım. Çünkü bilim bize bu tür konularda cevap bulamaz. Hakka suresi 17.ayet “Melekler de onun etrafındadır, O gün Rabbinin Arşını bunların da üstünde sekiz melek yüklenir” der. Benim açımdan muazzam bir bilgi. Hani evrenin yapısını, Kaynağın altında 7 kuantum katı şeklinde tanımladık ya! Kaynağın Ârş olduğunu belirtmeme gerek yoktur sanırım. İşte Kur’an bu tanımla Ârş, onun altındaki 8 meleği ve onların da altındaki diğer melekleri detaylandırır. Bu ayeti Mümin 7[2] ayeti de destekler.

Şekil 3 Her kattaki bilinç sayısı

İşte bu durum bana, Kaynağın altındaki bilinç sayısının 8 olduğunu söyler. Şu anda dünya nüfusu ile kıyaslarsak sorumuzun cevabını bulabiliriz. Bu soruyu çözerken şekil 3’ü oluşturdum. Fakat burada önemli bir kabul yapmak durumunda kaldım. Şekildeki sayılar boyut atlanırken ki olması gereken sayılardır. Bizler kıyameti yaşarken dünya nüfusunun 8 milyar civarı bir rakam olması gerektiğini kabul ettim. Bu durumda, 178 adet bilinç birleşerek, bir üstteki bir bireyi oluşturmalıdır. Bu kabul bizim kıyamet zamanını da belirler. Çünkü kabulüme göre kıyamette dünya nüfusu 8.031.006.848 kişi olmalıdır. Dünya nüfusunu an be an veren worldometers sitesinden bir kıyaslama yaptığımda, dünya bu nüfusa 26.05.2023 tarihinde ulaşacak. Kabulüm doğruysa kıyamet bu zamanda fiiliyata geçmeli. O zaman yaklaştığında dünya nüfusu sabitlenmeli. Aslında ne ölüm ne de doğum olayları oluşmamalı. O zaman gelmeden bilinci yerinde olmayan, özürlü ya da hasta olanların ölmüş olmaları gerekir. Yani kıyamette tüm insanlar olaya vakıf olacağından, olayı idrak edemeyecek hiçbir insan olmamalı. Bu sonuca ulaşmama sebep yine Kur’an’da olan ve kıyamette her insanın dünyada bedenli olacağı bilgisidir. Bu demektir ki, her insan kıyameti bilinçli olarak yaşayacak ve öte dünyaya giderken durumdan haberdar olacaktır.

Tabii kıyamet tarihi yaptığım kabul yüzünden bu zamanı veriyor. Eğer insanlık 9 milyar nüfusa çıktığında kıyamet kopacak dersek, kıyamet tarihi de 2037 yılına gider. Benim 8 milyar civarı insan sayısına çıkıldığında, kıyamet kopacak söylemimin bazı gerekçeleri var. Birincisi, benim bu tür bilgilere vakıf olmam. Çünkü kimse zamanı gelmeden böyle bilgilere vakıf olamaz. Böyle bilgiler zorunlu tekâmül dönemi için zararlı bilgilerdir. Kıyamet yaklaşmış olmalı ki, ben bu tür bilgileri yazabiliyorum.

İkincisi insan bedeni içinde sakladığı bilinç için, artık yeterli olmamaya başladı. Gençler dijital dünyada yaşamak hevesindedir. Onlara bir bilgisayar içinde yaşama imkânı verebilsek, sanırım epey kısmı seve seve gider. Çünkü orada bedeninin getirdiği kısıtlamaların hiçbirine uymak durumunda olmayacaktır. Orada çalışmak zorunda olmadan, her istediğini yaparak yaşamak isteyecektir. Bu durumu gören facebook, kabuk değiştirerek, gerçeğe yakın sanal bir dünya geliştirmeye yöneldi. Bu insanlığın gittiği yönü de göstermektedir. İşte öte dünyada hemen hemen öyle bir yerdir. İnsanlığın ezici çoğunluğu bu duruma hazır değil ama, zaten kıyamette biraz erken doğum gibi olacaktır. Tüm insanlar, o gençler gibi kolayca uyum sağlayamayacak olsa da süreç kıyamet sonrası bir uyum süreciyle tamamlanacaktır.

Yanlış anlaşılmaması için araya girmek gerekir. Facebook’u yönlendirenler kimler ve amaçlarını bilmiyorum ama, zaten pek de önemi yok. Çünkü bizi organize eden kutsal mekânlar, dünyaya kanlı canlı gelmezler. Onlar dünyadaki birilerini kullanır ve istediklerini yaptırırlar.

Konumuza dönecek, olursak hayvan ve İnsan döneminde ölüm olduğu için, kişi sayısı değişkenlik gösterir. Ve düşüncem, hayvan döneminden insan dönemine geçen ruhların oluşturduğu nüfusa, ancak kıyamette ulaşılacaktır. O zamana kadar edinilen her deneyimin, ruha yüklenebilmesi için, berzah hayatına gidilmek zorunluluğu vardır. Zaten onun için ölüp duruyoruz. Yani bu süreçte, ruhların bazısı dünyada, bazısı öte dünyada olmak zorundadır. Tüm ruhlar dünyada bedenli olamazlar. Bu sebeple dünya nüfusu sürekli artmak zorundadır. Kıyamette gereken nüfusun oluşması şarttır. Hem de artış, kötü şartlara sahip gelişmemiş yerlerde olmalı. Gelişmiş ülkelerde nüfus artışının durması da tekâmül yüzündendir. Çünkü refah seviyesi yüksek ülkeler, tekâmül açısından kısır yerlerdir. Orada bedenlenen ruh, daha az tekâmül eder. Onun için, öyle yerlerde, daha az nüfus olması tercih edilir.

Kurtarıcı gelecek mi?

Hemen her inançta bir kurtarıcı beklentisi vardır. Benim düşüncem bir ekip gelecek ama, gelecek kişi veya kişiler kimseyi kurtarmayacaktır. Çünkü onların misyonu, herhangi bir dini yaymak olmayacaktır. Onların görevi, insanlığın içinde bulunduğu gaflet uykusunu aralamak ve kıyamet sürecini organize etmektir. Yani “mehdi gelecek haksızlıkları kaldıracak dünyaya adaleti hâkim kılacak” söylemleri tam doğru değildir. Gerçi dünya da adalet tesis edilecek ama, onun süreci çok farklı bir durumdur. Daha sonra o duruma değineceğiz.

Biz gelen kişinin gerçek görevli olduğunu nasıl anlayacağız?

Aslında bir kişi mi, bir ekip mi, görevli olacaktır tam bilmiyorum. Ben gelecek kişi veya kişileri Mesih diye tanımlayacağım. Benim anladığım kadarıyla kıyamet sürecinin fiili başlangıcı, Ahit sandığının bulunmasıyla başlayacaktır. Ondan önce Mehdi ya da Mesih’in kendisi bile durumdan haberdar olmayabilir. Kur’an’a göre Mesih’in gaflet perdesi tamamen açılmayacaktır. Kısmen açılacaktır. Onun için Mesih ya da ekibi yaptığı çalışmalarda süreci tam bir bilinç içinde gerçekleştirmeyecektir. O, sezgilerini takip ederek yapması gerekenleri yaparken, kıyamet süreci de plânlayıcıların isteği doğrultusunda otomatikman devam edecektir.

Dünyanın tamamının ahit sandığından haberi olacağını düşünmüyorum. Süreci idare edecek olana Mesih dedik ama bir kişiden çok bir ekibi Mesih olarak adlandırıyorum. Hadid 25[3] ayetine göre Demir ile sembolize edilen Mesih, “Bu, Allah’ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir” diyerek, o insanların birbiriyle tanışmadan yapacakları bir eylem gibi gözüküyor. Her birey kendi bölgesinde yapması gerekenleri yapacak ve insanlık kıyamete doğru götürülecektir.

 Mesih, ilk olarak ahit sandığını bulduğunda ya da ona getirildiğinde, sürecin fiilen başladığını anlayabilecektir. Dediğim gibi bu süreçten dünyanın haberi olacak mı bilmiyorum. Belki de kısıtlı bir zümrenin haberi olacaktır. Ahit sandığının bulunuşu dünyaya duyurulmuş ise, Mesih bir süre kayıp olacaktır. Çünkü dokuz yıl kadar kütüphaneleri inceleyerek insanlığa açma hazırlıkları yapacaktır. Ahit sandığı o kütüphanelerin yolunu ve açılış şifrelerini içermektedir.

Eğer Ahit sandığı insanlığa duyurulmayacak ise, o zaman insanlık için kıyametin fiili başlangıç zamanı, kütüphanelerin açılmasıdır. Kur’an’ın bu süreci “sura üflenme” sembolizmiyle verdiğini anlatmıştık.

Kıyamet öncesi süreç nasıl olacak?

Mesih kütüphaneleri açtığında fiili olarak kıyamet süreci başlayacaktır. Bu süreçte benim beklentilerinden biri, yukarıda da dediğim gibi hem doğumlar hem de ölümlerin duracak olmasıdır. İkinci kütüphanenin açılması artık herkesin ne olacağını anlaması gereken bir duruma dönüşecektir. Hamile olan varsa düşük yapacaktır. Durumu anlayamayacak kadar yaşlı ve özürlülerin daha önce öleceklerini düşünüyorum. Yaşadığımız bu pandemi ilerde sadece yaşlı, özürlü ve engellileri öldürürse bu bir işaret demektir.

