DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
REC’AT
YENİDEN DOĞUŞ İNANCI
A- REC’AT YENİDEN DOĞUŞ İNANCI
Dünya üzerinde ilkel veya modern pek çok toplumda görülen yeniden bedenlenmenin kaynağı ile alakalı farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre rec’at ve türevleri eski totemlerin bir inancının neticesinde ortaya çıktığı söylenmektedir. Buna göre eski toplumlarda doğan çocukların yeniden vücuda gelen atalar olduğuna inanılmaktaydı. Bazılarına göre kadınların hamile olması için evlenmesi gerekmemekte, kadın ölen bir atanın yanında geçerken atanın ruhu o kadının kaba etine bir çocuk tohumu olarak girerek, ölmüş atalar yeniden dünyaya çocuk olarak dönmektedir.[1]
Her dönemde ve toplumda taraftar edinen yeniden bedenlenme (transmigration) tarzı inançlar Yeni Gine, Kuzey ve Güney Amerika’da eski dönemlerde de yaygın olarak gözlemlenmiştir. Bu örneklerde çoğunlukla insan ruhları, hayvanlara geçmiş olarak düşünülmüştür. Güney Afrika’nın Bartu kabilelerinde, ölenlerin ruhları kabilenin totemine dönüşür, hatta onda yeniden bedenlenmektedir. Zulular’da ölenin ruhu bir yılana dönüşmekte, Madagasgar’da da benzer inançlar gözlemlenmektedir. Bu inancın buraya Endonezyalılar vasıtası ile geldiği düşünülmektedir. Orta Avustralyalılar çocuklarına atalarının ruhunun geçtiğini inanırlardı. Bazı durumlarda ise ölen totem atanın bizzat doğduğuna (Ribirth) inanılırdı. Bu inançta bir kişinin yeniden doğumu ifade edilmekte ve artık bundan başka bedene girmediğine inanılmaktaydı. Batı Afrika’da İbolar arasındaki yeninde doğan kişi Agoi yeniden doğuma da İvago alarak adlandırılırdı.[2]
Rec’at inancı hemen hemen tüm düşünce sistemlerinde benzer şekillerde olan bir anlayış olarak gelişmiştir. Genel itibari ile Hintlilere izafe edilen bu düşünce aslında İranlılar, Mezopotamya medeniyetleri, Mısır, Yunan vb. pek çok toplumda var olagelmiştir. Mısırlılar bu inancın gelişmesine önemli ölçüde katkıda bulunmuşlar, kötü ruhların arınıncaya kadar reenkarne olacağını, iyi ruhların ise ebedî olarak, binlerce yıl, bir cennet yaşantısı sürdükten sonra dünyaya geri döneceğini ifade etmişlerdir. Mumyalama yönteminin de bu geri dönüşle yakından ilişkisi olduğu, zira mumyalamada kişi dünyaya döndüğünde vücudunu bozulmadan bulması amaçlandığı bilinmektedir.[3]
1- İslâm Tarihinde Rec’at Düşüncesinin Doğuşu
İslâm tarihinde rec’at düşüncesinin ilk nüveleri özellikle İslâm’ın doğu kıyıları boyunca Mecûsîlik, Maniheizm, Zerdüştlük, Budizm gibi dinlerden ihtida eden kimseler arasında görülmüştür. Bu düşünce Asya’da pek çok düşünceden etkilenerek gayri İslâmî bir düşüncenin İslâm’a duhûludür.[4]
İslâm âlimlerinin bir kısmı rec’at akidesinin iki menşei olduğunu söylemişlerdir. Bunlardan bir tanesinin Yahudi ve Hıristiyan etkisi ve mevcut siyasî ve ictimâî durum ile ortaya çıktığı söylenirken, diğerinin Müslümanların arasındaki ortaya çıkan siyasî ve ictimâî sürtüşmeler neticesinde olduğu kabul edilir. Ancak daha çok ilk neden üzerinde durulurken bu düşünceyi ilk dillendirenlerin Yahudi asıllı olduğu vurgulanır. Zira Yahudi dininde de İlya peygamber semaya kaldırıldığı, ölmeyip yaşadığı ve adaleti tekrar tesis etmek üzere ahir zamanda rec’at edeceği düşüncesi mevcuttur. Bu düşünce Şîa düşüncesindeki gaib imamın tarifiyle tam bir paralellik arz eder.[5]
İslâm coğrafyasının genişlemesi ile birlikte fethedilen topraklardaki eski akîdeler muzaffer Müslümanlar karşısında sindirilmiştir. Toplumlar yeni dine intisap ederken eski alışkanlıklarını da kolay kolay bırakamadıkları aşikârdır. Bazıları İslâm’ın emirlerine karşı duydukları nefretin de bir tezahürü olarak bu düşünceleri dinileştirme yoluna gitmişlerdir. İşte bunun neticesinde Babil’in, İran’ın, Maniheizm’in vs. eski nazariyeleri zamanla zihinlere geri gelmiş, pek çok şey ancak tevil ile kendine yeni dinde yer bulabilmiştir. En önemlisi de bu en uç düşünceler çoğu zaman Hz. Muhammed’in ve onun ehlinin adının hemen yanı başında meşruluk kazanmış, bu isim adeta bir kalkan olarak kullanılıp tevillerde uç sınırlar zorlanmıştır.[6]
Tantâvî Hindistan’da tenasühü ilk ortaya atanın M.Ö. 4800 yıllarında Krişna olduğunu, bu inancın M.Ö. 4500 yıllarında mumyalama geleneği ile Mısır’da gelişerek etkisini gösterdiğini ifade eder.[7]
Çok yaygın olmasa da İslâm öncesi Arap toplumlarında atalarının mezarlarına aşırı saygı gösterir ve sıkıntı anlarında onların ruhlarından yardım isterlerdi. Onların inancına göre vefat eden bir kişinin ruhu insan veya insan olmayanların bedenine geçebilme gücüne sahipti. Çok yaygın olmamakla birlikte eski Araplarda da rec’at inancının izlerini görmek mümkündür.[8]
Rec’ati çağrıştıran bir başka anlayış da ilâhî ruhun yaşayan varlıklar arasında yayılıp taksim edilmesidir. Buna göre tüm ruhlar bir bütünün parçalarıdır, bir müddet bedenlerde kaldıktan sonra asla rücu ederler. Bu inanca Hintliler, Mezdekiler, Tibetliler Çinliler gibi genelde uzak doğu kültürlerinde görülür.[9]
