‘Kalemzade Kamil’ Kategorisi için Arşiv

SALÂTI İKAME

Yayınlandı: 26 Aralık 2015 / Kalemzade Kamil, İktibaslar

SALÂT’A YÜRÜYÜŞ | 1.BÖLÜM | SALÂT MI NAMAZ MI? 

Bir şeyi öğrenmek istiyorsak o konu hakkında sorular sormalı ve cevaplarını bulmaya çalışmalı… Ardından tatmin olduğumuz cevabı davranışa dönüştürmeliyiz ki eğitim tamamlansın. Aksi halde eğitimin/öğrenimin en önemli ayağı eksik kalmış olur. Ancak soru sormak da akıl işidir. Eğer sorular kendi içerisinde sorgulanmamış ön kabuller ve kendi içerisinde tutarsızlıklar içeriyorsa o sorulardan aldığımızı düşündüğümüz cevaplar da ikna edici değil, ön kabullere dayalı olacaktır. Bu düşünce çerçevesinde bu kez uzun süredir üzerinde çalıştığım “Kuran’daki salât kavramı” incelememi sizinle paylaşacağım.

Niye namaz kılıyorsun diye 100 kişiye sorsak, 1000 kişiye sorsak, bir milyon kişiye sorsak… ve cevap verseler, ama zanna ve aidiyet hissine kapılmadan cevap verseler keşke… Niye namaz kılıyorsun sorusuna, faydalı olduğu için, kulluk etmek için, çünkü dinimizin emri ve benzeri cevaplar vermek, ağaç neden yeşil sorusuna, çünkü yaprakları var demeye benzer. Oysa nedenini en azından yağmurdan ve güneşten almak gerekir. Ve hatta ilimde ilerledikçe kâinatın ilk oluştuğu saniyelerdeki ışık zerrelerinden bile başlatmak gerekebilir. İnsanlar niçin namaz kıldıklarının mantıklı bir açıklamasını (kendi kalplerine) yapamıyorlarsa yaptıkları o şekillerin içinin boş ve amaçsız olduğunu da bilmeliler.

Bir yazar olarak sizden istediğim; makalenin tamamı bitene kadar, hem daha önce (geçici de olsa) kabullenmiş olduğunuz kendi fikrinizi unutmanız, hem de makalenin tamamını okumadan benim fikrimi “hmmm şunu söylemek istiyor” diye netleştirmemeniz. Hem siz hem de ben, bırakın namazın vaktini, rekâtını, namazın ne olduğu hakkında bile henüz en ufak bir ön bilgisi olmayan, büyümüş de küçülmüş çocuklar gibi konuya bakalım. Önce meseleleri ortaya koyalım. Görelim ortalama insanlar neler konuşuyor bu konu hakkında.

Namazın, Kuran’ı merkeze almaya çalışan müminlerin belki de en çok üzerinde sorular ürettiği alan olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu alanla ilgili genelde karşılaştığımız sorular şunlar:

* Namazın nasıl kılındığı Kuran’da geçiyor mu?

* Namaz kaç vakittir?

* Namaz kaç rekâttır?

* Namaz vakitlerinin başlangıcı ve sonu nedir?

* Namazda hangi duaları okumalıyız?

* Namazdaki hareketler Kuran’da nerelerde geçiyor?

* Orta namazı hangisidir?

* Cuma namazı nasıl kılınmalı?

* Cenaze namazı nasıl kılınmalı?

* Abdestsiz namaz olur mu?

* Namazda kıble neresidir?

Yukarıda sıraladığım bu sorular ve benzerlerinde, konuyu temelden ele almak isteyenler için aslında çok fahiş mantık hataları var. Çünkü ne namaz kelimesi, ne abdest kelimesi Kuran’da geçer. Büyümüş de küçülmüş çocuk öncelikle “bu nedir?” diye sormalı değil mi? Bu çocuk Kuran’ı çocuk gibi okumuşsa, kirlenmemiş bilgileriyle “namaz” ı kitapta görmediği için “Namaz nedir?” diye de değil “Salât nedir?” diye soracağı için yukarıdaki soruların hepsi gündemden düşer. Çünkü olmayan şeylerin “nasıl?” diye sorulmasından önce, olan şeylerin “nedir?” diye sorulması lazımdır.

Eğer içinizde benim yazılarımı daha önceden okumayanlar varsa, belki de “Aha işte! Birazdan bu da ‘namaz yok’ diyecek. Yakında Kuran’ı da inkâr eder bu.” diye varsayımlar üretmeye başladıklarını duyar gibiyim. Namazın olmadığına emin olmuşsam namaz yok demem de, Kuran’dan tatmin olmamış olsam samimice “ben bu kitaba inanmıyorum” demem de gayet doğal değil midir? Gördüğüm gerçek buysa bunu söylemekte neden sakınca göreyim. Namaz konusunda makalenin en sonunda tatmin olduğum cevabı vereceğim inşallah. Çünkü eğer tatmin olmamış olsam bu yazıyı yazmazdım. Dikkat edin henüz namaz yok da demedim, namaz var da demedim. Lütfen şu kardeşinize değil yazdığı satırlara odaklanın ve onların doğruluklarını ve hatalarını ölçmek üzere süzgecinizden geçirin.

Bir alaka… Doğru dürüst bir mesajı ve dolayısıyla sanatsal değeri ve duygusu olan şarkılarla bu günlerde pek karşılaşılmıyor. Ama felsefesi olan birçok bestenin sahibi ve/veya yorumcusu Sezen Aksu’nun “Küçüğüm, daha çok küçüğüm” şarkısında olduğu gibi, bu yüzden bütün saçmalamamız. Bu yüzden kendimize güvensizliğimiz. Meğer ne kadar az yol aldığımızı büyüdükçe anlıyoruz. Küçüğüz bu yüzden kendimizi merkezde ve önemli zannediyoruz. Bir şey bilmiyoruz. Öğrenmeye çalışıyoruz. Görmediğimiz şeye samimi olarak “vardır” diyemiyoruz. Eğitimin yolu dağa benzer, ne kadar çıkarsanız o kadar yükselir diye bir söz vardır. Her müminin Kuran’ı anlama sürecinde bunu yavaş ya da hızlı bir şekilde yaşadığına eminim. Dinimizi öyle bir bozmuşlar ki onu yeniden ve sağlıklı bir biçimde öğrenmek için çırpınıp duruyoruz. Küçüğüz, daha çok küçüğüz.

Neticede yukarıdaki soruları (makale içerisinde sonradan irdelemek üzere) şimdilik gündemden düşürüyorum. Çünkü onlara şimdi vereceğim cevaplar, ön kabullü sorulara dayandığı için alacağımız neticeler de ön kabullere dayalı olacaktır. Şimdi ikinci tip sorulara geçiyorum. Belki birilerinin ön yargılı ve tembelce, namaz kılmaktan kaçındığı için kendi inanmak istediklerini Kuran’a dayatmak için aşağıya sıralayacağım soruları sorduğunu düşünebilirsiniz. Maksadı öyle olanlar da olabilir ama bu soruyu soranların da mümin olduğunu ve aslında “en doğruya ulaşmak isteyen” bütün müminlerin bu soruları (Kuran’a) sorması gerektiğini göz ardı edemeyiz.

* Namaz nedir?

* Kuran’da namaz var mı?

* Namaz dua mı demektir?

* Namaz tesbih demek midir?

* Namaz okumak mıdır?

* Namaz ders midir?

* Namaz “es-salât” diye geçenler midir?

* Namaz vakitli olan Kuran okuma ve tartışma saatleri midir?

Kendisinden farklı fikirler ortaya koyan herkesi art niyetli gören anlayışı burada kınayarak şunu da söyleyeyim. “Kuran’da namaz var mı?” sorusu birçoklarının düşündüğü kadar kötü bir soru değildir. Hatta yerinde bir sorudur. “Adam namaz kılmamak için namaz yok diyor! Namaz zor geldiği için böyle söylüyor! Uymuş birine namazı da bırakmış!” diyerek başkasına art niyet postalarken kendi namazını içi bomboş kılan anlayışı da bağlantılı olarak kınıyorum. Elbette tam tersi biçimde “Bunlar halen cahillikten ve gelenekten kurtulamamışlar! ‘Sadece Kuran’ diyorlar ama putperest ibadetlerini yapmaya devam ediyorlar! Bunlarla benim işim olmaz!” diyenleri de ayrıca kınıyorum. Benim söylediğimse başka bir şey. Ortada yukarıdaki sorular dolaşırken bırakın “namaz keşke olmasa” demeyi Kuran’ı merkeze almış müminler şunu bile diyor olabilirler: “Keşke üç ya da beş vakit namazı net bir şekilde Kuran’da görsem de, içim rahat rahat namazıma devam edebilsem. Bu karmaşa beni çok rahatsız ediyor.”

Belki de bir mümin şu benim makalemi “inşallah namaz vardır diyecek şekilde ispatlar da ben de faydalanmış olurum” diye okuyor da olabilir. Ancak bu düşünce bile kötü bir düşünce olmamakla beraber halen bir ön kabul barındırır. Eğer “inşallah namaz yoktur” diyerek okuyorsa aynı şey onun için de gereklidir. O yüzden bu incelememi yaparken o ön fikirlerden kendimi de mümkün mertebe uzak tutmaya çalıştım. Fikrimi ispat etmek için değil, gerçek nedir diye bu incelemeyi, aklım elverdiğince yapmaya çalıştım. Çünkü eğer namazı ispatlamak için yazsaydım, Kuran bana bu fırsatı belki de verir ve belki de kendimce ispatlardım. Ya da tam tersi bir niyetle yola çıksaydım aynı şeyi o düşünce için de yapabilirdim. Oysa yapılması gereken her ikisi de değil, büyümüş de küçülmüş o çocuk olabilmektir.

İşte o çocuk şu yukarıdaki ikinci tip soruları da sormaz. O çocuk, ne bir rekâttan ne de namazdan haberdardır. Var da demez, yok da demez. Yoksa yokluğunu, varsa olduğunu henüz bulamamış, bilememiş bir çocuktur. Açmış kitabı okumaya başlamış ve karşısına “salâtı ikame” diye bir şey çıkmış.

O büyümüş de küçülmüş çocuğun, tertemiz kalbiyle, önyargısız olarak ve kendi dilinde direterek ayağa kalkıp soracağı ilk sorular şunlardır:

* Salât ne demek?

* İkame ne demek?

SALÂT’A YÜRÜYÜŞ | 2.BÖLÜM | SALSALİN

Salât’la çok uğraşacağı için düşündü taşındı ve o halde “ikame” sözcüğünü önceleyeyim dedi bu kardeşiniz ve gördü ki; çok da karmaşa verecek bir kelime değil “ikame” kelimesi. Arapçada “ikame” kurma, dikme, ayağa kaldırma, konma, konaklama, ayağa kalkma, ayakta durma anlamlarına geliyor. Türkçede ise yerine koyma, yerine kullanma, ayağa kaldırma, ayakta durdurma, ayakta tutma, ortaya koyma, yerine konulan, yerine geçen, kondurma, oturma, iskân etme gibi çok benzer anlamlarda kullanılıyor. İkame mal hukukta birbirlerinin yerine geçen, konulabilen mal demek.

İkame kelimesinin akraba olduğu kelimelerden ilk fark ettiklerim şunlar: Aramicede kayyım, Türkçeye geçmiş kayyum (yönetici, bekçi, bir şeyi vekâleten idare eden), Arapçada kayyum (ebedi, kalıcı), kıyamet, kıyama (birlikte ayağa kalkma, kalkışma), ikamet (konaklama), istikamet (doğrultma, düz gitme, doğruluk; Türkçede ise, yön, doğrultu olarak anlamı tahrif olmuş durumda), kaim (duran, var olan), kavim (bir yerde yerleşik olan halk, ulus, kavim), kaymakam (kaim makam) (başka birinin yerinde duran kimse, vekil), kayme (bir şeyin yerine geçen kaim olan şey, Osmanlıda kâğıt para) kavme, kıyam (durma, ayağa kalkma, hep birlikte ayağa kalkma, kalkışma), kıvam (bir arada durma, mukavemet, konsistant= tutarlı, istikrarlı, bağıntılı, sürekli), kıymat (değer, nicelik, durdu, değerli idi, Arapça kııma, Türkçede kıymet), makam (durma yeri, mevki, yer, konak, istasyon, konut, müzikte perdede seslerin duruş yerleri), mukavemet (karşı durma, direniş, direnç),  mukavim (mukavemet eden, direnen, mukim (ikamet eden, konaklayan), müstakim (dik, doğru “sıratı müstakim gibi”), takvim (düzeltme, doğrultma, reform, konum belirleme, enlem ve boylam ölçme yılın günlerine göre güneş ay ve yıldızların pozisyonunu “durdukları yeri” bildiren astronomik tablolar)

İşte bu akraba kelimeler “ikame”nin anlamını netleştirmede epeyce işimize yarıyor. Hem Kuran’da kullanılışları hem de toplum içinde kullanılışlarından “salat” her ne ise “ikame”nin onu ayakta tutmak, onu kaim bulundurmak, onu kurmak, onu olması gereken yere koymak olduğu anlaşılıyor. Bütün kıyamet ise elbette “salât”ta kopuyor.

Salât; kök, yalın, tamlama durumunda, deyimsel ve mecazi olacak şekilde birçok anlamı olan bir kavram “gibi” görünüyor. Bu çok anlamlılık çokça da dillendirilerek kelime, farklı kişilerce farklı anlamlarla anılıyor. O halde kök anlamına gidelim diyerek sözlükler ve fihristler karıştırmaya başladığımızda aynı durum orada da karşımıza çıkıyor. Bu kez hem kelime hem de kökte farklı anlamlarla karşılaşıyoruz.

Klasik fihrist, lügat ve diğer kaynaklarda şu anlamları görülüyor: Dayama, destekleme, yönelme, bir şeyi ateşe yaslama (el-beyan), odunu ateşe verme, bağlantı, bağ kurma, bağlantı kurma, sözleşme, eylem, din, din ile ilgili her şey, vahiy, vahiyle ilgili her şey, yaşama dair her şey, dayanışma, ders, öğrenim, yüklenme, namaz.

Farsça sözlüklerde: Vahiy, destek, bağlanma, dua, namaz (Hint, Sanskritçe orj. namaste).

Türkçe sözlüklerde: Namaz, dua (TDK), bağ kurma, yükünç (Karahanlı Sözlüğü), yükünme, yükünç (Divanü Lugat-it-Türk).

Vikipedide: Namaz, dua, bağlantı, ateşe tapanların ateş önünde eğilmeleri.

Fransızcada: Yalvarış, ibadetler, ayinler.

İngilizcede: Dua, hizmet, fayda, ayin, ibadetler.

Latincede: Konuşma, hitabe.

Çincede: Dua, yönelme.

Hintçede: Yönelme, dua, selamlama, eğilme.

Tay Dilinde: Seçme hakkı, dua.

Doğu Afrika Dillerinde: Uygulamalar (swahhili), işler, hareketler.

Bütün bu anlam kargaşasından sonra çık işin içinden çıkabilirsen! O halde başka bir çare bulmalı bu çocuk! Daha önce bazı yazılarımda da belirtmiştim. Allah’ın muhteşem kitabı Kuran, bizim için aynı zamanda bir sözlük vazifesi görüyor, demiştim. Hatta öyle bir sözlük ki bugünkü Arapların bile bence dillerindeki kelimeleri “ıslah” etmeleri için Kuran’ı tekrar tekrar inceleyip kendi dondurucularına attıkları, gerçek anlamını unutup da zayi ettikleri donmuş kelimelerini oradan çıkarmalılar ve geleneksel anlamlara dönüştürmeleri ve kutsallaştırmaları neticesinde bozulan dillerini onlar da gözden geçirmeliler.

Dolayısıyla Kuran’da salât kelimesine rastladığımızda bunun bağlam içinde ne anlama geldiğini Kuran’dan anlamak durumundayız. Sözlük anlamlarına da elbette bakacağız ama hangi sözlük anlamının nerede kullanıldığını ve/veya hangi mecazda ve hal içerisinde tonlandığını bize Kuran işaret ediyor olmalı. Aksi takdirde keyfi ve yanlı olarak “bence şu anlam geçerli” denebilme ihtimali göz önüne alınırsa, isteyerek ya da istemeyerek anlam tahrif edilmiş olabilir. Biri okumak der, diğeri ders, diğeri destekleme, diğeri namaz, diğeri bilmem ne! Eğer kendimiz de Kuran üzerinde çalışmazsak kafamızı toplamak epey zaman alır.

Salât kelimesini Kuran’da incelediğimizde diğer birçok kelime ile akraba olduklarını görüyoruz. Kökte “sad” ve “lam” ile bir araya toplayabileceğimiz ilgili kelimelerden aile içinde olanlar şunlar: Sl, sal, salah, salât… Yakın akrabalar ise şunlar: Salih, salihat, ıslah, ıslahat, salevat, salli, salla, musalla, tusalli, musalli, yusalli… Bir de uzak akrabalar var: Yusale, kusala, salebu, fassal, mufassal, fisal, asal, salsalin, fesale, salden, vassal.

Ayrıca bir de salât kelimesi ile komşu olanlar var. Onlarda sad harfi olmadığı ve sin kökenli oldukları için kan bağı görünmüyor: Sbh, sabah, tesbih, hesab, sabi, yusabbi ve sair kelimeler onlar. Bir kenara yazalım. Onlara gerektiğinde “bağlanacağız” inşallah.

Biz tekrar salât’a dönmek ve öncelediğimiz kök anlamını Kuran’da bulmak istiyoruz. Ama kök ne bilmiyoruz? Kimileri S-L-Y diyor, kimileri S-L-W ya da S-L-V, kimileri S-L-H… Kimileri belki de S-L-T zaten köktür diyor. Ama biz avamız, orta direğiz, ümmiyiz, bir geleneğe “bağlanmış” giderken gözümüz açıldı ve Kuran’dan ancak haberdar olduk, yeni okuyor, yeni yeni anlıyoruz. Allah’tan ilim dileyip anlamaya çalışıyoruz. O halde konuyu çok dağıtmadan bunların hepsinde ortak olan Sad ve Lam harflerini alıp, kökün de köküne inip Kuran’da “Sal” diye okuduğumuz tüm kelimelerin anlamlarına göz atalım, olmaz mı? Allah niyetimizi biliyor. O’nun izniyle inşallah bir şey buluruz. Söylenenlerden biri bile çıksa, o artık tatmin olduğumuz bir anlam olur. Temeli atmış olur ve diğerlerini de bunun üzerine inşa ederiz. Ne güzel de olur! Oldu da…

Kuran’da yakın ya da uzak akraba diyerek “sad” ve “lam” harflerinin bir araya geldiği tüm kelimeleri gıdım gıdım çıkar(dım)dığımızda yerine cuk diye oturan “bağ”lar “bağlantı”lar (“link”ler) buluyoruz ve bilinen kök anlamlardan hangisinin en geçerli olduğu ortaya çıkıyor.

Bu arada ilginç ve manidar bulduğum bir detayı da vereyim. “Salât” ve sonunda “te” olmayan “Salah/Salih” kelimelerinin kitapta birbirlerine çok yakın sayıda geçtiğini gördüm. Elimde profesyonel olarak bu işi yapacak bir “uygulama”m olmadığı için eğer eşit sayıda geçiyorlarsa da bunu tespit edemedim. Benim sayımımda “salât” bir fazla görünüyor. Neyse asıl konuya, kök anlama dönelim.

“Sal” olarak yalın halde olan kök kelime Kuran’da dört yerde (37:163, 38:59, 69:31, 83:16) geçiyor. Saffat 163’de, birkaç ayet öncesinde Allah’la cinler arasında soy “bağı” kuran müşriklerin “ateşe yaslanacakları, atılacakları” belirtilir ve hemen arkasından meleklerin dilinden Allah’ı “tesbih” ettikleri kendi dilleriyle anlatılır. Sad 59’da birbirlerini dünyada iken veli edinip bağlanan ve hesap günü geçmişleri hakkında tartışan müşriklerin yine “ateşe yaslanma, atılma” durumu tasvir edilir. Hakka suresinde kitabı sol eline verilen cehennemliğin sözlerinin ardından 30’uncu ayette Allah’ın “onu yakalayıp bağlayın” emri gelir ve 31’inci ayette yine “ateşe yaslayın, atın” denir. Ardından “çünkü” denir “o iman etmiyor ve yoksulu yedirmiyordu”. Mutaffifin suresinde yalanlayanların Allah’la irtibatlarının kesileceği 15’inci ayette belirtildikten sonra 16’ncı ayette cehennemle irtibatlandırılacakları, “ona yaslanacakları, atılacakları” belirtilir.

Dikkat ettiyseniz dört ayette de ortak şeyler var. Manidardır, ateşe “yaslanmak, yollanmak, atılmak” şeklinde anlamlandırabileceğimiz şekilde kullanılan “sal” kelimesi dört surede de etraflarında başka bağıntılardan bahsedilerek anlatılıyor. Birincisinde soy bağı kuran müşrikler, ikincisinde dünyadayken birbirlerine bağlanan müşrikler, üçüncüsünde Allah’ın “onu bağlayın” emri, dördüncüsünde de “Allah’la bağlarının kopması” olan kelimelerle “sal” kelimesi destekleniyor.

Ayrıca kelimeyi altı farklı ayette daha (4:30, 4:56, 4:115, 37:64, 56:94, 74:26) farklı formlarıyla görebilirsiniz. İkisi hariç hepsinde de cehenneme “atılma, yaslanma” şeklinde meallendirilmiştir. Sadece 37:64’de cehennemde “biten” ağaç için, 74:26’da ise “sekar” için kullanılmıştır. sekar’ın anlamlandırmasında ihtilaflar olmakla beraber “sekara yaslayacağım” şeklinde çeviriler vardır. Neticede hepsinde bir “bağlantı” söz konusudur.

Bu ayetlerden çıkan sonuç şu ki; salât kelimesini aradığımızda sözlüklerde karşımıza çıkan “sal” kök anlamlarından “yaslama” Kuran’da kullanılmış olanıdır. Ve üstelik bu kök anlam her defasında bir “bağlama, bağlantı” ile birleştirilmiş durumda.

Elinizde odunlar var ve siz onu ateşe atarsanız ısınırsınız. Ateşle odunu birbirine bağlamalı, birbiriyle birleştirmelisiniz ki ortaya bir verim çıksın. Yoksa elinizde odun taşımanızın bir anlamı yok… Haklı olarak diyebilirsiniz ki “yaslamak” kök anlamı tamam da, bu “bağlama” konusu senin yorumun. Ben de öyle dedim. Eğer “sal” ile aile içinden ve yakın akrabalardan olan “salât, musalla, tusalli, salli, salih, salihat, salâvat, musalli, yusalli, salla, ıslah, ıslahat” gibi kelimeleri bu düşünce ile açıklamaya kalkarsam ve “bağ” konusunda yanılmışsam o kelimelerin anlamlarında da yanılabilirim. O halde aynı kökten olsun olmasın “sad” ve “lam” harflerinin sözcük içinde yan yana geçtiği, “sal” olarak okunduğu ve anlamlarında ihtilaf olmayan diğer tüm kelimelerin Kuran’daki anlamlarına bakalım.

“yusale” kelimesi üç yerde (2:27, 13:21, 13:25) geçer. Birleştirmek, ulaştırmak anlamında kullanılır. 2:27’de Allah’ın ahdini tanımayıp “birleştirmek istediği şeyi kesenler”in kayba uğrayanlar olacağı belirtilir. 13:21’de Allah’ın “ulaştırmayı istediği şeyi ulaştıranlar” övülür. 13:25’de Allah’ın “ulaştırmayı emrettiği şeyi kesip koparanlar” lanetlenir. Sizce burada bir “bağ”dan bir “bağlantı”dan bahsedilmiyor mu?

“salebu” kelimesi dört yerde (4:157, 5:33, 7:124, 20:71) geçer. İple asıp, bağlamak anlamındadır. 4:157’de İsa için “onu asmadılar” denir. 5:33’de Allah’a ve elçisine savaş açanlara ve bundan vazgeçmeyenlere öngörülen alternatif karşılıklardan birinde “asılmak” geçer. 7:124’de Firavun’un sihirbazlara “sizi asacağım” tehdidi vardır. 20:71’de yine Firavun’un “sizi hurma dallarına asacağım” dediği geçer. Sizce burada bir “bağ”dan bir “bağlantı”dan bahsedilmiyor mu?

“fassal” kelimesi Kuran’da sekiz yerde (6:97, 6:98, 6:114, 6:119, 6:126, 7:52, 17:12, 7:133) geçer. Tafsilat kelimesi buradan türemiştir. Detay, unsur anlamındadır. Her defasında Allah “ayetleri detaylarıyla, tafsilattaki bağlantılarıyla birbirini açıklayacak şekilde, farklı farklı bağlantılı anlamlarıyla, bağlantılı olarak farklı üsluplarda anlattığını” belirtir. 6:97’de kara ve denizin karanlıklarından kurtulup aydınlığa çıkmak ve yol bulmak için yıldızların var edilişi ile ayetlerin bağıntılı olarak açıklanması aynı ayette geçer. 6:98’de insanların tek bir nefisten yaratılıp sonra bir karar ve korunma yerine yerleştirildiği ile ayetlerin tafsilatlı oluşu aynı ayette geçer. 6:114 de 7:52 de kitabın tafsilatlı oluşunu belirtir. 6:119’da haram kılınan yiyeceklerin tafsilatlı olarak açıklandığı belirtilir. 7:12’de gece ile gündüzün birbirine bağlanması ve kitabın da bağlantılı ve detaylı açıklanmış olduğu yine aynı ayette geçer. Özellikle 7:133 çok manidardır. Firavunun şehrine gönderilen musibetlerin birbirini takip eder şekilde bağlantılı, fasılalı olarak gönderildiğini belirtmek üzere kullanılan “müfessalat” kelimesi aynı zamanda “salât” kelimesini de içinde barındırır. Sizce bu ayetlerde bir “bağ”dan bir “bağlantı”dan bahsedilmiyor mu?

“kusala” kelimesi iki yerde (4:142, 9:54) geçer. Anlamı “üşenerek, ilgi alaka kurmadan” demektir. Salata isteksizce, üşenerek kalkmak ve infak ederken isteksizce vermekten bahsedilen ayetlerdir. Sizce burada bir “bağ”dan bir “bağlantı”dan bahsedilmiyor mu?

“salden” kelimesi 2:264’de geçer. Anlamı “çıplak, sert, bağıntısız” demektir. Gösteriş için infak edenlerin, infakın gerçek manasını bilmediklerini açıklamak üzere, yaptıkları davranış, üzerinde toprak bulunan bir kayanın yağmur yağdığında o toprakla bağıntısının kalmamasıyla, ayrılmasıyla benzeştirilir. Sizce burada bir “bağ”dan bir “bağlantı”dan bahsedilmiyor mu?

“fesale” kelimesi iki yerde (2:249, 12:94) geçer. Bir yerden bağını koparmak, ayrılmak anlamındadır. Birincisinde Talut’un ordusunun bulunduğu yerden ayrılması anlatılır. İkincisi ise çok manidardır. Çocuklarının kafilesinin Mısır’dan “ayrılması” anında Yakup’un Yusuf’un kokusunu aldığı belirtilir. Ayrıca yedi ayette de (37:21, 42:21, 44:40, 77:13, 77:14, 77:38, 78:17) ayırım gününe (yevm-il fasl) atfen benzer formlarda kullanılır. Sizce burada bir “bağ”dan bir “bağlantı”dan bahsedilmiyor mu?