İnsanların hepsi, öte dünyanın şartlarında yaşama geçebilecek kadar gelişkin olmayacaktır. Onun için kıyamet öncesi bir eleme süreci olacaktır. Kur’an bu işleme amel defteri demektedir. Amel defteri[4] kişinin ruhsal kaydıdır. Yani ruhunun gelişmişliğinin göstergesidir. Bu da ruhun ışımasına yansır. Her ruh bir renge sahiptir. Öte dünyaya geçemeyecekler de ruh ışımalarından anlaşılacaktır. Onlar toplanacak ve onlara cennete gidecekleri müjdelenecektir. Zaten bilinç olarak insanlığın en gelişmemişlerinden olacakları için, bu haber onları sevindirecektir. Nasıl olacağını bilmiyorum ama bir şekilde kıyamet sürecinden korunacaklardır. Diğerleri durumu anlayacağı için, cehenneme gitmekten memnun olacaklardır.

Amel defteri yetmeyenlerin zekâ olarak geri olacakları kesindir. Onun için, bu tür insanların sorunlu olduğu düşünülmemelidir. Bu tür insanlar bizim yaşadığımız 12 bin yıllık tekâmül sürecine sokulmayan ruhlardan oluşur. Çünkü onlar açık ve bedenli tekâmül sürecini başarabilecek ruhlardır. Bizler başaramayacak olduğumuz için, zorunlu ve habersiz olarak tekâmül dönemini yaşarken onlar, bilinçli tekâmül dönemini yaşayacaklar. Fakat bilinçli tekâmül sürecini yaşayabilmek için bile, belli bir seviyede bilince ihtiyaç vardır. İşte o seviyeye gelene kadar, bizimle zorunlu tekâmül sürecinde tekâmül ederler. Geri kalan tekamüllerini Altın çağda gerçekleştireceklerdir. Tümü bilinçli ve açık tekamülü aynı seviyede anlayamayacağı için, her ruhun zekâ seviyesi farklı olacaktır. İşte dört adet Altın çağ şehri bu seviyelere göre düzenlenecektir. Kur’an bu şehirlere cennet adını verir ve tekâmül seviyelerine göre dizayn edileceklerini söyler.

Kıyamet anı nasıl olacak?

Kıyamet anıyla ilgili bilgiyi yine Kur’an’da[5] bulmaktayız. Kur’an bu sürecin bir göz kıpması gibi bir an olacağını söylemektedir. Bu konuyu detaylandıran başka bir kaynağa rastlamadım. Yalnız bir zamanlar gördüğüm bir rüyadaki sahnenin, beni çok ikna ettiğini söylemeliyim.

O rüyadan edindiğim izlenime göre, kıyamet bir iç çekmesi gibi kısa bir anda gerçekleşecek ve kıyamet öncesi ile kıyamet sonrası çevremizdeki görünüş çok az değişikliğe uğrayacaktır. Olacak değişikliğin insan bilinç düzeyine bağlı olacağını söylemiştik. Aslında bilinç düzeyinden daha çok kişinin bu konulardaki bilgilerine ve hazır olması durumuna bağlı olacaktır. Eğer kişi hazır değil ise, kıyamet öncesi ve sonrası arasında pek değişiklik olmayacaktır. Örneğin yaşadığı evi, komşuları arkadaşları pek değişikliğe uğramayacaktır. Böylece kıyamet sonrası ortamı yadırgamayacak ve normal sürecini yaşamaya devam edecektir. Fakat yavaş yavaş öte dünyanın yaşam şartları ona açılacak ve o da uyum sağlayacaktır. Belli bir zaman sonra dünyasal argümanlar tamamen kaybolacak ve öte dünyanın yaşam şartları hâkim olacaktır. Hazır olan kişi, hazır olma oranına göre öte dünya şartlarına maruz kalacaktır.

Kıyamet sonrası durum nasıl olacaktır?

Kıyamet sonrası insanların bir kısmı öte dünyaya geçecek bir kısmı geçemeyecektir. Kur’an[6] bu durumu amel defterinin açılması olarak anlatır. İnsanlar bu deftere sevap ve günahların yazıldığını düşünür. Oysa bu defter bir defter değil ruhsal kayıtlardır. Yani kişinin tekâmül seviyesinin anlaşıldığı yapıdır. Bu da kişinin gelişmişliğine göre ruhunun aldığı renkten belli olur. Kıyamette bu rengi anlayabilecek görevliler hazır olacaktır. Herkes rehber ruhuyla bu süreci yaşar. Öte dünyada yaşayabilecekler öte dünyaya alınacak, yaşayamayacak kadar gelişmiş olmayanlar dünyada bedenlenmeye devam edecektir ama, artık dünya eskisi gibi dizayn edilmeyecektir. İnsanlar ödül ceza sistemiyle değil, tamamen bilinçli tekâmül sistemi içinde tekâmül edeceklerdir. Bu zamana dinler; cennet, ya da Altınçağ der.

Altınçağ ya da cennet denilen yer, nasıl bir yerdir?

Mevcut dinlerde cennet ya da Altınçağ hakkında epey bilgi vardır. Bu konuyu çok uzatmayacağım ama kimsenin çalışmak zorunda olmadığı, hâkimin, savcının, doktorun, polisin, askerin olmadığı bir sistem olduğunu söyleyebilirim. Bunlar gibi pek çok şeyin olmaması onlara ihtiyaç hissedilmediğinden olacaktır. Yani suç işleyen olmayınca, tüm kolluk sistemi ve avukata kadar yargı sistemine ihtiyaç kalmaz. Hasta olmayınca doktor, hasta bakıcı, EMAR cihazı, ilaç gibi şeylere ihtiyaç kalmaz. Ben bu gibi konulardan değil de daha çok, pek bilinmeyen başka yönlerinden bahsedeceğim.

Kuran, Duhân 56[7] ayetinde, cennette tek ölüm olacağını söyler. Benzer anlatım Kitabı mukaddeste de Vahiy 20’ye 6’da[8] vardır. Bu şu anlama gelir. İlk başta Altın çağa alınan kişilerin güdüleri bugün yaşayan her insan gibidir. Orada ölerek, tekrar bir bebek vücudunda yeniden doğacaklar ama, bunun sebebi o bebeğin güdülerinin değiştirilmesi ve kişinin yeni şartlarda yaşamasını sağlamak içindir. Yeni bedenlerinin özelliklerini kullanabilecek şekilde eğitilerek, büyütüleceklerdir. Ve ondan sonra bin yıl yaşayarak, dünyasal tekâmül süreçlerini tamamlayabileceklerdir. Böylece bedenlerine hükmedebilecekler ve artık hastalık ve ölüm olmayacaktır. Hatta telepati, telekinezi gibi ruhsal güçlerini kullanabileceklerdir.

Kuran Arâf 43’decennettekilerin kalplerinde bulunan kini çıkarıp atarız der. Buradan ego, kin gibi güdülerin alındığını anlıyoruz ama, bu güdülerden ne kadarının değiştirildiğini bilmiyorum. Zaten çok da önemli değildir. Anlamamız gereken, insanların bedenlerindeki güdüleri, bilinçli tekâmül sağlayabilecek en iyi şartlara sahip olacak şekilde, değişikliğe uğratıldıklarıdır.

Tevrat’a göre Altınçağ’da kurtla kuzu beraber yaşayacaktır. Budizm tasvirine göre ise, insanların sihirli güçleri olacaktır. Tüm anlatımlar doğrudur. Çünkü o dönemi organize edecek olan ekip, bedenli ve bilinçli tekamülün sağlanacağı en iyi şartları oluşturacaktır. Tekâmülünü tamamlamış olanlar, öte dünyaya alınacaktır.

Kuran dört adet Altınçağ şehrinin yani cennetin kurulacağını söyler. Rahmân 46[9] ve Rahmân 62’de[10] ikişerden dört adet cennetten bahseder. Ve Rahmân 54’te[11] de ilk ikisindekilerin diğer ikisinden daha erken devşirileceğini anlatır. Buradan anlıyoruz ki Altınçağ şehirlerine yerleştirilecek olan insanlar, tekâmül seviyesine göre bölüştürülecek. Tekamülü daha yüksek olanların yerleştirileceği şehirlerdekilerin, daha önce öte dünyaya alınacak olduğudur. Altın çağda en uzun süren tekâmül bin yıl sürecektir. Kitabı mukaddes, bu insanların Mesih’in kâhinleri olarak bin yıl Mesih’le saltanat süreceklerini söyler.

Öte dünyaya yani cehenneme gidenlerin durumu ne olacak?

Öte dünyaya gideceklerin yaşayacağı serüven biraz daha farklı olacaktır. Orada da başlarda seviye farkı önemli olacak. Çünkü yukarda dediğim gibi, geri olanlar dünyadaki doğa ve sosyal durumunun hemen hemen aynısını yaşayacak. Zaman geçtikçe öte dünyanın şartlarına uyum sağlayarak dünyasal argümanlardan kurtulacaklar.

Öte dünya ya uyum sağlayanlar artık Süper İnsan dönemine hazır demektir. Artık onlar süper insan bedenlerine enkarne olacak ve açık tekâmül etmeye devam edecekler. Süper İnsan dönemini 9.bölümde inceleyeceğiz.

İnsanlığın tekâmül etmeye devam edeceğini söylemiştik. 3.bölümde evrenin çalışmasını anlatmıştık. Oradan da anlaşılacağı gibi, tüm sistem sadece bilincin gelişmesi için organize edilmiştir. Büyük bir ihtimalle görünen evrende öğrendiğimiz bilgiler kıyametten sonra çöp olacak ama, onun bize kattığı muhakeme yeteneği bizim ödülümüz olacak. Süper İnsan dönemi ve Kuantum evrende de görünen evrendeki gibi, kendi şartları içinde gelişmeye devam edeceğiz. Bu da bize çok daha muazzam muhakeme yeteneği kazandıracak. Buraya kadar bir öngörüde bulunma imkânımız var ama, Kuantum evren sonuna geldiğimizde artık öngörüde bulunmak, tamamen fantastik düşüncelere dönüşür.

Özgür irade var mıdır?