İbn Cevzî Telbis-ü İblîs adlı eserinde iyi insanların ruhlarının iyi bedenlere kötülerinin de kötü bedenlere geçmesi ile ilgili Ebû Kasım el-Belhî den naklederek, bu inancın Hz. Musa döneminde firavunların ülkesi Mısır’da ortaya çıktığını ifade etmiştir. Kişi iyi işler yaparsa iyi bedenlerde rec’at ederken kötü şeyler yaparsa hayvan şeklinde rec’at edecek ve bin yıl faklı hayvan şekillerinde hayat sürecektir. Sonra yine insan şeklinde rec’at edebilecektir. [10]
Eski Yunanlılarda çok önceden hatta Pisagor’dan da önce yeninde bedenlenme anlayışı mevcut olduğunu varsayılmaktadır. Yeniden doğma fikrinin ilk kez nereden neşet ettiği hakkında net bilgiler yoktur, ancak Eski Yunan ya da Mısır’dan neşet ettiğine dair güçlü deliller mevcuttur. Ancak Yunan düşüncesinde tenasüh fikrini şekillendiren Pisagor olmuştur. O ağaçlar da dâhil ruhun tüm varlık kategorilerine idhâlinin söz konusu olduğunu söyler.[11]
Rec’at Düşüncesini Etkileyen Faktörler
Az ya da çok bütün dinlerde izleri görülen rec’at inancının dinî kaynaklı olması yanında sosyo-politik ve psikolojik bir alt yapısının olduğu da gözlemlenmektedir. İnsanlar zulüm, istila ve sürgünler karşısında bir ümide muhtaçtırlar. İnsanlar zor şartlarda ancak bu şekil inançlarla dayanabilme gücü bulmuşlardır. Bu düşünce insanları bu tür zor zamanlarda dağılmalarının önüne geçmiştir. Toplumun bu tür olaylar karşısında sarıldıkları en önemi nedenlerden bir tanesi liderin ölmediği, geri dönüp kendilerini kurtaracağı düşüncesidir. Neredeyse Şîa’nın tüm fırkalarında imamlarının ölmediği ve geri döneceği düşüncesi mevcuttur. Resmi otoriteye karşı çok defa isyan eden ve isyanları genelde kanlı bir şekilde bastırılan Şiî gruplar, liderlerinin ölmediği ve rec’at edeceği düşüncesine sarılarak dağılmaktan kurtulmaya çalışmışlardır. Bu düşünce defalarca isyan etmelerine sebep teşkil etmiştir.[12]
Bilim çağındaki insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini en güzel şekilde özetleyen Daya Shanker şöyle diyor: “Bilim çağında yaşıyoruz. Bilim evren güçlerini yenmekle kalmadı, onları insanların hizmetine sunmayı da başardı. Aya çıktık, güneşin güç ve enerjisini kontrol edebiliyoruz. Güneş, ay, okyanus vb. hepsi hizmetimizde. İnsanlığı yok edecek, yeryüzünde hayat izi bırakmayacak silahlar geliştirdik. Bilimin yardımı ile insanın acı ve dertlerini en aza indirdik. Köre göz, sağıra kulak, lâla dil, kötürüme bacak taktık. Hayat üretiyor, bedeni asırlarca koruyabiliyoruz. Fakat ölümü yenebiliyor muyuz?”[13] İşte aslında insanın içindeki ölümsüzlük arzusu, yok olma korkusu insanı reenkarnasyon düşüncesini vazgeçilmez kılıyor. Ölüm geçmişte olduğu gibi bu gün ve gelecekte de insanın en büyük korkularından biri olacaktır. Ölümsüzlük arzusunun nasıl üstesinden gelinmesi gerektiği ile ilgili pek çok görüş ortaya çıkmaktadır. Dinler genel manada ölümün bir son olmadığı ve ölümden sonra dünyada yaşanılan hayata bağlı olarak ödül ve cezaya endeksli bir öte dünya tanımlaması yapmaktadır. Fakat insan tecrübî olarak bilmediği, algılamadığı bu öte dünya hakkında tam bir tatmin duygusundan mahrum olabilmektedir. Onun için en ideal düşüncelerden biri tecrübî olarak yaşadığı dünyada var olmak, bir ideal haline dönüşebilmektedir.
Ölüm ötesi hayat ile tekrar bedenlenme arasındaki ilişkiye bakıldığında dört düşünce grubu karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birincisi tekrar bedenlenmeyi kabul edip, ölümden sonra öte dünya anlayışının reddetmektedir. Bu düşüncede her şey bu dünyada vuku bulmaktadır. Ödül ve ceza dünyaya tekrar dönüşlerde gerçekleşecektir. İkinci görüşe göre ise yeniden bedenlenme yoktur; öte dünya gerçektir. Bu düşünce de genel anlamı ile dinî literatüre uygun bir anlayış arz etmektedir. Üçüncü olarak hem tekrar bedenlenme hem de öte dünyanın kabulü vardır. Burada insan ruhu, diğer bir ifade ile insan şuuru belli bir kemâle erişmek için dünya mükerrer olarak rec’at etmekle beraber, arzu edilen seviyeye ulaştıktan sonra artık kemâle eren ruh ulvî bir öte dünyada varlığına devam ettirecektir. Ancak burada öte dünya sadece pozitif anlamda kullanılmıştır. Son olarak ise hem tekrar bedenlenmeyi hem de öte dünyayı reddeden bir anlayıştan bahsedilebilir ki, bu materyalist bir bakış açısını göstermektedir. Hayatı sadece bu dünyadan ibaret görmektedir.[14]
Mehdînin tekrar rec’at edeceğine dair inanca baktığımızda iki psikolojik ön kabulün olduğu görülmektedir. Bunlardan bir tanesi “mehdî gelmeden önce de dünya zulüm ile dolacak” düşüncesidir. Bu düşünce sahipleri en zor zamanlarında mehdî beklentisi ile zorluklara göğüs germiştir. Zira mehdî gelmeden önce zulüm had safhaya çıkacaktır. Dolayısı ile bir baskı ve zulüm ortamı rec’at edecek mehdîye gebe olabilir. Böylece mehdînin rec’atini bekleyen gruplar dağılmadan bir arada durabilmişler, zorluklara göğüs gerebilmişlerdir. Bu durum fiili bir durumdur. Tarihte nice kere baskı ve zulme uğrayan gruplar, henüz ortam oluşmadığı için mehdînin gelmediği kanaatine varmışlardır. Bu fiili durumu takip eden diğer bir ön kabul de “Gelecek mehdînin zulmü ortadan kaldırarak, adaleti tesis edeceği” düşünce ve umududur. Bu düşünce de görüş sahibi fırkaların her zaman ve mekânda düşüncelerini taze tutmalarına olanak sağlamıştır. Zira gelecek mehdî onları bu zulümden kurtararak mağlup durumdan muzaffer duruma geçeceklerdir.