“vassal” kelimesi 28:51’de geçer. Bağ, vasıta, aracı anlamındadır zaten. Ayette vahyin birbiri ardınca bağlı ve peyderpey geldiği belirtilir. Elbette burada bir “bağ”dan bir “bağlantı”dan bahsediliyor.

“asal” kelimesinin açık formda üç yerde (13:15, 24:36, 7:205) geçtiğini gördüm. Net bir vakit olmamakla birlikte akşamüstü ya da gündüzü akşama bağlayan zaman dilimi anlamındadır. 13:15’de göklerde ve yerde ne varsa Allah’a secde ettiğine örnekle gölgelerin de o sırada güneşin alçalması nedeniyle secde ettiğine işaret edilir. 7:205’de Rabbini sabah ve o akşam vaktinde zikret şeklinde geçer. 24:36’da ise Allah’ın nuruna ilettiği kimselerin evlerinde sabah ve o akşamüstü vakitlerde Allah’ın tesbih edildiği anlatılır. Takılacağınızı tahmin ediyor ve tesbih konusuna şimdilik girmiyorum. Sizce buradaki ayetlerde bir “bağ”dan bir “bağlantı”dan bahsedilmiyor mu?

“fisal” kelimesi üç yerde (2:233, 31:14, 46:15) geçer. Sütten kesme, anne ile beslenme irtibatını koparma demektir. Her üç ayette de bu konudan bahsedilir. Sizce buradaki ayetlerde anne ile çocuk arasındaki bağlantıdan, bir “bağ” oluşundan bahsedilmiyor mu?

Ve son olarak beni en çok sarsan kelimeye geliyorum. Salsalin. Bu kelime Kuran’da dört yerde (15:26, 15:28, 15:33, 55:14) geçer. Çok manidar bir şekilde içinde “sal” iki defa peş peşe geçer. Ve bu geçiş anlamla da tam bir bütünlük içindedir. Türkçeye genel olarak çamur veya balçık olarak çevrilir. Allah’ın insanı yarattığı bileşiğin adıdır. Toprak ve suyun birbirine bağlı olduğu haldir. Sizce buradaki ayetlerde bir “bağ”dan bir “bağlantı”dan bahsedilmiyor mu? Sad ve lam harflerinin ikişer tane ve peş peşe gelmesi ve insanın hamurunun sal’in manasını barındırması da ayrıca manidardır. Tam bir salât’tır…

Bu kadar mı tesadüf olur ki Kuran’da “bağlantı” manasını içinde barındırmayan başka bir “sal” yoktur. Hayır. Bu tesadüf değil.

Tüm bunlardan sonra “salât” kelimesinin kökü olan “sal”in “yaslanma” yani Kuran’daki cehennem örnekli ayetlere ve sözlük kök anlamlarına atfen bir anlamda odunun ve ateşin bağlantı kurması olduğunu, “salât”ın ise tek anlamının bu olmamakla birlikte bu manadan çıkışla “bağlantı” anlamına yakın ve “bağlantı” anlamını da içeren diğer manalarının da Kuran’da kullanıldığını görüyoruz. Bu anlamların neler olduğunu, salât’la yakın akraba olan kelimelerin ne anlama geldiğini, namazla ilgili düşüncelerimi ve nihai tespitlerimi ilerideki bölümlerde açıkladığımı inşallah okuyacaksınız.

“Salâtı ikame” tek bir manaya indirgenemez. Ama bu tabirin temel manasının; işte bu bağlantının sağlanması, bu “bağlantının ayakta tutulması” kısacası Allah’ın birleştirmemizi istediği şeyi birleştirme yolundaki “vahyi hayata tatbik etmek” dâhilindeki tüm çabalarımızı içerdiğini görüyorum. Allah’ın birleştirmemizi istediği şey ise temel manada “vahiy” ile onun hâkim kılınması istenen hem “nefis” hem de “yeryüzü hayatı”dır. Salâtı ikame edenler bu bağıntıyı ayakta tutarken engelleyenleri ise bu bağlantıyı çeşitli biçimlerde koparmaya çalışırlarken görürüz. Allah’ın yeryüzü ile ve kulları ile olan irtibatını bilerek ya da bilmeyerek ortadan kaldırma peşindedirler. Bunun için kelimeleri tahrif dâhil her yolu bugüne kadar uygulamışlar, inananların Kuran’ı anlamamaları için, o bağlantıyı koparmaları için ellerinden geleni yapmışlardır.

Odunu ateşe, kendimizi vahye yaslamalıyız. Salâtı ikame, namaz ya da destek-okuma tartışmalarına indirgenecek kadar basit bir iş değildir. Mesele vahyi hayata tatbik etmektir. Bu bağlantıyı sağlayan ip ise kuşkusuz ve kuşkusuz Kuran’dır. O ipe sarılırsak o bağlantıyı ayakta tutarız, Allah’la bağlantıyı (şekli şemali ne olursa olsun) ayakta tutarsak salâtı ikame ederiz. O ipe sarılmazsak o bağlantıyı koparmış olacak… böylece hem toplumsal olarak yeryüzünü ıslah edecek olan… hem de bireysel olarak ahir hayatımızı elde edeceğimiz… o en doğru yolu bulamamış ve arınamamış olacağız. Bu Allah’ın sünnetidir.

SALÂT’A YÜRÜYÜŞ | 3.BÖLÜM | HAVUZ

Seversiniz ya da sevmezsiniz, bir bayram töreni düşünün. Kendinize göre de tasarlayabilirsiniz. Önce bir sunucu çıkıp açılışı yapar ve programı sunar. İstiklal marşı okunur ve ardından günün anlam ve önemini belirtir bir konuşma yapmak üzere ileri gelenlerden biri kürsüye çıkar. Herkes onu dinler. Ardından törene iştirak edenlerden daha önce hazırlık yapanlar devreye girer. Kimisi şiir okur, kimisi kendi sunumlarını yapar. Başarılı olan gençlere ödüller verilir. Birileri temsili gösteriler de yapabilir. En sonunda tören geçişi ve benzeri bir ya da birkaç ritüel gerçekleştirilir ve ellerindeki bayrakları sallaya sallaya neşe içinde dağılır insanlar.

Şimdi birisi çıkıp bu törende açılış konuşmasına gerek yok derse… bir diğeri çıkıp açılış konuşması yeter, bu sunumlara gerek yok derse… bir diğeri başarı ödüllerinin yeri burası değil derse… bir diğeri çocukları bu işe alet etmeyelim, şiire gerek yok derse… bir diğeri tören geçişi de neymiş, eller kollar düzen içinde sallanıp uygun adımda yürümenin ne manası var derse… bir diğeri bayraklarla gelmeyin derse… ortada ne tören kalır ne bayram. Kimse de o törene iştirak etmez. Toplumu bir araya getirecek bir uygulamadan mahrum kalmış oluruz.

Şimdi tören yerine “salât”ı, “anma” yerine “zikir”i, tören içindeki uygulamalara da “namaz”ı “ders”i “okuma”yı “destekleşme”yi “fakire yardım”ı ve sairi koyun. Ardından her birine itiraz edin bakın ne göreceksiniz! Aynen bugünkü kavga ortamını görürsünüz. Ortada ne salât kalır ne de zikir. Toplumu bir araya getiremez, iyi ve makbul işleri başkalarına bırakırsınız. Onlar da dilediği gibi eser gürler.

Kimileri diyor ki; Salât neden farklı anlamlara gelsin? Aslında salat temel manada farklı anlamlara gelmiyor. Salat temel olarak Allah’la bağlantı kurmaktır. Salatı ikame de o bağlantıyı ayakta tutmaktır. Ama temel mana, farklı fiiller içerdiği için tek anlama indirgemiyoruz. Başka bir örnek verelim. Seversiniz sevmezsiniz, ülkemizi yöneten iktidarı düşünün. Millet onları seçmiş ve icraat yapmak üzere oyla başa getirmiştir. Yani emreden taraf millettir. Peki, millet onları başa getirerek neyi emretmiştir? Şöyle demiş olabilir mi mesela…

İcraatınızı yerine getirin ve topluma veren tarafta olun. İcraatınıza başlarken kötü niyetlerinizden arının. İcraatınızı belli gün ve saatlerde mecliste toplanıp, kararlarınızı adaletle vererek yapın. Topluma faydalı olacak makbul ve güzel işler ortaya koyun. Devleti ve vatandaşları birbirine bağlı hale getirin. Hükümetinizi halktan kopartmayın. Ülkemize saldıranlar olursa bizi koruyun. Her toplum kesimi için anlamı olan merasimleri icra edin ya da destekleyin. Bizi bölmeyin birleştirin. Düşüncesinden dolayı insanları ötekileştirmeyin. Fakirliği yoksulluğu yok edin. Yoksa sizi oradan indirir yerinize başkalarını getiririz. İcraatınızı hakkıyla yerine getirin ve hem kendinizi hem de bizi kötülüklerden uzak tutun.

Şimdi “icraat” kelimesi yerine “salât”ı koyun. Hükümetin her icraatı için “icraat” kelimesi yerine ayrı ayrı “yol yapmak, su getirmek, emniyeti sağlamak, eğitim vermek, sağlık hizmeti vermek, yardım kuruluşları kurup işletmek, maaş vermek, ihale yapmak ve sair” kelimelerini kullanmış olsaydık diğer bir yığın kanunu, talimatı, tüzük maddelerini bu cümleler içine yerleştirmemiz gerekirdi. Tüm bunların hepsine birden icraat dediğimize göre icra edilen şey her ne olursa olsun ortak hususları beyan etmiş oluyoruz. Kuran’da da işte “ikame-i salât ve atu zekât” bu temel hususları anlatır. Diğer tüm icraat zaten Kuran’ın diğer birçok ayetinde ifade edilmiştir. Şimdi kalkıp icraat şu değildir, bu değildir diyerek var olan hizmetleri yok sayabilir miyiz? Eğer bunu yaparsak ortada ne icraat kalır ne de icraatın faydasının dokunduğu bir millet.

Allah öyle bir kelime kullansın ki her yerde aynı anlama gelsin!!! O öyle olmuyor işte. Bazı kelimeler için bu durum gerçekleşse de en az anlamı olan kelimelerin bile kök anlamına atıfla türemiş kelimeler her dilde söz konusudur. Türeyen kelimeler farklı bir şeyi ifade etseler de bu kök anlamı içinde barındırırlar. Kuran’ın Arapça olduğunu unutursak, aslında kendi dilimizde tamamen benzer durumlar olduğunu da unutmuş oluruz. Türkçede de benzer kelimeler söz konusudur.

Sözgelimi “yürüme” kelimesini ele alalım. “Yürü” kökünden geldiği halde hatta birçok yerde kelime tamamen aynı kullanıldığı halde çok farklı anlamlara gelir. Aynı zamanda nasıl ki “salât” kelimesinin türevlerinde “irtibat, bağ” kökü bir şekilde anlamsal olarak var oluyorsa “yürü”den türeyen kelimelerde de o kökteki “yürümek” anlamı da bir şekilde kendisini korur.

“Her gün 1 saat YÜRÜMEK…” cümlesinde, ayakları üzerinde adım atarak ilerlemek manasında kullanılmıştır

“Beraber YÜRÜDÜK biz bu yollarda…” cümlesinde, bir amaca yönelik eylem yapmak manasında kullanılmıştır.

“Üzerine YÜRÜYEN olursa…” cümlesinde, saldırmak manasında kullanılmıştır.

“İkiniz de genel müdürlük yolunda YÜRÜYORSUNUZ.” cümlesinde, gayret etmek manasında kullanılmıştır.

“Su YÜRÜYECEĞİ yolu bilir.” cümlesinde, akmak manasında kullanılmıştır.

“Yasa YÜRÜRLÜĞE girdi.” cümlesinde, resmiyet manasında kullanılmıştır.

“Sizin töreniz burada YÜRÜMEZ.” cümlesinde, geçerli olmak manasında kullanılmıştır.

“Bizim paraları kim YÜRÜTTÜ?” cümlesinde, çalmak manasında kullanılmıştır.

“Bütün gezegenler kendi yörüngelerinde YÜRÜR.” cümlesinde, hareket etmek manasında kullanılmıştır.

“Tüm trafiğe rağmen orta şerit YÜRÜYOR.” cümlesinde, yürüyen şey şerit değildir.

“Sen olmasan da iş YÜRÜR…” cümlesinde, devam etmek manasında kullanılmıştır.

“Mahkeme YÜRÜTMEYİ durdurma kararı verdi.” cümlesinde, uygulama manasında kullanılmıştır.

“Asansör YÜRÜYOR mu?” cümlesinde, faal manasında kullanılmıştır.

“Burada bu işleri kim YÜRÜTÜYOR?” cümlesinde, yönetmek manasında kullanılmıştır.

“Yasama meclisin, yargı bağımsız mahkemelerin, YÜRÜTME ise Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunun görevidir.” cümlesinde, iktidar olarak hükmetme manasında kullanılmıştır.

“Bu para hala YÜRÜRLÜKTE mi?” cümlesinde, tedavül manasında kullanılmıştır.

“Bu kar marjında bu işletme YÜRÜMEZ.” cümlesinde, kar etmek manasında kullanılmıştır.

“Nükleer santral karşıtı YÜRÜYÜŞLER başladı.” cümlesinde, protesto manasında kullanılmıştır.

“Dallara henüz su YÜRÜMEDİ.” cümlesinde, sızmak manasında kullanılmıştır.

“YÜRÜ de ense tıraşını görelim.” cümlesinde, kovmak ironisi olarak kullanılmıştır.

“Allah ona YÜRÜ ya kulum demiş.” cümlesinde, destekleme manasında kullanılmıştır.

“O da sonsuza YÜRÜDÜ, hem de bu genç yaşta.” cümlesinde, ölmek manasında kullanılmıştır.

“Oradaki YÜRÜYEN merdiven mi, yoksa YÜRÜYEN bant mı?” cümlesinde, mecaz bir manada kullanılmıştır.

“Bebeğe alışsın diye YÜRÜTEÇ almışsın.” cümlesinde, bir araç ismi olarak kullanılmıştır.

“Kıza YÜRÜMEYİ bırak da, derslerine çalış artık.” cümlesinde, kur yapmak ya da askıntı olmak manasında kullanılmıştır.

“Motorlu YÜRÜYÜŞ yapan birlikler hedefe vardı.” cümlesinde, intikal manasında kullanılmıştır.

“Üzerinde biraz daha fikir YÜRÜTMELİSİN?” cümlesinde, düşünmek manasında kullanılmıştır.

“Mahalle esnafı yerinde sayarken o dükkân aldı YÜRÜDÜ” cümlesinde, büyüme manasında kullanılmıştır.

“Sen bu işi YÜRÜTEBİLİYOR musun?” cümlesinde, yeterlilik manasında kullanılmıştır.

“İdam hükmünün YÜRÜTÜMÜ ertelendi.” cümlesinde, infaz manasında kullanılmıştır.

Salât (temel manası değişmediği halde) nasıl aynı formuyla başka anlamlara geliyorsa ve bazen musalliye sallaya ve saire dönüşüyorsa yürümek de başka şekillere girip kök anlamını içine almış biçimde başka anlamlara YÜRÜYOR. Salât etmek, salâtı ikame etmek: Bağ kurmak, yükümlülüğünü yerine getirmek, sözünde durmak, iletişim kurmak, desteklemek, barışmak, teslim olmak.

Aynı biçimde “düz” kökünden “düzeltme, düzgün, düzen, düzeltici, düzenleme, düzleme, düzey, düzeyli, düzenek, düzleşmek, düzine, düzlem, düzmece, düztaban” gibi “iyi” kökünden “iyilik, iyileştirme” gibi “yük” kökünden “yüklenmek, yüklü, yüklük, yükümlü” gibi birçok kelime de türetebilir ya da aynı kelimeyi birçok farklı anlamlarda kullanabiliriz. Aynı paragraf hatta cümle içerisinde bile aynı kelime farklı anlamlarda kullanılabilir. Aşağıdaki paragrafta olduğu gibi.

“Bizler davası olan bir topluluktuk. Bir sözleşme ile YÜKlenmiştik. Böyle anlaşmamıştık. Bu ağır YÜKÜ üzerine almayı baştan kabul etmiş, söz vermiştin. Biz de sana güvenmiştik. Ama YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ yerine getirmediğin ve devam ede gelen kötü alışkanlıklarından bir türlü vazgeçip arınamadığın için kınanıyorsun. Elbette bugüne kadar bizlerle beraberdin ama gereksiz tartışmalara ve bizler çalışıp çabalarken, sen başka şeylere ve gerekmediği kadar detaylara dalanlarla beraber dalıp gittiğin ve prensiplerimizi hayatına YÜKLEMEDİĞİN için bizden, beraber yürüdüğün arkadaşlarından ayrılmak zorundasın artık.”

İşte “salâtı ikame” de (bu çerçevede) çok anlamlı olarak kullanılan bir sözdür. Çünkü “salâtı ikame” bir havuzdur. Allah’la bağlantılı olarak yaptığımız işlerin havuzudur. Matematikteki gibi alt kümeler barındıran bir evrensel kümedir.

Bu arada “salât”ın yalın olarak geçtiği ayetlerle, “ikame” fiiliyle birlikte geçtiği ayetler arasında bir farklılık var. Hatta 4:103’de olduğu gibi her ikisi de aynı ayet içinde kullanılarak bu belirtilmiştir. Ancak geleneğin etkisinde yazılmış mealler çoğu zaman bunu fark etmemize mani oluyor.

İkame, salât sorumluluğumuzu üzerimize aldığımız ağır yükü yerine getirdiğimiz bağlantının ayakta tutulmasıdır. Bu yük torbasının içinde birçok şey vardır. İkame, işte bu torbadaki sorumluluklarımızı almak, yükümlülüğümüzü yüklenmektir. Kökteki “bağ, bağlılık” anlamını hiç unutmayalım. Her meallendirmede bu bağ bir şekilde hissedilecektir. Allah’a olan yükümlülüğümüzden bahsediyoruz, ona verdiğimiz sözlerden, onun indirdiği vahiylerde olan sözleşmemizden bahsediyoruz. Bizi Allah’a bağlayan şey (esasen) vahyin ta kendisidir. İp odur. Her bağlantımızda vahyi bir şekilde kullanmak durumundayız.

Her “ikame salât” ayetinde, önüyle arkasıyla, bir ya da birkaç ikame edilecek konu genel hattıyla anlatılır. Sadece şu ya da bu değildir. Teferruatlandırılmış hususlar ise zaten Kuran’ın tümüne yayılmış durumdadır. “Atu ez zekât” da bir havuzdur, salât etrafında arınmayla ilgili geniş bir kümedir. Bireysel tarafları vardır, toplumsal tarafları vardır. Benzer bir durum onun için de geçerlidir ama salât ile girifttir, iç içedir. Ki bunun için çok yerde bir arada anılır.

Bu arada çok kullanılan bazı kelimelerin anlamlarını bu “bağ, yüklenme, sorumluluk” kapsamında unutmayalım. 2:125’de geçen “musalla” İbrahim’in makamı (yeri) için kullanılıyor. Destekleşme ve salata yönelik sorumluluğun icra edildiği yer anlamında kullanıldığını görüyorum. 70:22, 74:43, 107:4’deki “musalli” sorumlu, yükümlü, salat eden anlamlarında kullanılıyor. Değişik formlarıyla birçok ayette geçen “salli” ise sorumluluk yüklenme, sorumlu olma, sorumluluğunu yerine getirme, sorumluluktan doğan bağı kurma, sorumluluktan dolayı destek verme yani bir salât etme fiili olarak geçiyor.

Salâtı ikame, vahyi hayata tatbik etmek, bağlantıyı kurmak, ayakta tutmak, engellemek de bağlantıyı kesmek demektir demiştim. Peki, bu “salat havuzu”nda neler var? İşte sorulacak mantıklı sorulardan başta geleni budur. “Salâtı ikame et” diyerek, “Rabbinle bağlantını ayakta tut” diyerek Allah benden neler yapmamı istiyor?

Bu ayetlerde gayba imandan, müminlerin ahlaki tavırlarına, iyiliği hayata yansıtıp kötülükten sakınmaya ve sakındırmaya, kesin bilgiyle inanmaktan, rızkımızı paylaşmaya, fırkalara ayrılmamaktan, gerektiğinde savaşmaya, imar işlerinden tesbih etmeye, şahit olmaktan şirkten kaçınmaya, eski kitaplara imandan azimle sabretmeye, yetimleri ıslahtan esirleri korumaya, ana babaya iyilikten madden/manen secde etmeye, okumaktan düşünmeye kadar birçok konu vardır. Tek tek bütün ikame ayetlerini buraya yazıp açıklamaya gerek yok. Okuyunca görüyoruz ki birçok konu “salâtı ikame” çerçevesinde anlatılıyor ve bu öğütlenenlerin hayata tatbik edilmesi isteniyor.

İkame fiili geçen salât ayetleri şunlar: 2:3,43,83,110,177,277 4:77,103,162 5:12,55 6:72 7:170 8:3 9:5,11,18,71 10:87 11:114 13:22 14:31,37,40 17:78 20:14 21:73 22:35,41,78 24:37,56 27:3 29:45 30:31 31:4,17 33:33 35:18,29 42:38 58:13 73:20 98:5

“İkame fiili olmayan” salât ayetleri daha tekil konular içermekle beraber yüzde yüz tek bir konudan bahsediyor da diyemeyiz. Ama şunu diyebiliriz. “Namaz vardır” iddiasına daha yakın ifadelere sahiptir. İkame fiilli olan ayetlerde bu iddiaya yönelik sadece birkaç ayet varken bu ayetlerin tamamına yakını iddiayı bir yönüyle destekliyor sezgisi veriyor. Bu ayetlerde daha çok sabırdan, huşudan, yardım dilemekten, Allah’ın her şeyi gördüğünden bildiğinden, salâtla yardım istemekten, salâvattan, gusülden, teyemmümden, salâtın kısaltılmasından, secdeden, salâtın icra ETTİRİLMEsinden, salâta olan çağrıyla alay edilmesinden, cenazedeki salâttan, örften, salâta gelmekten, salâta kalkmaktan, salâtı emretmekten, salâtı zayi etmekten, salâtta kararlı olmaktan, el çırpmaktan, tövbeden, tesbihten, vakitlerden, cuma salâtından ve salâtından gafil olmaktan bahisler vardır.

İkame fiili olmayan salât ayetleri şunlar: 2:45,153,238 4:43,101,102,103,142 5:6,58,91,106 6:92,162 8:35 9:54,103 11:87 17:110 19:31,55,59 20:132 22:58 23:2 24:41 29:45 62:9,10 70:23,34 107:5

Bir de tabi “tesbih” ayetleri var. Onlarda da benzer bir durum söz konusu. Kuşların tesbihinden, göklerin tesbihine, sabah akşam tesbihten, gecenin üçte birine, tevekkülden sabra, duadan niyaza, hamd ile tesbihten, sesini alçaltmaya, secdeden rükûa birçok bahis vardır.

Tesbih kelimesinin geçtiği ayetler de şunlar: 3:41, 7:206, 13:13, 15:98, 17:44, 19:11, 20:33,130, 21:20,79 24:36,41 25:58 30:17 32:15 33:42 34:10 37:143,166 38:18,19 39:75 40:7,55 41:38 42:5 48:9 50:39,40 52:48,49 56:74,96 57:1 59:1,24 61:1 62:1 64:1 68:28,29 69:52 76:26 87:1 110:3

İşte o büyümüş de küçülmüş çocuk “ikame salât” ayetlerinde öğütleri genellikle net olarak anlarken bu diğer ayetleri görünce yapması gereken başka bir şeyler de olduğunu fark etmeye başlar. Ama tam çözemeyebilir. İfadeler bir manayı mı ifade ediyor, bir şekli yaptırımı mı? Yoksa her ikisini birden mi? Ne yapsın bu çocuk? Hele hele o çocuğun çevresinde namaz diye bir şey icra edenler ve bunun tam aksine “namaz yoktur, vakitlenmiş derstir o, desteklemektir” diye iddia edenler de varsa!

Eğer namaz kılanlara uyarsa Kuran’da net olarak görmediği bir şeyi yapacak olmaktan dolayı huzursuz olacak! Belki de namaz kılmaya devam etse de o eski huşuyu, tadı alamayacak. Yok “derstir, okumadır” diyenlere uyacak olursa o dersleri sabahın köründe kimle yapacak, nasıl yapacak, nerde okuyacak! Bir de “O eskidendi, peygamber zamanındadır” diyenler de varsa bu ayetlerin karşılığını kendisi nasıl verecek? Ve daha bir sürü iddia ve bir sürü soru! Doluya koysan olmuyor, boşa koysan dolmuyor. Elinde üç beş tane geometrik şekil, deliklere bir türlü oturtamıyor. Çocuğun sırtı ağrıyor, göğsü sıkışıyor. Büyüdüm de küçüldüm ama bu sıkıntı beni bir berbat ediyor!!!

Belki de çocuk “hayat ne zormuş be” diye bir “off” çekip “tıkandım artık” diyerek kaçmak isteyecek! Belki de bir mola isteyecek “dinden imandan uzak kalayım biraz” diyerek. Ve belki de o molası artık bir ömür boyu sürecek! Bir daha geri dönmeyecek. Peki… Hiç mi cevabı yok bu göğüs daralmasının. Hani kitap eksiksizdi! Allah, bu büyümüş de küçülmüş kuluna yardım etmeyecek mi? Çocuk kendine “ekamtessalat” edemiyor ki topluma vahyi tatbik etsin!!! Cebinde üç kuruşu yok ki, muhtacı görebilip “atuzzekat” etsin!!!

Peki Allah, ayetlerini yazıp gönderen olarak, bu çocuğun ayetler ve çevresi sebebiyle dut dalı gibi sallandığından haberdar değil mi!!! O’na bir yol bulmaya çalışan kulunu öylece ortada mı bırakacak!!!

SALÂT’A YÜRÜYÜŞ | 4.BÖLÜM | YÜKÜNME

Peki, Allah nerede? Bir irtibat yok mu? Ayetlerini yazıp göndermişken, bu çocuğun ayetler ve iddialar sebebiyle dut dalı gibi sallandığından haberdar değil mi!!! Böyle ortada mı bırakacak!!!

Bazen öyle bir ayet okursunuz ki, çorap söküğü gibi bütün cevaplar ardı ardına gelir. Belki başkaları anlamaz ama siz anlarsınız. Çünkü o ayet o anda (bir anlamda) size iniyordur. Biz Allah’a yol aradıktan sonra Allah bizi reddeder mi? Ama ne namazı arayacağız ne de başka bir şeyi. Biz Allah ne diyor diye okumaya ve tatbike devam edeceğiz. İşte o varsaydığımız çocuk (ki ben o çocuklardan çok görüyorum şu sıralar) eğer vaz geçmez ve belki de bir ayet daha okursa ilmek ilmek dokuyacak uçan halısını. Başkaları kabul etsin etmesin bir önemi kalmayacak. Sen uçabiliyorsan seninle “kuş” diye alay etmelerinin bir önemi kalmayacak.