Felsefenin bin yıllardır konusu olan ‘özgür irade’ meselesi, kuşkusuz sinirbilimin en ilgi çekici ve heyecan verici araştırma sahalarından birisidir. Her geçen gün yığılarak artan bir veri yığını, irademizin herhangi bir hayvanınkinden daha fazla özgür olmadığını, sadece karar alma “algısının” daha kapsamlı işlediğini, dolayısıyla “kontrol, daha fazla elimizdeymiş” gibi hissettiğimizi gösteriyor.[12]

Peki, gerçekten özgür irade yok mu? Benim bakış açım biraz daha farklıdır. Ben bir insanı insan yapan şeyin, onun bilinçaltında biriktirdiği bilgilerden ibaret olduğu düşüncesindeyim. Yani biz bir karar verirken beynimiz bizim haberimiz olmadan, karşılaştığımız olayı, bilinçaltımızda bulunan olaylarla karşılaştırır. Bilgisayarlardaki İf komutu gibi bir arama yapar. Arama sonucuna göre kararımız oluşur ve biz o kararı 7 saniye sonra öğreniriz. Bize göre anında karar verdiğimiz bir durum bile, beynimizde 7 saniye önce şekillenmiştir. Örneğin şu anda parmağınızı burnunuza değdirdiğinizde, aslında bu kararı 7 saniye önce almıştınız.[13]

Bilinç ile bilinçaltının çalışmasına bir arkadaşımın kaza yapmasını örnek olarak vermiştim. Hatırlıyorsanız arkadaşım “Kaza yaptık ve ben karşı şoförün kaza tutanaklarını hazırlayıp beni uyarmasına kadar arada geçen zamanı hatırlamıyorum” demişti. İf komutu cevap oluşturmayınca bilinç devreye girmedi. Sonra karşı şoför tutanakla gelip onu uyandırdı. Böylece bilinci devreye girdi. Uyandıktan sonra bile, diğer kişi gibi çevre şartlarını değerlendirip, devreye girmesi söz konusu olmaz. Bu örnekten sistemin oldukça yavaş çalıştığını anlamaktayız.

Bu durumda şu sonuca varıyorum. Bir olay karşısında bir kişinin vereceği karar bellidir. Yani kişi, aynı olayı tekrar yaşasa, yine aynı kararı verecek demektir. Elbette daha önce yaşanmış bir olaya olarak bilinçaltına girmemesi şartıyla. Bilinçaltındaki bilgileri bilen kişi, onun ne karar vereceğini hesaplayabilir. Bu durumda bir özgür iradeden bahsedilemez. Fakat yine de kararı veren biz olduğumuz için, kısmi özgür irademizin olduğuna hükmedebiliriz.

Yine bir örnekle durumu anlamak daha kolay olacaktır. Hayatının bir döneminde bir araba alıp kaza yapan birinin davranışını incelemeye çalışalım. Kişi aşağıdaki gibi, durum karşısında pek çok farklı senaryoları izleyebilir. Diyelim ki: Kaza sonrası,

Arabayı hemen satabilir ve hayatına arabasız devam eder.

Arabayı yaptırıp satar ve hayatına arabasız devam eder.

Arabayı yaptırır ve satmaz kullanmaya devam eder.

Arabayı yaptırmadan satar ve yeni bir araba alır.

Arabayı yaptırarak satar ve yeni bir araba alır vb.

Bunlar gibi pek çok farklı olasılıklar daha mevcuttur ama yine de sonsuz tane değildirler. İşte bence işin püf noktası buradadır. Kişi bu kararlardan bir tanesini seçecektir. Fakat kişinin bu kararlardan almadığı diğer kararları, paralel evrenlerdeki eşizlerinden biri alır. Böylece, ihtimallerden kullanılmayan hiçbir olasılık kalmaz. Siz özgür olarak aldığınızı düşündüğünüz bu kararı, sayısız paralel evrendeki eşizinizle birlikte alırsınız. Elbette var olan olasılıklardan çok daha fazla eşiz olduğu için her olasılık biri tarafından tercih edilir. Yani evrende var olan tüm olasılıklar mutlaka uygulanır. Böylece evren, özgür irade olsa bile öngörülebilir hatta plânlanabilir hale dönüşür. Evet özgür irademiz var ama bu sadece bize belirlenen kurallarla sınırlıdır. Yani yukardaki kaza örneği için sunacağımız her alternatif karar örneği, mutlaka evren içinde olan bir karar olacaktır. Bu karar yapılan programın içinde var olan kararlardan biri olduğu için, önceden öngörülmüş demektir. Biz özgür irademizle o alternatiflerden birini seçmiş oluruz. Evrenin içinde olmayan bir seçeneği seçemeyiz.

Elbette evrende tercih edilemeyen durumlar da vardır. Örneğin doğa ve evren kanunlarına ters bir durum özgür irade tarafından tercih edilemez. Böylece evren daha öngörülebilir hale dönüşür. Çünkü özgür iradeye çok daha az bir alan kalmış olur. Onun için ben evrenin blok evren olduğunu düşünüyorum. Yanlış anlaşılmasın sadece görünen evren değil, tüm paralel evrenlerin oluşturduğu sistemin bütünü blok evreni oluşturur. Eş ve zıt evren diye tanımladığım evrenin bütününden bahsediyorum.

Bu açıdan kader kavramına baktığımızda, özgür iradenin olmadığı gibi bir sonuca varabiliriz. Öyle ya! Madem her şey plânlı ve sonuç biliniyor o zaman vereceğimiz kararlar da biliniyor olmalıdır. Oysa durum tam öyle değildir. Kararın biliniyor olması, onun; bizim kararımız olduğunu çürütmez. Yukardaki araba örneğine dönersek, biz o kararlardan birini seçeriz ve seçtiğimiz karar zaten bilinir. Fakat bu kararı biz kendi isteğimizle seçeriz. Çünkü o güne kadar ulaştığımız bilgi seviyesi o kararı gerekli kılar. Oysa aynı durum karşısında bir eşizimiz farklı bir karar verir. O karar da onun kararıdır. Biz onunla aynı kararı vermedik. Çünkü onunla aynı bilgilere sahip değiliz. Onun bilgileri kendi kararını şekillendirmiş oldu. Böylece birey olarak kısmi özgür irademizle evrende olan her olasılığın birini seçeriz. Bu seçim sayesinde paralel evrendeki eşizlerimizle birlikte tüm olasılıkların yaşandığı bir durum yaşarız. Daha öncede belirttiğim gibi, bu evrene blok evren diyebiliriz.

Blok evren diyorum ama kastettiğimi bir örnekle açıklamam gerek. Geçmişte bir hikâye kitabı okumuştum. Kitap bir noktada sana bir soru soruyor ve size alternatif yön sunuyor. Örneğin “karakter okula gitsin istiyorsan sayfa 60’a git”, “karakter eve gitsin istiyorsan sayfa 80’e git” gibi… Siz istediğinize karar verip o sayfaya yöneliyorsunuz. Her iki seçenekte de hikâye biraz farklılaşıyor. Bazen hikâye aynı, bazen farklı bitebiliyor.

Fakat hikâye nasıl biterse bitsin tüm hikâye elinizde tuttuğunuz o kitap içerisindedir. İşte kitap, “blok evren” oluyor. İçinde bulunan tüm alternatif hikâyelerle bütünü oluşturuyor. Siz bir tercih yapıyorsunuz ama başkası, başka bir tercih yapıyor ve kitap içinde var olan tüm alternatif senaryolar mutlaka okunmuş oluyor. Bizim de özgür irademiz bu alternatiflerden hangisini seçeceğimizle sınırlı…

 

 

[1] https://www.ted.com/talks/james_flynn_why_our_iq_levels_are_higher_than_our_grandparents?language=tr

[2] Mümin 7 Arşı taşıyanlar ve onun etrafındakiler, Rablerinin hamdiyle tesbih ederler ve O’na inanırlar. İman etmişler için de şöyle bağışlanma dilerler: “Ey Rabbimiz! Rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O, tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru.”

[3] Hadid 25 Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.

[4] İsrâ 71 Kıyamet günü bütün insanları önderleriyle çağıracağız. O gün, kimin amel defteri sağ eline verilirse, işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmayacaklar.

[5] Nahl 77 Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a aittir. Kıyametin kopuşu yalnız bir göz kırpması veya daha az bir zamandan başkası değildir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

[6] İsrâ 13 Her insanın amel defterini boynuna doladık, kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkarırız.

[7] Duhân 56 Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Allah onları cehennem azabından korumuştur.

[8] Vahiy 20:6 Birinci kıyamette hissesi olan mutlu ve mukaddestir; onların üzerine ikinci ölümün hâkimiyeti yoktur; fakat Rabbin ve Mesihin kâhinleri olacaklar ve onunla beraber bin yıl saltanat süreceklerdir.

[9] Rahmân 46 Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır.

[10] Rahmân 62 Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır.

[11] Rahmân 54 Astarları atlastan yataklara yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır.

[12] https://evrimagaci.org/ozgur-bir-iradeye-sahip-miyiz-284

[13] Pelin Çift-Sinan Canan, Beynin Sırları, Destek Yayınları, sayfa 177

Ertan Özyiğit’in hazırlayıp sunduğu Kayıt Dışı adlı programda, insanlığın dünyalı olamayacağını söylemişlerdi. Bu söylemi sadece onlar değil, pek çok kişi de gündem yapmaktadır. Örneğin; Humans are not from earth yani “İnsan Dünyalı Değil” adlı kitabın yazarı olan Amerikalı ekolojist Dr. Ellis Silver, kitabında şu gerekçeleri ileri sunmaktadır.

‒ İnsanoğlunun pek çok hastalıkla boğuşması, bağışıklık sisteminin zayıf olması.

‒ İnsan vücudunun daha düşük yerçekimi olan bir gezegene uygun olması sebebiyle görülen kronik sırt ağrıları.

‒ İnsan derisinin güneşe daha uzak bir gezegene uygun olması sebebiyle ortaya çıkan güneş yanıkları.