2- Günümüzde Ruhçu Akımlar:
Çağımızda ruhların tekrar bedenlenmesinin gerçekliğine inanan pek çok grup vardır. Bu konudaki araştırmaları ile tanınan Ian Stevenson tekrar bedenlenmeyi doğrulayan bine yakın vakıa tespit ettiğini ifade etmektedir. Bu tespitlerin bir kısmı da ülkemizde vuku bulmuş olaylardır. Bu tür vakıalar genel olarak buna inanan gruplar tarafından araştırılmaktadır. Bu örneklerden biri Enis Behiç Koryürek’tir. 1112 senesinde Trabzon’da öldüğü söylenen Çedikçi Süleyman Çelebi adında birisi, 1946-1949 yılları arasında Enis Behiç Koryürek’e gelerek ona eski devrin ifadesi ile ve düşünmeden bir takım Şiirler yazdırmıştır. Hatta ayetler ve hadisler ezberletmiştir. Ona Farsça kıtalar söyletmiştir. Bazı kehanetlerde bulunmuştur.[15]
Günümüz ruhçu düşüncesi mensupları tarihin ilk dönemlerine ait bazı kalıntılarda insanların çocuğun anne karnındaki pozisyona benzer şekilde gömüldüğü, yanında çeşitli silah ya da eşyalar konulduğu tespitine dayanarak, burada ölünün gömüldüğü çukur ana rahmini temsil ederken ölümden sonra hayatın varlığı ya da kişinin tekrar dirileceği simgelemekte olduğunu ifade etmektedirler.[16]
Türkiye’deki reenkarnasyon öğretisinin önde gelen isimlerinden Bedri Ruhselman, reenkarnasyona karşı daha önceden kendisinin sahip olduğu tutumu şu şekilde açıklıyor. “Önceleri derdim ki, bu insanın tekrar dünyaya gelip gitmesi nasıl mümkün olabilir? Böyle bir iddiada kuşku ile karşılanan geçmiş hayatlardan hiç birine ait en küçük bir anın var olmamasını düşünüyor, insanların koskoca bir insan halini aldıktan sonra tekrar çocuk olarak dünyaya gelmelerini, hatta babanın kız, kızın baba veya dayı halinde yeniden doğması gibi aklın, mantığın ve bilimin ilk elde kabul edememeği bir takım fikirleri acayip buluyor ve bir türlü hazmedemiyordum. Bunlar olsa olsa eski zamanların batıl inançlarından kalmış bir takım hurafelerdir diyordum.” Ancak Ruhselman daha sonra kendisinin yanıldığını öğrendiğini ve gerçekleri kabul ettiğini belirtiyor.[17]
Reenkarnasyon ile ilgili yaptığı çalışmalarla dünyaca maruf Ian Stevonson’un Türkiye’deki çalışmalarını organize eden Can Polat reenkarnasyon olaylarını neden daha çok (hatta tamamen) Akdeniz bölgesi Adana çevresinde görülmesini şu şekilde açıklamaktadır. “Çünkü etnik açıdan aynı düşünüyorlar ve hoşgörülüler. Çoğunluğu Arap Alevîsi, kesinlikle yobazlık yok. Diğer Anadolu köylerinde görmediğimiz açık, rahat bir sosyal yaşam var. Toplum bunları yıllardır çok duyduğu ve inandığı için bir çocuk, iki üç yaşında konuşmaya başladığında onu susturmuyorlar ve bilinçaltı kapanmıyor. Çocuk ‘sen benim babam değilsin, ben şu eve gideceğim burası benim evim değil dediğinde bu onlara saçma gelmiyor. Başka bir yerde ise çocuk hemen susturularak fikirleri bilinç alına itiliyor.”[18]
Dr. Can Polat’ın yaptığı araştırmalar sonucunda ortaya çıkan tablo reenkarnasyon olaylarının tümü Akdeniz bölgesinde Antakya-Mersin arasında görüldüğünü gösteriyordu. Erkekler kadınlara oranla iki kat daha fazla önceki yaşamlarını hatırlamaktadır. Vakıaların %87’si konuşmaya başladığı dönemlerde yani 4 yaşından önce geçmiş yaşamlarını hatırlamaktadırlar. Polat incelenen 48 vakıânın verdiği 220 bilgiden sadece 21’nin yanlış çıktığını ifade etmektedir. Türkiye’deki olayları diğerlerinden ayıran bir nokta da %35’inde ailede birilerinin haberci niteliği taşıyan rüyalar görmüş olmalarıdır. Önceki yaşamla ilgili fobiler, doğum işaretleri, ilginç beceri ve davranışlar yeni hayata taşınmaktadır. Bu konuda en ilginç davranışlardan biri, bir çocuğun daha önce hiç duymadığı bir dili konuşuyor olmasıdır. Olayların tümünde önceki yaşamda ölüm şekli hatırlanmakta ve ilk sırada cinayet gelmektedir. Önceki kişilerin yaşadığı bölge sıralanmasında ilk sırayı Antakya almaktadır. [19]
Yine yeniden doğanların çoğu ünlü kişiler olduğunu söylemektedirler. Tarsusta bir çift dünyaya gelen çocuklarının Ayhan Işık’ın ruhunu taşıdığını kendilerine haberci rüya ile haber verildiğini söylemişlerdir.[20] Kendisini Cleopatra olarak tanıtan bir genç kız da 24 Haziran 1990 tarihli Bugün gazetesinde yer almıştır.[21]
Yıllar önce Amerika’da öldüğünü iddia eden ve İngilizce konuşan üç yaşındaki bir bebek olayı 7 Mayıs 1985 tarihli Bulvar gazetesinde haber konusu olmuştur.[22] Bir doktor olan Mevlüt Gül Toran kendinin dünyaca ünlü heykeltıraş Mikelanj olduğunu, hatta Karacaoğlan, Mimar Sinân ve Mehmet Akif Ersoy olarak da dünyaya geldiğini iddia etmiştir.[23]
Bazen beden doğum esnasında ruhu kabul etmeyebilir. Bunun sonucunda çocuk ölür. Ruhun bir yaşından yedi yaşına kadar peyderpey reenkarne olacağı da kabul edilmektedir. Bu dönemde ruh çocuğa gelerek çocuk ile görünen âlem arasında bağlantıyı kurar. [24]
Günümüzde insanın rec’at edeceğine inanan kimseler, insanın tekrar dünyaya gelmesi ile insan aklının olgunlaşacağını ifade ederler. İnsanlığın devamlı bir ilerleme içinde olması, yeni şeyler keşif ve icat etmesi önceki hayatlarındaki birikimlerini bu hayatlarına taşımaları ile anlam kazanmaktadır.[25]
Rec’at düşünce mensupları, düşüncenin adaletin bir gereği olduğu savunulur. İnsanlar arasındaki yaşamlarındaki haksızlıklar ancak bu şeklide giderildiği kanısındadırlar. Onlara göre ana rahminde ölen veya çocukken ölen ile bir ömür yaşayanlar arasındaki denge sonraki yaşamlarındaki yaşam süreleri ile dengelenecektir.[26]
a- Günümüzde Rec’at Düşüncesinin Kaynakları:
Rec’at inancı taşıyan toplumlardaki bireylerin genelde birbirlerinden etkilendikleri gözlemlenmiştir. Çocuk etrafında buna inanan ve buna göre davranan bir toplum içinde yetişerek bunu özümsemektedir. Bu inanç tahkîkî değil taklîdî olarak süregelmiştir. Yine bu toplumlarda ödül ve cezaya endeksli ölüm sonrası hayat ve sağlam bir ahiret inancının olmadığı göze çarpmaktadır. Bu toplumlar mezkûr inanca dogmatik olarak sahip çıkmaktadırlar. Yine bu toplumlarda siyasî görüş farklılıkları inanca da yansımıştır. Yapılan bir araştırmada buralarda yaşayanların kendilerine tarih boyunca haksızlık yapıldığına inandıklarını gösterir. Tarihte Hz. Ali’nin hilafetinden başlayarak devam eden hak ihlalinin sürdüğünü ve bugün dahi kendilerine gerekli hak verilmediğini savunarak, içe kapalı bir inanç anlayışını, mistisizmi geliştirmişlerdir. Dolayısı ile psikolojik bir muhalif olma durumu ortaya çıkmıştır. Ancak özellikle eğitim seviyesi yükseldikçe bu inançların sorgulandığı gözlemlenmektedir. Türkiye’de bu tür inançların görüldüğü bölgelerde farklı Alevî gruplar olmakla beraber, bu topluluklar akîde olarak yeterli bilgiye sahip olmadıkları görünmektedir. Araştırmalar inanç sistemlerinin genel hatlarını dahi bilmeyen pek çok kişinin varlığını göstermektedir. Oluşan akîdevî boşluğu bu tarz kültürel inançlarla doldurdukları gözlemlenmiştir. Bu bölgelerde yaşayan Alevîlerin şeyh ve dede diye anılan ileri gelenlerinin reenkarnasyon ile tenasüh arasındaki ayrımı dahi bilmedikleri saptanmıştır. [27]
b-Ruhçuların Delilleri:
Ruhçular şu nedenlerden dolayı yeniden bedenlenmenin bir zaruret olduğunu ifade etmektedirler.