O halde, o bunalmış, dağılmış çocuğa yedinci surenin sondan yedinci ayetini okuyalım…

7 Araf 200 Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse hemen Allah’a sığın. O işitendir, bilendir.

Demek ki sıkıntı ne olursa olsun bir vesveseye saplandıysak Allah’a sığınmalıymışız. O her şeyin farkındaymış. Düşünsenize sizin o bütün can sıkıntınızı sizden daha iyi biliyor. E ne olmuş, diyebilirsiniz. Bu ayet ilaç olmaz o çocuğa! Yol göstersin!!! Bir sonraki ayeti de okuyalım o zaman.

7 Araf 201 Sakınanlara şeytandan bir kışkırtma geldiğinde önce iyice düşünürler, sonra hemen bakarsın ki görüp bilirler.

Eğer bu adamakıllı düşünmeyi yapmazsak bakın ne oluyormuş…

7 Araf 202 Şeytanın kardeşleri ise onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar.

Hani namazı arayıp da bulamıyoruz ya… Kuran’dan anlaşıldığı kadarıyla ki yeterlidir, muhtemelen benzer şeyler peygamber döneminde de olmuş olmalı. Konu namazdır veya başka bir şeydir, önemli değil. Olmayan kelimeleri ararsanız bulamazsınız. Ama olan şeyi bulursunuz. Olmayan şeyleri buldurmaya çalışanlar bakın ne diyor…

7 Araf 203 Onlara bir ayet getirmediğin zaman “sen onu derleyip-toplasana” derler. De ki: ben yalnızca bana rabbimden vahyolunana uyarım. Bu rabbinizden olan basiretlerdir; iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve bir rahmettir.

Bu çocuk da aynısını demiyor muydu? Ben kitapta gördüğüm ayete seve seve uymak istiyorum demiyor muydu? Demek ki eğer bir şeyi ayetlerde bulamıyorsanız o aradığınız şeyde sorun vardır. Soruları yanlış soruyorsunuzdur. Ama namaz var mı yok mu diye bakacağımıza “Allah bana ne diyor?” sorusu ile bakarsak sadece O’nun ayetlerine uymuş oluruz. Sonunda namaz mı çıkar ders mi destek mi tesbih mi zikir mi her ne ise yapacağınız o demektir. Devam edelim…

7 Araf 204 Kuran okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki esirgenmiş olursunuz.

Hmm… Demek ki Kuran okuma ve dinleme olayı varmış. E bunu zaten biliyor olmalıyız. Zaten “oku” diye başlamıyor muydu bu kitap! Elbette peygamber etrafındaki insanlara onu okuyor, belki de üzerinde konuşuyorlar, ikna oluyorlar ve tatmine ulaşmış olarak bitiriyorlardı. Peki, bu, başka bir şey, başka bir şekli ibadet biçimi yok anlamına mı geliyor? Bakın 205 ne diyor?

7 Araf 205 Rabbini sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma.

Kuran’da peygamber zamanında ders yapma kapsamına alınabilecek okuma seanslarına birçok örnek vardır. Birçoğu da “de ki” şeklinde başlayan ayetler etrafındadır. Bunu kimse inkâr edemez. Ama bu durum başka bir şey yok anlamına gelir mi? Ders yapılırken veya destek verirken yalvarılmaz, kendi kendine ürperti ile zikredilmez. İster namaz var, ister yok deyin, ister onlar okuma saatleri deyin.. Bakın ayet Kuranı oku da dedi, sabah akşam Allah’ı an da dedi. Kendi kendine ve kendi sesiniz ile yapılan bir ibadet (nusuk) var. Peki, bunu hangi havuzun içine atacak bakalım. Allah sadece okuyarak mı anılır? İşte 206…

7 Araf 206 Şüphesiz Rabbinin katında olanlar, O’na ibadet etmekten büyüklenmezler; O’nu tesbih ederler ve yalnız o’na secde ederler.

Aslında başka söze gerek yok. Surenin de son ayeti. Ama ben de tabii ki bunu sadece böyle bırakmayacağım. Şimdiye kadar namaz var, yok demedim. Dediğim sadece ayetin dediğidir. Tesbih etmemiz, anmamız isteniyor. Sadece bu kadar ayetle bile şu öğütleri almadık mı? Kuranı oku, dinle, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, KENDİ KENDİNE, yalvararak, için titreyerek zikret. O’na ibadet etmekten büyüklenme. O’nu tesbih et ve secde et.

7:206’da geçen tesbih bahsi çok çok ayırt edicidir. Bu ayeti gördükten sonra fark edeceksiniz ki tesbih, Allah’ın “ikame edin” dediği “salât”lardan biridir ve Kuran’da tesbih bahisli tüm ayetler ortada gerekli soru işareti bırakmayacak şekilde bu işin nasıl yapıldığını anlatır. Gereksiz soru işaretleri ise bizi ilgilendirmiyor. Bu durumda mantıklı sorumuz “tesbih nedir, nasıl yapılır?” olmalıdır. Ve elbette “bunun bana faydası nedir?” denmelidir.

Ancak burada ayrım noktasını söylemeden geçmeyeyim. Namaz tesbihtir de demiyorum. Tesbih bir salâttır ve bu salât, ikame fiili olmayan salât ayetlerinin birçoğunda tekil olarak anılan ve adı salât olan şeyin içeriğini oluşturur diyorum. Kimileri buna namaz der, kimileri salât der. İlk Türkçe Kuran çevirisi olan Karahanlı Tercümesinde ve Divan-ı Lügat-it-Türk’de bunun adı yer yer “yükünç” olarak geçiyor. Karahanlı sözlüğünde başka kelimeler de var. Ancak bunlar Osmanlı döneminde neden bilmem(!) dilimizden saf dışı edilmiş, belki de hiç sokulmamış sözcükler olarak yazılı tarihin sayfalarında kalmış durumda. Birkaç örnek vereyim:

YÜK: yüklenen şey, eşya, sorumluluk YÜKÜN: eğilmek, secde etmek, sorumluluğunu yerine getirmek YÜKÜNGEN: her zaman yükünen YÜKNÜ: secde ederek, secde edenler olarak YÜKNÜGLİ: secde eden, sacit YÜKÜNÜ TÜŞMEK: başını eğmek, eğilmek YÜKÜNÜ KILMAK: secde etmek YÜKÜNÇ: namaz, ibadet, sorumluluk YÜKÜNÇ ETMEK, YÜKÜNÇ YÜKÜNMEK: salât etmek, namaz kılmak (Kelimeler Karahanlı Tercümesi, Karahanlı Sözlüğü ve Divan-ı Lügat-it Türk’ten alıntılanmıştır)

İlginç değil mi? Sorumluluk, yüklenilen şey… Sorumluluk, yükümlülük, yükünç bir “bağlılık”tan doğmaz mı? Lügatteki örneklerde “Namaz kıldın mı” demiyor “yüküncünü yükündün mü?” diye soruyorlar birbirlerine. Yani sorumluluğunu yerine getirdin mi? Ortada ne namaz var, ne ders. Hepsi bir çatı altında. Yükünç. Bize belki şimdi komik kelimeler gibi geliyor. Gerçi onlarda da dini birçok konuda sorun olduğunu biliyorum ama en azından birbirleri ile konuşurken ne dediklerini anlayabiliyorlar, salâtın kapsamının geniş olduğunu görebiliyorlarmış demek ki.

“Kalemzade sadede gel artık, namaz var mı, yok mu” diye soruyorsanız hala meramımı anlatamamışım demektir. O halde bundan sonraki açıklamalarımda “namaz” diyeyim ama hatırınıza klasik namaz gelmesin. İkame havuzunun tamamını kapsayan salât da gelmesin. Kuran’da her geçen salât’ı meallere namaz diye çevirenlerin büyük hata yaptıkları belli. Vaktiydi, içeriğiydi ve sair ne ise Allah bize ne söylemişse odur. Gelenekte var olanla yüzde yüz örtüşmesi gerekmiyor.

Bu çerçevede, evet Kuran’da namaz da vardır, ders de vardır, destekleme de vardır. Şekilsel anlamda da mana olarak da, yani her ikisini kapsayacak şekilde secde de vardır, rükû da vardır, kıyam da vardır, vakit de vardır, kıraat da vardır. Hatta selam da vardır. Ama tüm bunlar zorunlu bir format değildir. İçimizden gelecek biçimde olmalıdır. Örneğin elinize “Kuran’ı almış ve okuyor şekilde kıyam edemezsiniz, oturamazsınız” veya “secdede üç beş saniyeden fazla kalamazsınız” diye bir şey yoktur. Namaz kişiseldir, mahremdir. Aynı zamanda namaz kılanlarla, onlara uyarak rükû da edilebilir. Yeter ki şirk öğeleri içermesin. Toplu namazlarda örfi rekât (rükû ediş) sayıları belirlenmiş olması gayet doğaldır, yeter ki sadece Allah’a yönelinsin.

Kendi adıma, bugün içim rahat biçimde namaz kılıyorsam, Allah’la bağlantımı ayakta (namaz ile de) tutmaktan tatmin olduğum içindir. Bunları söylemem, siz böyle yapın diye değildir. Kuran’da bu ibadet biçimini kabul etmiyor ya da bulamamış olması da kimsenin benim kardeşim olmasını engellemez. Şayet Allah’ı Kuran çerçevesinde anmaya farklı bir biçimde ya da düşüncede devam ettiğini iddia ediyorsa saygım sonuna kadardır. Kuran’a sarılanlar birbirini aforoz etmiş gibi davranmamalıdır. Vahyi hayata tatbik eden bir insanın mahremindeki tatbiki beni ilgilendirmez. Benimki de elbette kimseyi ilgilendirmez.

Ne şekilde özel bağlantı kuruyor/namaz kılıyor olursak olalım, yeter ki sadece Allah’la bağlantı kuralım, sadece O’na yönelelim.

Yeter ki ne dediğimizi bilmeden Rabbimizle bağlantı kurmaya kalkmayalım.

Şüphesiz Rabbimizle bağlantıyı sabah akşam/7-24 ayakta tutmak bizi kötülüklerden alıkoyar.

Ancak…

Rabbinizle bağlantı kurmaya (salatı ikame etmeye/özel anlamda örfi namaza) kalkarken ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın… şeklinde başlayan abdest ayetlerini ve benzer ayetleri iyi düşünelim. Bunlarda 7/24 bağlantıyı ayakta tutmaktan değil, özel ve vakitli bir bağlantıdan söz ediliyor.

SALÂT’A YÜRÜYÜŞ | 5.BÖLÜM | ISLAHAT

Salâtı ikamenin, yani “vahyi hayata bağlama”nın veya “sorumluluğunu yerine getirme”nin veya “Allah’ın ulaştırılmasını istediği şeyi ulaştırma”nın veya “Allah’la bağlantıyı koparmadan yaşamanın” iki ana unsuru vardır. Birey ve toplum… İkame fiilli ayetler tamamını içermekle beraber birkaç ayetiyle bireyseli de, ritüeli de içerir. Her iki “salâtı ikame”nin gerçekleştireceği şeyin adı ise Kuran’da “ıslah” (salah)tır. Birey hem kendisini hem de toplumu ıslah için çalışır. Islah “sulh” kökünden gelir. Islah olmuş kimseye ise “salih” denir.

Sıkça “Ellezine amenü ve amilis salihati” cümlesinde ifade edilen şey, (emin biçimde) iman edip (ıslaha yönelik işler) salih ameller yapanlardır. Salih kişilerin yaptığı işlere “salihat”, salata yönelik işlerin hepsine birden de “ıslahat” diyoruz. Islahat “yenileşme, iyileşme, reform, inkılâp” gibi anlamlara geliyor. Sadece toplumu değil iki kişinin, iki grubun arasını düzeltmeye de ıslah denir. Vahiy de hem bireyde hem toplumda bir iyileşme, bir düzeltme için geldiğine göre “salât hareketleri” bir anlamda “reform hareketleri”dir. Birileri de elbette bu reformlara, iyileştirmelere işlerine gelmediği için karşı çıkacaktır. Islah’ın zıddı ise “bozgunculuk”tur. Bu anlamda “salâtı ikame” ıslahat içindir. Kısacası “ıslahat” için didinilmeyen “salât”, ikame edilmeyen salâttır.

Asr suresinde “zamana andolsun ki insanların çoğu hüsrandadır” dendikten sonra istisna olarak müminler anlatılır. O iman eden ve salih işler (ıslahata dair güzel işler) yapanlar, doğruyu yapan ve işte o doğruyu ikame etmek için sabırla (azimle) çalışanlardır.

Sabahlara kadar ayet okuyup ertesi gün okuduklarımızdan hiçbirini hayata aktarmaya çalışmıyorsak, bir davamız yok demektir. Davamız yoksa değerimiz de yoktur. Ben öğrendim, bana yeter demektir ki, bu da ikame edilmeyen salâtla yüz yüzeyiz demektir. Sabahtan akşama kadar Kuran’ı ve vahyi konuşmak ya da namaz kılıp ders yapmak “salâtı ikame” değildir. Bakın Şuayb “salât”ın tanımını nasıl yapıyor…

11 Hud 88 …Benim istediğim gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir.

7 Araf 85 …”Ey kavmim, Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun. İnsanların eşyasını değerinden düşürüp eksiltmeyin ve düzene (ISLAHA) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız.”

İstediğimiz kadar Kuran dersi yapalım ya da istediğimiz kadar namaz kılalım, hayatın içine girip kötülükle mücadele edemiyorsak, iyileştirmeye yönelik bir şeyler yapamıyorsak salâtı ikame ettiğimizi hiç boşu boşuna iddia etmeyelim.

74 tane salâtı ikame ayetini, bilmem kaç tane salât ayetini, birçok infak ayetini, salli, salla, musalla geçer ve sair ayeti okuyup okuyup anladım demek nereye kadar? Kuran’da namazı aradığımız kadar toplumda salâtı ikame etmeyi arasaydık bu duruma gelir miydi bu coğrafya? Her gün ayetleri okuyan, anlamaya çalışan, tartışıp doğruyu öğrenen, namaz kılan, oruç tutan, şu doğruymuş bu yanlışmış diyen ama dünya hayatına kendi her türlü birikimiyle, canıyla malıyla olabilecek tüm gücüyle tatbik etmeyenler olarak, kıyam gününde buluştuğumuzu düşünün. İçimizden bazılarımız hala kaybedenler olarak şok olursa eminim ki şöyle diyeceğiz:

“Biz sizinle beraber değil miydik? Biz neden kaybettik?”

Sanıyorum ki diğer bir kısmımız da şöyle cevap verecek:

“Evet, siz bizimle beraberdiniz ama yok namazdı, yok on dokuz vardı yoktu, yok başörtüsüydü, yok üç vakitti beş vakitti, yok Musa denizi yardı yarmadı diye dalanlarla dalıp gittiniz de salât edenlerden (vahyi hayata bağlayanlardan, Allah’la bağlantıyı koparmadan yaşayanlardan) olmadınız.”

Sonra kaybedenlerimiz olarak şunu diyeceğiz:

“Doğru. Biz salât edenlerden değildik. Dalanlarla dalıp giderdik. Vahyi hayata “bağlamadığımız” ve Allah’la bağlantımızı kopardığımız için bu ateşe “bağlandık” da ileri gidenlerden değil geri kalanlardan olduk.”

O halde iki üç tane ikame ayetinde geçen “bireysel” salat’a bu kadar odaklanırken en az 70 ikame ayetinde geçen ve Kuran’ın tamamına yayılmış “toplumsal” salattan nasıl böyle yüz çevirebiliyoruz!!! Dini anlat anlat nereye kadar! O zaman yarın bir gün hepimizi “falanca görüşe sahip bir cemaat”ten öte anmayacaklar ve “topluma hiçbir şey kazandırmadılar, insanlarla mezhebinden ötürü alay edip edip, sonra kendileri de kavgaya tutuşup gittiler.” diyeceklerdir.

Benden söylemesi… Hem size, hem kendime…

Ayrıca, her zaman söylediğim gibi; bölünüp fırkalaşmak en ciddi fitnelerimizden biridir. Bu geçmiş kavimlerde de böyle olmuştur, Mekke’de de. Eğer bugün bu topraklarda bir vahye dönüşü benim gibi siz de seziyorsanız, bugün aynı şeylerin yaşandığını da görebiliyor olmalısınız. Allah’ın sünneti budur. Ne zaman bir kavme kitap indirilse o kitap üzerinde ihtilaflar oluşmuş ve Allah’ın rahmeti insanların elinin tersiyle itilip bölünmeler de başlamıştır. Allah’ın affetmeyeceği en büyük suç şirk ise, sadece açıkça şirk işleyenlerden uzak duralım. Eğer bugüne izdüşürdüğünüzde bu rahmetin bu kez bu topraklara da inmekte olduğunu göremiyorsanız buyurun siz de bölünüp parçalanın ve Allah’ın rahmetine yüz çevirin.

Allah’ın üzerimize verdiği bu ağır yükü omuzlarınızda hissetmiyorsanız sokakta ya da facebook sayfalarında birleştirici hareketler yerine başörtüsünü ve namazı ve 19’u ve bilmem hangi ihtilafı sayfalarca tartışmaya devam edin! Ama eğer o ağır yükü alıp kabul etmişsek gereğini yapalım. Yanılmışlıklarımızı, küçük hatalarımızı Allah inşallah affedecektir. Ama bu sorumluluk altındayken bölünüp parçalanmamızı zannetmiyorum ki affetsin. Namaz var yok, başörtüsü var yok, oruç şöyle böyle, kıssalarda şu denmiş bu denmiş ve sair diye kavga etmeye devam edeceksek Allah’ın elimize verdiği altın yumurtlayan tavuğu keseceğiz demektir. Elbette hepimiz fikirlerimizi söyleyelim, ister başörtüsü olsun ister namaz, ister 19, ister başka bir şey, doğruyu bulmaya çalışalım. Ama toplumsal salata yönelik işlerimizi, hayata vahyi tatbik etmemizi, bir araya gelmemizi engelliyorsa “DENENİYORUZ” demektir. Bu denenme neticesinde başarısız olursak Ad kavminin Lut kavminin Nuh kavminin başına gelenlerin bir benzerinin ve belki de daha kötüsünün başımıza kopabileceğini de bilmeliyiz.

Allah “birleştirin” diyor, ayrışın ayrıştırın demiyor, rükû edenlerle rükû edeceksek birleştirip edeceğiz. O halde… Kıblede ve kabulde birleştir… Rükûda ve boyun bükmede birleştir… Secdede ve boyun eğişte birleştir… Kıyamda ve duruşta birleştir… Okumada ve uyarmada birleştir… Selamda ve barışta birleştir… İhtilafta ve içtihatta birleştir… Tesbihte ve anmada birleştir… Namazda ve vahyi hayata tatbik etmede birleştir… Öğrenmede ve öğretmede birleştir… Zikirde ve hatırlatmada birleştir… Tekte ve çiftte birleştir… Ruhta ve bedende birleştir… Ritüelde ve manada birleştir… Duada ve davada birleştir… Tapınmada ama tek ilaha tapmada birleştir… Kul ol ama tek Yaratana kul olmada birleştir… İşitmede ve itaat etmede birleştir… Sabah ile akşamda birleştir… İkisi arasında birleştir… Yerde ve gökte birleştir… Kürtte ve Türkte birleştir… Zekâtta ve arınmada birleştir… Tavafta ve yeryüzünü gezmede birleştir… “Safa Merve arasında gidip gelmenizde sorun yok”ta birleştir… Oruçta, ruhla bedeni terbiyede birleştir… Şefaatte ama Sadece Allah’tan beklemede birleştir… Peygambere itaatte, ama onun itaat ettiğinde birleştir… Vahiyde ve faydalı örfte ve kanunda birleştir… Hiçbir düşüncede soru gereksiz olmamakla beraber “şirk hariç” hiçbir ihtilafta ayrışma gerekli değildir.

Her konuyu tartışalım, doğruyu bulmaya çalışalım ama ne olur ihtilaflarımız için Allah’ı hakem tayin edelim. Anlaşamıyorsak bırakalım kararı o versin. O bizim hakkımızda en doğru kararı verecek olandır. Biz makbul ve güzel işleri hayatımıza tatbik edelim. Birbirimizin bireysel tercihlerini aynılaştırmaya değil, toplumu bir araya getirmeye çalışalım. Biz bir araya gelemezsek toplumdan bunu nasıl bekleriz! Allah bir kısmımızı bir kısmımızla DENİYOR. Kuran’da birleştikleri halde birbirleriyle Kuran hakkında kavga eden ve tekfirleşenlerin durumu; Allah’ın gökten indirmiş olduğu ipe sarılmış olanların birbirini tekmeleyip düşürmeye çalışmalarına benziyor.

SALÂT’A YÜRÜYÜŞ | 6.BÖLÜM | SORULARA CEVAPLAR

İlk bölümde namazla ilgili düşüncelerimi makalemin sonlarında paylaşacağımı söylemiştim. Ama bu paylaşım,  işte hepimiz şöyle “namaz kılalım” şeklinde algılanmamalı. Bu nedenle, bu fikirlerimi, bana ulaşan sorulara verdiğim cevaplar olarak bu bölümde sizinle paylaşacağım. Sadece namaz değil, salâtın tamamı ve salât kapsamında tartışılan bazı ayetlerle ilgili de anladığım hususları aşağıda bulacaksınız. Ayrıca salât’la ilgili daha önce not aldığım bazı ihtilaflara, kendi anladığım kadarıyla, kendi fikrimce yorumlar da getirmeye çalışacağım ve konuyu son bölümde namaz psikolojisi ile kapatacağım.

Epey not vardı önümde. Çok iyi bir sıralama ile düzenleyememiş de olabilirim. Bu bölüm zaten uzun oldu. Soruları yazıp yazıyı daha da uzatmak istemediğimden, kısa alt başlıklar olarak sadece cevapları paylaşıyorum… Namaz hakkında benimle aynı görüşte olmayan arkadaşlarım için bunların ayrışmaya neden olarak algılanmamasını özellikle rica ediyorum. Sadece verdiğim bir söz olduğu için bu bölümü kaleme almış durumdayım. İnşallah hepimiz için bir ufuk açabilmeye vesile olurum. Kuran’ı rehber edinmişsek, hepimiz kardeşiz. Ve her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

“Onların salâtları ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir” ayetinin çok yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Orada Allah’ın asıl kınadığı şey “el çırpmak” veya “ıslık çalmak” değil, salâtı sadece bu basit ritüellerden ibaret görmektir. Oysa salât bireysel olanından muhtaca yardımına, mescid inşa etmekten okumaya, sağlık işlerinden oruç adamaya kadar geniş bir yelpazedir. O ıslık çalarak salât ettiklerini zannedenlerle bugün sadece yatıp kalkarak namaz kıldıkları için sorumluluklarını yerine getirdiklerini ve böylece bütün ıslahata eriştiklerini zannedenler aynı kişilerdir bana göre.

İster Zekeriya gibi ayakta, ister Meryem gibi odanın içinde, ister cuma çağrısında birlikte, ister rükû edenlerle rükû edecek biçimde, ama sadece ve sadece Allah’a yönelerek, büyüklenmeden salât etmenin, namaz kılmanın, dua etmenin, niyaz etmenin, yalvarmanın ben bir sakıncasını görmüyorum. Bireyin kendini ıslahıdır. İsterse tepetaklak namaz kılsın, isterse parmak şaklatsın. Ama toplum için bir şey yapmaya hevesi yoksa bencildir. Nefsini ilah edinmeye adaydır. Ben cennete gideyim de gerisi ne olursa olsun demektir.

Kuran inerken böyle bir soru sorulsaydı da “Namaz için böyle böyle diyorlar, namaz kılmamda bir sakınca var mı?” denseydi ne cevap gelirdi acaba? Bence Kuran’da “Safa ile Merve arasında gidip gelmemde sorun var mı?” diyenlere verilen cevaptan çok da farklı olmazdı. Onlar öyle yapıyorlardı, yere kapanıyorlardı, siz de tesbihinizi öyle yapabilirsiniz gibi bir cevap gelebilirdi. Merve ve Safa arasında gidip geliyorlardı, siz de gidip gelebilirsiniz bir sakıncası yok. Kendilerini öyle ifade ediyorlardı. Siz de gelenekteki nüsukunuzu hakkıyla olmak kaydıyla devam ettirebilirsiniz ya da başka türlü yaparsınız. Ama sabah akşam O’nu hatırlayın, kendi kendinize tesbih edin diyor kitapta. O’nu tesbih ederek Allah’tan bir şey eksiltemez ya da ekleyemezsiniz ama bunun sizin kendinize faydası vardır. İster okuyun ister ayetler üzerinde düşünün ister dersler yapın ister öylece secdeye kapanıp O’na yalvarın, O duyar, belli vakitlerde melekler de size şahit olurlar. Ne mahsur olabilir ki bunda? En doğrusunu Allah bilir elbette.

Kuran’da “salâvat” kelimesi bence çok yanlış anlaşılan kelimelerden biri. Ayetlerden gördüğüm kadarıyla “salâvat” aslında, salata yönelik faaliyetler ve hatta tesislerdir. Camiler, dernekler, yardım kuruluşları ve sairlerin hepsi birer salâvattır. Salât salâvat aynı formda kelimelerdir. Çoğulu da olabilir. “Salâvat” Kuran’da gördüğüm kadarıyla beş yerde (2:157, 2:238, 9:99, 22:40, 23:9) geçiyor. 2:157’de “Onlar Rablerinden salavat üzerinedir”de kastın Allah’ın bize olan “salat”ları üzerine olduğumuzu anlıyorum. Yani Allah sorumluluklarını (elbette) yerine getiriyor demektir. Ya biz!!! 2:238’de “salâvatı ve salâtı vustayı koruyun”dan kastın “en hayırlı salâtı ve bu salâtlara, bu hayırlara yönelik iş ve tesislerinizi koruyun”u anlıyorum. 9:99’da geçen “verdiğini elçinin salâvatı sayar”ı verdiği sadakayı elçinin davasına (salât işlerine) dâhil ve ona destek kabul eder, diye anlıyorum. Sadaka esas manasıyla doğrulamaktır zaten. 23:9’daki “onlar salâvatı korurlar”ı, onlar salât’a yönelik yapılmış işleri muhafaza ederler diye anlıyorum. 22:40’da havra olarak tercüme edilen “salâvat”ı salâta yönelik tesisler diye anlıyorum. Havra manasında değil yani. Orada geçen manastır diye çevrilen “savami”, kilise diye çevrilen “biya” kelimelerinde de sorun var. Kelimelere bakarsak muhtemelen onlar da tarıma yönelik, eğitime yönelik, ticarete yönelik tesislerdir. Çünkü zaten içinde Allah’ın anıldığı mescidler şeklinde ayette ayrıca geçiyor ibadethaneler. Başka her yerde bu anlamda “mescid” geçerken burada farklı bozulmuş dinlerin ibadethanelerinden neden bahsetsin!