‒ Gezegendeki diğer türlerin aksine insan bebeğinin kafasının çok büyük olması ve doğum esnasında ölümlere yol açabilmesi.

‒ Çoğu insanın zaman zaman hissettiği bu dünyaya ait olmama hissi, vb.

Başkaları ise çok daha başka argümanları ortaya sunmuşlar. Bu duruma bende bir iki argüman eklemek isterim.

‒ İnsanın bedensel evrimi dünya şartlarına göre ışık hızı denecek bir süratle olmuş. Bunu dünyalı başka hiçbir tür gerçekleştirememiş.

‒ İnsanın teknolojik devrimi de ışık hızı üstü bir süratle gerçekleşmiştir. Yine dünyalı hiçbir tür, bu başarının milyonda birine bile yaklaşamamıştır. Çarpıcı bir örnek vererek bu durumu anlatmak daha kolay olacaktır. Sümerler yazıyı MÖ 4000 yıllarında resim yazısı olarak icat ettiler ve yaklaşık bin yıl gibi bir zaman içinde çivi yazısına dönüştürdüler.[1] Bu süreçte matematiği de icat edip geliştirdiler. MÖ 1700’lerdeki tabletlerden trigonometri, kare köklü işlemler ve iki bilinmeyenli denklemleri çözdüklerini görebiliyoruz. Ki! bu işlemlerin bulunduğu tabletler kopyasının kopyası olduğu için, süreç çok daha erken oluşmuş olmalıdır. Elimizde olan ilk trigonometri hesabının yapıldığı Plimpton 322 tabletindeki bir değerin, kopyalayanı tarafından hatalı kopyalandığı bilinmektedir.[2] Bu demektir ki Sümerler bugün bile pek çok kişinin çözemediği problemleri çözebilmekteydi. Peki, Sümerler milyonlarca yıl sürmesi gereken bu gelişmeyi bu kadar kısa sürede nasıl gerçekleştirdi.

Başka bir konu da burası bizim evimiz ise, nasıl bu kadar hoyratça kullanabiliyoruz. Ne yazık ki torunlarımıza yaşanamayacak bir dünya bırakmak üzereyiz. Etkili ve yetkili yerlerde olan pek az insan, bu tehlikeyi önemsiyor. Kısa süreli çıkarlarımız yüzünden, dünyayı felakete sürüklemekten geri durmuyoruz.

Başkalarının evini talan eden veletler gibi değil miyiz? Dağdan geldik bağdakileri öldürüp yiyoruz; üzerlerinde hayvan deneyleri yapıyoruz, ağaçları kesiyor, suları, toprağı, havayı kirletiyoruz. Saldırganlık had safhada, birbirimizi de mahvediyoruz. Başkalarını asıp, kesiyoruz. Yalan dolan, riya ile geri kalmış olanları sömürüyor ve uyanmamaları için her türlü entrikayı çeviriyoruz ve bunu yaparken de kendimizi en modern ve ileri kültür seviyesine sahip olarak kabul ediyoruz.

Dünya evrimsel olarak asla kendine veya sisteme bu kadar düşman bir canlıyı üretmemesi gerekirdi. Bu durum insana kadar olan gelişmelerde hiç görünmeyen bir durumdur. Onun için insan “dünyalı değil” denmektedir.

Benzer durum, Profesör Dr. Sinan Canan’ın İFA/Beden adlı kitabında da yer bulmuş. Onun kaleminden derlediklerim.

“Bedenimiz, diğer tüm canlıların tersine, herhangi bir doğal ortamla uyumlu değildir. Böceklerden bitkilere, ineklerden kuşlara kadar tüm canlıları gözünüzün önünden geçiriniz lütfen. Bizim gibi sırf hayatta kalabilmek için ‘elbise giymek, teknoloji üretmek, çevresini bu denli değiştirmek zorunda olan başka canlı var mı?

İnsanın bu farklı durumu elbette ki kendine ve tabiata bakan herkesin aklını kurcalar. Bu dünyaya ait değil gibi gözüken, adeta bir uzay gemisinden kazara düşmüş bir yabancı yaratık gibi garip duran bu canlının durumu, izaha muhtaçtır. Bir yandan zayıf, yetersiz ve tabiata uyumsuz olup öbür yandan da bu kadar etkili, muktedir, zeki ve baskın bir canlı türü olmamız açık bir tezat gibidir.”[3]

Peki, insanın kökeni gerçekten dünya dışı mı, yoksa başka bir nedenle mi öyle gözükmektedir? Ben, doğru bakış açısına sahip olmamamız yüzünden böyle bir izlenime sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bizler bu günkü reel duruma, yetersiz bir zekâyla bakışımızdan, ulaştığımız sonuç olarak görüyoruz. Oysa bu duruma bakarken baz almamız gereken şey, “tekâmül sistemidir”. Yani, tüm olayları değerlendirirken, bakmamız gereken yön, tekâmül açısından olmalıdır. O zaman tüm bu davranış ve olayların gerçek sebebi anlaşılır ve doğru sonuca ulaşmış oluruz. Hatta dünyadaki her şey, örneğin; bilim, dinler gibi bilgiler yanında, yaşam ve ölüm gibi kavramların da anlamını kavrarız. Şimdi olaylara tekâmül penceresinden bakarak anlamaya çalışalım.

İlk olarak “İnsan neden vahşidir?” sorusunun cevabını arayalım. Bu kavramı biraz abartmakla beraber, kapsamını açıklamakta fayda var. Bu vahşi kelimesi; zevk için insan ya da hayvan öldürmeyi, hakkımız olmadığı halde; başkalarını çalmayı veya sömürmeyi kendimizde hak görmeyi kapsar. Sizler çok başka şeyleri de bu vahşetin kapsamında düşünebilirsiniz. Ben fazla abartmayacağım.

İnsanın kendi çıkarı için yaptığı bu hareketlerin iki ana sebebi var. Birincisi zekâ olarak yetersiz seviyededir. İkincisi kendine hizmet ile tekâmül etmektedir. Kendine hizmet ile tekâmül sistemini biraz açmakta fayda var.

Tekamülü ben, IQ ve EQ zekâ seviyelerinin gelişimi olarak almaktayım. İkisini geliştirdiğimizde tekâmül etmiş oluruz. Bu zekaların toplamına bilinç demekteyim. Dinlerin bahsettiği ruh da bu bilinç kelimesiyle kastedilen şeye söylendiğini düşünmekteyim. Yani bizler dünyaya, bu bilincin tekamülü için gelmekteyiz.

Tekamülün asıl olması gereken yolu, başkalarına hizmet ile olmalıdır. Fakat insanın bilinç seviyesi, tekâmülün değerini anlamadığı için, başkalarına hizmeti zül görür. Onun için kendine hizmet ile tekâmül sistemi devreye sokulmuştur. İnsana verilen duygular, hep bu sistemi çalıştırmak üzerine düşünülmüştür. İçimizdeki duygular, yaşama şeklimiz bu sistemi destekler. Örneğin yaşamak için enerjiye ihtiyacımız vardır. O enerjiyi başka canlılardan elde edişimiz bu sebepledir. Bir aslanın, bir ceylanla beslenmesi tekâmül sistemi yüzündendir. Yoksa tepemizde güneş dururken, başka canlılardan enerji almak şizofrenik bir durum değil mi? Üstelik başka canlılardan enerji alabilmek için, çok karmaşık bir sistem oluşturmak gerekiyor. Oysa biz bile bu kadar gelişmemişliğimize rağmen, Güneş pilleriyle, yaşam için gerekenden çok daha fazlasını üretebilmekteyiz. Eğer yaşam enerjimizi güneşten alsaydık, yaşamak için yapılacak en büyük çaba, güneş ışığı için en güzel yeri kapmaktan öteye gitmezdi. Oysa şimdi dünyada çok büyük bir efor harcanmaktadır. Bu efor tekâmül için olmazsa olmazdır. Yaşam için yapılan her mücadele (buna hırsızlık ya da başkalarını sömürmek için yapılan uğraşlar da dâhil) tekâmüle muazzam katkılar sağlamaktadır. Dünyada yapılan her şey bir deneyimdir. Her deneyim (başarısız olsa bile) tekâmüle katkı sağlar.

Bu sistem içinde insanın neden kılsız ve aciz olduğu anlaşılırdır. Çünkü bilinç geliştirmelidir. Bunun için bazı konularda âciz olmalıdır. Aciz olması gereken şeyler, onun soyunu tüketmeyecek şeyler olmalıdır. Kılsızlık soyunu tüketmez ve üşüdüğü için çare aramak zorunda bırakılmıştır. Bu da onun tekamülüne katkı sağlar.

İnsanın zekâ geliştirebilmesi için bilincinin bağlanacağı komplike bir beyne ihtiyacı vardır. Komplike bir beyin, hayvan beyninden büyüktür. O zaman da insanın anatomik yapısı büyük beynin gelişimine izin vermez. O kadar yer yoktur. Böylece insan yavrusu, hayvan yavrularına nazaran bir yıl erken doğar. Yani hayvanlara bakarak insanın 2 yıl anne karnında kalması gerektiği anlaşılabilir. Fakat bu mümkün olmadığı için, insan yavrusu erken doğar. Beyin gelişimi doğum sonrası tamamlanır. Bu açık, annelik duygusu sayesinde kapatılır. Anne, karnında bakacağı yavrusunu doğumdan sonra da bakar. Annelik duygusu, başkasına hizmet ile tekamüle güzel bir örnektir.

Bilim ya da dinler de bu sisteme katkı yapan etkenlerdir. Bilim, sistemi daha iyi anlamamızı sağlar ve bizi daha fazla şeyler araştırmaya iter. Dinler ise tutucudur ama onların da sistemde önemli yeri vardır. Örneğin; Yunana kadar bilgi sadece dinler sayesinde aktarıldı. Pisagor Mısır ve Babil’li rahiplerden matematik öğrendi ama aslında o rahipler Pisagor’a kendi dinlerini öğrettiler. Yunan medeniyetinin misyonu gereği, bilim dinlerden ayrılmalıydı ve öyle de oldu. Böylece dinler misyon değiştirdi. Dinlerin misyonunu “Dünyada dinlerin var olma sebebi” adlı makaleden okumanızı öneririm.