a- Eğer ruh bedene girmese idi beden hareketsiz kalırdı bir anlamı olmazdı.
b- Ruhlar reel olarak var olduğundan sınırlıdır. Sonsuz beden için ruh yaratılamazdı.
c- İnsanın farklı tarzdaki hayatları önceki hayatlarının delildir. Yoksa haksızlık olmuş olurdu.
d- Kur’an’da hayvan suretine dönüşümlerden bahseder ki bu reenkarnasyondur.[28]
Bu düşünceye göre cennet ve cehennem bu dünyadadır. İnsanın bir sonrakin hayatında yaptıklarına karşılık reenkarne olduğu beden onun cennet ya da cehennemidir.[29]
B- İSLAM DÜŞÜNCESİNDE REC’AT
Psikolojik olarak gizli iken zuhur edecek veya ahir zamanda yeniden hayata dönecek bir kimsenin fiziki olarak düşünülmesi çok kuvvetli dinî ve siyasî bir liderin mevcudiyetine bağlıdır. Sağlam irade ve düşünceden mahrum olan halk toplulukları bu liderin çekici ışığına şuursuzca kapılıp, onun etrafında pervane olurlar. Ona boyun eğip tam bir teslimiyet sergilerler. Artık bu derece bağlılık o kişinin normal bir insan olabileceği düşüncesini mensuplarına unutturur ve ona bazı olağanüstü durumlar yüklerler. Fakat ölüm efendilerini yakalayınca bir panik bir bocalama yaşarlar. Ve efendilerinin ölmüş olabileceği gerçeğini göz ardı ederek önce onun ölmediği düşüncesini zan olarak düşünürler. Bu düşünce daha sonra kuvvetlenir ve bu bir inanç halini alır. Onun öldüğüne inanmazlar. Efendilerinin bir müddet sonra geri döneceği düşüncesini geliştirirler. Bu düşünce onların yüreklerine su serper. İlk tasavvurlarına göre onun dönüşü çok kısadır. Ancak daha sonra bu gerçekleşmeyince rec’at müddetini tevil ederler. Bunu da Kuran’a dayandırırlar.[30] Kuran’da zamanın Allah katındaki hesabına dayanarak izafi olduğunu, kendi hesapladıkları tarihin yanlış olabileceğini ifade ederler.[31]
Rec’at Pisagor tarafından felsefi olarak eşyanın aynı özelliğini koruyarak belli bir zaman sonra tekrar var olması şeklinde tarif edilmiştir. Bu tekrar var oluş için çeşitli süreler takdir edilse de, net bir zaman üzerinde karar kılmak söz konusu olmamıştır. Hemen olabileceği gibi dünyanın sonunda da olabilir.[32] Felsefi anlamdaki bu rec’atten başka, bu düşünce başka bir menşe olarak eski ve çok yaygın olan docetizm nazariyesine bağlanmaktadır. Docetizm İsa Mesih’in çektiği ıstırapların ve ölümün gerçekte vaki olmadığını, sadece göze öyle görünen bir hayal olduğunu söyleyen bir doktrindir. Buna göre onun ölümü dünyadaki görevinin sona ermesi nazariyesi ile geçici bir kesinti sayılmalıdır. Onun bu hayali şehitlikten sonraki durumu ölüm değil, bir gözden kaybolmadır. Yarıda kalan ödevini tamamlamak ve zafere ulaşmak onun rücû’una, yeniden zuhuruna bağlıdır. Bu kavramlar silsilesi bazı muğlak Hıristiyan fırkaları aracılığı ile İslâm’ın ilk devirlerinde kendini kabul ettirip yayılmıştır. Bu düşünce İslâm fırkalarının şekillenmesinde de önemli bir rol oynamıştır. İmamın rec’ati ile başlayan unsur Şîa’nın en önemli ideali olmuştur.[33] Eski Şark’ın ilâhî nur ile ilgili inançları da bu düşünceyle mezcedilerek, Hıristiyan gnostisizmi ve Yeni Eflatuncu fikirlerden yeni bir sentez oluşturulmuştur.[34] Muhsin Abdulhamid docetisizmin İslâm dünyasına bu bâtıl inancı alarak kendine göre belli bir şekil veren Maniistler aracılığı ile girdiğini ifade eder. Bu düşünceye göre mesihin tüm hayatı zahirî şeylerden ibarettir. Mesihin çarmıha gerilmesi de zahiridir, onun yerine çarmıha gerilen mesihi durdurmaya çalışan şeytanın adamıdır. Onu yaptıklarından dolayı bizzat mesih cezalandırmıştır. Mesih kendisi ise gizlenmiştir ileride tekrar gelecektir.[35]
İlk çağ filozoflarından Pisagor’un öne sürdüğü tenasüh fikri eflatun tarafından sistematize edilmiştir. Eflatun ölen insanların tekrar dirileceğini ifade eder. Şâyet kişiler üstün vasıflara, insanı kâmil mertebesine ulaşırsa bütün cehaletten ve noksanlıklardan münezzeh olan lâhûtî âleme yükselir. Eflatun tenasüh fikrini orijinal tanımlamalarla felsefî bir temele oturtmuştur.[36] Rec’at de eşyanın aynı ile muayyen bir zaman sonra tekrar vücuda gelmesi nazariyesi olarak Pisagor taraftarlarının benimsedikleri bir görüştür. Bu itikad menşe olarak kadîm ve çok yaygın olan docetisizme bağlanmaktadır. Bu düşünce İsa mesihin çektikleri çilenin gerçek olmadığını, sadece göze görünen bir hayal olduğunu varsayar. Onun ölümü gerçek değil nazarîdir. Yarıda kesilen görevini tamamlamak için tekrar geri dönecektir. [37]
Marko Polo’nun eski Türklerle ilgili bir ifadesinde Türkler’in ruhun ölümsüz olduklarına inandıkları, iyilerin daha iyi, kötülerin daha kötü bir bedenle yeniden hayat buldukları, sonunda Allah tarafından kabul edilmeye müsait bir duruma gelinceye kadar bunun bu şekilde devam ettiğini belirterek reenkarnasyon imasında bulunmuştur.[38] İbn Hazm da bazı Türk sûfîlerin Hızır ve İlyas’ın diri olduklarını ve rec’at edeceklerini iddia ettiklerini ifade etmiştir. [39]