Namazın o ayetten bu ayetten derlenerek Kuran’dan toplandığını iddia eden kardeşlerimiz, aynı toplama işini “peygamberin Kuran dersleridir onlar” diyerek kendileri de yapıyor; bak şurada ders yapılmış, falanca başka ayette ders engellenmiş, beraber toplanıyorlarmış bak vs. diyerek yapıyorlar. Her iki tarafın haklı olduğu yanlar kadar haksız olduğu yanlar da var. En haksız olduğu yanları ise ortak. Birbirlerini tekfir ediyorlar. İşte asıl meselemiz bu. Namaz var mı yok mu? Ritüel mi yoksa başka türlü mü? Üç vakit mi beş vakit mi iki vakit mi, iki rekât mı dört rekât mı (bu arada rekât rükûdan gelir) elini şurada mı tutacaksın, bağlayacak mısın, selam verecek misin vs. vs. (sorun bunlar değil)

Engelleyeni Gördün mü? Elbette ki burada namaz kılan birisi de olabilir, okunan Kuran’a karşı çıkan birisi de veya yapılan salâh’a yönelik bir iş de engellenmiş olabilir. Ama daha çok peygamberin söylediği bir söze karşı çıkılması diye anlıyorum ve muhtemelen bir ıslah işine karşı diretmedir. İster bireysel olsun ister toplumsal. Islahata karşı çıkanı, onu engelleyeni gördün mü?  Nasıl karşı çıkar? Elçi vahiy üzerine ders yapmakta arkadaşlarıyla konuşmakta olabilir. O grubun içine giren fesatçı verilen öğütlere ve akıl yoluna karşı çıkıyor olabilir. Veya sadece Allah’a yönelip secde edeni gördüğünde önüne geçip, senin önünde neden bizim putlarımız yok, hani heykeller nerede, önün neden boş, o halde ben geçeyim diye dalga geçmiş de olabilir. Toplanan infak dağıtılırken “hani biz Kâbe koruyucuların hakkı nerede” denmiş de olabilir. Her yeniliğe karşı çıkıp her fırsatta geleneksel fikirlerini iddia etmiş birisi de olabilir. Ama sonuç değişmez. Ya bir hurafeye ya bir ıslahata karşı çıkmıştır neticede. Çünkü her salât bir ıslahattır. Biz alacağımız öğüde bakalım. O da sadece Allah’a bağlanmaktır.

Sabah, Süphan, Süper… Bu kelimeler arasında belki de bir ilgi olabilir. Bilmiyorum. Sabah, gün doğumu, ışıma, ışık saçma demekmiş. Tesbih (övme, yüceltme) süphan (övme, yüceltme) super (ing) over, above, higher degree, üstte, üzerinde, üst derecede, superb (very fine, magnificent), superior (alışılmıştan üstün olan, rütbece yüksek olan, one who is higher than others, as in status, rank etc) head of an abbey, monastery, or other religious community.) Zaten siz aklıma getirdiğiniz için şimdi baktım. Latin kökenli ve dini alanda kullanılmış bir kelime olması ilginç. Seneler önce bana birisi deseydi; sinemada seyrettiğin Süpermenle, camide çektiğin boncuktan tespihi aynı cümlede kullanacaksın ve irtibatlı olduklarını göreceksin, mümkün değil derdim herhalde. Daha iyi araştırmak lazım, ama nereye, ne anlama varacaksınız bilmiyorum. Süleyman’ın her dilden biraz bildiği, kuşdilinden anladığı, kuşların Allah’ı kendi dillerinden tesbih edişi gibi Kur’ani ifadelerin super kelimesiyle bağdaşacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Sabah ile tesbih de yanlış görmediysem aynı kökten. Sabah tesbih saatidir. İroniktir… Belki de bütün diller tek kaynaktan beslenmiştir! Bir iddiadır. Bilmiyorum. Nihayet kırkından sonra bunları da düşündüm sayenizde. 🙂

Kıble… Kıblenin hem kabul anlamında “gidilen, kabul edilen yol” hem de fiziki olarak bir mescidin yönünün değiştirilmesi olarak da anlıyorum. Ancak bunun namaz için bir zorunluluk olduğunu zannetmiyorum. Bahsedilen şey “onlar sizin kabulünüze, bu kabule dayanan topluluğunuza uymaz” demek olabilir. Kıble (benimsenen yön), kabul, kabil (cins, tür, zümre, soy, kabul, kabul eden, uyan), kabile (bir soydan olanlar, aşiret, boy, oymak), kabiliyet (yapılabilirlik, yapabilirlik, kapasite, yetenek), ikba, istikbal, makbul, mukabele, mukabil, müstakbel, metekabil, tekabül, KABALA (İbr) hep aynı kökten türemiş. Bu kapsamda KABALA: Alınmış, kabul edilmiş olan şeyler, anlamına geliyor.

Zikir ise… Anma hatırlama adlandırma demek. Mezkûr (anılan, hatırlanan), müzakere (karşılıklı zikretme, fikir alışverişi, görüşme, sorgulama, tartışma) , müzekkere (ihtar pusulası, not, hatırlatma), tezekkür (aklına getirme, anma), tezkere (andıç, not, memorandum ”hatırlanacak şey”), zikr (zikir) aynı kökten kelimeler.

Hani İbrahim’e Beytullah’ın yerini göstermiş ve kendisine şöyle demiştik: “Bana hiç bir şeyi ortak koşma! Tavaf edenler, kıyam edenler, rükûa ve secdeye varanlar için evimi tertemiz tut!”

Evet, bu ayet hac için olsa da salâtın ritüel boyutunu da gözler önüne seriyor. Aynı zamanda toplanma yeri olduğu da net biçimde anlaşılıyor. Böyle birkaç ayet ve ayrıca net bir biçimde namaza işaret eden birçok ayet daha var. Orada İbrahim’in evi vardır. Salat (ritüel anlamda) ondan gelen bir örftür aynı zamanda. Sonrakilerse salâtı zayi ettiler, kaybettiler, anlamından çıkarttılar, içini boşalttılar. Sadece el çırpmaya dönüştürdüler. Sadece Allah’a değil, Allah’a ulaştıracakları zannıyla bir takım isimlerin simgelerine secde etmeye başladılar.

Abdest… Kuran’da ad olarak geçmez tabi ama içerik olarak vardır. O da aynen namaz kelimesi gibi Farsçadan geçmiş durumda. Abdestin arınmak için olduğu kesin ama buradaki arınmanın, asıl arınmanın, yani tövbenin fiziksel simgeleri olduğunu düşünüyorum (Abdestten Manaya Yolculuk isimli bir yazım vardı. Oraya bakarsanız daha genişçe açıklamıştım.). Eğer sadece başkaları için fiziksel arınmamız olsaydı, insanın burnu, ayak parmak araları, kulağının içi, dişlerindeki artıklar, üzerindeki kirli paslı elbiseler diğer birçok insan için itiraf etmeseler de daha rahatsız edicidir. O yüzden arınmadan asıl kastın, tövbeden arınma ve o huzurla yapılacak ibadet olması akla daha yatkın. Belki gelenekte de burnun, ağzın, kıyafetin vesairin ilave edilmesi manayı unutup sadece fiziksel olduğunu düşündükleri için olabilir. Bunun yanında bir de bu uzuvların ıslanmasının insana uyarıcı, uyandırıcı etkisi olduğu da açık.

Abdest, gusül, teyemmüm… Allah temiz olmamızı ister.. Neden topluma bu kadar takılıyoruz? Kim ne derse desin, Allah ne der, önemli olan o değil mi? Salât için tamam ama Allah, toplumla bir araya geldiğimiz zaman görgü kuralı olsun diye değil, bireysel olarak her zaman her ortamda temiz olmamızı ister.

Rükû edenlerle rükû edin… Rükû edenlerle rükû etmek anlamı çok geniş ve birleştirici bir emirdir. Saydığınız yerlerin hepsinde çok değerli muvahhidler var. Nereden baktığınıza bağlı ama açıkça şirk koşanların mescitleri veya ortamları hariç, ister 114’e gidin, ister herhangi bir okuma evine, ister Kuran evine, ister Süleymaniye’ye, ister Akabe’ye, ister bir camiye, ister bir başka derneğe, ister dayınızın evine, eğer Allah adını anarak rükû ediyorlarsa onlarla beraber (ama sadece Allah’a) rükû etmekte bir sakınca görmüyorum.

Ama şu da var… Diyelim ki “rükû edenlerle rükû edin” ayetini benim anladığım gibi anladınız ve Allah’a secde ettiklerini şüpheleriniz olsa da hüsnü zan ettiğiniz kişilere uyup o mescitte siz de onlara uyarak namaza durdunuz. Secdede iken içinizden “Allah’ım beni de şu beraber secde ettiğim insanları da en doğru yoluna ulaştır. Ben sana secde ettim, hepimizin güzel işler yapmasını ve layıkıyla sana kul olanlar gibi davranmamızı kolaylaştır” ve benzeri biçimde dua etmenizde bireysel inancınızla ilgili ne sakınca olabilir? Diyeceksiniz ki toplumsal sakıncası olabilir. Eğer onlar Allah’la beraber başkalarını da anıyorlarsa, onların mescidinde bulunarak onlara destek vermiş olursun. Haklısınız. İşte püf noktası burada. Siz rükû edenlerle rükû ettiniz ve her şey normal giderken, eğer onlar gavslara kutuplara methiyeler düzmeye başlamışlarsa orada o namazı kesip orayı terk edebilecek kadar Allah’a güveniniz ve insanların tepkilerine karşı mümin cesaretiniz yoksa evet, oraya girmeyin. Şirk koşulmadığı sürece biz birleştirmeliyiz. Eğer şirk koşuluyorsa onlardan yüz çevirip sadece Allah’ın hizbi olduğumuzu gösterebilmeliyiz. Yoksa uyarmak, sadece uzaktan bağırıp çağırıp, uyarılması gereken insanlardan uzak durmakla olmaz.

Rekât… Rükû-rekât salû-salât gibidir. Yani rekât rükûdan gelir, rükûun tekrar sayısıdır. Allah herhangi bir sayı bildirmiş değildir. Gelenekte toplu kılınan namazlarda ortak bir eğilme sayısı (rekât) belirlemek bence gayet normal bir durum. Evet, bazıları namazı sanem de yaptılar. Allah ıslah etsin. Bu arada unutmadan… Cin suresi 18-20 ayetlerde peygamberimizin namazının olmazsa olmazları anlatılır.

Salâtı ikame dediğimiz zaman, ikame edilecek olan, ayakta tutulacak olan şey salât’tır. Salâta kalkın denildiği zaman ise fiziksel olarak ayağa kalkıp o salâttan bir işi yapacak olan anlaşılır. Yani ayağa kalkan biziz. Birinde ayağa kaldırılan, ayakta tutulan salât iken diğerinde kendimiziz. Umarım anlaşılmıştır. Eylemin uygulandığı etkilendiği vasıta değişiyor yani. Şu dolabı ayakta tutmaya çalış ile kendin dolaptan bir şey almak için ayağa kalk işi farklıdır. Birincisinde salât edilgen olandır, ikincisinde etkendir. Salât’a kalkmak bir namaz içindir. Salât’ı ikame etmekse geneldir. Benim anladığım bu.

Namazdan sonra namaz…

4 Nisa 103 Namazı bitirdiğinizde Allah’ı ayaktayken, otururken ve yan yatarken zikredin… Artık güvenliğe kavuşursanız salâtı ikame edin. Çünkü salât vakitlenmiş olarak müminlere yazılmıştır.

Bu ayetten önce savaşta namazın kısaltılması ayeti var zaten. Burada kast edilen namazdan sonra bi de şöyle namaz kılın değil elbette. Her halinizle ayakta yatarken otururken Allah’ı anmaya devam edin, salâtı az önce kıldığınız namazdan ibaret görmeyin, demektir. Güvenliğe çıktığınızda salâtı her yönüyle birlikte ikameye devam edin demektir. Innessalat… | Mutlaka ki “namaz anlamındaki salât” ise müminlere yazılmış ve vakitlendirilmiştir. Bu ayet namazın, salâtın yalnızca vakitlenmiş bir alt parçası olduğunu açıklayan ayettir. Eğer “Levh-i Mahfuz’da yazılmıştır” anlamında düşünürsek o zaman vaktin anlamı oldukça genişler. O da doğru. Düşünmek gerek.

Mısır’da kıbleye dönük evler yapın… Kıble kabul kökünden gelir. İlla ki durup fiziki olarak dönülecek, kapıları aynı yöne bakacak yeni evler yapın demek değildir. Soğan sarımsakları yok, ev nasıl yapacaklar!!! Burada kastın, kabulünüze (girdiğiniz tevhid yoluna) yönelik yerler haline getirin demek olduğuna kaniyim. Orada vahyi konuşacaklar, durumlarını belki tartışıp karar verecekler ve elbette bazı ibadetler de yapacaklardır.

Gündüzün iki ucu, gecenin zülüfleri… Tarafeyn nehari, zulefem minelleyl… Aslında çok basit. Üç kişisiniz ve benim karşımdasınız, sen de ortadasın diyelim. Sana diyorum ki, senin iki tarafındakiler. Ne anlarsın? Sana ait olmadığını ve yanında duran kişileri. “Tarafeyn nehari” gündüze ait değil geceye aittir. Gecenin zülüfleri ne demek o halde? Onu da şöyle açıklayayım. Zülüf biliyorsun saçın sarkan bölümleridir ve saç kadar sıkı değil, tel teldir. Dolayısıyla saç kadar siyah görünmez. Seyrektir. Aynen akşam güneşin inişinden gecenin tamamen kararıncaya kadar ve sabah fecr vaktinden güneşin doğumuna kadar olan süre gibi. Alacakaranlık yani. Çok güzel bir benzetme ve tam bir simetridir ama gece tarafına ait kabul edilir. O vakitlerin başlangıç ve bitiş saatleri böylece açıklanmış oluyor.

Güneşin sarkmasından gecenin kararmasına kadar… fecr vakti kuranı, işte o şahit olunandır… makamı mahmud… Bir önceki ayette; bu senden önce gönderdiğimiz elçilerin sünnetidir, denir. Bu atfı bir önceye de alabilir ve hicretten bahsediyor diyebilirsiniz. Ama bir sonraki ayete yani bu ayete de alabilir ve burada söylenen işi ve bu ayetten sonra gelen duaların hicrete yönelik olsa da “bu vakitlerde yap” dendiği de anlaşılıyor. Güneşin sarkmasından gecenin kararmasına kadar ekıymissalat et ve fecr vakti de var tabi. O fecr’de okunan üstelik şahitlidir. Bir sonraki ayette senin böyle bir müşkülün var madem gecenin bir bölümünde ayakta kal ve okumaya, tefekkür etmeye ve duaya devam et. Umulur ki seni huzura kavuşacağın başka bir yere gönderirim. Peki, gece ve fecr vakti ne okuyacak? İşte peşinden gelen ayetler onu açıklıyor. Şu şu duaları et. Beni doğru bir şekilde girdir doğru bir şekilde çıkart. Peygamberin duaları Kuran’a ayet olmuş durumda. Bu kadar basit. Okunan şey hem dua, hem Kuran.

Evlerinizde oturun da salâtı ikame edin… Peygamber hanımlarına ekıymıssalat ve atuzzekat edin deniyor. Ardından gelen ayette evinizde okunan ayetleri ve hikmeti hatırlayın deniyor. Dikkat edin hatırlayın deniyor, yani ayrı bir iş emrediliyor, daha önce okunan Kuranı hatırlamak üzere.

Ekamusselat vetezekki ile hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez, alakası… Kim temizlenip arınırsa kendi içindir denir ve takip eden ayetlerde, iki deniz bir değildir biri tuzlu diğeri tatlıdır ama ikisinden de taze et yersiniz deniyor. Ardından gece ile gündüzün birbirini sarıp sarmaladığı ve görevlerini yaptıkları, güneş ve ayın farklı olup bir karara doğru akıp gittiği örneklenir ve takip eden ayetlerde şirk üzerine vurgu yapılır. Demek ki ister tatlı su olalım ister acı, biz de taze et çıkaralım. İster gündüz ister gece, ister güneş ister ay olalım, biz işimizi yapalım. Farklılıklarımız bizi parçalamasın. İster namaz, ister Kuran okuma, ister her ikisi birden, işimize bakalım, birbirimizi zedelemeyelim.

Rabbin senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde kalktığını bilir. Senin gibi yapanlar da vardır. Kurandan kolay geleni (yapabildiğiniz kadarını) okuyun. Af dileyin tevbe edin… Hepsi salât kavramının içinde… Bu sadece namaz değil, hepsi, ama sanırım müstakil.

Kıble… Doğuya batıya dönmek iyilik değildir, Allah’a ahirete kitaba nebilere iman, yetimlere yakınlara yoksullara yolda kalmışlara isteyenlere ve esaret altındakilere malını verirler. Verdikleri sözü yerine getirir, savaşta ve hastalıklarda zorluklarda azimle sabır gösterirler…

Bu ayet hem namazın varlığına hem de kıblenin “olmazsa olmaz” olmadığına işarettir. Bugünkü gibi basit sorulara verilmiş örnek bir cevaptır bence.

Müşrikler namaz kılıp zekât verirse… Müşrikler namaz kılarsa değil, salât edip zekât verirse deniyor… Bundan kasıt, zaten tevbe suresinin konusu olan savaşılan müşriklerle peygamberin yaptığı anlaşma hükümlerinden doğan sorumluluklarını, bağlılıklarını yerine getirmeleridir. Eğer bunları yaparlarsa yollarını açın deniyor. Surenin tamamı zaten bununla, bu anlaşmayla ilişkilidir.

Alışveriş onları alıkoymaz, salâtı ikame ederler… Ne ticaret ne alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, salâtı ikameden ve atuzzekattan alıkoymaz, kıyam gününden korkarlar. İki ayet öncesi Nur 35’de Allah nurundan ve onu dilediğine indirdiğinden bahseder 36’da bu nurun müsaade ettiği evlere indiğini ve o evlerde sabah akşam Allah’ın tesbih edildiğini söyler. Ardından da işte yukarıdaki bu ayet gelir. Salâtın bir alt kümesi olarak hem evde kılınan namaza, hem de toplantı (Cuma) namazına, okumasına işaret vardır. Ardından tesbihi anlatmaya benzetmelerle devam eder. 41’inci ayette kuşların…. salâtından ve tesbihinden bahseder.

Ekamussalat ve renkler… Kitabı okuyanlar, ekamussalat ve gizli açık infak edenler zarara uğramayacak… İki önceki ayette, inen su ile biten renkleri farklı meyvelerden, dağlardaki farklı yollardan, bir önceki ayette insanların hayvanların renkleri değişik olanlarından bahseder ve âlimler ancak Allah’tan içi titreyenlerdir denir. Demek ki biz de farklı farklı şeyler, işler, fikirler üretmekle beraber aynı amaçta birleşebiliriz, birleşmeliyiz.

Ekamussalat ve emrihum şura ve mimma rezeknahum… Bir başka ikame salâtı söz konusu; şura ile karar almak… Ve ardındaki ayet kötülüğe karşı birlik olup karşı koyanlardır, diyor. Birleşmekten başka çıkar yol yok. Bu ayetlerin peş peşe gelmesi çok manidardır.

Mensek… Hac 35’de kalpleri ürperir, sabreder, mukıymıs salât ve atuzzekat yaparlar, deniyor. Ayetin bir öncesinde (34) biz her ümmet için bir mensek kıldık der ve kurban ibadetini onlara verdiğini belirtir. 36’da hayvanların Allah adına kesilip dağıtılması istenir. 37’de ise onların etleri ve kanları değil takvanız ulaşır denir. Burada ayet aslında link atıyor. 2:128’de İbrahim Allah’a “bize menseklerimizi göster tövbemizi doğru yapalım” diye dua etmiştir. 2:200’de hac ibadeti manasında bir mensek vardır. 2:196’da hac ibadeti ve orada dağıtılan kurbanlık anlamında geçer. 6:162’de yine tüm ritüel ibadetler için kullanılmıştır. 22:67’de biz her ümmete bir mensek tarzı verdik, seninle çekişmesinler, sen hidayet üzeresin denmiştir. 69’da kıyamet gününe atıf vardır ve aranızda Allah hükmedecektir, denilir. 71’de asıl meselenin nüsukun şeklinden çok Allah’tan başka şeylere tapıp tapmamak olduğu belirtilir.

Bu insanlara ağır gelir… Sabır ve salâtla yardım dileyin, bu huşu duyanlar dışındakilere ağır gelir. Ağır gelen şey bence bir önceki ayette geçen insanlara iyiliği emrederken kendini unutmamaktır. Yani dini anlat anlat dur, ama kendinin hayata tatbik etmene sıra gelince zor gelmesi. Yoksa namazın insanlara o kadar da ağır geldiğini düşünmüyorum. Hatta işin kolayı gibi geliyor. “Namazı kıl, borcunu öde, kendi işine bak” anlayışında insanların çoğu. Namazı kılınca cennet garanti onlara göre! Bundan kolay ne var!

Ekamte lehum us salât… Ekamte lehum us salât: onlara sen salât ettirdiğinde yani onlar sorumlu olduklarının sorumluluğunu yerine getirirlerken şöyle şöyle yapın kısaltın, kâfirlerden korunun… Onlar secde ettiğinde okuma/namaz bitiyor, olabilir de. Rekât falan değil zaman yönünden kısaltma söz konusu bence.

İsteksizce namaz… İkiyüzlüler yani münafıklar, isteksizce salata kalkarlar ve gösteriş yaparlar… diyor. O halde namazımızı eğer isteksizce ve gösteriş için yaptığımıza dair bir şüphemiz varsa önce ona dair şüphelerimizi yok etmeliyiz. Aksi takdirde kaş yaparken göz çıkarmış oluruz. Bir nüsuku sırf Allah’ı kandırmaya benzer biçimde ifa etmiş oluruz ki Allah bizi affetsin.

Salât’a çağrı yapıldığında alay… İnsanlar ders için toplantı çağrısı yapıyorsa neden alay etsinler? Emin değilim ama bence kendileri de namaz kılıyor ama bizimkiler farklı kıldıkları için küçümseyip alay ediyorlar. Bugüne izdüşür. Eğer sen subhaneke, ettehiyyatü gibi şeyler okumayıp namazda alışılmışın dışında şeyler söylerken ya da yaparken görseler insanların çoğunun komiğine gider. Çünkü hiç görmedikleri bir şeydir. Böyle namaz mı olur derler. Birkaç defa böyle gördükten sonra da namaza giderken alay etmeye başlarlar.

İçki ve Kumar Salâttan alıkoyar… Bence bu ayet de namaza işaret ediyor. Çünkü içki masaları aslında birçok kararın alındığı, bugün bile toplantıların yapıldığı yerlerdir. İş toplantılarının çoğu bugün maalesef böyle değil mi? İçki, toplantıları engellemez. Çok muhtemelen eskiden de böyleydi. Zaten bu ayet “sarhoşken ne dediğinizi bilene kadar” ayetine de link atıyor.

Toplantı salâtı… Bence arkadaşlar bu konuda çok haklılar. Kuran’da peygamberimizin bir ders ve toplantı ortamında olduğuna işaret eden birçok ayet grubu var. Ama bu, namaz kılmadıkları ya da bugün namaza gereksinim olmadığı anlamına gelmiyor.

Essalat geçenler namaz mıdır? Kitaptan gizleyenler, Allah’ı takdir edemeyenler, şiddetli biçimde eleştirilirler. “Salât” bu ayette yalın geçer. Muhafaza edilmesi istenir. Bir önceki ayette saçma uğraşlarla uğraşanlar kınanır. Salâtın hafızalanması geçer. Unutulmaması demektir. İkame salât ise ayakta tutmak, devam etmektir, hafızalanır mı, düşünmek gerek. Bu ayet belki de essalat prensibi dışında kalabilir. Net bir ayrım yok bence ama salât yalın geçiyorsa daha çok işaret var, o kadar.

Salât ve nusuk bir arada… Enam 162 namaza işaret adına çok çok önemli bir ayet. Salât ve nusuk bir arada geçer. Bundan önce 159’da gruplaşanlar kınanır. 161’de İbrahim’in dinine, örfüne atıf vardır. Bu ayette “yaptıklarım Allah içindir şüphesiz” denir. Demek ki secde ediyor ve sadece Allah’a has kılıyorsak bunu kınamak hiç de uygun bir davranış değil. Aynen benim iddia ettiğim gibi. 163’de ben böyle emrolundum denir. Bağlamıyla tam oturan bir ayettir. 164’de anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri haber verecek denir. Sanki bugünü anlatmakta. 165’de de bağışlayandır esirgeyendir denir. Daha ne desin…

Ağlayarak kapanmak… Bu ayeti anlamak için Meryem 55’den beri anlatılan peygamberleri okuyup görmek gerek. Hepsi salâtı emrederlerdi. İlginç olan nokta ise bu ayetten bir öncekidir. 58. Orada Rahmanın ayetleri okunurken ağlayarak secdeye kapanıyorlardı denir. Elbette secdenin manevi anlamı da söz konusu ama bu ihtilafa düşme nedeni değildir. Çünkü 17:110’daki gibi başka kelimeler kullanılarak secde ile beraber fiziksel kapanma anılmıştır. Ve bu ayet ne diyor, en ilginci de o. Sonra öyle nesiller türedi ki edaus salâtı kaybettiler, hevalarına şehvetlerine aşırılıklarına uyup içindeki bu (önceki ayette anlatılan) manevi duyarlılığı kaybettiler. Böylece salâtın bu fiziksel eda edilişi bozuldu. Bir sonraki ayette bu bozulmanın ardından, buna rağmen tevbe edip iyi işler yapanlar ödüllerini kaybetmeyecekler denir.

Salât insan içindir, Borç değildir… Ehline salâtı emret ve onda kararlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, biz sana veriyoruz. Burada Allah’a yemelik kurban adayanlar kınanıyor muhtemelen. Ve aynı zamanda ritüel salâtla borç ödeniyor değil, salat insanın kendisi içindir, Allah’a bir şey vermek için değil. Borç değildir. Bunu böyle düşünme sebebim vakitlenmiş salâtın hemen önceki 130’uncu ayette anlatılıyor olmasıdır: 130. Onların söylediklerine sabret (ne söylüyor olabilirler, namaz borçtur diyor olabilirler veya hani kurban nerede diyor olabilirler) güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Demek ki istenen tesbih diye bir şey bu saatlerde. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında. Etrafen nehari tamamlayıcı açıklama olabilir. Çünkü, ekin kelimesinin karşılığını göremedim. 131. Onların rızkına göz dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı. (Muhtemelen onların sözü geçerli olması ve malla ve zenginlikle önde olmaları)

Salih bir ameli kötüyle karıştırmak… Bu ayette bir salli ve bir salât kelimesi geçer, “es” olmadan kullanılmıştır. Onların mallarından sadaka al, onları arındır. Onlara destek ver, salâtın onlara huzur ve sükûnet verir. Bir önceki ayet çok önemli bir ipucu verir: Onlar salih bir ameli bir başka kötüyle karıştırmışlardır ama umulur ki Allah tövbelerini kabul eder denir. Allah bağışlayan koruyandır diye biter ayet. Bir sonraki ayetse onlar bilmiyorlar mı Allah tövbelerini kabul eder denmiştir. Demek ki mesele, salih bir amelin içine kötülük karışmasıdır. Namaz da böyle bir şeydir, kimseye zararı yoktur ama kılan eğer sadece Allah’a yönelmiyorsa, bunu yaptığı zaman güzel bir işe kötülük karıştırmış olur. Ama ne zaman ki bunun fark eder ve tevbe eder Allah elbette affedicidir.

Senin salâtın mı emrediyor… Burada hem salâtı ikamenin tanımına yönelik bir içerik vardır. Hem de Şuayb’in “salât”ı “bağlantısı” “yüküncü” sorgulanmaktadır. Ey Şuayb atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmamızı senin salâtın mı emrediyor? Çünkü sen yumuşak huylu, reşid (aklı başında) bir adamdın, ne oldi sana böyle? Hemen ardından gelen ayette Şuayb ya ben gerçekten rabbimden bir belge üzerindeysem diyor ve ekliyor benim istediğim gücüm oranında “ıslah” etmektir.