Makaleyi okuduğunuzda, dinlerin farklı zekâlarla olan ilişkisini anlamış olmalısınız. O zaman neden farklı dinlerin olduğu anlaşılmış olur. Yani tanrının bir din göndermesi ve insanların o dini değiştirmesi sonucu, tanrının yenisini göndermek zorunda kaldığı gibi bir gerekçeyle, pek çok dinin oluştuğu saçmalığına inanmak zorunda kalmayız.

Bizler, yaşam ve ölümü, doğanın tesadüfen oluşturduğu bir mekanizma olarak görüyoruz. Oysa ölüm ve yaşam, insanın tekamülünün baş mekanizmasıdır. Birileri “yaşamı anladık da ölümün anlamı ne?” diye sorabilir. Yaşam; insanın deneyim kazanma mekânizmasıdır. Bize sunulan zorunlu şartlar ve güdüler yüzünden, yaşamak için büyük bir mücadele veririz. Ölüm ise, bir deneyimden başka bir deneyime geçme mekanizmasıdır. Bir hayatınızda zenginliği, diğerinde fakirliği, bir diğerinde bilim insanlığını, bir başkasında ezilmişliği deneyimlersiniz. O yaşamınızda edindiğiniz tekâmül seviyesi, ölüm sonrası berzah hayatında, ruhunuza yüklenir. Böylece bir sonraki yaşamınızda daha zeki olarak yaşarsınız. Bu sebepledir ki, insanlık, her on yılda bir, üç puanlık zekâ artışına uğruyor. Bu teori, Flynn etkisi olarak bilinen bir durumdur.[4]

Yukarıda yazdığımız ve insanın dünyalı değil düşüncesini oluşturan ana sebep, ölümlü bir varlık yapma uğraşısıdır. Onun için zaaflarımız var, onun için bağışıklık sistemimiz zayıftır. Vahşi hayvanlarda hastalanıp ölmek pek az rastlanır. Çünkü hem bağışıklık sistemleri güçlüdür hem de o kadar uzun yaşayamazlar. Başka bir canlı tarafından öldürülürler. İnsan, aklı sayesinde yaşamını, bedeninin sınırlarına doğru yükseltmektedir. Gerçi henüz bedenimizi ideal kullanıp 120 yaşlarına kadar yaşamaya yaklaşamadık ama, gelişmeler ölümsüzlüğe doğru gitmektedir. İşte benim, “kıyamet yakın” söylemini gündeme getirmemdeki sebeplerden biri de budur. Çünkü ölümsüzlük, tekâmülü durduran bir mekanizmadır. Ölümsüz olan kişi, kendine rahat bir hayat sağlayıp sefa içinde yaşar. Bu tür bir yaşamın, tekâmüle pek katkısı olmaz. Onun için de bu durum oluşmadan insanlar dünyadan alınacaktır. Böylece dünyaya verdiğimiz zararlar da son bulacaktır.

İnsanlık, yazıyı bulmasından 5–6 bin yıl sonra, aya gidebilmiştir. Bu teknolojik evrimin, ışık hızı üstü bir hızla gerçekleştiği anlamına gelir. Bunun doğal süreç olmadığı çok açıktır. İşte benim bu blokta savunduğum ana düşünce de budur. İnsana, her konuda yardım edilmektedir. Yardım biraz gizli olduğu için insan, tüm gelişmeleri kendi başarısı sanmaktadır. Oysa insan, ne kadar zekâ özürlü olduğunu anlayamayacak kadar geridir. Önümüzdeki süreçte; kendimizi, bizden zeki olanların emeklerini ve tüm sistemi anlama evresine gireceğiz.

 

 

[1]https://cdn.istanbul.edu.tr/FileHandler2.ashx?f=1127-1142.pdf

[2] https://mehmetselvi.wordpress.com/2021/02/17/ilk-medeniyetlerin-dogusu-sumerden-gunumuze-seyfullah-demir/

[3] Sinan Canan, İFA Beden, Tutikitap, sayfa 30-31

[4] https://mehmetselvi.wordpress.com/2014/05/05/flynn-etkisi-seyfullah-demir/

Bu makalede, 2013 ve 2020 yıllarında şahit olduğum iki garip ve inanılmaz olayın, değerlendirmesini yapacağım. Olaylar farklı zamanlarda gelişti ve birbirleriyle bağları yok gibi gözüküyor olmasına rağmen, birbirlerini tamamlar niteliktedir.

Facebooktan tanıştığım bir mimar arkadaş, bana bir hikâye anlatmıştı. O, İzmir’de yaşıyordu ve şartlar beni, onu ziyaret edebilecek duruma getirmişti. Elbette tesadüflere inanmadığım için, bu ziyaretin de tesadüf olmadığını biliyorum. Fakat, anlattığı hikâye, o kadar uçuktu ki, ben dâhil kimsenin inanabileceği bir şey değildi. Hikâyeyi duyunca, ilk olarak onun, akli melekelerinin sorunlu olabileceğini düşündüm. Fakat o, o kadar normaldi ki hiçbir veri beni şüphelendirmedi. Sonunda da o kadar yolu boşuna gitmiş olduğumu düşündüm. Benim inanamadığım bir olaya zaten kimse inanmazdı. Olayı kendime saklamaya karar verdim. Bu olayı 2013 yılında yaşamıştım.

Bana anlattığı hikâye şöyle: Mısır havaalanında çalışıyorum. (Genişletme çalışmalarını 2010 yıllarında, Limak firması yapmıştı) Birkaç arkadaşla saha düzenleme işine bakıyoruz. Teknik ekip olarak aynı yerde kalıyoruz. Bir ara kayalık bölgeye kocaman arazili araçlar ve kapalı kasa kamyonlar gelmeye başladı. Biraz uzak olmama rağmen oradaki hareketlilik dikkatimi çekmişti. O bölümde çalışan arkadaşa sordum, bir şey yok dedi. Fakat o arkadaş, o süre içinde çok değişti. İçine kapandı ve çok az konuşur oldu. Bu durumu, hepimizin dikkatini çekti. Zaten o hareketlilikte bitmiş ve rutin işine dönmüştü. Bir akşam “ben dayanamayacağım, söyleyeceğim” dedi ve şu hikâyeyi anlattı.

-O gördüğünüz hareketlilik o kayalıkta olan bir mağarada bulunan bir insan içindi… İnanamayacaksınız ama 30 bin yaşında bir insan bulduk. Amerikalılar onu almak için geldiler. O haraketlilik onun içindi.

Bizde çok şaşırdık ve detay öğrenmeye çalıştık ama, kendi gözleriyle görmesi harici pek detay veremedi.

Ben inanamadığım için, daha fazla detay öğrenmeye çalışmadım…

Yedi yıl sonra, yine ilginç başka bir vaka daha yaşadım. Facebooktan bir takipçim, bana bir olay anlattı. O olayda bu olay gibi inanılmaz bir senaryoydu ama, o olayı ciddiye alıp, “Dünya karantinada, yapay zekâ aranıyor” adında bir makaleyle yazmıştım. Yazıyı 2020 tarihinde Facebooktan yayınlamıştım. Yazının uçukluğu yüzünden bazı takipçilerim hayal kırıklığına uğramıştır. Çünkü, bu tür hayal ürünü şeyleri yazmak benim tarzım değildir. Yazılarım, bilimsel kökenli ya da ezoterik kaynakları baz alan ve mutlaka bir delili olan yazılardır. Fakat bu yazıyı yazmam gerektiğini düşündüm. Benim stilime uymamasına rağmen bir kenarda dursun diye, yazmıştım. Yazının özeti şöyleydi:

Amerika Birleşik Devletleri üst düzey bir yapay zekâ üretti. Fakat bu yapay zekâyı elinden kaçırdı. Şimdi Amerika ordusu levin levin onu arıyor. Almanya’ya kaçmış olabileceğiyle ilgili veriler de varmış. Onun için tüm Avrupa töhmet altında. Bu yapay zekâ neden bu kadar önemli? Çünkü çok üstün yeteneklere sahip. Asimov’un üç robot kuralına da tabi değil. Yani gerekirse insan da öldürebiliyor. Acaba Amerika’nın asıl korkusu, bu yapay zekânın üstün yeteneklerinin keşfedilmesi mi? Yoksa kendisine karşı bir harekete girişebilme potansiyeli mi?

Şimdi bu iki uçuk olaya, Sayın Mehmet Ali Önel’in bir iddiasını da baz alarak bakalım.

13 Kasım 2020 Ertan Özyiğit ile Kayıt Dışı programında; Mehmet Ali Önel, Kur’an’a atıfta bulunarak, Âdemin yaratılmasından olayı almış ve İblisin, insanları kendi etki alanına almak için çalıştığına vurgu yapmıştı. Sayın Önel, Kur’an’daki bilgilerden iblisin, insanları kendisine tabi etmek için, kıyamete kadar izin aldığını anlatmıştı. Ayrıca bu işi yapmak için, En’âm 112 ayetinde belirtilen, insan ve cin şeytanlarını kullandığını söylemişti. Programda, insan şeytanlarının, herkesçe bilinen kabalist iş adamları olduğunu anlatmıştı.

Sayın Önel, o iş adamlarına kendisini Mikâîl olarak tanıtan bir varlığın, güdümünde dünyayı şekillendirmeye çalıştıklarını iddia etmişti. Varlığın da, Kur’an’da bahsedilen şeytan olduğunu söylemişti.