Rec’at düşüncesinde, ölen kişinin tekrar dünyaya dönmesi ile ilgili 40 gün ile dünyanın son gününe kadar değişen bir süre takdir edilmiştir. Bu inanç birçokları tarafından köken olarak kadîm docetizme bağlanmaktadır. Hasan Hanefî rec’atin esas manasının cezalandırma ve mükâfatlandırma maksadıyla dünya hayatına geri dönme olduğu görüşündedir.[40] Goldziher’e göre rec’at düşüncesi genel olarak İslâm’ın veya İslâm fırkalarının içinde neşet eden onlara has bir düşünce değildir. Bu düşünce Yahudi ve Hristiyanların tesiri ile İslâm’a girmiştir. Onlara göre İlya Peygamber ölmemiş semaya ref’ edilmiştir. Kıyamete yakın bir zamanda dönecek, hak ve adaletin direğini dikecektir. Şüphesiz onlardaki İlya Peygamber; Şiîler’in gaib, gizlenmiş imamlarının ilk versiyonudur. Bu imamları hiç kimse görmemiştir. Günün birinde âlemi kurtarmak üzere geri döneceklerdir.[41] Gayri İslami düşüncelerde görünen ve İslâm’dan önce de var olan docetizmde ölüm yoktur, insanın sonsuzluğuna inanılır. Hint düşüncesinde var olan bu düşünce diğer dinlere de sirayet etmiştir. Hristiyanların bir fırkasında kralları Teodor’un, mehdî inancından olduğu gibi ahir zamanda dünyaya gelerek adaleti tesis edeceği inancı mevcuttur.[42] İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinde Şiîler başta olmak üzere pek çok İslâm beldesinde rec’at inancı baş göstermiştir. Semerkand’da bazıları evliyalarının rec’at edeceğini bile iddia etmişlerdir.[43]
Her ne kadar rec’at düşüncesinin Yahudi inançları ile paralellik arz edip, rec’atin Yahudi kaynaklı olduğu yaygın bir inanç olsa da, bunun aksi istikametinde görüşler de mevcuttur. Bazı araştırmacılara göre Şiîlerce benimsenen gaybet ve rec’at inancı pek çok bakımdan Yahudilikteki mesih-mehdî inancına benzememektedir. Çünkü Şiî fırkaların kabul ettiği mehdîlerin hepsi belirli kişilerdir. Yaşamışlar, mücadele etmişler yahut bir kenarda durmuşlar, ölmüşler ya da öldürülmüşlerdir. Bu manda rec’atinden söz edilen tüm mehdîler reel kişilerdir. Bu öldürme veya ölme olayının kabul etmeyenler onun görünürde öldüğünü, öldürülenin onun suretine girmiş şeytan olduğunu, kendisinin bulutlarda, gökte, ayda veya yeryüzünün herhangi bir yerinde bulunduğunu söylemişlerdir.[44] İbn Esir de rec’atin Cahiliye dönemi Araplarının bir geleneği olduğunu söyler. Şîi düşünceye mensup pek çok fırka imamlarının bu dünyada iken rec’at edeceğini söylemişlerdir. Bazı gruplar da imamlarının ölümünden sonra rec’at edeceğin ve gaybete girdiğini söylemişlerdir.[45]
Hayyât el-İntisâr adlı eserinde rec’at konusunda Şîa’nın rec’ati, tevhid, adalet, kudret gibi usûliddinden olan şeyleri nakzetmediğini söylediklerini ifade eder. Eğer durum Şîa’nın iddia ettiği gibi usûliddine herhangi bir halel getirmiyorsa, bunun yaratıcının uhdesinde olduğunu ve bunu yapmaya kâdir olduğunu, Allah’a imkânsız olmadığını ifade etmiştir. Bir bakıma bunu tam manası ila kabul ettim demek yerine bunun aklen mümkün olduğunu eğer nakille destekleniyorsa da vuku bulabileceğini ifade etmiştir.[46] Mu’tezile’den Ka’bî de maktûlün ölü olmayacağını iddia etmiştir. Buna da Âl-i İmrân Suresinin 185. ayetini[47] delil olarak sunmuştur.[48]
Yeni selefi akımının öncülerinden İbn Cevziyye rec’atle ilgili görüşleri naklettikten sonra, bunun meâdı inkâr edenlerin görüşü olduğunu ifade eder. Öldükten sonra rec’atin mümkün olmayacağını söyler.[49]
Guluv –Rafıza içinde- ise kıyamet ve ahiretin olmadığını iddia etmişler, ruhun bedenden bedene geçerek rec’at ettiğini söylemişlerdir. Eğer kişi iyi şeyle yapmış ödülü hak etmişse bir sonraki rec’ati elem ve ıstırab duymayacağı bir beden ve yaşam olacaktır. Şâyet cezaya müstahak ise sonraki yaşamındaki elem ve zararlarla bunun karşılığını görecektir. Dolayısı ile dünya ebedî olarak devam edecektir.[50]
İmâmiyye Râfizîleri’nden bir grup da Musa b. Ca’fer’in ölmediğini adaleti sağlamak için döneceğini söylerler. Bir grup aynı şeyi Ca’fer b. Muhammed için, bir başka grup da İsmail b. Ca’fer için söylemiştir.[51]
Bazı gruplar da bir imam üzerinde durur ve imameti ondan öteye geçirmezler. Bazılarına göre durulan ve imam olarak kabul edilen son kişi ölmemiştir hayattadır. Şu kadar ki insanların gözünde gaiptirler. Buna delil olarak Hızır kıssasını gösterirler. Bunlardan yine bazıları Hz. Ali’nin ölmediğini bulutlarda olduğunu iddia etmişlerdir. Gök gürlemesinin onun sesi, şimşeğin de onun kamçısı olduğunu söylemişlerdir.[52] Vâkıfiyye’den bazı gruplar gerek Ashâb-ı Kehf, gerekse konu ile ilgili kurandaki diğer kıssalara dayanarak ölen mehdînin dünya hayatına rec’at edeceğini söylerler. [53]
C- KIYAMETTEN ÖNCE TOPLU DİRİLME MANASINDA REC’AT