Dura dura okumak… Zaten en güzel özellikler onundur. Bir anlamda bir şey ekleyemez de eksiltemez de söyledikleriniz O’ndan. Siz yönelin. Salâtında sesini çok yükseltme çok da kısma, orta bir yol edin. Bu ayeti anlamak için 105’inci ayetten başlamak gerek. 105 Biz onu senin insanları uyarman ve müjdelemen için indirdik. 106 İnsanlara dura dura okuman için safha safha bölümler halinde gönderdik. 107 Siz ister inanın ister inanmayın. Sizden önce ilim verilenlere o okunduğu zaman çeneleri üstüne kapanır secde ederlerdi. (kapanma ve secde aynı ayet içinde) 108 Ve derler ki Rabbimin vaadi gerçekleşiyor. (Biz de bunu diyelim. Bu topraklarda şu sıralar Rabbimizin vaadi gerçekleşiyor) 109 Çeneleri üzerine kapanıp ağlıyorlar ve huşuları artıyor. Ve bu ayet 110’ncu ayet geliyor. Ardından yüceltme duası. Hiç manidar değil mi! (Okumak da var, secde de var, buradaki dura dura okuma bir anda olan değil, ayetlerin bölüm bölüm gelmesi ile ilgili, illa aynı gün aynı saatte dura dura okumak değil) Dura dura okuyasın diye fasılalar halinde gönderdik. Düşünelim. Eğer fasılalar halinde gönderilmeseydi hızlı mı okunacaktı!!! Demek ki “dura dura”dan kasıt peyderpey ayet inmesi ve aralıklı olarak peygamberin bunları bildirmesi.

Salâtta Huşu… Elbette bir derste de huşu olabilir ama Kuran boyunca huşu sözüyle genelde tekil ve tesbih durumlarında karşılaşıyoruz.

Üç vakitte izin… Üç vakitte izin, salatil fecr, salatil işa ve öğlen elbiselerinizi çıkarttığınız vakit. Öğlen için neden salat demesin!!! Ben burada iki görüyorum ama diğer ayetlerden (tarafeyn değil, etrafen nehari, gün etrafında, gün içinde, güneş batmadan önce) üç olabileceğini düşünüyorum. Bunu da “gündüz işleriniz çoktur, rızık ararsınız” gibi ayetlerin desteklediğini düşünüyorum. Ama beş görene de niye 5 dememin hiçbir anlamı yok. Dileyen dilediği kadar, içi huzurlu olduğu kadar secde etsin, Allah’a bağlansın. Hiç de yanlış görmem.

Cuma namazı… Cuma günü salât için çağrıldığınız zaman zikretmeye koşun ve alışverişi bırakın. Burada ders söz konusu olabilir. 11’inci ayette bunu yapmayanların elçiyi ayakta bırakıp gittikleri anlatılır. Ben dersin ayakta yapıldığını düşünmüyorum. Ancak bir hutbe ayakta yapılabilir. Bu kapsamda bunun hem ders hem de ritüel tarafı olduğunu düşünüyorum. Cuma suresinin 5 ve 6. ayeti de hizipleşme konusuna çok manidardır. Tevrat’ı sahiplenip onu benimseyememiş olanlar kitap yüklü eşeğe benzetilir ve hemen akabindeki ayette yine bölünmemeye atıf vardır. Yahudilere, sadece sizin Allah’ın dostları olduğunuzu düşünüyorsanız ölümü isteyin, denir. İşte biz de kitap konusunda anlaşmazlığa düşüp birbirimizin ibadetlerini yok sayarsak ve bu yüzden tekfir edersek aynı duruma düşmüş olmaz mıyız? Böyle basit şeylerle, detaylarla vakit kaybediyoruz bence.

Ala salatihim daimun… Onlar salâtlarında süreklidirler. Öncesinde ve sonrasında cimrilikten ve infaktan bahis vardır. Buradaki salâtın infakla ilgili olduğu açık. Kötülüklerden alıkonulmaktadırlar. Her salât ya da essalât yalnız geçti diye illa ki namaz değildir. Böyle bir ayrıma net bir işaret de yok bence. Bildiğimizi aramayalım, bulduğumuzu bilelim.

Meleklerin tesbihi… Melekler onu hamd ile tesbih ederken onlar ise Allah hakkında çekişip tartışır diyor Allah. Çok çok ibret verici. İşte bu ayetler hep gözden kaçırılıyor. Lafla peynir gemisi yürüttüğümüzü zannediyoruz maalesef.

Kuran’ı parça parça kıldılar… Önüyle arkasıyla okumak gerek bu ayeti de. Açıklamaya bile korkuyorum aslında. Çünkü kendimce açıklamaya kalkarsam başkaları hakkında zanna girmekten çekiniyorum. En iyisi mi sen oku, düşün, kardeşim.

15:90: Parça ayırıcılarına indirdiğimiz gibi 15:91: Ki onlar Kuran’ı parça parça kıldılar 15:92: Rabbine andolsun, onların tümüne bunu soracağız 15:93: Yapmakta oldukları şeyleri 15:94: Öyleyse sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme. 15:95: Şüphesiz o alay edenlere karşı biz sana yeteriz. 15:96: Ki onlar Allah ile beraber başka ilahları edinmekteler; onlar yakında bilip öğrenecekler. 15:97: Andolsun onların söylemekte olduklarına karşı göğsünün daraldığını biliyoruz. 15:98: Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol. (Çok açık değil mi?) 15:99: Ve yakin sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et.

Sabah akşam tesbih edin… Zekeriya kavminin karşısına çıkıp işaret etti: sabah akşam tesbih edin. Daha ne desin!

Taha 130… “Şu halde onların söylediklerine karşı sabırlı ol, güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün etrafında tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin.” Arapçasında “da” eki göremedim ben. Ben üçüncü vaktin üç vakit izin ayetinde veya salâtı vustada değil burada olduğunu zannediyorum.

Yorgunluk duymazlar… “Enbiya 19: Göklerde ve yerde kim varsa onundur. O’nun yanında olanlar ona ibadet etmekte büyüklüğe kapılmazlar ve YORGUNLUK duymazlar. 20: Gece ve gündüz hiç durmaksızın tesbih ederler.” Yorgunluk duymazlar ifadesine dikkat. İnsan hareket etmiyorsa o kadar da yorulmaz. Saatlerce oturup ders yapabilirsin, okuyup, dinleyebilirsin. Hele de hoşuna gidiyorsa hiç sorun olmaz. Sıkılabilirsin ama kolay kolay yorulmazsın.

Namazda Mubah Alanlar… Görmedin mi göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah’ı tesbih etmektedir. Her biri kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. (İşte mubah alanlar dediğim yerlerden birisi burası. Bırak isteyen istediği gibi kılsın. Kime ne zararı var. Allah’a yöneliyor adam. Yeter ki şirke girmesin.) Allah onların işlediklerini bilendir.

Vakitler… Rum 17: Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz vakit de Allah’ı tesbih edip (yüceltin).   18: Hamd onundur; göklerde ve yerde, günün sonunda ve öğleye erdiğiniz vakit de. Ahzab 41: Ey iman edenler Allah’ı çokça zikredin 42: Ve O’nu sabah ve akşam tesbih edin. (Üç vaktin tamamını gösteren ayetler olduğunu düşünüyorum.)

Yanları yataklardan uzaklaşmak… 15: Bizim ayetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar iman eder. 16: ONLARIN YANLARI YATAKLARINDAN UZAKLAŞIR. Rablerine korku ve umutla dua ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.

76:22 Şüphesiz bu sizin için bir mükâfattır. Çaba harcamanız şükre değer makbul görülmüştür. 23 Gerçek şu ki Kuran senin üzerine safhalar halinde bir indirme tarzıyla indiren biziz, biz. 24 Öyleyse Rabbinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkâr veya nankör olanlara itaat etme. 25 Ve sabah akşam Rabbinin adını zikret. 26 Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve geceleyin uzun uzadıya O’nu tesbih et. 27 Gerçek şu ki bunlar çarçabuk geçmekte olan dünyayı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar. 28 Onları biz yarattık ve “bağ”larını sımsıkı bağladık. Dilediğimiz zaman onları benzerleriyle değiştiririz. 29 Şüphesiz bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir.

Ayetleri dönüp bir daha oku bence. Peygamber gibi, peygambere özel emredilenler gibi yapmak isteyen müminler için, okumak, üzerinde düşünmek, hatta her anlamıyla secde etmek için geceler bulunmaz fırsatlardır.

Yunus, Balığın Karnında… 142: Derken onu balık yutmuştu, derken o kınanmıştı 143: Eğer (Allah’ı çokça) tesbih edenlerden olmasaydı, 144: Onun karnında dirilip kaldırılacakları güne kadar kalakalmıştı. 145: Sonunda o hasta bir durumdayken çıplak bir yere (sahile) attık. 146: Ve üzerine sık geniş yaprakla, bir ağaç bitirdik.

Yunus, balığın karnında Kuran mı vahiy mi okuyordu? Yoksa tesbih mi yapıyordu? Mesele tesbihin şekli değil, niteliği elbet. Sadece O’na yönelip sadece ondan af ve yardım dilemek. Bütün varlığınla O’na teslim olmak.

Söylenenlere Üzülen Kişi Ne Yapmalı? “Sad 17 Sen onların söylediklerine karşı sabret ve bizim güç sahibi kulumuz Davut’u hatırla. Çünkü o her tutum ve davranışında Allah’a yönelen birisiydi. 18 Doğrusu biz dağlara boyun eğdirdik, akşam ve sabah kendisiyle birlikte (Allah’ı) tesbih ederlerdi.”

Çok önemli dört ayet: Söylenenlere üzülen kişi ne yapar? Hayata mola verip Allah’a mazeretini sunar, sunmalı. İşte namaz. Allah namazla salât yükümüzü hafifletiyor. Sonra gelen ayetler de konuyu tamamlıyor…

“19 Ve toplanıp gelen kuşları da. Hepsi onunla (Allah’ı tesbih etmede uyum içinde) yönelip-dönmekte olanlar idi. 20 Onun mülkünü güçlendirmiştik. Ona ayırt etme ve anlatım çarpıcılığını vermiştik.”

Namaz Sığınaktır… 55 Şu halde sen sabret. Gerçekten Allah’ın va’di haktır. Günahın için mağfiret dile; akşam ve sabah Rabbini hamd ile tesbih et. 

Salât esnasında sığınak gibidir namaz. Salât yoksa namaza da gerek yoktur, salât yapmayan namazı da yapamaz.

Aya Secde Etmeyin… Fussilet 36 Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü o işitendir bilendir. 37 Gece gündüz güneş ve ay onun ayetlerindendir. Siz güneşe de aya da secde etmeyin. Allah’a secde edin ki bunları kendisi yaratmıştır. Eğer ona ibadet edecekseniz. 38 Şayet onlar büyüklenecek olurlarsa, Rabbinin katında bulunanlar, O’nu gece ve gündüz tesbih ederler ve (bundan) bıkkınlık duymazlar.

Tam bir namaz ayetleri cemidir burası. Aya secde etmeyin, bana edin diyor. Eski dinlerin alışkanlıklarını yıkıyor açıkça. Ay onlara bir şey söyleyemeyeceğine göre ay’ın söylediklerine tav olacak değiller. Demek ki secde iddia edildiği gibi sadece ikna olup boyun eğme manasına gelmez. Ritüeli de içerir.

Ritüel olmayan tesbih var mı? Elbette var. 50:39 Öyleyse sen, onların dediklerine karşılık sabret ve Rabbini güneşin doğuşundan önce ve batışından önce hamd ile tesbih et. 40 Gecenin bir bölümünde ve secdelerin arkasından da O’nu tesbih et.

Şu çok önemli. (Secdelerin ardından da..) Demek ki secdeli olan var ve onun dışında olanı da var. Yani ritüel olanı var, olmayanı var. Daha doğrusu… Vakitlenmişle yetinmeyin, fırsat bulduğunuzda ritüele gerek duymadan da onu anmanın faydası var. Bu anma, gerek hayata salât’ı ikameyle O’nun doğrularını yansıtmak, gerekse yaşadıklarında O’nu görebilecek düşünme yetisine sahip olabilmek, hatta gerekse sadece aklına getirebilmektir.

Her Kalkışında… 52:48 Artık, Rabbinin hükmüne sabret; çünkü gerçekten sen, Bizim gözlerimizin önündesin. Ve her kalkışında Rabbini hamd ile tesbih et. 49 Gecenin bir bölümünde ve yıldızların batışının ardından da O’nu tesbih et.

Yıldızlar fecr’le batar. Bu yüzden hem sabah namazına hem de güne işaret var bence. Yani gün boyu da unutmamak gerek. Bizim için de öyle. Gece bir saate kadar oku, düşün, öğren, ama ertesi gün hayata tatbik etmedikten sonra manası yok.

İnsanlar Bugün de Dalga Dalga Allah’ın Dinine Giriyor…

110:1 Allahın yardımı ve fethi geldiği zaman 2 İnsanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde 3 Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.

İnsanlar bugün de dalga dalga Allah’ın dinine giriyor. Tarihi yönü olması bugün bu ayetlerin anlamı olmaması demek değil. Kuran’a yönelişi görenler azıcık düşünseler “ne oluyor yahu” diyerek düşünmeye başlarlar. Ama ilmi veren Allah, biz sadece uyarırız. Daha biz bile ol’madık ki! Öğreniyoruz işte. Allah yardımcımız olsun. O’na güvendik. Umut ediyoruz.

SALÂT’A YÜRÜYÜŞ | 7.BÖLÜM | SECDE

Bu kadar uzun bir yazı dizisinden sonra hala ne dediğimi anlatamamışsam benim eksikliğimdendir. Halen bu adam salâtın, namaz mıydı, ders miydi, tesbih miydi yoksa başka bir şey miydi diye ne anlattığını anlamamış olanların var olma ihtimalini (kendi eksikliğim nedeniyle) yok saymıyorum. Fikrimin ne olduğunun anlaşılabilmesi için, son bir gayretle konu hakkında bir başka anlatımla daha tane tane söylemek ve son paragraflarda namazın faydasına dair “kendi üslubumca” tespitlerimle bitirmek istiyorum.

Salât ders değildir. Salât namaz da değildir. Salât tesbih de değildir. Salât başka herhangi bir şey de değildir. Salât kulun ve toplumun Allah’la olan tüm bağlantılarıdır. Salât içeriğiyle ise bunların hepsini içine alan bir havuzdur. Bu salât havuzunun içinde hem Kuran, hem de o Kuran’ı okuyan bir müminin edindiği hikmet (o dersin kendisine düşündürdüğü gerçeklerin yansıması) vardır.

Peygamberimizin ders yaptığına eminim. Ama ders olan salât değil, Kuran’dır. Salât bağlantısını hayata kuracağımız şey olarak, hem dersi hem de hikmetini içerir. Yani hem Kuran’ı hem de bugüne izdüşümü olan bize yansımasını kapsar.

Peygamberimizin (şekli şemali bizimkine tam olarak benzesin ya da benzemesin) namaz kıldığına da eminim. Ama bu namaz, salâtın ikamesinin özel bir hali, yani vahyi hayata tatbike gayret eden bireyin karşılaştığı zorluklardan ve yorgunluklardan dolayı Allah’la kurduğu vakitli bir bağlantıyla nefsini dinlendiren şeydir. Namaz ya da adına ne derseniz deyin, içini tesbih doldurur. Tesbih namazın olmazsa olmazıdır. Tesbihin içinde ise boncuk değil dua vardır. Hatırlanan Kuran ayetleri vardır. Allah’a övgü vardır. Şükür vardır. Hatta şikâyet vardır. Sevinç vardır. Soru vardır. Cevap vardır. Dinlenme vardır. Sadece Allah’ın anılması ve bireysel olarak O’na manen yönelinmesi vardır. Yani Allah’a bireysel bir bağlantıdır. Salât içinde sadece bir paragraftır. Bütün salât ise Kuran’daki bütün derslerin ve tesbihin içindekilerin hepsini içerir. Salâtın ikamesi genel manada sadece bireyin değil toplumun hayatının da Allah’a bağlanmasıdır.

Vakitlenmiş olan, işte bu (örfi şekliyle ya da başka bir biçimde) namaz ve içini dolduran tesbihtir. Çünkü bireyin genellikle yalnız kaldığı zamanlardır o vakitler. Ama birileri diğerleriyle kuşlar gibi saf tutmuşsa, bu da hoş görülen bir şeydir. Dersler ise vakitlenmiş değildir. Her isteyen uygun olduğu vakitlerde diğerleriyle anlaşarak bir araya gelip Kuran dersi yapabilir. Hem dersin hem de tesbihin birleştirildiği tek vakitli olan şey ise Cuma (Toplantı) namazıdır. İçinde ders de vardır. Tesbih de vardır.

Herkes kendi tesbihinde özgürdür ve dolayısıyla namazda mubah alanlar vardır. Kuşlar kendi tesbihini, dağlar kendi tesbihini biliyor ama biz insanlar maalesef kendimize has tesbihimizi bilmekte, O’na yönelmede özgür olduğumuzu anlamakta zorlanıyoruz.

Kuran’da ders olarak nitelenen Kuran’ın kendisi, hikmet olarak nitelenen bireyin okuduğundan (ister tek başına, isterse arkadaşlarıyla birlikte) aldığı yansımalardır. Kitabın birçok yerinde vakitli olarak anılan şey, tesbih ve yalın olan geçen (ikame fiili olmayan) salâtların bir kısmıdır. Zekeriya mihrabında yalnız başına “musalli” halindeydi. Dışarı çıktığında insanlara “sabah akşam tesbih edin” dedi “sabah akşam gelin de sizinle vahiy dersi yapalım” demedi. Vakitli olan Kuran dersi değil tesbihtir. Bu sözüm, Kuran dersi yok anlamına gelmez. O da vardır ve kitapta bunun olduğunu gösteren ayet grupları zaten mevcuttur. Ama Cuma hariç, vakitli değildir.

Peki, şimdi biz nasıl salât edeceğiz veya namazı nasıl kılacağız diye soran varsa, Allah’a emanet olsun inşallah. Bu makalenin asıl teması şudur: Bölünmemeliyiz. İster beş vakit, ister üç vakit, ister iki vakit ister tüm gün namaz kılın, ister hiç kılmayın, bu benim düşünceme göre ayrışmamıza sebep değildir. Tesbihiniz sizin mahreminizdir. Rükû edenlerle rükû etmek de Allah’ın emridir. Sadece Allah’a yönelinmesi koşuluyla… Biz O’nunla kendi anladığımız dilde ya da en azından anlamını bildiğimiz cümlelerle irtibat kurmalıyız. Hangi baba, oğlu yalvarırken merhametsiz kalabilir. Allah bir babadan daha mı merhametsiz!!! Veyahut “niye şöyle eğildin de böyle eğilmedin, neden şu hareketi yapmadın da şöyle yaptın” diye kızar mı bize? Allah’ı hiç mi tanımadık!

Kavga edeceksek de insanlara faydası dokunacak işler için kavga edelim. Tutup büyük meseleler dururken, alt hususlarda kavga ederek büyük resmi gözden kaçırmayalım. Ortada salâtın ne olduğundan haberi olmayan bir millet varken, salâtın bireyi ilgilendiren alt kümeleri üzerinde tartışmanın, ayrışmadan başka bir işe yaramayacağı ve salâtı engelleyeceği muhakkak. Ortada daha okul yokken, okul kantindir, okul dershaneden ibarettir veya okul müdür odasıdır ve yahut okul bayrak direğidir diye tartışmanın hiçbir anlamı yok. Önce okulu yapalım. İsteyen dershaneye girsin, isteyen teneffüs zili çaldığında gidip kantinde çikolatasını yesin.

Ben namazımı şu şu şu saatlerde gönlüm ferah olarak kılmaya devam ediyorum. Var mı yok mu tartışmalarından sıyrılmış, içim rahat ve huzurlu biçimde sadece Allah’a yöneliyorum. Daha fazla bir huşu duymam gerekir ve belki hatam da olabilir ama Kuran’da tüm bunları gördükten sonra, kuşlar gibi kendi bildiğim şekilde yapmamın bana emredilen olduğu kanaatindeyim. Varsa küçük hatalarımı Allah’ın affedeceğini umuyorum. Bence siz de içiniz rahat olarak nasıl yönelecekseniz öyle yönelin. Kimseyi ilgilendirmez sizden başka. Gördüğüm salâtlardan sonra birisine “namaz kılıyor musun” demeyi bile yersiz ve seviyesiz buluyorum. Böyle bir şey sormak, mahallendeki muhtaca “zekât vermiyor musun?” diye sormaya benzer. Tüm yazı serisi boyunca anlattıklarıma rağmen benim yazdıklarım asla Kuran’da olan gerçeklere ortak koşulmamalıdır. Allah’ın vahyettikleri dışındaki tüm yazılanlar insan sözleridir ve öyle ya da böyle hata içerirler. Salat ve bağlantılı olarak örfi namaz konusunda benim anlattıklarım benim kitaptan gördüklerimden sonraki kanaatlerimdir. Doğru bildiğimin dürüstçe bir anlamda savunmasıdır. Eğer farkına varmadan küçük ya da büyük bir hataya düşmüşsem beni daha doğruya iletecek olan da Allah’tan başkası değildir. Ve yine tekrar ediyorum, esas mesele ayrılığa düşmemektir, şirk koşmak dışında anladıklarımızdan dolayı hizipleşmemektir. Bize düşen Kuran’la yol alan herkesi birleştirmek ve hatta bizim gibi düşünmeyenlerle bile selam içinde yaşamaktır. Hatalarımızı düzeltecek olan Allah’tır.

3 Ali İmran 103 Allah’ın ipine topluca sımsıkı sarılın; ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan nimetini anımsayın. Siz birbirinize düşmanlar idiniz de kalplerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi ondan kurtardı. Yola gelesiniz diye Allah ayetlerini böyle açıklıyor.

Ey büyümüş de küçülmüş çocuk, bunun sana ne faydası var göremiyor musun? Türlü salâtlar ederken… Türlü sorunlarla boğuşurken… Kalbin sıkışırken… Göğsün daralırken… Faturalarını ödeyemezken… Bebeğinin hastalığına üzülmüşken… Babanı ya da anneni kaybetmişken… Üniversite bütün düşünceni hapsetmişken… Arkadaşlarından uzak kalmışken… Sana bir söz söylenmiş de ağırına gitmiş ama öfkeni dindirecek cevabı verememişken… Sen birisine bir söz söyleyip de pişman olmuşken… Patronla arayı bozmuşken… Kocanla/karınla tartışmışken… Çözemeyeceğini düşündüğün sorunlarla güreşirken… Bir raund arası versen…

Aybaşına on gün kala cebinde on beş lira kalmışken… Şefkat arayıp da bulamamışken… Kuran’a döndüğün ve Kuran’la uyardığın için damgalanmış ve sapkınlıkla suçlanmışken… Çaresiz olduğunu zannettiğin dertlere düşmüşken… Artık bundan öte ne yapacağını bilememişken… Bir eğil, iki eğil, dört eğil… İki vakit üç vakit beş vakit… Ayakta, eğilerek, yan yatarak, düz durarak, uzanarak… ARADA BİR HAYATA MOLA VERSEN OLMAZ MI?

Hiç mi yorulmadın? Hiç mi yorulmuyorsun şu hayattan? Arada bir yere kapanıp da mola versen olmaz mı? Arada bir şu dünyadan bağını koparıp da gerçeğe gözünü açsan olmaz mı? Arada bir reset atsan, şu beynini azıcık dinlendirsen olmaz mı? Büyümen için sana bir ömür verilmişken, arada bir o hayatının zekâtını versen… Tarlanı arada bir nadasa bıraksan… Büyüdükten sonra büyüklenmesen de küçülsen… Büyümüş de küçülmüş çocuk olsan… Bir an için yok olsan… O, yıllar süren yaşamının orucunu arada bir üç beş dakika tutsan… Hatta istersen secdede gözlerini bile kapatsan… Şu yalan dünyaya azıcık fa”sal”a versen de… O’nunla “bağlantı”ya geçsen olmaz mı?

İZNİ OLMAKSIZIN ŞEFAAT

Yayınlandı: 12 Ekim 2014 / Kalemzade Kamil, İktibaslar

q3

Mantıksal Çıkarımlarla Kuran’daki Şefaat Kavramı | 3.Bölüm

Eğer peygamberin örnekliğini arıyorsak başta “De ki” diye başlayan ayetler olmak üzere Kuran’da istediğimiz kadar örnekliğini buluyoruz. Demek ki peygamberimiz ve ona vahyedilenler “Allah’ın rahmeti” olarak âlemlere gönderilmiştir. Anlamamız gereken budur. Yoksa peygamberi kendinden rahmet sahibi olarak görüp ilahlaştırmak değil. Çünkü ilk çıkarımımız buna mani oluyor.

Çıkarım 1: Peygamberler ve melekler Rab edinilmeyecek, Sadece Rabbimize ait özellikler onlara verilmeyecek…

Gelelim Bakara 255’e…

2-Bakara 255 Allah… O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiç birşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür.

Burada Allah açık açık meydan okumuyor mu? Siz kim oluyorsunuz da ben varken birilerini, kendinize şefaatçiler ediniyorsunuz demiyor mu? Bu sözü işittikten sonra biz hangi cesaretle “peygamber bize şefaat edecek” diyebiliriz!!! Hıristiyanlar da aynı hataya düştüler. İsa’nın onları kurtaracağını iddia ettiler. Mekke’li müşrikler de melekleri ileri sürmüştü. Şimdi “müslümanların” büyük kısmı sadece peygamberin de değil, sıralı sırasız birçok zatın da şefaat edeceğini umuyorlar. Allah aşkına, kim kimi, kimin azabından kurtarıyor!!!

Fakat bu ayette geçen “izni olmaksızın” sözünü nasıl açıklayabiliriz? Ya “ben izin vermem kimseye” diyor ya da “izin vereceklerim var ama siz bilmezsiniz” diyor. Veyahut “siz birilerinin şefaat edeceğini iddia ediyorsunuz, bunu reddediyorum” demesini böyle açıklıyor. Hiçbiri değilse de burada Allah’ın bir gerçeği sözkonusu. Biz bulsak da bulmasak da. Yine de günümüzde çokça dile getirilen şu çıkarımı devre dışı bırakmayalım biz.

Çıkarım 4: Allah izin vermedikçe kimse şefaat edemez. Eğer Allah izin verirse birilerinin şefaati söz konusu olabilir.

Daha önceki çıkarımlarla bu çıkarım bir çelişki oluşturuyor mu sizce? Ayrıca bunlar yani “önlerindeki ve arkalarındakiler” kimler? Eğer “izin verilecekse” bunlar nasıl bir şefaatte bulunabilirler? Benzer ayetlere bakalım.

10-Yunus 3 Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden, işleri evirip-çeviren Allah’tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O’na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?

Benzer bir ayet ama önemli bir açıklama getirmiş. Şefaat bahsinden sonra “Rabbiniz Allah’a kulluk edin, öğüt alıp düşünmeyecek misiniz” diyor. O halde birileri bir ihtimal ve bir şekilde şefaat edecekse bile bizim görevimiz, Allah’a ait olan bu yetkiyi başkasından beklememektir. Birilerini, bir şeyleri vesile etse bile “işleri evirip çeviren” O’dur.