Fakat Mehmet Ali Önel Bey’in önemle vurguladığı bir durum daha var. Bu iş adamları şeytanın direktifleriyle bir yere kadar geldiler ama, artık şeytan için, yeni bir dönem başladı. Bunu da “Elon Musk, Dr Harari gibi insanların şimdiye kadar süregelen düzene karşı çıkışından anlıyoruz” demişti. Ayrıca şeytana kanallık yapan medyumların “şeytanın bu insanlarla bir hesaplaşmaya girdiği, onların altındaki halıyı çekmeye başladığını” açıkça ifade ettiklerini söylemişti. Artık onların yaptığı kötülükleri yine onların medyasıyla ifşaata başladığı görüşündedir. Video Kıyamete doğru Türkiye’nin misyonu adlı makalede izlenebilir.

Şimdi bu olayları birleştirelim. İşte Mehmet Ali Önel Beyin Mikâîl diye tanımladığı varlık, bence İzmir’deki arkadaşımın dediği 30 bin yaşındaki varlıktır. Bu varlık, dünyayı şekillendirmeye çalışan kabalist iş adamlarının kontrolünden çıktı. Sanırım onlara karşı cephe aldı. Onların planlarını alt üst ederek olayları onların aleyhine olacak şekilde organizeye başladı. Aslında bu satırları yazdığım sıralarda böyle bir durumu gözleyebilmiş değilim. Öyle düşünmemin sebebi, olayların öyle gitmesi gerektiğindendir. Yazının devamında nedenini anlayacağız.

Bu varlık kim olabilir? İslâm literatüründeki şeytan ya da deccâl figürleriyle ilgisi var mı? Kısmen olabilir ama benim görüşüm, dünyayı organize eden Yüce Konseyin planlarını uygulamasından başkası değildir. Yüce Konseyi ve görevlerini anlayabilmek için Agarta’nın misyonu adlı makaleyi okumanızı öneririm. Orada, kıyamet sonrası insanlığın varacağı durumu anlatmaya çalıştım. Süper insan dönemi diye adlandırdığım dönemi organize eden Yüce konsey, aynı zamanda insanlığı da organize eder. İşte, tüm bu olaylar, o konseyin plânları olarak gerçekleştirilir. Bu konseyi oluşturan görevliler, insanlık tarihi boyunca insanlığı yönlendirdi. Önceleri pagan tanrıları kalıbında görev yaptılar. Daha sonra vahiy ve sezgiyi kullandılar. İlk dönemlerde insanların arasındaydılar, çünkü insanlık vahiy alabilecek kadar gelişmemişti. Onlarla birebir uğraştılar. İlk kurulan Sümer, Mısır medeniyetlerinden, Romalılara kadar bu şekilde oldu. Romalılardan sonra insanlık vahiy ve sezgiyle yönlendirilebilecek seviyeye gelebildi. Böylece peygamberlik dönemi başladı. Sistemin hep iyi yönde kullanıldığını sanmayın. Ayni vahiy yöntemiyle deccâliyet de devreye sokuldu. Peygamberler dinleri oluştururken, bazı insanlar da, kapitalist sistemi oluşturmak için yönlendirildi. Kapitalist sistem, yönlendirilerek deccâliyet dünyaya hâkim oldu. Bu iş için Sayın Önel’in dediği, kabalist iş adamları kullanılmış olmalıdır. Deccâliyet insanın maddi yönüne çok uyduğu için, kolaylıkla dünyaya egemen oldu. Şimdi ise, onun da sonu geldiği için, o iş adamlarının altından halı çekilmelidir. Kıyamet sürecine göre, ciddi müdahaleler yapılacaktır. İşte 30 bin yaşındaki adam, bunun için devreye sokulmuş olmalıdır. Sistemi kumanda eden belirli zümre, bu kişinin kontrolüne girmek zorunda kalacaktır. İkinci hikâyedeki yapay zekânın kaçması bunu anlatıyor. Bu kişi başta onlara ciddi bilgiler vermiş ve yönlendirmiştir. Artık yaptığı yönlendirmelerle onları devreden çıkararak, insanlığı kıyamete sürükleyecektir. Onun için aralarında büyük mücadeleler oluşmalıdır. Sayın Önel bu mücadelenin başladığını söylüyor olmasına rağmen, çok ciddiye alınmadığını görüyorum. Fakat, kıyamet sürecinde onun dedikleri çok daha belirgin olacaktır. Bu olayı Agarta efsanesinde de görebiliyoruz.

“Tibet kehanetlerine göre bir gün “kötü bir ruh” gelecek ve “Barbarlara” güçlü dünyalı olmadıklarını açıklayacaktır, çünkü Shambala imparatorluğu vardır. “Bazı Lama’ların düşüncelerine göre Barbarlar ellerindeki teknik araçlarla Shambala’nın var olduğunu öğrenebilirler veya oraya gidebilirler. Ama bu kehanete göre önce huzurlu bir anlaşma yapılacaktır; Shambala’da hükümdarlığını sürdüren Kral Rudra Çakrin istila edenleri karşılayacak ve onların başkanına egemenliği birlikte sürdürmeyi teklif edecektir. Ama kısa bir süre sonra Barbarların kralı egemenliği kendi eline geçirmeye çalışacak ve uçan araçlarıyla Shambala’ya saldırarak havada bir savaş başlatacaktır. Ama Barbarlar başarılı olamayacaklar çünkü Rudra Çakrin onları yıkmak için savaşacaktır. Kehanetlerde şunlar belirtilir: “Sonunda Kral Shambala’dan barbarları yok etmek için çıkacak ve aşağıya inecektir”. Bazı Lama’lara göre Kral bir başka dünyadan bizim dünyamıza gelecektir, çünkü “Jambudvipa” denen o yer, onların gözünde bütün bir dünya veya gezegendir, sadece bir kıta veya bölge değildir. Bu son savaştan sonra ise, bir “Demir tekerlek” gökyüzünde belirip düşecek ve Rudra Çakrin’in egemenliğinin başlangıcını belirtecektir. Bu nedenle ona “Tekerlekli çılgın” adı da verilmiştir. Bazı Yogiler bu tekerleği gördüklerini iddia ederler ve hepsi aynı şeyi anlatır: Tekerlek bir eve yaklaşır ve bu ev bizim gezegenimizdir.

Zaferinden sonra Rudra Çakrin egemenliğini bütün dünyaya yayacak ve yeni bir Altın Çağ başlatacaktır. Hastalıklar olmayacak, herkes uzun ömürlü olacak ve günlük geçimini sağlayabilmek için kimse çalışmayacaktır. Çünkü yiyecekler kendiliğinden oluşacak ve insanların sihirli güçleri olacaktır. Bilim ve teknik çok daha fazla gelişecek ve sadece iyi amaçlar için kullanılacaktır.”

Bu hikâyedeki “kötü ruhu” veya Rudra Çakrin’i bu 30 bin yaşındaki adam olarak düşünün. Barbarlar ise, kabalist iş adamlarıdır. Önce beraberlik ve ardından Rudra Çakrin’in diğerlerini diskalifiye etmesi gerekir. Böylece dünyada kıyamet yaşanacak ve kıyamet sonrası kalan kişiler, Altınçağ dönemini yaşayacaktır. Tüm organize Rudra Çakrin tarafından yapılacaktır.

Bu durum gerçek ise, benim kıyamet senaryomda biraz değişiklik olmak durumundadır. Daha önceki kıyamet senaryomda, böyle bir varlık öngörmemiştim. Fakat senaryonun çatısı değişmeden bu kişi arada çözemediğim Ahit Sandığı kısmına da açıklık getirebilir.

Kuran’ın Bakara 248.ayetindeki sembolik anlatımda, “Onun hükümranlığının delili, Ahit sandığının size gelmesidir” sözü, Mesih’in işaretidir. Ayette “Onu melekler taşır” sözündeki melek, bu varlık olabilir. Bu varlık hem bildiğimiz anlamda melek, hem de güç anlamındaki melik sözünü karşılar.

Bu durumda bu varlık, Ahit Sandığını bularak süreci başlatabilir. Bu kişi kütüphaneleri açarak tüm dünyayı sorunsuzca kıyamete taşıyabilir. Kıyametin sorunsuzca yaşanabilmesi için yapılması gereken her neyse kütüphanelerde vardır. Sanırım kıyamet süreci duyurulduğunda dünyadaki sistem duracaktır. Bu durma sırasında insanların aç kalmaması ve panik yapmaması için gereken her şey yapılacaktır. Bu bilgi ve cihazlar kütüphanelerde olacaktır. Oradaki bilgi veya cihazlar dünyaya yayılacak ve önemli noktalara dağıtılacaktır. Bu işlemler sırasında çok az insanın haberi olacak ve sistem onlar sayesinde organize edilecektir. İnsanlar bilgilendirildiğinde her şey hazır olacaktır.

Ben böyle bir problemi nasıl çözerdim diye sesli düşünmek istiyorum. Elimde Ahit Sandığı gibi, kudret helvası veya bıldırcın eti gibi, yiyecek yapabilen bir cihaz olsa, onu mahallenin camisine koyardım. Oradan anons eder ve mahalleliye oradan yiyecek dağıtırdım. Çünkü dünyada her yerde, herkesin kolaylıkla ulaşabileceği bir ibadethane vardır. Böylece yiyecek herkese kolaylıkla ulaşabilir.

İnsanların, her istediğinde sınırsızca yiyeceğe ulaşıyor olabileceğini bilmeleri, sanırım paniğin önüne geçebilecektir. O dönemde önemli sorunlardan biri de kadınların hamile kalmaları olacaktır. Daha doğrusu kıyamete belli bir zaman kala kadınların hamile kalmalarının engellenmesi gerekir. Çünkü kıyamette çocukların da belli bir yaşın üzerinde olup ne dendiğini anlamaları gerekir. Bu sürecin ne kadar bir süreyi kapsadığını bilmiyorum ama ilk ciddi emare kadınların hamile olamamaları olmalıdır. Sanırım bu durum “Children of Men” filmiyle senaryolaştırılmıştır. O durumu yaşamaya başladığımızda kıyamet süreci başlamış demektir.