İsnâaşeriyye Şîa’sının müstakil bir fırka olarak gelişmesiyle, rec’at ayrı bir anlam kazanmış ve “imamlar ile onlara zulmedenlerin kıyamet kopmasından önce diriltilip yeniden dünyaya gelmesi” şeklinde tanımlanmıştır.[54] Bu manada rec’atin ilk kez ne zaman ortaya çıktığı bilinmemekle birlikte bunun hicrî IV (X.) yüzyılın ikinci yarısında sonra neşet ettiği belirtilmektedir. Çünkü mezhebin dört temel hadis külliyatından ilki olan Küleynî’nin el-Kâfî’sinde buna dair bir rivayete yer verilmemiştir. Rec’ati bir inanç şekli olarak ortaya koyan Şeyh Sadûk fırkanın inançlarına dair yazdığı risalesinde rec’ati kıyametten önce dünyaya toplu dönüş olarak açıklamış ve bunun tenasühle ilgisi olmadığını ifade etmiştir. Kur’an-ı Kerîm’de rec’atle ilgili deliller olduğunu söyleyerek bunu ayetlerle açıklamaya çalışmıştır.[55] Şerif Murtazâ rec’at konusunda Müslümanlar ve muvahhidler arasında fikir ayrılığının söz konusu olmadığını ifade eder. Ona göre rec’atin mümkünlüğü konusunda da bir problem yoktur. Çünkü yoktan yaratan Allah, cevheri hayli hayli vücuda getirebilir. Bu konuda olabilecek yegâne ihtilâf ancak bedenlerin tekrar var edilmesinde ayniyetin vacip olmamasındandır. O da zorunlu değildir. Allah kişiyi istediği şekilde tekrardan var edebilir.[56]
Rec’at Şîa’nın en önemli akîdelerinden biridir. Hatta Şiî imamlar rec’ate inanmayanın kendilerinden sayılmayacağını ifade etmektedirler. Şîa’nın önemli isimlerinin pek çoğu bunun hak olduğunu ve insanların kıyametten önce rec’at edeceklerini ifade etmişlerdir.[57]
İmâmiyye’nin rec’at ile ilgili olarak bu dirilmenin bedenî olup olmayacağına dair pek bilgi olmamakla beraber, bazı düşünürler bunun bedenî bir dirilmeyi kapsamadığı görüşündedir. Bunun bir tür rûhânî bedenlenme olduğu ifade edilmiştir. Bazıları da ruhun her şekli alabildiği ön kabulü ile bu bedenlenmenin de bir şekle müntesip vuku bulacağını ama bu şeklin keyfiyetinin bilinmediğini vurgulamıştır. Bu dirilmede iyilerin ruhları isterlerse dünyada sahip oldukları eksiklikleri hâvî bir şekilde bedenlenirken, isterse kemâl bir şekilde bedenlenebilecektir. Ancak bu bedenlenmede kendilerinden hesap sorulacak kötüler ise son derece çirkin bir vaziyette ya da alçak hayvanlar suretinde görüneceklerdir.[58]
Şeyh Müfîd de hocasının risalesi üzerine kaleme aldığı eserinde bu görüşleri teyit ederek bir adım daha ileriye götürmüştür. Mehdînin hükümranlığı sırasında daha önceden vefat etmiş en değerli insanlarla en aşağı insanların dünyaya döneceğini, birincilerin bundan memnun kalırken diğerlerinin bundan hoşnut olmayacağını ifade etmiştir. Bu rec’atte haksızlık yapanların cezalandırılacağını söylemiştir. O bu cezalandırmanın ilâhî kudrete aykırı düşmediğini de söyler. Bu görüş daha sonradan kelam kitaplarına da intikal etmiştir. [59] İsnâaşeriyye’ye göre rec’atte üç sınıfın tekrar diriltilmesi söz konusudur.
a- On iki imam, beklenen mehdînin gaybetten geri dönmesi ile rec’at edeceklerdir.
b- Hilafeti gasp eden ilk halifeler ve onu intisap edenler diriltilecektir. Hz. Ali’ye haksızlık yapan, hakkını gasp eden ve ona karşı savaşan, imamlara zulüm edenler hakkı hak sahiplerine iade etmek için geri döneceklerdir. Bunun yanında İslâm tarihi içinde haksızlık yapanlarla haksızlık yapılanlar rec’at ederek hesaplaşacaklardır. Hz. Ali haricînde Hz. Peygamber, Hasan, Hüseyin ve diğer imamlar ile onların düşmanları olanlar, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Yezid, Muâviye gibiler hesaplaşmak üzere geri dönecektir.[60]
c- İnsanların genelinden bir grup rec’at edecektir. Bunlardan da birinci grup dünyada sıratı müstakim üzere olup haksızlığa uğrayan kimselerdir. Tabi ki bunlar Şîa taraftarlarıdır. Bunun karşısında ise insanlara (yani Şîa’ya) haksızlık yapan zulmeden kimseler gasp ettikleri hakları sahiplerine ödemek üzere rec’at edeceklerdir.[61] Dünyaya dönecek olan gruplardan birincisi yüksek derecelere sahip olup, ameli salih üzere yaşayan, zulümden kaçınan kimselerdir Allah onlara izzeti ikramda bulunmak için diriltecektir. Diğer grup ise fesat ve fısk-ı fücûr içinde olan zalim kimselerdir. Bu kimseler hakka muhalefet etmiş, insanlara zulmetmiş kimselerdir. Allah bunların zulmüne maruz kalanların haklarını hak sahiplerine iade edecektir. [62] Şîa’ya göre Allah bir kavmin ölülerini aslî suretleri halinde dirilterek fakirleri azîz, bazılarını zelîl kılarken hak sahipleri haklarını zalimlerden alacaklardır. Bu durum mehdînin kıyamı ile olacaktır. Dünyaya dönenler iki gruptur. Birinci grup iman üzere olan, amelleri çok olan, dünyada büyük günahlardan kaçınan kimselerdir ki bunların dereceleri ulvî olacaktır. Ve Allah onlara dünyada her türlü arzu ettikleri şeyi verecek, anları izzetli kılacaktır. Diğerleri ise hayatlarını bozgunculuk içerisinde geçiren hak ve hukukun tersine iş yapan, Allah’ın sevdiği kullarına zulmeden, günah içinde yüzen kimselerdir. İşte bu iki grup yaptıklarının karşılığını görecek birbirinden olan haklarını alacak ve tekrar öldükten sonra da bu ödüllendirme ya da cezalandırma devam edecektir. Şeyh Müfîd Kur’an-ı Kerîm’de bu durumun sarih bir şekilde ortaya konduğunu ve İmâmiyye’nin şaz fırkaları dışında akalan fırkalarının bu inancı paylaştığını ifade eder.[63] Şiî imamların Allah ve Hz. Peygamber tarafından rec’atin varlığına dair bazı bilgilerin kendilerine aktarıldığını iddia ederler. [64]
Şîa’ya özel olarak rec’at mehdî kaimin kıyamından sonra vuku bulacaktır. Dünyada iken mehdînin izinden giden ona uyan onun gittiği yoldan gidenler ile ona zulmeden kimseler o gün rec’at edeceklerdir. Şeyh Sadûk’a göre ehl-i iman ve ehl-i küfür rec’at edeceklerdir. Bunun dışında kalanlar hakkında herhangi bir hüküm verilmemiştir.[65]