Çıkarım 5: Allah birilerine izin verecek olsa bile şefaat O’ndan başkasından istenemez.

21-Enbiya 28 O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir; onlar şefaat etmezler (kendisinden) hoşnut olunandan başka. Ve onlar, O’nun haşmetinden içleri titremekte olanlardır.

21-Enbiya 29 Onlardan her kim: ‘Gerçekten ben, O’nun dışında bir ilahım’ diyecek olsa, bu durumda biz onu cehennemle cezalandırırız. Zalimleri biz böyle cezalandırırız.

Önlerdeki ve arkadakiler… Hoşnut olunanlar… İçi titremekte olanlar… Ben de ayrıca bir ilahım diyemeyenler… Kim bunlar sizce?

19-Meryem 87 Rahmanın katında ahid almışların dışında (onlar) şefaate malik olmayacaklardır.

20-Taha 109 O gün şefaat yarar sağlamaz. Ancak Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimse müstesna.

Ahid, söz almışlar… İzin verilenler… Sözünden hoşnut olunanlar kimler? Düşünelim ve devam edelim.

34-Sebe 23 O’nun katında şefaat yarar sağlamaz; ancak izin verdiği hariç. Nihayet, yüreklerindeki korkuları giderilince, ‘Rabbiniz ne dedi?’ derler. ‘Gerçeği söyledi’ derler. O En Yücedir, En Büyüktür.

Acaba birbirlerine mi soruyorlar, yoksa birileri inkârcılara mı soruyor? İzin verilenler, bir takım şefaatçiler mi yoksa Allah’ın şefaatine nail olanlar mı? Soruları hafızamızın bir kenara yazarken devam edelim. Çok çok önemli ve yeni bir çıkarım yapabileceğimiz bir ayet geliyor şimdi.

10-Yunus 18 Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.’

Daha önceki çıkarımları zihnimizden geçirelim ve “ başka …lara kulluk ederler” ile “bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir derler” bağlantısını kurmaya çalışalım. Her Fatiha’da “yalnız O’na kulluk edeceğimizi” söylediğimizi ve Allah’ın bizi sadece kendisine kulluk edelim diye yaratmış olduğunu hatırlayalım. İşte bu ayette “kulluk” ve “şefaatçi edinme” kavramları özdeşleştiriliyor. Allah’ın çizdiği sınırları aşmayalım. Yani şefaatçi edindiklerimize kul olmuş oluyoruz. Oysa sadece Allah’a kul olmalıydık. Demek ki şefaatçi edinmek (onların bir şefaat yetkisi olsa da olmasa da) Allah’a şirk koşmaktır. Birilerini şefaatçi edinmekle, Allah’a bilmediğini öğretmek bile eş sayılıyor dikkat ettiyseniz. Çıkarım şu oluyor.

Çıkarım 6: Allah’ın katında kendisine başka şefaatçiler edinmek açık şirktir. Onlara kul olmaktır.

Yukarıdaki bazı soruların hala hatırınızda olduğunun farkındayım. Diğer ayetleri okudukça onlara da cevaplarınızı bulacaksınız.

6-Enam 51 Rablerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’an’la) uyarıp-korkut; onların ondan başka ne velileri vardır ne şefaatçileri. Umulur ki korkup-sakınırlar.

Şu ayetten sonra “tamam da hani izin verilenler vs gibi ifadeler vardı ayetlerde” diye düşünerek şefaatçiler edinmeye hala mecaliniz kaldı mı? Varsayalım ki olsun!!! Edinmek de ne! Bu kadar ikazdan sonra nasıl şefaatçimiz diye birilerine sıfat verebiliriz. Bu kadar ikazdan sonra nasıl olur da Allah’tan başkasından şefaat bekleriz!

Yine de içimizde hala soru kırıntıları varsa onları cevaplayacak ayetler var. Önlerdeki ve arkadakiler… İçi titremekte olanlar… Ben de ayrıca bir ilahım diyemeyenler… Ahid, söz almışlar… İzin verilenler… Sözünden hoşnut olunanlar kimler? Ve anladığımız anlamda mı bir şefaat bu? Yoksa birileri sadece vazifelerini mi yapacak? İnşallah göreceğiz.

www.kalemzade.net

 k22

“Uyan Gaflet Uykundan”

Ablacığım sana bir iyi bir de kötü haberim var. İki gerçek söyleyeceğim sana. Hangisini önce söyleyeyim?… İyi olanı mı? Tamam… Kulaklarını dört aç dinle beni. Çok sevineceksin. Söylüyorum… Sana bir kitap gönderilmiş. Senin için özel şeyler varmış içinde. Hem de kim göndermiş biliyor musun? Tahmin et!!! Edemedin dimi? İyi dinle. Kulaklarına inanamayacaksın. Allah!!! Allah sana bir kitap göndermiş! İnanabiliyor musun? Seni unutmamış, senden vazgeçmemiş, seni sevmiş, seni seçmiş. Senin hatalarını affetmek istiyormuş. Sevin. Çok sevin. Kötü habere gelince… Her an ölebilirmişsin! Hatta her an kıyamet saati de gelebilir, yerin altı üstüne gelebilirmiş. O halde ne yapman gerek, sen biliyorsun. Sen aslında biliyorsun… Biliyorsun ama bilmezden geliyorsun. Üzülme gücenme ama sen onu hala okumadın!!! Uyan ablacağım, uyan!!! Hemen oku onu.

Sana bir soru sorabilir miyim abi? Kuran’ı anladığın dilde okudun mu hiç? Hayır mı!!! Peki abiciğim, bugüne kadar olmasaydı da bugün Allah’ın bir kitap gönderdiğini öğrenseydin, ne yapardın? İçinde ne yazdığını hiç merak etmez miydin!!! Ederdin değil mi? O halde sen ne yapıyorsun abi? Koş çabuk, aç kitabını okumaya başla. Bırak şimdi ekonomi haberlerini. Ya yarın sabah kıyamet koparsa ne yapacaksın? Nereden biliyorsun kopmayacağını? Uyan abim, uyan!!! Oku onu.

Amca!!! Bugüne kadar olmasaydı da bugün Allah’ın Arapça bir kitap indirdiğini öğrenseydin, onu Türkçeye çevirmeden mi okurdun?… Anladım da amca, öyle okuyunca anlamıyorsun ki zaten!!! Önce Türkçe bir oku, Arapçasını okuma işini sonra da yaparsın. Önce oku anla içinde ne yazdığını, olmaz mı? Zaman sınırlı. Allah korusun, belki de birazdan kalp krizi geçirip öleceksin. Çabuk ol. Bırak şimdi maç kritiklerini dinlemeyi. Allah’ın senin hayat maçını kritik edeceği günü düşün. Çabuk aç kitabını oku. Allah göndermiş diyorum sana. Uyan derin uykundan!! Oku onu.

Teyzeciğim!!! Bugüne kadar olmasaydı da bugün Allah’ın bir kitap gönderdiğini öğrenseydin, onu bir an önce okumak istemez miydin? İşi gücü bırakıp hemen okumaya bakmaz mıydın!!! Ne zaman son nefesini vereceğini bilmediğin şu dünyadan Allah’ın sana gönderdiği mesajını okumadan mı gideceksin? Bırak şimdi hocalar bana anlatır demeyi. Belki de sadece sana özel şeyler var içinde ve kimse onları fark etmemiştir. Sadece senin hayatını ilgilendiren, sadece sana gönderilmiş olan bir mesaj vardır ve sen o ayeti okumadan ölmüş olacaksın!!! Düşün ki böyle bir durumda Allah’a nasıl bir cevap verebilirsin? Allah onu sana göndermişken sen onu okumayı başkalarına bırakmışsın ve başkaları da sana ait o mesajı değil kendilerine ait olanları okumuş ve anlatmışlarsa!!! Teyze yapma! Uyan artık!!! Oku onu.

Dayı!!! Bugüne kadar olmasaydı da bugün Allah’ın bir kitap gönderdiğini öğrenseydin, hayatında onu okumaktan daha acil bir işin olur muydu? Bırak şimdi başbakan ne demiş, muhalefet ne yapmışı!!! Önce şu acil işini hallet, sonra dönersin yine siyasete… belki de daha aklı başında olarak. Haberler kaçmaz, haberler sana gelir merak etme. Sen Allah’ın sana gönderdiği haberi dinle önce. Neyin peşindesin dayıcığım. Her şeye acele ediyorsun. Bir de şuna acele et. Oku bir an önce şu kitabı. Belki de sana siyasetin ne halde olduğunu, çözümün neler olduğunu, kimin ne yanlışlar içinde olduğunu o kitap anlatıyordur. Dayım uyan, ne olur uyan!!! Oku onu.

Anne!!! Tecvidli mecvidli ne güzel okuyorsun ama sana bir şey söylemek istiyorum. Allah bugün Çince bir kitap gönderseydi, onu okumak için önce Çince alfabe öğrenip, anlamını bilmeden Çince mi okuyacaktın? Önce öyle ya da böyle çevrilmiş şu Türkçesini okuyup bir şeyler anlasak belki de okudukça Arapçasını da anlamaya başlarız ha, ne dersin!!! Gel seninle önce Türkçesini okuyup bitirelim, sonra Arapça okumaya devam ederiz. Allah korusun, ya biraz sonra başımıza bir kaza gelecek olsa ve yatalak bir hayata düşsek, ne elimiz ne ayağımız tutmaz bir felçe uğrasak, ya da gözlerimiz şekerden görmez veya kulaklarımız duymaz olsa, ya da yüksek tansiyondan aklımız gitse başımızdan Allah’ın ne demiş olduğunu anlamamışken bir daha nasıl anlarız!!! Uyan güzel annem!!! Artık uyan!! Gel okuyalım onu.

Babacığım!!! Allah bir kitap gönderdi, sen ne zaman okuyacaksın? Ah babacığım ah! Bugün Allah bir kitap göndermiş olsa hemen “ne demiş” diye öğrenmek istemez miydin!!! Allah 1400 sene önce göndermiş o kitabı zaten. Sen de bu kadar ömür sürmüş ihtiyarlamışsın. Ve hala okumamışsın. Hiç mi merak etmiyorsun baba! Allah ne demiş diye hiç mi ilgilenmiyorsun!!! Ya yarın senin O’nun kitabına yaptığın bu muameleyi O da sana yaparsa!!! Uyan babacığım, affet haddimi aşmışlığımı. Uyan babacığım, ne olur uyan!!! Oku onu.

Oğlum!!! Bugüne kadar olmasaydı da bugün Allah’ın bir kitap gönderdiğini öğrenseydin, daha çok merak edeceğin bir mesaj gelir miydi cep telefonuna? Gel oku şu kitabı. Sonra yine bakarsın telefonuna. Bırak bilgisayarında oyun oynamayı. Yine oynarsın sonra. Uyan oğlum uyan!!! Oku onu.

Kızım!!! Bugüne kadar olmasaydı da bugün Allah’ın bir kitap yüklediğini öğrenseydin internete, onu indirip okumaktan daha acil bir download yapar mıydın!!! Bırak şimdi burç fallarından gelecekler okumayı. Geleceği Kuran’dan öğren. Bırak şimdi süslenmeyi. Takvayla sarıl kitabına. Sonra daha da güzel süslenirsin. Uyan kızım uyan!!! Oku onu.

Hanım, bey, yenge, enişte, kayınço, bacanak, dede, nine, amcaoğlu, dayıoğlu, kuzenler, yeğenler, arkadaşlar, komşular, ey ahali!!! Az önce Allah’ın yeni bir kitap indirdiğini duysaydınız ne yapardınız!!! İşte onu yapın bir an önce!!! 1400 küsur sene önce indirmiş zaten. Siz de az çok bir ömür geçirmişsiniz ama hala o kitabı okumuyorsunuz. Uyanın artık!!! Okuyun onu.

Ey müslüman!!! Şu cahiliye devrini bitir artık. Şu coğrafyayı cahilistana çevirmişler. Uyan artık. Kitabını anladığın dilde oku da anla artık. Allah bir kitap indirdi. Oku artık. Hiç mi merak etmiyorsun? Ne kadar vurdum duymazsın!!! Yahu, hiç mi merak etmiyorsun? Hiç mi telaşlanmıyorsun!!! Hem inanıyor hem de okumuyorsun. Okusan da anlamadığın bir dilde ne dediğini bilmeden okuyorsun!!! Bu nasıl bir akıl tutulması!!!

Ey müslüman!!! Az önce inmiş olsaydı o kitap ne yapardın? Hiç mi düşünmeyeceksin!!! Ya yarın kıyamet kopacaksa, ya birazdan öleceksen!!! Bu ne rahatlık!!! Allah sana bir kitap gönderdi ve sen onu okumaktan imtina ediyorsun!!! Bu ne gafillik!!! Hiç mi aklın yok!!! Az önce indirmiş olsaydı, ne yapar eder Allah’ın ne dediğini öğrenmek istemez miydin!!! İlgilendiğin yazarların yazıları, vergi kanunları, imar değişiklikleri, tapeler, mapeler internete düşer düşmez okuyorsun. Sen neyi ertelediğinin farkında mısın!!! Allah’ın mesajını… Uyan uyan uyan uyan uyan artık!!! Uyan şu cahilliğinden!!! Uyan artık!

Bu cahillik mektep cahilliği değil!! Bu cahillik gaflet cahilliği! Cenneti umuyorsun ama Allah senin gibi bir cahili ne yapsın!!! Aklını kullanamamış olanla aklını kullananı nasıl bir tutsun!!! Uyan artık! Allah sana bir kitap gönderdi. Zaman kalmadı belki de. Bildiklerinin çoğu yanlış belki de!!! Sana öğretilenlerin çoğu yanlış belki de!!! Sorgulamak kötü olan değil de Allah’ın bizden istediği şeydir belki de!!! Merak et artık, ne demiş sana!! Oku şunu artık! Oku anladığın dilde şu Kuran’ı artık. Ayıptır!!! Günahtır!!! Zulümdür kendine, utanmazlıktır, aymazlıktır Allah’a karşı, gönderdiği kitabı okumamak. Hainliktir belki de okumayıp da başkasının okuyup sana anlatmasını beklemen! Bitir artık şu cahiliye devrini! Uyan artık insan evladı, uyan!!!

www.kalemzade.net

k1

“İnançta Bir Fahiş Hata”

İnsanları Allah’a ve Kuran’a davet ettiğimizde karşılaştığımız ortak sorulardan birisi de şudur. “Sen Kuran da Kuran diyorsun ama o elindeki Kuran’ın Allah’ın sözü olduğunu da peygamber söylemedi mi?”

Bu soru ilk bakışta masum bir soru gibi görünse de bunu söyledikten sonra o sözlerinin içerdiği şirki fark ettiğinde, bu soruyu soranlar tevbe üstüne tevbeler edip secdelere kapansalar yeridir. Hadi kitaba inanmadığını söyleyenlerin bunu söylemesi bir noktaya kadar normal görülebilir ama o kitaba inandığını söyleyenlerin bu soruyu sorması o kitaptan ne kadar uzak olduklarını apaçık ortaya koyuyor.

Şunu nasıl oluyor da anlamıyorlar… Zannediyorlar ki peygamber söylediği için inanılır. Hayır! Söyledikleri doğru olduğu için peygamberlere inanılır. O Kuran’a bir mümin, peygamber Allah’tan olduğunu söyledi diye iman etmiş değildir. Eğer öyle bir iman geçerli olursa sıralamada peygamber birincil, Allah ise ikincil yere koyulmuş olunur.

Bunu o söyledi. Öyleyse doğrudur! Bu nasıl mantık? Öyleyse o söz ona aittir, Allah’a değil!!! Demek ki sen Kuran’ın Allah’tan olduğunu anlamamışsın. Demek ki sen gafilce, peygamberi ilah zannediyorsun.

Bunu anlamak için öyle çok da zeki olmaya gerek yok. Hiçbir peygamberin öne sürdüğü vahiy ve kitaplar, peygamber söyledi diye doğru değildir. O vahiylerdeki ifadeler, o kitaptaki ayetler doğru olduğu için, delilleri görülebilir ve/veya fark edilebilir olduğu için doğrudur. O sözlerdeki gerçekler apaçık ortada olduğu için müminler iman ederler. O peygamberlere de o ayetlerin gerçekliğini görenler iman eder. Aksi takdirde zanna uyulmuş olunur. Ayetler peygamberin zatından olmuş olur. O ayetleri bir insanın söyleyemeyeceğini anlayanlar, o ayetlerin Allah’tan olduğuna iman ederler. Peygamber ya da herhangi bir insan söyledi diye değil. Bunu böyle söyleyenler sözde teslim olmuşlardır ama asla gerçekte inanmış değillerdir. Vahiy kalplerine hiç girmemiş demektir.

Matematik öğretmeniniz dediği için 2×2=4 değildir. 2×2=4 olduğu için bunu öğretmen öyle söylemiştir. Parmaklarınızı sayarsınız, birkaç elmayı yan yana koyarsınız ve öğretmeninizin doğru söylediğine ikna olursunuz. Nübüvveti ayetler ispat eder, aksi durumda herkes “ben de peygamberim” diye ortaya çıkabilir. Kimse de itiraz edemez.

Çok ciddiyim. “Kuran’ın Allah’tan olduğunu nereden biliyorsun? O da peygamberin ağzından çıkmadı mı?” diyenler peygamberden geldiği iddia edilen rivayetleri savunayım derken peygamberin ağzından çıkan sözleri Allah’ın lafzının üstüne çıkarttıklarını ve peygamberi Allah’a eş koştuklarını anladıkları an tevbe edip Allah’tan korkuyla ve samimiyetle af dilemelidirler.

“Kuran’ın Allah’tan olduğunu nereden biliyorsun?” ha? Sen Allah’tan olduğunu bilmiyor musun? Demek ki sen Allah’tan olduğunu sadece ZANnediyorsun hala!!! Ve çıkıp beni peygamberi yok saymakla, onun sözlerine inanmamakla itham ediyorsun!!! Hatta peygamberin ağzından çıkan vahyin Allah’tan olduğuna hala emin değilsen, peygambere sen mi inanıyorsun ben mi hacı!!! Bir de eleştirmek için hiçbir argüman bulamayıp “Sen Kuran’ı kutsallaştırıyorsun” diyen bile çıkabilir karşınıza. O konuya hiç girmeyeyim. Benim devreler az kalsın yanıyordu!

www.kalemzade.net

 k2

 

TaHa Suresinden İzdüşümleri

Altında bir şey aramayın satırlarımda. Öyle olduğumdan değil, öyle bir empatiyle tefekkür etmek istediğimden yazıyorum bunları. Tüm kalabalığa rağmen yapayalnız kaldığınızı düşünün. Milyonluk şehirlerde tek başınaymışsınız gibi hissettiğinizi. Bir sürü sorunla boğuşup durmuş ve öyle bir noktaya gelmişsiniz ki daha önceki tüm kıyamda’lığınıza rağmen artık yorgunluğunuzu ve çaresizliğinizi hissetmeye başlamışsınız. Öyle ki artık duygulanmak istiyorsunuz. Belki de ağlamak isteseniz bile beceremiyorsunuz. Çünkü ağlayışınızı işitip de size şefkat edebilecek, sizi ayağa kaldırıp omuzlarına alarak neşelendirecek, sizi gıdıklayıp güldürecek bir babanız da olmayabilir. Ya bir kenara çekilip kendi halinize kalacaksınız ya da sizi ateşleyecek yeni bir çakmak taşı lazım.

İfade etmek değil, yüreğinize yutmak istiyorsunuz kelimelerinizi artık. Tüm duygusallığınıza rağmen duyguyu hiçe sayan bir anlayış etrafınızı sarmış. Tüm mantığınıza rağmen, hiç düşünmeyenler ya da mantığını sadece duygusuz bir akıl yürütmeye teslim etmişler çevirmiş çevrenizi. Hatta duygusal olmaktan utanan, bunu bir eziklik gören, hep gülen ve ağlamayı unutanlar sizi neredeyse kınıyor. Ya da siz öyle zannediyorsunuz. Oysa siz olgunlaşmaya başlayan tüm anaçlığınıza ya da tüm erkekliğinize rağmen, ağlamak istiyorsunuz. Evet, ağlamak istiyorsunuz, bu kadar basit. Aynen dünyaya gözlerinizi açtığınız o günkü gibi.

Çevrenizdeki yaşıtlarınız ya da küçükleriniz az ya da çok sizinle beraber olsa da bir çocuksu yalnızlık içindesiniz. Onlar size her türlü desteği verse de içinizdeki aynı hissi yaşamaya henüz hazır değiller. Birçok konuda sizi anlasalar da yaşanmamış tecrübeleri onlar için havada kalıyor ve bu küçük yaranıza merhem olamıyorlar. Öyle bir şey lazım ki sizi sarsın sarmalasın, kucağına alıp pışpışlasın ve tekrar sizi kendinize getirsin. Dışarıda sizi ifade edebilecek hiçbir paydaş kalmamış da tüm fikriniz, fikretiniz sizin içinizde artık. İşte o anda sizi bir büyüğünüzün hatırladığını ve durup dururken halinizi hatırınızı sorduğunu düşünün. Sizi anladığını onun üç beş kelimesinde hissedin. Uykusuz gecelerinizdeki uydurma trafiği gerçeğe dönüştürdüğünü hissedin. Sizi kucaklayıp, yanaklarınızdan öptüğünü ve neyin var küçüğüm diye sorduğunu, sizinle ilgilendiğini.

İşte şu satıra kadar sizi de içine soktuğum bu haleti ruhiyeyi bana özgülemeyin, sebebinizi zannınızı benden uzak tutun. Kendiniz hissetmeye çalıştığınızdan göreceksiniz ki bu durum birçoğumuzun başına arada bir gelir. Görmezden gelmeyin duygusal tarafınızı. Çocuk olun, bebek olun, çocuksu tarafınızı hatırlayın arada bir. Bu size zarar vermez. Olgunlaştırır. Önce çocuk olmadan büyüyemezsiniz.

Hatta Kuran’ı kendisine rehber edinmişler olarak da bu ruh haline girebiliriz arada bir. Bu durumlar bana göre ruhi dinginliğe giden bir otobandır. Allah’ı duymaya, O’nu yanıbaşımızda hissetmeye, O’nun tek başına ve yapayalnız bir kulu olduğumuzu anlamaya, O’nu daha çok sevmeye, bizi hiçbir zaman terk etmeyecek ve unutmayacak olan bir baba gibi olduğunu anlamaya götürür. O’nun da bizi sevdiğini ve arada bir neyimiz olduğunu bildiği halde niçin “neyin var kulum” diye sorduğunu anlamaya. Musa’ya “o elindeki nedir Musa?” diye sorduğu ve O’nun yalnızlığını paylaştığı, onu şefkatiyle sarmaladığı gibi.

 

20-TaHa 17 Sağ elindeki nedir ey Musa?

 

Hayat bu. Allah’ın vahyi size arkadaş olmuş olsa bile, onu anlamaya ve kendi idrakinizce yaşamaya başlamış ama tıkanmış da olabilirsiniz. Bazen öyle anlar gelir ki o vahiylerden bazıları sizi zorlar. Öyle derin bir tefekkür gerektirir ki donanımınızın yetmediğini hissedebilirsiniz. Anlamamış bile olsanız, öyle anlarda orada bir gerçeğin saklı olduğunu bilirseniz, ertesi gün açtığınız sayfada içinizin yağları erir.

 

20-TaHa 1, 2 Ta Ha. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik.

 

Daha önce okuyup da anlamadığınız ve dara düştüğünüz anları bir anda silip atan kısacık bir ayet.

“Biz sana bu Kuran’ı güçlük çekmen için indirmedik”

Subhanallah!!!

Hangi bilimsel cevap, hangi araştırmacının ulaştığı sonuç ya da hangi mucize o anlamadığınız ayeti şu yukarıdaki hak cümle kadar açıklayıp rahatlatabilir sizi?

“Biz sana bu Kuran’ı güçlük çekmen için indirmedik”

Subhanallah!!!

İşte size “neyin var oğlum” diyen bir büyüğünüz. İşte sizi sarıp sarmalayıp, yanaklarınızdan öpüp omuzlarına alan bir baba. İşte “canını sıkma, ben seninle beraberim” diyen sadık bir dost. İşte sizi kalabalıklar içinde yapayalnızken, geçici de olsa düştüğünüz ruhsal sıkıntıdan “hooop” diye çıkartıveren bir mucize.

“Biz sana bu Kuran’ı güçlük çekmen için indirmedik”

Subhanallah!!!

Allah size sadece emirler yağdıran bir padişah olmadığını, aynı zamanda o kadar kulunun içinden sizi seçip, size değer verip, sizi seven, korkunuzu, yalnızlığınızı ve efkârınızı paylaşan bir dost olduğunu da hatırlatıyor.

 

20-TaHa 13 Ben seni seçmiş bulunuyorum; bundan böyle vahyolunanı dinle.

 

Eğer vahyolunan vahiy sizi zora düşürüyorsa, yine yardım istenecek olan dost o Allah’tır. Eğer bir arkadaşa, bir destekçiye, bir yoldaşa ihtiyacınız varsa da kendinizi yıpratmaya gerek yok, O’ndan isteyeceksiniz. Aynen Musa’nın yaptığı gibi.

 

20-TaHa 25-35 Dedi ki: ‘Rabbim, benim göğsümü aç. İşimi kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz, ki söyleyeceklerimi kavrasınlar. Ailemden bana bir yardımcı kıl. Kardeşim Harun’u. Onunla arkamı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl. Böylece seni çok tesbih edelim. Ve seni çok zikredelim. Şüphesiz Sen bizi görüyorsun.

 

Eğer biz Musa olmayı becerebilirsek, Allah da bize elbet istediğimiz kolaylığı verir. Hatta biz istemediğimiz, isteyemediğimiz zamanlarda bile O bize birçok şey vermiştir. Aynen Musa’ya verdiği gibi.

 

20-TaHa 36-40 (Allah) Dedi ki: ‘Ey Musa istediğin sana verilmiştir. Andolsun, biz sana bir defa daha lütufta bulunmuştuk. Hani, annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik, (şöyle ki:) Onu sandığın içine koy, suya bırak, böylece su onu sahile bıraksın; onu benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır. Gözümün önünde yetiştirilmen için, kendimden sana bir sevgi yönelttim. Hani kız kardeşin gezinip; ‘Onu(n bakımını) üstlenecek birini size haber vereyim mi?’ demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş olduk ki, gözü aydın olsun ve üzülmesin. Sen bir insan öldürmüştün de, biz seni tasadan kurtarmış ve seni esaslı bir denemeden geçirip-denemiştik. Medyen halkı arasında da yıllarca kalmıştın, sonra bir kader üzerine (buraya) geldin ey Musa.

 

Allah sadece elçilerini seçmez. Allah kullarından dilediğini seçer ve hidayete eriştirir. Eğer seçenin O olduğunu unutmazsak ne mutlu bize, ne mutlu size.

 

20-TaHa 41 Seni kendim için seçtim. Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve beni zikretmede gevşek davranmayın.

 

Allah sizi bizi ayetlerini anlamaya layık gördükten sonra hangi yalnızlığın önemi kalır! Hangi neden daha fazla korkmaya gerekçedir.

 

20-TaHa 46 Dedi ki: Korkmayın, çünkü Ben sizinle birlikteyim; işitiyorum ve görüyorum.