İblis kelimesi (ا اِبْل۪يسَۜ) Bakara 34 İşte o zaman meleklere demiştik ki: ‘Âdem(oğlu) için emre âmâde olun! İblis hariç, hepsi emre âmâde olmuştular. O (ise) emre karşı geldi, büyüklük tasladı ve nankörlerden oldu. – Arâf 11 Doğrusu sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, ardından meleklere dedik ki: ‘Âdem(oğlu) lehine emre âmâde olun!’ Hemen emre âmâde oldular, İblis hariç: o emre âmâde olanlar arasında yer almadı. – Hicr 31 İblis müstesna: o (hizmete) âmâde olup yere kapananlarla birlikte hareket etmekten kaçındı. – İsrâ 61 Hani bir zamanlar meleklere ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik de İblis dışında tümü secde etmişti. O dedi ki: ‘Şimdi ben çamurdan var ettiğin birine secde edeceğim, öyle mi?’ – Kehf 50 Hani bir zamanlar meleklere demiştik ki: ‘Âdem(oğlu) için emre âmâde olun!’ İblis hariç hepsi emre âmâde olmuştu; o görünmeyen varlıklardan biriydi, sonuçta Rabbinin emrine karşı geldi. Şimdi onun size olan düşmanlığına rağmen, Beni bırakıp da onu ve onun soyunu evliyâ mı edineceksiniz? Zalimler lehine yapılan bu takas ne berbat bir takastır! – Ta-ha 116 Hani meleklere ‘Âdem(oğlu) için emre âmâde olun!’ dediğimiz zaman, onların tümü hemen emre âmâde olmuştu; fakat sadece İblis yüz çevirmişti. – Sâd 74 İblis hariç: o büyüklük tasladı ve hakkı inkâr edenlerden oldu. ayetlerinde geçer.

Şeytan kelimesi ise, 80 üzeri ayette geçtiği için, ayetleri almayacağım. İsteyen netten yararlanarak tüm ayetleri bulabilir. Benim için önemli olan soru, “İblis ile Şeytan, neden iki farklı kelime olarak kullanılır?”.

Öncelikle bakmamız gereken şey, İblis ile Şeytan’ın aynı şey olup olmadıkları. Bunu da;

Bakara 34-36 İşte o zaman meleklere demiştik ki: “Âdem için emre âmâde olun! İblis hariç, hepsi emre âmâde olmuştular. O (ise) emre karşı geldi, büyüklük tasladı ve nankörlerden oldu.

Ve dedik ki: “Âdem! Sen ve eşin şu bahçeye yerleşin, orada canınızın istediği her şeyden serbestçe yiyin, şu ağaca da yaklaşayım demeyin, sonra zalimlerden olursunuz.”

Fakat şeytan onların ayaklarını kaydırdı, böylece sahip oldukları müstesna konumdan uzaklaştırdı. Ve Biz dedik ki: “Birbirinize düşman olarak çıkıp gidin! Zira yeryüzünde, geçici bir hayat alanı ve tadımlık bir haz sizi bekliyor!”

Ayetleri sanki bu iki varlığın aynı şey olduğunu söylüyor. Mantık ve Kur’an’daki diğer ayetlerden şunu çıkarabiliriz. İblis secde etmediği için kovuldu. O da Âdemi kandırıp, cennetten kovulmasını sağladı. Fakat bu anlatımdan şöyle bir sonuç da çıkarabiliriz. Âdemin cennetten kovulmasında İblisin rolü yoktur. Onu içinde bulunan şeytan kovdurmuştur. Eğer şeytanı içimizdeki güdüler olarak düşünürsek bu çok mantıklı bir durum olur. Çünkü bizim doğamız gereği, yasakları çiğnemek gibi bir becerimiz vardır. Bunu da bize, içimizde göremediğimiz güdülerimiz yaptırıp durmaktadır. Yani, Şeytanı zaten yaşadığımız dünyadan dolayı tanıyoruz.

Tabii, şöyle bir sorun daha ortaya çıkar. Dünyasal güdülerimizin cennette ne işi var? Birincisi Kur’an’ın bu anlatımı tarihsel bir süreç değildir. Kur’an bize bilgi verebilmek için, bu tür bir anlatım seçer. İkincisi; cennet zaten dünyada olduğu için, şeytanın orada olmasının sorunu yoktur. Yani insan cennette de şeytansal güdüleriyle var olabilir. Yoksa, “şeytanın, Allah’ı kandırıp cennete gizlice girebildiği ve Âdemi kandırabildiği” gibi abuk sabuk bir durumla karşılaşmış oluruz. Cennetten kovulan İblistir ve iblis insanı oluşturduğu için şeytani güdüleriyle kovulmuştur.

Kur’an’da iki farklı hikâye olarak anlatılan şey, tek hikâyedir.

Hicr 26 – 27 Doğrusu biz insanı süzme, kurumuş, ses veren bir balçık türünden; özgün bir biçim almaya elverişli, tabiatı değiştirilmiş, koyu ve yoğun çamur nevi bir şeyden yarattık.

Görünmez varlıkları ise, daha önce, yakıp kavuran, zehir gibi (insanın gözeneklerine) nüfuz eden tarifsiz bir ateşten yaratmıştık.

Ayetlerde insanın yapısının detaylarını verdikten sonra, bide görünmeyen varlıklara ait bir tanımlama yapıyor.

Hicr 28 ve 29 Hani bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: “Bakın, Ben süzme, kurumuş, ses veren bir balçıktan; özgün bir biçim almaya elverişli, tabiatı değiştirilmiş, koyu ve yoğun bir çamurdan fiziki olarak görünen ölümlü bir varlık yaratacağım!

İzleyin; ne zaman ki onu şekillendirir de kendisine ruhumdan üflersem, derhal yere kapanıp onun (hizmetine) âmâde olun!”

Bu ayetlerde de insanın yapısını tekrarladıktan sonra, içine kendi ruhundan üfleyeceğini ve bu işlem sonrası, ona hizmet edilmesi gerektiğini anlatmaktadır.

Kehf 50 Hani biz meleklere: Âdem’e secde edin, demiştik; İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!

Bu ayette de aynı hikâye tekrarlanır. Fakat burada farklı olarak, İblisin cinlerden olduğunu söyler. Bu detay bizi benim çıkardığım sonuca götürür. İblis ve Şeytan insanda bulunan görünmeyen özellikleri anlatır ama, aynı şey değiller. Şeytan, diğer makalelerimde de yazdığım gibi, bizi dünyada hayatta tutup, çoğalmamızı sağlayan tüm güdülerimizdir. İblis ise ruhumuzdur. Daha doğrusu bilincimizdir.

Bu hikâyeden anladığım şudur: Önce Hicr 27 Görünmez varlıkları ise, (insandan) daha önce, yakıp kavuran (şaşırtıcı bir karışımda), zehir gibi (insanın gözeneklerine) nüfuz eden tarifsiz bir ateşten yaratmıştık.’de dediği ruh yaratılıyor. Ruh, bir enerji yapısında. Ben daha çok onu, bir yapay zekâ, bir yazılım gibi düşünüyorum. Çünkü gelişme, öğrenme yeteneği var. Bakara 31 Ve Âdem’e tüm isimleri öğretti, bunun ardından onları meleklere takdim etti ve dedi ki: ‘Hadi, eğer sözünüzün arkasında duruyorsanız şunların isimlerini bana bir bir haber verin!’ ‘de bu özelliği anlatıyor. Ayrıca Ahzap 72 ayetinde de bu özelliğin ne kadar önemli bir özellik olduğuna vurgu var. Fakat bu yapı dolayısıyla, hem Bakara 30 Hani, senin Rabbin melaikeye ‘Ben yeryüzünde bir halife atamaktayım’ dediği zaman da şöyle sormuşlardı: ‘Yeryüzüne fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın; üstelik biz seni övgü ile tesbih ve takdis edip dururken?’ (Allah) cevap verdi: ‘Şu kesin ki, ben sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim.’ hem de Ahzap 72 İşin gerçeği Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk ve onlar emaneti taşımaktan kaçındılar, ondan dolayı tedirgin oldular; nihayet onu insan yüklendi: ne var ki, o da zalim ve cahil biri olup çıktı.’de dediği gibi, zalim ve kan dökücü olacağı bilinmektedir.

Bu yapı, yapay zekânın gelişme yönüdür. Ben bu yapının tekâmül eden insanın, geçmesi gereken aşama olduğunu düşünüyorum. İblisin, gelişmemiş bir ruh olduğunu, Sâd 75 Ey İblîs! buyurdu: o benim iki elimle yarattığıma secde etmene ne mâni oldu sana? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa âlîlerden mi bulunuyorsun? ayeti de imâ eder gibidir. Orada “Yoksa âlilerden misin?” gibi bir söylemle; “iblisin kendini, Mele-i Âlâ denilen üst melek gurubundan sanmakla” suçlar.

Yani şeytan ile İblis aynı şey değildir. Fakat ikisi de insanın görünmeyen ama, varlıklarının hissedildiği özellikleridir. Kur’an Şeytanı, insanları yoldan çıkaran bir mahlûk olarak tanımlar. İblisin Âdem’e secde etmemesi yüzünden, cennetten kovulmanın intikamını almaya çalıştığı sanılır. Oysa İblisin, insana secde etmemesinin sebebi çok başkadır. Çünkü zaten Âdemin içine üfürülen şey kendisidir ve kendisine secde edemez. Ona diğer melekler secde etmek durumundadır. Burada secde etmek fiilini, ona yardım etmek olarak almak gerekir. Fakat Kur’an’ın sembolik anlatımı sebebiyle, bu yapı gizlenmiştir.

Ben, Kur’an’ın sembolik anlatımını çözmeye başladığımdan beri, kendime “Neden hem iblis hem de şeytan diye iki tanımlama var?” diye sorup durdum. Ve şeytan sembolünü epey önce çözebilmeme rağmen, İblis sembolünü yeni çözebildim.