Şiî düşünceye göre sadece bir kereye mahsus ölümden sonra mehdînin zuhurunun akabinde vuku bulacak olan rec’at Kur’an-ı Kerîm ve hadislerin şehadeti ışığında bu İmâmiyye’nin zarurat-ı diniyyesinden sayılır. Hatta bazıları rec’ate inanmayanın Şiî düşüncesinin dışına çıkacağını ifade ederler. İslâm’da cumhur ulema rec’atin varlığını kabul etmemişler, Ehl-i Sünnet ulemâsı ise tamamen reddetmiştir. Rec’at düşüncesini cahiliyye döneminden kalma bir Arap adeti olarak kabul edenler olduğu gibi, Rafızîler’den olan bir takım ehl-i bida ve hevânın bu görüşü devam ettirdiğine inanlar da mevcuttur.[66]
Şeyh Sadûk rec’atin gerçek olduğunu ifade ettikten sonra Bakara Suresi’ndeki 53, 56, 243, 259 vb. ayetleri buna delil olarak gösterir. Ona göre Allah nasıl ki Kuran’da bazı kişi ya da kavimleri öldürüp tekrar dirilttiyse, kıyametten önce de bunu tekrar etmekten aciz değildir.[67]
Şîa’dan bazı gruplar Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi, yine Kur’an’da haşr gününe benzer şekilde bazı insan ve canlıların öldükten ve azalarının dağıldıktan sonra tekrar diriltilmesi örneklerinden yola çıkarak dünyada rec’atin mümkün olduğunu iddia etmişlerdir. Onlar genel rec’atten önce dünyada tüm toplulukların rec’at edeceğini söylemişler. “O gün, her ümmet içinden ayetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak (hesap yerine) sevk edilirler.”[68] ayetine dayanarak kıyametten önce insanların rec’at ederek hesaba çekileceklerini söylerler. Genel haşre ise “(Düşün) o günü ki, dağları yerinden götürürüz ve yeryüzünün çırılçıplak olduğunu görürsün. Hiçbirini bırakmaksızın onları (tüm ölüleri) mahşerde toplamış olacağız.”[69] ayetinin delalet ettiğini söylerler.[70]
Kıyametten önce toplu dirilme ve haşr manasında rec’at, İmâmiyye fırkasına has bir görüş olmakla beraber Muhammediyye gibi İmâmiyye’nin alt grupları da kıyametten önce vuku bulacak rec’atin hak ve gerçek olduğundan bahsederler.[71]
Bazı kaynaklar mehdînin zuhuru manasındaki rec’at ile kıyametten önce insanların dirilmesi manasındaki rec’at arasındaki ince bir fark olduğunu ifade ederler. Zira Şîa inancına göre mehdî, ölmüş değildir. O hayattadır ancak sadece gaibtir. Dolayısı ile imamın geri dönüşünü rec’at olarak değil de ortaya çıkma –zuhur olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade ederler. Rec’at ölümden sonra hayata geri dönmek manasında olduğundan imam için rec’at değil zuhur söz konusu olduğunu ifade ederler.[72]
1- Şîa’nın Kullandığı Naklî Deliller
Şiî kaynaklarda rec’atin aklen ve naklen desteklendiği belirtilir.
a- “Binlerce oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara “Ölün!” dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır. Lâkin insanların çoğu şükretmez”[73] ayetini delil göstererek rec’atin varlığını iddia ederler.
Yine “Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı; “Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!” dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. “Bir gün yahut daha az” dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.”[74] ayetini rec’atin varlığına delil olarak kullanırlar. Yine Bakara Suresindeki 56. ayet[75] ve Hz. İsa’nın Allah’ın izni ile ölüleri diriltmesi ile ilgili Mâide Suresindeki 110. ayeti[76] delil olarak kabul etmişlerdir.
b- Ashabı Kehf ile ilgili el-Kehf 18/25[77] gibi ayetleri rec’atin varlığına delil olarak kabul ederler. Rec’ati kabul etmeyenlerin Hz. İsa’nın rec’atini kabul etmelerini haklı bir delil olarak sunarlar. “Onlar: “Allah ölen bir kimseyi diriltmez” diye olanca güçleriyle Allah’a and içtiler. Aksine, bu O’nun bizzat kendisine karşı gerçek bir vâdidir. Fakat insanların çoğu bilmez.”[78] şeklindeki ayette rec’atin bahse konu olduğunu vurgular.[79]
“Hakkında ihtilâf ettikleri şeyi onlara açıklaması ve kâfir olanların da kendilerinin yalancılar olduklarını bilmeleri için (Allah onları diriltecek)”[80] ayetinde açıklama bu dünyada yapılacaktır. Şeyh Sadûk eserinde rec’ati bu şekilde açıklarken “ruhların bedenden bedene geçişi (tenasüh) hakkındaki görüş batıldır ve tenasühe inanan kâfirdir. Çükü tenasüh cennet ve cehennemin inkârını gerektirir.” demektedir.[81]
c- “O gün, her ümmet içinden ayetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak (hesap yerine) sevk edilirler.”[82] ayeti de genel haşirden önce imamlarla birlikte özel bir haşrin ve rec’atin olacağına delil olarak sayılmıştır. İmam Ca’fer’den naklen Neml Suresindeki değil de Kehf Suresi’ndeki “(Düşün) o günü ki, dağları yerinden götürürüz ve yeryüzünün çırılçıplak olduğunu görürsün. Hiçbirini bırakmaksızın onları (tüm ölüleri) mahşerde toplamış olacağız.”[83] ayetinin rec’ate gerçek manada delalet ettiği belirtilmiştir. [84]
d- “En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın azaptan tattıracağız; olur ki (imana) dönerler.”[85] ayetindeki azabın Şîa âlimlerince rec’at sonrası zalimlerin göreceği azap olduğu belirtilmiştir.