 

Kuran’ı beyan etmeye çalışırken karşılaştığımız dirençler ve hatta tekfir edilişlere çok üzülüyoruz. Bu durumun normal olduğunu bilmek gibisi var mı? Tüm elçiler gibi Musa da bir benzerini yaşadı elbette. Aldığı vahye rağmen zora düşen, sıkıntıya düşen ve karşılaştığı dünyevi zorluklardan dolayı korkuya ve endişeye kapılan Musa’ya bakın Allah ne diyor…

 

20-TaHa 68 “Korkma” dedik. Muhakkak sen üstün geleceksin.

 

Düşünün… Allah, aynen Musa’ya söylediği gibi “korkma” diye bize de hatırlatıyor aslında. O yüce Allah’ın “korkma kulum” demesinden öte ne gibi bir şey bizi endişeye sürüklesin ki artık!!! Allah “korkma” diyor, daha ötesi var mı?

Seçilmişlikten bahsedilince birçokları Allah’ın sadece peygamberleri, elçleri seçtiğini zannediyor. Tüm yanlışlarına rağmen Adem’i affeden Allah’ın mümin bir kul olmanız için sizi de seçtiğinin farkındaysanız ötesi var mı?

 

20-TaHa 122 Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğru yola iletti.

 

Birileri çıkıp “Madem Allah seçiyor, bu haksızlık değil mi? Neden beni seçmiyor?” diye soruyorsa cevabını Allah’ın adaletinden şüphe duymakta değil kendinde aramalı.

 

20-TaHa 124 Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.

20-TaHa 125 O da (şöyle) demiş olur: Ben görmekte olan biriyken, beni niye kör olarak haşrettin Rabbim?

20-TaHa 126 (Allah da) Der ki: İşte böyle, sana ayetlerimiz gelmişti, fakat sen onları unuttun, bugün de sen işte böyle unutulmaktasın.

 

Allah her daim bizimle beraberdir. Allah yalnızların yanındadır. Allah unutulanları unutmaz. Allah kendisine yönelenleri geri çevirmez. Allah her daim bizi arayıp soran, bildiği halde halimizi hatırımızı soran şefkatli velimizdir. Doğru yol gösterenimizdir. Allah’a ve ahirete hak ettiği biçimde iman edenler dosdoğru yolda olanlardır. Kimin doğru yolda olduğundan şüphe duyanlara da en güzel cevabı yine O verir.

 

20-TaHa 135 De ki: Herkes gözetlemektedir; siz de gözleyip durun. Sonunda, dümdüz (dosdoğru) yolun sahipleri kimlermiş ve doğru yola ulaşan kimlermiş, pek yakında öğreneceksiniz.

 

Merak etmeyin dostlar. En yalnız olduğunuz zamanda bile yalnız değilsiniz. Selam edenlere selam olsun. Fikriniz, fikretiniz sizin içinizdedir. Arada bir yoklayan yalnızlık hissi gayet normaldir ve Allah’tandır. O yalnızlık hissi sadece O’na yönelmemiz gerektiğini hatırlatan bir zikirdir. Aldığınız her selam, her hal hatır soruş ise, yaratılmış kimden gelirse gelsin aslında Allah’tandır.

www.kalemzade.net

ŞU AĞACA YAKLAŞMA!

Yayınlandı: 12 Ekim 2014 / Kalemzade Kamil, İktibaslar

k3 

Düşün… Allah’tan razı mısın?

Âdem’e dedi ki “Şu ağaca yaklaşma” ve ekledi “Şeytan senin için apaçık bir düşmandır”. Buna rağmen Âdem ne yaptı? Şeytanın kurduğu tuzağa aldanarak gitti o “yaklaşma” denilen ağaca, emrin tam hilafına olacak şekilde yaklaştı. Tüm uyarılara rağmen, nasıl oldu da şeytana inandı? Âdem bilmiyor muydu Allah’ın emrinin hak olduğunu? Yoksa Allah’a güvenmiyor muydu da O’nun emrini arkasına attı? Bana sorarsanız bu isyanının sebebi Allah’ın emrinin ardında bir kötü zan aramaya kalkmasıydı. İşte şeytanın kulaklarımıza fısıldadığı şey, bu vesvese idi. “İşittiğin zaman itaat etme, isyan et” diyemezdi şeytan. Ama “O sana her şeyi söylemez, emrin arka planında başka bir gerçek ara” diyerek Âdem’in Allah’a olan imanını sarsabilirdi.

O da bunu yaptı ve dedi ki: Sana yaklaşma denmesinin sebebi başka! O senin melekler gibi olmanı istemiyor! O sana ebedi hayatı vermek istemiyor! Eğer ağaçtan yersen ebedi mutluluğa kavuşursun! O bunu istemiyor!… Ve Âdem bu tuzağa düştü. Bilemedi ki; şeytan yalan vaatler veriyordu. Ama buna rağmen şeytan doğru bile söylemiş olsa yine değişecek bir şey yoktu. Çünkü her şeyi yaratan Allah istemediği halde elde edilecek bir karşılığın, meşru olmayan yollardan elde edilecek ebedi bir hayatın kıymeti olamazdı. Âdem’in Allah’a vermesi gereken karşılık “İşittim ve itaat ettim” olsaydı O’nun rızasını kazanmış olacaktı. Oysa o gitti, heva ve hevesine uydu. Hem de tam olarak bilemediği bir şeyin, bir zannın ardından giderek.

Oysa Allah’tan geldiğini bilerek işitmek ve itaat etmek vardı. İşte bizim de istememiz, yapmamız gereken budur. Allah’ın “yap” ya da “yapma” dediklerinin ardında bir gerçek olduğu bilinciyle “işittik ve itaat ettik” demek. Eğer O bize bir kötülük dileyecek olsa bile, itaat edebilecek olabilmemiz. Bunu yapabilmek için, Allah’ın bize verdiği emrin, gerçekten O’ndan geliyor oluşundan şüphe etmeyecek şekilde, idrakle O’nu kabul etmek gerek. Bizden istediği her ne olursa olsun, hatta bizden istediğini ister beğenelim ister beğenmeyelim, hatta ölüm, hatta yok oluş olsun, eğer O’ndan geliyor oluşunun farkındaysak bundan kaçınmanın manası olmadığını bilmemiz gerek.

Eğer biz küçük bir serçe olsaydık… Ve Allah açık açık bize vahyetseydi ki: Sen yaşamında karnını doyuracak kadar bulacaksın. Daldan dala konacak, insanlara verdiğim darılardan faydalanacak, topraktan solucanları yakalayacak, bin türlü tehlike altında bir ömür sürecek ve sonunda bir şahine yem olacaksın. Senden istediğim sadece isyan etmemek, sana ne demişsem onun dışına çıkmamaktır. Verdiklerim dışında ne bu dünyada sana rahat var, ne de sana öldükten sonra ebedi bir hayat vermeye niyetim var. Ölüp yok olacaksın. Ötesi yok. Yine de isyan etmeyeceksin.

İşte düşünelim, şu anki insani düşüncemizle ama bir serçe olarak Allah’ın bu emrine boyun eğer miydik, eğmez miydik? “İşittik ve itaat ettik” demek, o emre isyan etmemektir. Eğer Allah bize böyle kısa ve sıkıntılı bir hayatı reva görmüşse O’nun bileceği iştir. Bu yüzden Allah’ı suçlayamayız. Ama biz bir serçe iken bile, eğer yanıbaşımızda bizimle beraber hareket eden bir şeytanımız olsaydı bize diyecekti ki: Bak Allah sana ebedi bir hayat vermiyor. Üstelik tehlikelerle dolu ürkek bir ömür vaat ediyor. İnsanlara verdiğinin onda birini bile sana vermiyor. İsyan et. Git insanların ambarlarını darma duman et. İnsanların bebeklerine saldır. Gaganı onların gözlerini oyacak biçimde kullan. Boyun eğme. Evlerine gir, sofralarını dağıt. Huzur verme onlara. Sen itaat etsen de etmesen de nasıl olsa Allah sana bir karşılık vermeyecek. Hiç değilse yaşadığın sürece sefanı sür!!!

Biz bir ceylan olsaydık da Allah bize vahyetseydi: Ormanda kırda ürkek ürkek yaşayacaksın. Bulduğun otu yiyecek, bulduğun suyu içeceksin. Hiç huzur bulmayacak, yırtıcılardan ve insanlardan hep kaçacaksın. Ve bir gün gelecek bir aslanın pençeleri arasında yem olacaksın. Sana biçtiğim görev bu. Karşılığında sana bir söz vermiyorum. Seni bunun için, insanlara ibret olasın diye yarattım. Asla isyan etmeyeceksin.

Bir sinek olsaydık da Allah bize vahyetseydi: Çürükten çürüğe gezecek, insanların ve diğer hayvanların pisliğinden yiyeceksin. Oradan oraya küçük mikropları taşıyacak ve onların hayatına da destek vereceksin. Ve günü gelecek insanın bir şamarında duvara yapışarak parçalanıp öleceksin. Karşılığında sana bir söz vermiyorum. Ama asla isyan etmeyeceksin.

İşte bakın yanında şeytanı olmayan milyarlarca hayvan karşılığı olsun olmasın kendilerine verilen emre isyan etmiyor. Eğer her birinin yanında birer şeytan olsaydı ne olurdu halimiz! Ve işte bakın, şeytanlarla arkadaş olmuş milyarlarca insan ne yapıyor? Binek olarak kullandığı hayvanları dövüyor… Karıncaları hiç umursamadan onar yüzer eziyor, yuvalarını dağıtıyor… Köpeklerin kulağını kuyruğunu acımadan kesiyor… Zevkine kedileri yakıyor… Ağaçları köklerinden koparıyor, dallarını kırıyor, katlim yapıp onların yerlerine betonlar döküyor… Sütünü içtiği ineğin sırtında sopa kırıyor… Yumurtasını yediği tavuğu bir zan uğruna canlı canlı ateşlere atıyor… Bindiği atın, eşeğin kafasına tuğla ile vuruyor. Başını yumuşak bir yastığa koymak için kazların tüylerini bağırta bağırta diri diri yoluyor…

İnsan işitiyor ama itaat etmiyor. Allah ona sadece “şu ağaca yaklaşma” diyor. İnadına gidip o ağaçtan yiyor. Öldürmeyeceksin deniyor, insan öldürüyor. Çalma deniyor, insan rızkı için çalışırken bile çalıyor. Zinaya yaklaşmayacaksın deniyor, alasına dalıyor. İsraf etmeyeceksin deniyor, dört başı mağmur sofraları çöpe döküyor. Oruç tutacaksın deniyor, tutmasam olmaz mı diyor. Salat et deniyor, namazı kılmadan olmaz mı diye soruyor. Bu kitaptan sorumlusun deniyor, şunlar da var diyor. Sadece Allah’a yönel deniyor, türlü türlü mabudlar ediniyor. Allah’ın söylediğine değil şeytanının vesvesesine kanıyor.

Allah “size şeytanı musallat ettim ama karşılığında diğerlerine vaat etmediğim bir ahreti size vereceğim” diyor. Bunun için size elçiler kitaplar, mucizeler verdim, görün diyor. İnsan gözlerini kapatıyor. Allah dinim bu diyor, insan icatlar çıkarıp Allah’a dinini öğretmeye kalkıyor. Allah kitabım tamdır diyor. İnsan hayır eksik diyor. Allah sadece benim emrim diyor. İnsan şununkiler şununkiler de var diyor. Allah sadece kendisine kulluk etmemiz gerektiğini hatırlatmak için elçiler gönderiyor. İnsan tutup elçileri de ilah ediniyor.

Allah her şeyi ile mükemmel bir düzeni, mükemmel bir ölçü ile kurup işletiyor. İnsan kalkıp o düzeni tesadüfe bağlıyor. Allah akıl veriyor. İnsan o akılla kalkıp Allah’ın aklını beğenmiyor. Allah merhamet veriyor. İnsan kalkıp kendisini Allah’tan daha merhametli zannediyor. Allah ben öldürürüm diyor, insan tutup ben de öldürürüm diyor. Allah kullarını yaratıyor, insan tutup kendisine kullar ediniyor. Allah bana secde edin diyor, insan ya secde etmiyor ya da tutup onunla beraber başkalarına da secde ediyor. İnsan sürekli işitip duruyor, ama bir türlü itaat etmiyor. Allah her şeye rağmen “bakın çok günahkârsınız ama sizi ancak ben affederim” diyor. İnsan tutup, şunlar şunlar da bizi affeder diyor. Allah “bakın ateşe atarım sizi” diye tehdit ediyor. İnsan “gönderdiğin elçiler bizi ateşten kurtarır” diyor. Allah ağaca yaklaşmayın dedikçe insan yaklaşılmadık ağaç bırakmıyor.

Oysa mesele Allah’ın rızası. Ondan razı olup O’nun da bizden razı olması için didinmek meselesi. Başımıza gelecek müsibetlerin Allah’tan olduğunu bilerek sabretmeli, isyan etmemeli değil miyiz? Her türlü hastalığın, kazanın, belanın, fakirliğin, zorluğun O’ndan geldiğini bilirsek “Amenna” deyivermeli değil miyiz? Hatta bir insan cehennemi bile hak ettiğini görse, Allah’tan geldiğini bildiği için işitip itaat etmeli değil mi?

Allah hakkında türlü kötü zanlar besleme gayreti şeytanın vesvesesindendir. Allah ne diyorsa doğru olan odur. İhtilafa gerek yok. Şu ağaca yaklaşma dendiyse yaklaşılmayacak demektir. Şu rükuyu et demişse o rükû edilecektir. Allah aslında bunu demek istemiş, şunu demek istemiş diyerek Allah’ın açık emirleri hususunda ihtilafa düşmek en kötüsü. Ritüelli, ritüelsiz her türlü ibadet ancak O’na yapılır. Yeter ki şirk içermesin. Türkçe, Arapça, Çince her türlü yalvarış O’nadır. Tek bir ayetin gerçeğini görmüşsün ya da on dokuz mucizesinin tezahürünü, doğru yolunu bulmuşsan farkı yok. Bütün yollar O’nadır. Sen Allah’tan geldiğine emin olmuşsan, başka söylenenler fasa fiso.

Unutmamak gerek, şeytan iş başında. Nerede Allah’ın dosdoğru yolu gözükür, şeytan o yolun üzerine oturur. Şu devirde şeytanın oturup kesmeye çalıştığı yol da her devirde olduğu gibi yine Kuran’a en iyi uyanların yoludur. Müslüman ise her devir uyanık olmalıdır. Sadece Allah’ın en doğruları söylediğini unutmamalıdır.

Sen bize bir cennet vermeyecek olsaydın bile senden razı olacak kullarından eyle bizi Allah’ım. Senin razı olmanı hiçbir şeyle değiştirmeyecek kullarından et bizi. Hakkımızda verdiğin her türlü hükümden razı olanlardan eyle bizi. Senin merhametini anlayabilen kullarından eyle. Bir serçe kadar, bir ceylan kadar, bir sinek kadar işitip itaat edemeyen bizleri, sen affeyle Allah’ım. Hesap gününde senin karşına çıkmaya yüzü olmayanlardan eyleme bizi. Haddimizi bildir, sınırlarına bizi uydur Ya Rabbena. Bu dünyada ne çekersek çekelim Senden razı olanlardan eyle. Sana layık olamayacağımızı bildik ama senin rızanın peşinde koşanlardan eyle. Cennet peşinde koşan değil, cenneti layık kıldığın kullarından eyle. Her şeyin sahibi Sensin, her şeyin en doğrusunu bilen Sensin. Şeytanların vesveselerinden bizi emin kıl Allah’ım. Hayatımız ve ölümümüz Senin içindir. Sensin bizim sahibimiz.

www.kalemzade.net

k5 

Nuh Suresinden İzdüşümleri

İnsanları Allah’a ve ayetlerine davet etmenizin sebebi bunun farz oluşudur. Keyfi değildir. Bu tebliğ gayreti insanın fıtratı gereğidir, yaratılışı gereğidir. İster istemez paylaşır insan. Fark ettiği gerçekleri önce kendi yakınındakilere, sevdiklerine, çevresine ve ulaşabildiği herkese ulaştırmaya gayret eder. Bu kapsamda İbrahim’in de, Muhammed’in de, Musa’nın da, Nuh’un da yaptığı gibi Allah’ın ayetlerindeki gerçeklerin farkına varan tüm müminlerin de başına benzer bir durum gelir. Elçilerin risaletleri elbette daha bir ağır yüktür ama inanan her müslümanın da kendi donanımlarınca bu ağır yükleri omuzlarına baskı yapar.

 

71-Nuh 1,2,3,4 Şüphesiz, biz Nuh’u; ‘Kavmini, onlara acı bir azab gelmeden evvel uyar’ diye kendi kavmine gönderdik. O da dedi ki: ‘Ey Kavmim, gerçek şu ki, ben size (gönderilmiş) apaçık bir uyarıcıyım. Allah’a kulluk edin, O’ndan korkun ve bana itaat edin. Ki günahlarınızı bağışlasın ve sizi adı konulmuş bir ecele kadar ertelesin. Elbette Allah’ın eceli geldiği zaman, o ertelenmez. Bir bilmiş olsaydınız.’

 

Siz böyle söyleyip, ayetleri okuduğunuz zaman sözlerinizi anlamaktansa size şu karşılığı verenlerle de karşılaşırsınız:“Sana ne oluyor ki! Sen peygamberliğe mi soyundun. Bırak herkes inandığı gibi yaşasın. Herkes bir şekilde Allah’a inanıyor. İlla senin gibi mi inanmaları lazım?”

Evet, hemen herkes bir şekilde Allah’a inandığını düşünüyor. Ancak, Allah’a inanmak, O’nun ayetlerinden habersiz yaşamaksa, O’nun kitabını okumadan da oluyorsa, ne diye gönderildi bu kitap!!! Eğer O’nun kitabına inandığını zannedenler, o kitaptan habersiz yaşayabiliyor idiyseler ne gerek vardı ki bunca peygambere!!! Siz Allah’ın ayetlerini yüzlerine okuyorsunuz ve onlar bunları dinlemek bile istemiyorlar. Okuyun diyorsun ve aylar yıllar geçiyor da yine okumuyorlar ve sonra da sizden daha iyi bir müslüman olduklarını, asıl doğru yolun o ayetler üzerinde düşünmemek ve dolayısıyla yanlışa düşmemek olduğunu ileri sürüyorlar. Yani kafanı devekuşu gibi kuma göm ve korunduğunu, sakındığını zannet!!! Kaç kaçabildiğin kadar ayetlerden!!! Ne diyebilirsiniz ki artık? Nuh da öyle. Ne diyebilirdi ki artık!

 

71-Nuh 5, 6 Dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet edip-durdum. Fakat davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı.’

 

Bu esnada kendileri, farkına varmadıkları ve kolay kolay kabul de etmeyecekleri bir kibir içindedirler. Size mi kalmıştı onlara gerçekleri işittirmek!!! Başkası yok muydu? Alıştıkları hitabetlerle ağlayıp, sızlayıp, güldürüp, iç huzuru verip onları rahatlatıp, uyuşturanlar bunları daha iyi biliyor olmalıydılar!!! Siz değil! Siz fark ettiğiniz gerçekleri hevesle ve sevgiyle onlarla paylaşmak istedikçe, onlar bu konuları konuşmaktan sıkılır ve başka şeylerden bahsetmek isterler. Çünkü gerçekten korkmaktadırlar. Görmek, duymak ve böylece sahte huzurlarını bozmak istemezler. Çünkü işittikleri ve işiteceklerinin kendi doğrularıyla çelişiyor olduğunun farkındadırlar ama bunu kabul etmeleri durumunda sorumluluk yüklenirler. Zanlarını gerçeklere tercih ederler. Duymayarak, dinlemeyerek sakındıklarını zannederler.

 

71-Nuh 7 ‘Doğrusu ben, onları bağışlaman için her davet edişimde, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler.’

 

Sevdikleriniz ve samimi olduğunu düşündüğünüz her insan için her yolu denersiniz. Kâh açıkça anlatır, kâh ironi yapar, kâh delil gösterir, kâh mizahi bir üslup kullanır, kâh misaller gösterirsiniz de inanmazlar.

 

71-Nuh 8, 9, 10 ‘Sonra onları açıktan açığa davet ettim. Daha sonra (davamı) onlara açıkça ilan ettim ve kendilerine gizli gizli yollarla yanaşmak istedim. ‘Bundan böyle’ dedim. ‘Rabbinizden bağışlanma (mağfiret) dileyin; çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır.’

 

Allah’ı ve affını anlatırsınız. Duymak istemezler. Nimetlerini düşünmelerini ve kainatın ayetlerini hatırlatırsınız. Kuru bir onayla geçiştirir, düşünmek istemezler.

 

71-Nuh 11, 12, 13, 14, 15, 16 ‘(Öyle yapın ki,) Üzerinize gökten sağanak (bol miktarda yağmur) yağdırsın. Size mallar ve çocuklarla yardımda bulunsun. Size (ürün yüklü) bağlar-bahçeler versin, ırmaklar versin. Size ne oluyor ki, Allah’tan bir vakarı ummuyorsunuz? Oysa O, sizi gerçekten tavır tavır yaratmıştır. Görmüyor musunuz; Allah, yedi göğü birbirleriyle bir uyum (mutabakat) içinde yaratmıştır? Ve ayı bunlar içinde bir nur kılmış, güneşi de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır.’

 

Eğer, borsadan, arsa fiyatlarından, politikadan, futbol maçlarından veya tatlı ve kurabiyelerden, komşunun gelininin evindeki zigon sehpalardan ve görümcesiyle kırgınlığından bahsederseniz muhabetinize bayılırlar. Kendi yaratılışlarından verdiğiniz örneklerse idraksiz bir kabulden ve sıkıcı bir konudan öteye geçmez.

 

71-Nuh 17, 18, 19, 20 ‘Allah, sizi yerden bir bitki (gibi) bitirdi. Sonra sizi yine oraya geri çevirecek ve sizi (diriltici) bir çıkarışla diriltip-çıkaracaktır. Allah, yeri sizin için bir yaygı kıldı. Öyle ki, onun içinde geniş yollarında gezip-dolaşırsınız, diye.’

 

Eğer ısrar ederseniz artık siz onlar için farklı birisi olmuşsunuzdur. Sizi yavaş yavaş yalnız bırakır ve mal, ticaret, türlü dedikodu ve çocuklardan müteşekkil muhabbetlerine devam edenlerle huzur (!) içinde yaşayıp giderler. Size ise belli belirsiz bir “dur” mesajı göndermişlerdir. Sizin bahsedeceğiniz şeyleri konuşmamak için önceden tedbir alır ve o Kuran konusunu, o Allah’ı ve O’nun ayetlerini açacak kelimeleri bile kullanmaktan kaçınırlar. Bilmezler ki her şeyleri ile O’na muhtaçtırlar.

 

71-Nuh 21 ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular.’

 

İleri gelenleri ise sizinle fikirsel mücadeleye giremedikleri ve girdiklerinde her şekilde mağlup oldukları için, arkanızdan konuşmaya ve yanlılarını sıkı sıkıya size ve tebliğ ettiğinize karşı bağlamaya çalışırlar. İlahlaştırdıklarını yüceltmeye ve doğru zannettikleri âlimlerini ve uydurulmuş dinlerini koruma altına almaya çalışırlar.

 

71-Nuh 22, 23 ‘Ve büyük büyük hileli-düzenler kurdular. Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ne Vedd’i, ne Suva’ı, ne Yeğus’u, ne Ye’uk’u ve ne de Nesr’i.’

 

Onlar zulmü kendilerine ulaşmayanların zulmüne ses çıkartmazlar. Ama yine de insanları seversiniz. De onlar biliriler mi bilmiyorum. Onlar gibi olduğunuz sürece belki!

 

71-Nuh 24 ‘Böylece onlar, çoğu kimseyi şaşırtıp-saptırdılar. Sen de o zalimlere sapıklıktan başkasını arttırma.’

 

Biz çoğunlukla Nuh kadar kendinden emin ve cesaretli olamıyoruz. Onun gibi helak için yalvaracak gücü kendimizde bulamıyoruz. Demek ki yükümüz O’nun kadar ağır değil ve demek ki daha ümitlerimiz de tükenmedi. İnsanlar dönem dönem helak oldular, yok edildiler. Nuh’un oğlu bile.

 

71-Nuh 25 Bunlar, hataları dolayısıyla suda boğuldular, sonra ateşe sokuldular. O zaman da Allah’ın dışında hiç bir yardımcı bulamadılar.

 

Ve Nuh artık dayanamayacak hale gelmişti.

 

71-Nuh 26, 27 ‘Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma’ dedi. ‘Çünkü Sen onları bırakacak olursan, Senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükte sınırı aşan (facir’den) kâfirden başkasını doğurmazlar.’

 

Nuh’un bu duası kendi döneminde hak olduğu gibi kesin olarak ahrette de gerçekleşecek, biliyoruz. Ve bu güvenle sevdiklerimiz ve kendimiz için bir kez daha af diliyoruz.

 

71-Nuh 28 ‘Rabbim, beni, annemi, babamı, mü’min olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla. Zalimlere yıkımdan başkasını arttırma.’

 

Zaman yeni bir davet zamanı. Belki de yenilgiden kurtulabilmek için bir maçın uzatma dakikalarındaki son atak şansları. Top çevirme zamanı değil, toplu olarak atağa geçme gibi son bir defa ayetlerin farkına varıp onları yaşama zamanı. Daha öncekinden daha kısa bir tarih kaldığı kesin önümüzde. Allah bizi ve sevdiklerimizi rahmetiyle kuşatsın. İdrakımızı ve gerçeği gören gözlerimizi ve anlayan kalplerimizi değil hatalarımızı ve yanlışlarımızı örtsün. Sevgiyle…

www.kalemzade.net

k6

İslamiyet Arabın Dini mi!!!

Önceleri başka dinler vardı. Ama hepsi de O’na götürüyordu. Allah kaynaklı tüm dinler o zamanlarda da selam, barış ve “akıllı ve delilli teslimiyet” dinleriydi. Elçiler görevlerinin başındaydı. Allah katında tüm o dinlerin hepsi İslam’dı. Sonra insanlar gelişti, daha bir toplumsallaştı. Ama Allah’ın sünneti değişmedi. Yine İslam gelmeye devam etti. Yeryüzünde farklı coğrafyalarda farklı ırklarda farklı kültürlerde insanlara Allah elçiler göndermeye ve onları uyarmaya, onlara gerçekleri hatırlatmaya devam etti. Aynı zaman diliminde ve hatta aynı anda farklı topraklarda birçok elçi görev yaptı.

Toplumlar geliştikçe ve birbirleriyle daha çok iletişime geçtikçe, birbirlerinden daha çok haber almaya başladılar. Falanca köydeki bir adam filanca kasaba halkına, öğrendiği ilahi haberleri götürdü. Hemen her topluma sayısız elçiler gelmeye devam ederken insanlar bu arada kalemi, yazıyı öğrendi, ticaretleri ve kelamları gelişti. Ama Allah’ın sünneti değişmedi. Yine İslam versiyonu dinler indirildi kavimlere… ama bu kez levhalara, ceylan derilerine yazılı olarak. Nebi elçiler toplumlarını uyarmaya başladı.