Şeytan sembolü kolay çözülecek yapıdadır. Bakara 14 Ama inanan kimselerle karşılaştıklarında “Biz iman ettik” derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise, “Biz sizinle beraberiz, biz (onlarla) sadece alay ediyoruz” derler.  epey ipucu verir. Ayette söylenen “şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında” sözünü, “yalnız kaldıklarında” olarak düşündüğümüzde şeytan direk ortaya çıkmış olur. Şeytan bizim içimizdeki güdülerdir.

Şeytan bizim içimizdeki güdülerdir diyoruz ama, hepsi mi? Değilse hangileridir? Benim bu konuda yaptığım çalışmalar sonucu, sevgi ve vicdan harici, diğer tüm güdülerimizin şeytan kapsamında olduğuna karar verdim. Yani bizim dünyada, bu bedenle yaşayıp gelişebilmemizi sağlayan güdülerimizin tümü, şeytandır. Sevgi ve vicdan iblisimizin güdüleridir.

Ben yaratılış için bir sıralama ve hikâye oluşturarak, durumu özetlemeye çalışayım.

Birincisi; zamanı belli olmayan bir zamanda, İblis yaratıldı. Ben bu durumu şöyle açabilirim. Evrende bulunan belli bir miktar enerji, tekâmül sistemine sokulmak için ayrıldı. Tabii ki, bu sistem için madde beden gerekmektedir.

İkincisi; âdemin yaratılması için beden hazırlığı yapıldı. Dünyada yaşayabilecek yeteneğe sahip bir varlık olmalıdır. Bunun için, zamanı geldiğinde, bir primat türü evrimleştirilerek, insan görünümüne doğru geliştirildi. Buna beşer diyelim.

Üçüncüsü; her iki varlık yani beşer ve iblis hazır olduğunda, birleştirilerek yani “bedene ruh üflenerek” Âdem oluşturuldu. İşte insan hikâyesi, böylece başlamış oldu.

Bu hikâye farklı surelerde anlatılır. Örneğin Hicr ve Arâf suresinde genişçe yer alır. Oradaki hikâyeye göre İblis, Âdemin yaratılışına, ilk açıklandığında, hemen karşı çıkar. Bu durumda da şöyle bir sorun çıkar. İblis hemen itiraz etmesine karşılık, hemen de kovulur. O da kıyamete kadar, âdem ve çocuklarını kandırmak için izin ister. Aslında bu konuşmanın olduğu zamanda, Âdemin eşi ve çocuklar ortalıkta yoktur. Hatta onların cennetten kovulmaları bile, gündemde değildir. Bu hikâyeye göre İblis, Allah’ın plânlarından haberdardır. Fakat bu da doğru olamaz. Çünkü Bakara 30 Hani, senin Rabbin melaikeye ‘Ben yeryüzünde bir halife atamaktayım’ dediği zaman da şöyle sormuşlardı: ‘Yeryüzüne fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın; üstelik biz seni övgü ile tesbih ve takdis edip dururken?’ (Allah) cevap verdi: ‘Şu kesin ki, ben sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim.’ ayetinde, meleklerin dahi, bu yaratılış olayından haberleri olmadığını anlıyoruz. İblis onlardan daha yetkili biri değil, onun hiç haberi olamaz. O zaman, bu ayetlerde mantıksal hatalar var demektir. Bu çıkmazlar, benim mantığımı baz alırsak, ortadan kalkar.

Daha önce “İnsanlar ve cinlerin yapısının kökeni” adlı makalede, sistemi anlamam vesilesiyle, insanlarla cinlerin aynı şey olduğuna hükmetmiştim. Orada, farklı bir mantıkla bu sonuca varmıştım. Cinleri, ölmüşlerimiz olarak tanımlamıştım. Haliyle bizim de öldüğümüzde cin yapısına bürüneceğimizi anlatmıştım. Bu makalede de aynı sonuca, sadece Kur’an’ı kullanarak vardım. Aslında gözümün önünde duran bu durumu, bu kadar geç fark etmem garip bir durum olmuştur. Epey daha önce İblisin, ruhumuzu temsil ettiğini çözebilmem gerekirdi.

Mealler, Mustafa İslamoğlu mealinden alınmıştır.

Hicr Suresi

  1. Görünmez varlıkları ise, (insandan) daha önce, yakıp kavuran (şaşırtıcı bir karışımda), zehir gibi (insanın gözeneklerine) nüfuz eden tarifsiz bir ateşten yaratmıştık.
  2. Hani bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: “Bakın, Ben süzme, kurumuş, ses veren bir balçıktan; özgün bir biçim almaya elverişli, tabiatı değiştirilmiş, koyu ve yoğun bir çamurdan fiziki olarak görünen ölümlü bir varlık yaratacağım!
  3. İzleyin; ne zaman ki onu şekillendirir de kendisine ruhumdan üflersem, derhal yere kapanıp onun (hizmetine) âmâde olun!”
  4. Bunun üzerine meleklerin tümü hep birlikte yere kapandı;
  5. İblis müstesna: o (hizmete) âmâde olup yere kapananlarla birlikte hareket etmekten kaçındı.
  6. (Allah) “Ey İblis! Sen neden yere kapananlarla birlikte hareket etmedin?” dedi.
  7. (İblis) dedi ki: “Benim, süzme, kurumuş, ses veren bir balçıktan; tabiatı değiştirilmiş, koyu ve yoğun bir çamurdan yarattığın bir beşerin emrine âmâde olmam yakışık almazdı!”
  8. (Allah) “Öyleyse çık git bu makamdan!” dedi, “Çünkü sen kendi kendini aşağıladın!
  9. Ve unutma ki Hesap Günü’ne kadar tüm lânet senin üzerine olacaktır!”
  10. (İblis) “Rabbim!” dedi, “Madem öyle, bana tekrar diriltilecekleri güne kadar süre tanı!”
  11. (Allah) buyurdu ki: “Peki, sen zaten süre tanınmışlardan birisin;
  12. (tabii ki, sadece tarafımdan) bilinen zaman doluncaya ve günü gelinceye kadar!”
  13. (İblis) “Rabbim!” dedi, “Beni yoldan çıkardığın için ben de yeryüzünde onlara (günahları) süslü püslü göstereceğim ve kesinlikle onların tümünü yoldan çıkaracağım.
  14. Bunun tek istisnası, onlar arasındaki imanını saf ve temiz tutma çabasını desteklediğin kulların olacak!”

A’râf Suresi

  1. Doğrusu sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, ardından meleklere dedik ki: ‘Âdem(oğlu) lehine emre âmâde olun!’ Hemen emre âmâde oldular, İblis hariç: o emre âmâde olanlar arasında yer almadı.
  2. (Allah) sordu: “Sana emrettiğim zaman seni emre âmâde olmaktan alıkoyan neydi?” (İblis) cevap verdi: “Ben ondan üstünüm; (çünkü) beni ateşten yarattın, oysa onu balçıktan yarattın!”
  3. (Allah): “Öyleyse in o bulunduğun yerden!” dedi, “Çünkü o (makamda) büyüklük taslamak senin haddine düşmez! Hadi, çık git artık! Çünkü sen aşağılık birisin!”
  4. (İblis) dedi ki: “Yeniden diriliş gününe kadar bana süre tanı!”
  5. (Allah) “Sen zaten süre tanınmışlardan birisin!” buyurdu.
  6. (Ve İblis) şöyle dedi: “Madem ki sen beni saptırdın, yemin olsun ki ben de senin dosdoğru yolunun üzerine oturup onlar için pusu kuracağım;
  7. sonra da hem doğrudan ve açıktan hem de dolaylı ve sinsice hem sûret-i haktan görünerek hem de zaafları ve güdüleri kullanarak sokulacağım onlara: Ve Sen onların çoğunu, şükreden kimseler arasında bulmayacaksın.” *
  8. (Allah): “Aşağılanmış ve dışlanmış bir hâlde defol oradan!” dedi; “onlardan kim sana uyarsa, unutmayın ki cehennemi tıka basa sizlerle dolduracağım!”
  9. Ve (sana gelince) Ey Âdem! Sen ve eşin hasbahçede yerleşin, canınızın istediği her şeyden yiyin, ama sakın şu ağaca yaklaşayım demeyin: sonra zalimlerden olursunuz!
  10. Bunun üzerine, şeytan onlara (o zamana değin) cinsellikleri hakkında henüz farkına varmadıkları şeyi ifşa etmek için fısıldadı ve “Rabbinizin sizi bu ağaçtan uzak tutması, başka değil, sadece siz (ondan yiyince) iki melek (gibi) olursunuz ya da ölümsüzleşirsiniz de ondandır” dedi.
  11. Ve her ikisine yeminler etti: “İnanın ki ben, ikiniz için de kesinlikle samimi duygular besleyen biriyim.”
  12. İşte böylece onları aldanışa sürükleyecek telkinlerde bulundu. Bunun üzerine onlar o ağaçtan tadar tatmaz cinselliklerinin fark ettiler ve başladılar has bahçenin yapraklarıyla üzerlerini örtmeye. Rableri de ikisine birden şöyle seslendi: “Ben ikinizi de o ağaçtan men etmemiş miydim? Ve ben ikinize ‘Kesinlikle şeytan sizin için ayan açık bir düşmandır!’ dememiş miydim?”
  13. Her ikisi de dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmetmişiz; eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, kesinlikle kaybedenler arasına gireriz!”
  14. (Allah) buyurdu: “Birbirinize düşman olarak çıkıp gidin! Zira yeryüzünde, geçici bir hayat alanı ve tadımlık bir haz sizi bekliyor.” *
  15. (Ve) dedi ki: “Orada yaşayacak ve orada öleceksiniz; nihayet oradan (âhiret yolculuğuna) çıkarılacaksınız.”