Şehirler ve çevreleri akrabalaştıkça, alış veriş yaptıkça ve insanlar var olanı keşiflerine devam ettikçe daha bir haberdar oldular birbirlerinden. Nebiler tarafından uyarılmaya devam edildikçe haberler yayıldı da yayıldı. Haberin etkisi oranında elçilerin sayısı azalmaya başladı. Mesele zikrin ulaştırılması olduğuna göre, mesele mesajın yerine ulaşması olduğuna göre, ve mesaj tek bir merkezden ve esasen tek olduğuna göre elçilerin azalması gayet doğaldı. Elçilerin sayısı yeryüzünde mesajın ulaştırılamayan bölgelerine ulaştırılmasıyla ilgili ve ulaştırılma alanının büyümesiyle ters orantılıydı. Nitekim dünyada hemen her toplumun birbiriyle irtibata geçebildiği bir dönemin başlamasıyla son nebi de gönderildi. Artık herkes, birbirine Allah’ın zikrini hatırlatabilecek duruma gelmiş ve Allah’ın kelamına elçilik edebileceği kocaman bir köyde yaşamaya başlamıştı. Halen de öyle. İvmelenerek devam ediyor.

Hal bu iken Allah’ın yazılı vahyini okuyup, ona ikna ile iman etmiş her mümin artık kendi kavmini, kendi toplumunu ve hatta tüm insanlığı uyarabilirdi. Artık gerçeğin farkına varan her mümin önce “oku”yup, ardından “kalkıp uyar”makla görevlendirilebilirdi. Elçilerin ağır yükleri artık inananlara paylaştırılarak hafifletilmiş, andolsun kolaylaştırılmıştı.

Artık dünya bir kavimdi. Artık dünya bir şehirdi. Artık dünya bir köydü. Artık şu satırlardaki harfler bile İstanbul’da yazıldığı andan itibaren ışık hızıyla Yeni Zelanda’daki bir evin mutfağındaki monitörden okunabiliyordu. Artık “oku”ma zamanıydı. Mesele hak mesaj olduğuna göre ve bu hak mesaj yeryüzünün her noktasına ulaşılabilir durumda olduğuna göre, ayrıca bir nebiye ve yeni bir ilahi kitaba da ihtiyaç yoktu. Son ilahi kelam bir kavme inmiş olsa da, artık tüm insanlığa bir mesajdı, bir haberdi. Geçmişte yeryüzünü fesada uğratan kavimler helak oldu gitti. Artık dünya bir kavim. Ve insanlar dünyayı geri dönülmez bir fesada daha uğrattığında, bu kavmin helakı da gerçekleşecek. O gün yalanlayanların vay haline!!!

Bu kitap hüsnü zanla okunursa anlaşılır. İyi niyet gözlüğü ile okunmazsa harfleri birbirine karışır. Beğenmeme niyetiyle okunursa ya yanlış anlaşılır, ya da anlaşılmaz hale gelir. Kendi isteklerimiz dayatılmaya çalışılırsa, niyet bozuk olduğu için yanıltır. Allah’ın gerçekleri görülmeye çalışılmaz da kendi sözde gerçeklerimiz aranırsa sahte gözlükler takılması gerekir.

Mesajlar elbette elçiler vasıtasıyla kendi kavimlerine gönderilmiştir. Ama kavme özel din değillerdir. Allah katında dinlerin hepsi İslam, hepsi aynı dindir. Mesaj aynı kaynaktan geldiğine göre kimse kendisine özel vahiyler, kendisine özel sahifeler beklememelidir. Allah yeryüzüne sadece bir noktaya su indirmiş olsa, bana indirmedi, içmem o suyu mu diyeceksin!!!

Şehrin öbür ucundan, ta en uzak yerinden bir adam koşup gelse ve delille haber getirdiğini söylese… elçilere uyun dese… elinde Yaratıcısından olduğunu iddia ettiği bir mesaj olsa… o mesajı okumayacak, ondan yüz mü çevireceksin? Kanıt göstererek Allah’ı birlese ona katılmayacak mısın!!! Sen Arapsın, sen başka kavimdensin, başka ailedensin diye gerçeği red mi edeceksin!!! Yaratıcım, bana özel bir mesaj göndermezse, seni dinlemem mi diyeceksin!!!

36 YaSin 20,21,22,23,24,25
Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: ‘Ey kavmim, elçilere uyun’ dedi. ‘Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir. ”Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz O’na döndürüleceksiniz. ”Ben, O’ndan başka ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.”O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum. ”Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim; işte beni işitin.’

Kuran’daki kavim kavramı sadece bir ırk, sadece bir soy, sadece tek bir toplum kavramı değildir. Kuran’ın iniş dönemi dâhil bütün kıssaların bugüne izdüşümü vardır. Kuran küreselleşen dünyada sadece Arapların kitabı değildir. Şehrin ötesinden gelen adamlar onu senin diline çevirmişlerdir. Çevirmenlerin hataları olsa da kitabın içindeki Allah’ın zikri yaşamaktadır.

Artık değil şehrin bir ucundan gelip seslenen adam, dünyanın bir ucundan öbür ucuna seslenen adamlar ve kadınlar var. Bolu’nun köyündeki bir insan Sydney’de yaşayan kendi kavmindeki insanına kendi dilinde “Dostum bildiğin gibi değil, Allah Kuran diye bir kitap gönderdi ve içinde şu şu gerçekler yazıyor. Ben farkına vardım, sen de var.” diye sesleniyor, yırtınıyor. Dünyanın öbür ucundaki kavimdaşları da onun seslenişini cebindeki akıllı telefondan duyuyor, okuyor. Artık tevhidin farkına varan tüm müminler, kavimleri için şehrin ötesinden, elindeki Kuran’la haber getiren adamlar ve kadınlardır.

Kuran, peygamberimizin son peygamber oluşu manidarlığıyla, küreselleşen dünyada ona katılmak isteyen tüm insanlara atfen çok anlamlı, çok güzel ve müjdeli bir haberdir. Hem bir ders, hem bir öğüt, hem bir uyarıcı, hem de şu dünyadaki seyahatimizin de rehberidir. Sana hedef koyar ve öylesine bir hayat yaşayan amaçsız bir beşer olmaktan seni kurtarır. Bu kitap (Kuran) sana gönderilmiştir kardeşim ve direkt sana hitap eden ayetlerle doludur. Anladığın dilde ve iyi niyetle oku bak göreceksin. Sadece arabın dini olmadığını, sadece Arapça olmadığını anlayacaksın. Evet, kitabın dışında uydurulmuş bir Arap dini var. Ama dediğim gibi “kitabın dışında” o din. Sen kitabın içine bak kardeşim. Arabın değil Allah’ın dinini göreceksin.

www.kalemzade.net

MUSA’NIN YUMRUĞU

Yayınlandı: 12 Ekim 2014 / Kalemzade Kamil, İktibaslar

k7

Denendiğimizi Unutmayalım

Sözüm bu kez hem temize çıkaramayacağımız nefsimize hem de üzerine alınacak olanlara… Okumak yetmez, yaşamadıkça… Öylelerimiz var ki ayetleri anlıyor ama uygulamıyor. Lütfedildiğine şükrünü gösteremiyor. Ayetleri okurken düşündüğü kadar, uygularken düşünemiyor. Doğruyu yaşadığını, kendini gözettiğini zannediyor.

Hayır, siz kendinizi gözden geçirmiyorsunuz. Ayetlerde başkalarının yanlışlarını görüyor ama kendi yanlışlarınızın da kitapta size anlatıldığı ihtimalini hiçe sayıyorsunuz. Siz size gelen ilme rağmen, nereden geldiğinizi unutarak, güzel ya da etkili söyleyip kalbe dokunur sözler etmektense kavga etmeyi yeğliyorsunuz. Üstelik sizinle kavga etmeyenlerle bile… Onları aşağılayıp, hakaretler edip, hiçe sayıyorsunuz.

Uyardığınızı zannediyorsunuz. Hayır! Siz insanları uyarmıyorsunuz. Sadece kalkıyorsunuz. Kalkıp uyarmıyorsunuz. Kalkıp kavgaya tutuşuyorsunuz. Hizipleşiyorsunuz. Bir akıl tutulmasıyla Allah’ı yok sayan ateiste gösterdiğiniz kararında tepkiyi ve etkili sözü, bir başka akıl tutulmasıyla kitabını bilmeden “müslümanım” diyene göstermiyorsunuz.

Allah insanlara düşünmeleri için bir ömür vermişken, siz insanlara sağlıklı düşünmeleri için hiç zaman tanımıyorsunuz. Ayetleri okuyup anlamaya başlayınca denendiğinizi yok sayıyorsunuz. Siz de bir zamanlar onlar gibiydiniz ama unuttunuz. Allah size lütfetmiş ve sizi uçurumun kenarından kurtarmışken, siz henüz lütfedilip lütfedilmeyeceğini bilmediğiniz insanlara bile “müslüman değilsin” diyorsunuz. Allah’la aldatıp kelle kesenlerle, Allah’a doğru ve güzel bir yol arayıp da henüz Kuran’ı bulamamış olanları aynı kefeye koyuyorsunuz. Siz henüz uyanmamışken, müşriğin, şirkin ne anlama geldiğini bile tam olarak bilemezken, birisi sizse “müşrik” deseydi belki de hala şirk koşuyor olma ihtimalinizi hiçe sayıyorsunuz. Çuvaldızlarla dolaşırken iğneyi kendinize batırmak hiç aklınıza gelmiyor. Vahyi düşünüp uygulamayı beceremeyip öfkenize yeniliyorsunuz. Allah’a değil, farkına varmadan tahrikçilere uyuyorsunuz. Size saldırmayanlara bile saldırıyorsunuz.

Acı söylüyorsam dostluğumdan… Kimilerimiz kendini eleştirmiyor. Tahrike kapılıyor. Musa’nın düştüğü hataya düşüyor; vur deyince öldürüyor. Kimilerimiz sadece okuyor, yaşamıyor. Zaten kolaylaştırılmış bir dinde, daha da kolaylaştırılmışını arıyor, tembelliğe bayılıyor. Bir de tutup, baldan tatlı öfkesini ilahi görev zannediyor. Şeytana uymuşçasına, batıl’a değil de, insana düşman oluyor.

www.kalemzade.net

İNANMAK MESELESİ

Yayınlandı: 12 Ekim 2014 / Kalemzade Kamil, İktibaslar

k8 

“İnandık Ama Nasıl? İkna Olduk mu? Görev Tamamlandı mı?”

İnanmak… O kadar rahatlatıcı ki! Huzur verici! Her şeyi halletmiş, görevini tamamlamış gibi! Bonuslarıyla beraber bir platform oyununu bitirmiş gibi! Bütün level’ları can vermeden geçmiş gibi! Maratonu daha başlamamışken birinci bitirmiş gibi! Kim milyoner olmak ister yarışmasında bütün soruları doğru cevaplamış gibi! Bütün yaptığımız iyi işler yanında henüz yapmadıklarımızın bile yapılmış da hiçbir önemi kalmamış gibi! 8000 feet’den paraşütle atlamışız da en tehlikesiz noktaya en yumuşak inişle inmişiz gibi! İnandık ya… Her şey bitmiş gibi!… Öyle mi gerçekten? İnanınca her şey başarıyla bitiyor mu gerçekten!!! İnanmak başarının yarısı… Ya inanmamak!!! İkna olmadan inanmak!!! Hangi yarıları!!!

Açın bilgisayarınızı. En kolay bir platform oyununu yükleyin. Start’a basın ve bu oyunu kazanacağınıza inandığınızı söyleyin. Sonra koltuğunuzdan kalkıp gidin başka işlerle ilgilenin, oyunu kazanıp kaybedeceğinizi hiç düşünmeden, hiç endişelenmeden başka işlere verin kendinizi. Yemek yiyin, sokaklarda keyfinizce gezin, arkadaşlarınızla buluşup eğlenin, spor yapın… Yorulun dünyanızla ve eve döndüğünüzde yatın uyuyun… Elbet uyanacaksınız! İşte uyandığınızda gidin ve tekrar bilgisayarınızın başına dönün. Bakın bakalım oyunu kazanmış mısınız, yoksa ekranda kocaman bir “Game Over” yazısı mı var!!!

Sporcu lisansınızı alın. Bir maratona katılmak için başvurun. Kayıtlarınızı tamamlayın. Göğüs numaranızı iğneleyin formanıza. Başlangıç çizgisine geçin. Start verildiğinde sadece ve sadece kazanacağınıza inanın. Telaş etmeyin. Siz inandınız ya! Biraz yürüyün tabi! Eğer bir ağaca denk gelirseniz gölgesinde yatın uyuyun! Elbet uyanacaksınız! İşte uyandığınızda bakın bakalım yarış ne alemde! Kazanmış mısınız yoksa yarışı bitirenler çoktan evlerine gitmiş de yapayalnız mı kalmışsınız!!!

Kim milyoner olmak ister yarışmasına katılın. Başaracağınıza inanın. On beş soru vardı değil mi? Siz inandınız ya!  Sorulara nasıl olsa cevap verebileceğinizi düşünüyorsunuz ya! O yüksek koltuğa kıvrılın uyuyun! Elbet uyanacaksınız! İşte uyandığınızda bakın bakalım kaçıncı soruya gelmişsiniz! On beş soruyu da cevaplayıp milyoner mi olmuşsunuz, yoksa birinci soruya siz cevap bile vermeden süreniz dolmuş da sahne arkasına mı alınmışsınız!!!

Uçak sizi 8000 feet’e çıkarsın. Sırtınıza paraşütünüzü takının. Başarıyla yere ineceğinizi düşünün! İnanın! Kapıdan sizi tekmeyle bile atsalar nasıl olsa yere ineceksiniz! Siz inandınız ya! Havada düşerken uyuyun ne ola ki! Elbet uyanacaksınız! İşte uyandığınızda bakın bakın bakalım güzel bir noktaya mı inmişsiniz yoksa kemiklerinizin bir kısmı kırılmış da o yüzden mi uyanmışsınız!!!

Şimdi biz Allah’a inandık ya… Meleklerine… Elçilerine… İndirdiği kitaplara ve ahiret gününe… Hele hele ne olduğu hakkında akıl yürütememiş bile olsak kadere… Uyuyalım!!! Uyuyabiliriz artık!!! Nasıl olsa inandık ya! Elbet sonunda uyanacağız! Bakalım bakalım ne halde olacağız! Emin miyiz başaracağımıza! Emin miyiz dosdoğru işleri yaptığımıza! Emin miyiz inandıklarımıza inanmış da başarmış olduğumuza!

Nasıl olsa Allah’a inanmayanlar yerin dibine geçecek ya.. Nasıl olsa Allah yerine ya da Allah’la beraber taştan tahtadan putlara yalvaranlar alevlere girecek ya! Onlar Allah’a inanmadılar ya… Biz inandık ya!.. Nasıl olsa onlardan daha iyi Allah’ı nasıl tanıdıksa tanıdık ya! Tabii ki biz kazanacağız ya! Uyuyarak da inansak fark etmez uyumadan da inansak fark etmez ya! Ne sorulursa sorulsun, ne hesap verilecekse verilsin o saatten sonra biz doğru cevapları verebileceğiz, ama onlar veremeyecekler ya!.. Öyle mi acaba!!! Ne soru sorulsa da!!!

Mesela dediler ki “Hani sen Allah’a inanmıştın ya… Neden inandın?” Ne cevap vereceğiz? Hangi deliller neticesinde inandık!!! Allah’a inanmayan gafilce “ben görmediğime, mantığıma indirmediğime inanmam” dediği için yanıldı tamam da biz hangi delile istinaden inandık!!! Var mı cevabımız? Kendi kalbimizi bile mutmain edecek tek bir makul delil söyleyelim sinemize!!! Var mı?

Mesela dediler ki “Hani sen meleklere inanmıştın ya… Neden inandın?” Ne cevap vereceğiz? Dine inanmayanlar gafilce “ne meleği kardeşim, inanılır mı böyle şeye” dediği için yanıldı tamam da biz Allah’ın bu meleklerine, melekelerine ve yeteneklerine nasıl, nerede ve ne biçimde şahit olduk da inandık!!! Var mı bir cevabımız? Kendi kafamızı bile kurcalanmaktan kurtarabilecek tek bir kanıtımız var mı!!!

Mesela dediler ki “Hani sen peygamberlere, resullere inanmıştın ya… Neden inandın?” Ne cevap vereceğiz? Dine inanmayanlar gafilce “ne elçisi kardeşim, onlar şahsi menfaatleri için insanları din diye kandıran sahtekarlardı” dediği için yanıldı tamam da biz Allah’ın elçilerinin doğru sözlü kimseler olduğunu nasıl anladık!!! Var mı bir cevabımız? Kendi peygamberimiz hakkında bile atılan iftiralara cevap verebilecek kadar akıllı uslu bir bilgimiz yokken hangi fark ettiriciden faydalanarak ve hangi delille savunacağız inandığımız peygamberi!!!

Mesela dediler ki “Hani sen ahret gününe ve yeniden dirileceğine inanmıştın ya… Neden inandın?” Ne cevap vereceğiz? Dine inanmayanlar gafilce inanmamışlarken gerçekleşmiş olan o kıyam gününde o dine inanmayanlardan ne farkımız olacak? O zaman geldiğinde “İşte buradayız ya. Demek ki inandığımız doğruymuş” mu diyeceğiz? İnkârcılar da oradayken ne fark var ki aramızda? Üstelik bize inandığın doğru mu diye sormuyorlar da neden inandın diye soruyorlarken!!!

Mesela dediler ki “Hani sen Allah’ın indirdiği Kuran’a ve öncekilere iman ettin ya… Neden inandın bu kitaba? Ve öncekilere nasıl bir ölçüde?” Ne cevap vereceğiz? Dine inanmayanlar bile onu okumuş ve inanmamışlarken bizim ne farkımız olacak onlardan eğer okumamışsak? Bir farkımız olacak merak etmeyin!!! Onların bir kısmı en azından merak edip de okumuş ama anlayamamış durumda olacaklar! Bizse eğer okumamışsak hem okumayıp hem anlamamışlardan olacağız!!! Kim daha fazla zararda dersiniz!!!

Üstelik… Üstelik.. Akıllı bir insan… Tanımadığı birine, hiç düşünmeden, O’nu kalbine hiç tanıtmadan, ne gibi özellikleri olduğunu anlayamadan ona inanır, ona güvenir mi? Akıllı bir insan, gerçek manada ve reddedilemeyecek bir gerçeklikte ne dediğini hiç bilmeden bir başka insanı Allah’ın elçisi kabul edebilir mi? Akıllı bir insan rüzgârların nasıl estiğini, yağmurların nasıl yağdığını, dünyanın nasıl döndüğünü, koyunun yününün sıcaklığını, nefesini, yaşamı boyunca iç ve dış dünyadan gelebilecek tehlikelere karşı nasıl korunmuş olduğunu ve sair bilimle pamuk kılçık olmuş bilgilerin b’sini düşünmeden Allah’ın ne tür melekeleri olduğunu ve bunlardan biri ile elçinin kalbine inen ayetlerinin nasıl inmiş olabileceğini (Kuran’da anlatıldığı halde) düşünmeden melek denen varlıklara inanır mı? Akıllı bir insan bahar üzerine, kış üzerine, meyve üzerine, karınca üzerine, hastalık üzerine, şifa üzerine, ölüp giden babası ya da çocuğu üzerine düşünmeden kadere inandım, ahrete inanıyorum diyebilir mi hiç?

Hadi tüm bunları bir tarafa bırakalım. Tüm bunları anlayabilmek bir insan için çok zor diyelim! Bir şeyleri fark edebilmek için bir fark ettirici lazım, bütün bunlar fıtratımızda varsa da hatırlamak için bir hatırlatıcı lazım ve tüm bunların eksiksiz ve apaçık sözlerle bir insana anlatılması lazım değil mi… Bir fark ettirici… Yani Furkan! Bir hatırlatıcı… Yani Zikir! Bizi bu bilgisizlik karanlığından çıkarıcı bir ışık… Yani Nur! Bir yönlendirici… Huda! Bir hayat kurtarıcı… Şifa! Bir açıklayıcı… Beyan! Gerçeğin ta kendisi ifadeler… Hak Kelam! En güzel sözler… Ahsenel hadis! Apaçık bir delil… Mübin ayet! Kalbe inen, inerek onu ikna eden.. İnzal… Tenzil… Eksiksiz… Kemale ermiş kâmil bir rehber lazım demek ki…

Var mı dersiniz!.. Var deriz değimli? İşte o rehber Kuran’dır. İşte Kuran! Ona inanıyoruz ya! Peki akıllı bir insan, içinde ne anlatıldığını okumadığı bir kitaba inanır mı hiç!!! İnsan okumadığı bir kitaba inanır mı hiç!!! Ya da anlamını bilmeden okuduğu kitaba nasıl inanır insan! İnsan okuyup da anlamadığı bir kitaba inanır mı hiç!!! Daha kaç türlü söylemek lazım!!!

Zikir hatırlatıcı demekse demek ki hatırlamamız gereken bir şeyler var. Nedir o şeyler? Kuran’da… Furkan fark ettirici ise madem demek ki fark etmemiz gereken şeyler var. Nedir o şeyler? Kuran’da… İnzal var ise, bir şeyler kalbe inecekse nerede bunlar? Kuran’da… Şifa oradaysa biz neredeyiz Allah aşkına!!!

Allah’a inandım deyip, tahkik edip incelemeden, ikna olmadan öylece bırakmakla, yeryüzünde tanımadığımız herhangi bir insana inanmak arasında ne fark vardır ki!!! Allah’a inanıyorum deyip ama O’nun ne dediğinden haberi olmamakla, her önüne gelene inanmak arasında ne fark olsun ki!!! İtiraf edemesek de bunun “Ya varsa!” korkusundan başka bir şey olmadığı açıktır. “Ya varsa” demek ise “var” demek değildir. Kalbe inmiş bir olgu değildir. Korkaklıktır. Korktuğu için inanmak demektir. Korktuğu için inanıp ikna olmadan itaat etmek demektir. Anlamamaktır. Zanna yenilmektir. Sorulduğunda makul ve mantıklı cevaplar veremeyecek olmaktır. Başarısızlıktır. Akla gerek yok demektir.  Gafilliktir. Su içerken ağzını yukarı çevirip çevirip indiren akılsız bir kuş kadar bile olamamaktır.

İnanmak böyle, peki ibadetlerimizi anladık mı? Neden yapıyoruz diye! Ramazan günü karşımızda su içen birisini gördüğümüzde neden cinlerimiz tepemize çıkıyor? Derdimiz ne bizim? O insanı kıskanmak mı? O insanı düzeltmek mi? Kendimizi zararda hissetmek mi? Hayır! Hiçbiri aslında… O halde Ramazan’da karşımızdaki binanın yağmur oluğundan sızan suyu içmekte olan serçeye neden hiddetlenmiyoruz da az önceki satırlardaki gibi şefkatle bakıyoruz!!! Bırak içen içsin bize ne! Biz kendi orucumuzu neden tuttuğumuzu anlayamadık mı hala! Elimizdeki nimetlerin farkına vardıramadı mı oruç bizi? Aç kalmak mıdır oruç tutmak!!! Eğer öyle düşünüyorsak yiyelim, neden aç kalıyoruz ki! Bir başka anlamda özeniyor muyuz yoksa soğuk suyu mideye indirene? O halde bırakalım orucu morucu!!! Biz de içelim madem bu kadar öfkeleniyorsak!!!

Ya namaz! Kimimiz diyor ki dünyaya dalarsan vaktin gelip geçtiğini bile anlayamaz, namazını unutur, aksatırsın. Bu ifade de yanlış bana göre. Namazı bir görev olarak değil, bir amaç olarak değil, bir vasıta olarak görmek gerekmez mi? Namaz birçok faydası yanında bizi dünyaya gereğinden fazla meyletmekten alıkoyan şeyin kendisidir zaten. Dikkat edelim… Dünyaya meyletmeyip namaz borcunu ifa etmek değil, namaz kılarak dünyaya gereğinden fazla meyletmekten alıkonuluruz. İkisi aynı şey değildir. Namaz bize Allah’ı hatırlatır, kitabı hatırlatır, ne için yaşadığımızı hatırlatır. Namaz kılmak için yaşamıyoruz. Niçin yaşadığımız anlamak ve doğru işlere yönelebilmek için namaz kılıyoruz. Oruç da namaz da birer kolaylaştırıcıdır. Yani araçtır, amaç değil. Başkasının namazı, başkasının orucu bizim için ne fayda ne zarardır. Bizimkidir anlamayı kolaylaştıran, başkasınınki değil.

O kişi bizi namazımızdan ve orucumuzdan alıkoyacak bir iş yapmadıktan sonra biz neden onu içeceği bir bardak sudan alıkoyalım ki! Bizim namazımızdan, orucumuzdan ona ne değil mi? O halde onun su içmesinden, namaz kılmamasından bize ne! Biz örnek olduk mu ki ondan saygı bekliyoruz!!! Acaba o suyu içenin inanmadığı için su içtiğine emin miyiz? Belki başka mazeretleri vardır! Biz bilmiyoruz da Allah biliyordur! Allah’ın bir planı vardır o insanın yola gelmesi için belki. Ama biz bilmiyoruzdur! Belki ikna aşamasındadır da bizim tavrımızla iknaya sekte vuracağızdır! Nereden biliyoruz gerçekten saygısızlık yaptığını! Eğer onun su içişini saygısızlık olarak değil de, susamış da su içiyor şefkatiyle görebildikse, işte o zaman bizim orucumuz hedefine ulaşmıştır belki de… Ya da başkalarının namazının hesabı bize mi düştü! Namaz kılmadığı halde namaz kılanları destekliyorsa ve biz bunu bilmeden o kişiye namaz hesabı sormuşsak ne büyük bir yol kazası yaptırabileceğimizi düşünebiliyor muyuz!!! Öncelik ibadet mi yoksa iman mıdır? Bunu biz bile ibadet ettiğimiz halde bilmiyorsak kime neye neden kızıyoruz!!!

Birisine dinimizi anlatacaksak önce kendimiz anlamalı değil miyiz? Üstelik dinini bilmeyen birisi namaz kılarak ya da oruç tutarak mı bilmeye başlayacak! Önce ikna olup, peşinden bu ikna oluşla inanacak ki namaz ve oruçla inandıklarını pekiştirsin… Önce ikna olmaya ihtiyacı var madem, biz ne berbat bir müdahale yapıyoruz da ikna olacaksa da bir çuval inciri berbat ediyoruz! İkna etmekse zorlama yapmak değildir. Kaynak bellidir. Bu dinin kaynağı Kuran’dır. Bir şekilde ikna etmek istediğimiz kişiyi Kuran’ı okumaya yönlendirmek varken oruç tut, bana saygı duy demekle mi yönlendireceğiz! Hele hele biz ikna olup da mı inandık, yoksa inandım demekle mi inandık!!! Yani biz inandık mı gerçekten de, başkasının da inanmasını bekliyoruz!!!

İşte!… Biz inanıyoruz ve inandığımız işleri yapıyoruz ya! O neden yapmıyor ya! Madem inanıyoruz, başaracağız ya… Madem başaracağız, güveniyoruz ya… Okumasak da, inanıyoruz ya… Din adına ne söylense yapıyoruz ya… Uyusak da olur değil mi… Okumasak da olur değil mi? Kuran’a inanıyoruz ya anlamadan içindekileri tekrar edip dursak da olur değil mi!!! Hadi uyuyalım! Er geç uyanacağız nasıl olsa! İşte o an uyandığımızda bakalım bakalım… Platform (yeryüzü) oyununu kazanmış mıyız yoksa karşımızda “Mission Completed” yerine kocaman bir “Game Over” yazısı mı var!!!

www.kalemzade.net