e- “Onlar: Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bir daha (bu ateşten) çıkmaya yol var mıdır? derler.”[86] ayetiyle ilgili Ca’feri Sâdık’tan gelen bir rivayette, bu iki dirilmenin birinin rec’at ikincisinin de kıyamet olduğu belirtilmiştir.[87]
f- “(Resûlüm!) Kur’an’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir.”[88] ayetiyle ilgili olarak Muhammed Bâkır bunun rec’ate delil olduğunu söylerken, Ca’fer Sâdık aynı görüşte değildir. [89] Konu hakkında delil olarak farklı ayetler de sunulmuştur. Ayrıca konu ile ilgili iki yüz hadisin var olduğunu belirtmişlerdir. [90]
Şeyh Sadûk rec’atin gerçek olduğunu ifade ettikten sonra Bakara Suresi’nin 240 numaralı ayetine[91] dayanarak o gün dirileceklerin sayısının 70 bin ev olduğunu ifade eder. Hak yerini bulduktan sonra tekrar onlara bir ses “ölün” diyeceğini ve onların kıyamet zamanı tekrar dirilmek üzere öleceklerini ifade eder. [92]
İmâmiyye âlimleri hadis ve tefsir kitaplarını tarayarak rec’at düşüncesini çeşitli görüşler ile delillendirilmeye çalışılmıştır.[93] Rec’at hakkında kısmen müphem olan ifadeler kendi aralarında da bir bütünlükten yoksundur. Bazı kaynaklar rec’ati imamlarla sınırlı tutarken bazıları Hz. Peygamber’i, hatta tüm peygamberleri bu rec’atin içine dâhil etmişlerdir. Rec’atte ilk kalkacak kişinin Hz. Hüseyin olduğunu iddia etmişlerdir. Bazı rivayetlerde on ikinci imam zamanında on bir imamın hepsinin dirileceği, Allah için öldürülen herkesin dünyaya döneceği, derecesi en yüksek olanlarla en düşük olanlar, ayrıca imamlara zulmeden ve imanda samimi olanlarla küfürde aşırı gidenlerin de dirileceği belirtilmiştir. Burada imanda en üst derecede olanlar ile peygamberler ve imamlar kastedilmekte, en alt olarak da ilk üç halife, bilhassa Muâviye, Yezid ve Mervan b. Hakem kastedilmektedir. Bu rec’at on ikinci imamın rec’atinden sonra vuku bulacaktır. Zira rec’atin bir amacı Allah’ın on ikinci imama bir lütfu, bu lütfu dostlarına göstermesi ve düşmanlarından intikam almasıdır.[94] Bir takım gruplar da bu birinci küçük haşr olarak tanımladıkları olayın, gaybetteki imamın rec’ati öncesinde mi sonrasında mı olacağı ile ilgili olarak gaib imamın rec’at etmeyeceğini onun zaten yaşadığını, dolayısı ile onun sadece gaybetten çıkacağını ifade etmişlerdir. Ancak bu haşrin İmam Hüseyin’in rec’atinden sonra olacağını söylemişlerdir.[95]
Ebû Ca’fer Hz. Hüseyin şehit edilmeden önce etrafında bulunanlara Hz. Peygamber’in bir hadisini nakletmiştir. Hz. Peygamber bu hadiste Hz. Hüseyin’e Kerbela’da onun ve onunla beraber olanların öldürüleceğini söylemişti. Ancak Hz. Peygamber gün gelip bunun intikamının alınacağını da eklemişti. Kıyametten önce Hz. Peygamber, Hz. Ali, kaim mehdî ve imamların rec’at edeceğini ve onlara eziyet edenlerin de rec’at ettikten sonra zalimlerden intikam alınacağını söylediği rivayet olunmuştur.[96]
Günümüzde bazı Şiî âlimler rec’at inancını tevil etme yolunu seçmektedirler. Onlar rec’ati mehdînin zuhuru ile birlikte siyasî ve toplumsal gücün Şîa’nın eline geçmesi olarak açıklamaktadırlar. Ayrıca rec’atin temel itikâdî bir inanç olmadığını ve buna inanmayanın imanına halel gelmeyeceği görüşünü benimsemektedirler. [97] Abdulkerim Ha’irî Yezdî rec’at ile alakalı kendisinin buna inandığını ancak bunun usûlüddinden olmadığını ifade etmiştir. Bu tarz görüşlerin geleneksel ulema tarafından da ciddi bir eleştiriye tabi tutulduğu görülmektedir. [98] Yine de Şîa içinde büyük bölüm buna inanmakta, bu manada rec’atin sorumluluklar (teklif) açısından bir problem teşkil etmediğine inanmaktadırlar. Rec’ati telif etmeye çalışan Şiîler’in, bu manada yaptıklarının doğru olmadığını söylemektedirler. Bunun akîdeye herhangi bir halel getirmeyeceği savunulmuştur. Çünkü onlara göre rec’at zannî ve tevil edilmiş deliller üzerine bina edilmiş değildir. Bilakis bu konuda imamlar arasında icmâ vardır.[99]
Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet Şîa’nın rec’at görüşünü şiddetle reddetmişlerdir. Mu’tezilî âlim Ebû’l-Hüseyin Hayyât Şîa’nın rec’atinin akıl bakımından imkân dâhilinde olduğunu söylemekle beraber, bunun ayet ve hadislerde yer bulmamasından dolayı bir gerçeklik ifade etmeyeceğini söylemiştir. Ehl-i Sünnet âlimleri rec’at anlayışının imamet düşüncesinin bir mahsulü olduğunu söylemişler ve dinî bir temeli olmadığını belirtmişlerdir. Her ne kadar Kur’an-ı Kerîm’de geçmiş ümmetlerin diriltildiğine dair bazı ayetler mevcutsa da bunlar, Şîa’nın bahsettiği tarzda bir anlama hamletmek pek mümkün değildir.[100] Şîa içinde de bazı gruplar bu tarz bir rec’ate mesafeli durmuşlardır. Her ne kadar İmam Müfîd rec’atin kuranda sahih olarak var olduğunu ve Şîa’da bu konuda bir icmâ oluştuğun, bunu sadece şâz grupların reddettiğini söylese de Şîa’nın içinden bazı müellifler bunun gerçeği yansıtmadığını belirtirler. Bununla beraber bu düşünceyi reddedenler şaz olarak kabul edilse de bu düşünce büyük bir kesim tarafından destek görmemektedir. Bunların hepsini de şaz olarak tanımlamak problem teşkil etmektedir. İsnâaşeriyye Şîa’sı içinde rec’ati daha çok Ca’feriler kabul etmektedir.[101]
Bazı şarkiyatçılar da Şîa’nın kabul ettiği rec’at düşüncesinin onlara Hıristiyan ve Yahudilerden geçtiğini iddia etmişlerdir. Onlar Kitabı Mukaddes’te bu görüşü destekler bölümler bulunduğu kanaatindedirler. Tevrat’ta ve İncil’de İlyas’ın Elişa ile birlikte yürürken ateşten yapılmış, ateşten atlar tarafından çekilen bir arabanın gelip onları ayırdığı ve İlyas’ı gökyüzüne çıkardığı yer almaktadır. Aynı kaynak İlyas’ın gökyüzüne çıktığını Rabbin korkunç ve büyük günü gelmeden önce peygamber olarak yeryüzüne döneceğini bize aktarır. Bu ve benzeri bazı bölümlerin rec’ate kaynaklık teşkil ettiğini söyleyenler mevcuttur.[102] Her ne kadar bu tür geçişler batınî ve gulat fırkaları için gerçeklik payı içerse de Şîa için bunun iddiası çok da isabetli durmamaktadır. [103]
Şîa şekli olarak bu rec’atin hangi surette olacağı konusunda öncelikle insanların aslî bedenleri ile rec’at edeceklerini söylerken, bazıları da bu rec’atte bazılarının köpek veya domuz gibi hak ettikleri gibi iğrenç suretlerde olacağını söylerler.[104] Rec’atte ana gaye Şîa’nın düşmanlarından intikam alması olacağından bu karşılaşmanın oldukça kanlı olacağı aşikârdır.
Şîa’nın içinde değerlendirilen Rafızî bazı fırkalara rec’at konusunda ikiye ayrılırlar. Bunların bir kısmı hesap gününden önce ölülerin dünyaya döneceğini iddia ederler. Bu aslında İsrailoğulları’nın başından geçen bir durumun bu ümmet için de gerçekleşmesinden ibarettir. Yani akîdevî anlamda bir sorun teşkil etmemekte olduğu görüşündedirler.[105]
Ignaz Goldziher Şîa’daki bu inancın, Şîa tarafından ortaya atılmış veya onlara has bir fikir olmadığını ifade ederek, bunun Yahudilik ya da Hristiyanlıktan geçtiğini söyler. Zira bu dinlerde Peygamber İlya göğe yükseltilmiş olup ahir zamanda hak ve adaletin savunucusu olarak dünyaya geri dönecektir.[106] Ehl-i Sünnet âlimleri de Şia’daki bu inanca kesin bir ifade ile karşı çıkarlar. Bunun mümkün olmadığını ifade ederler.[107]
2- Şiî Düşüncesindeki Rec’at’e Yapılan İtirazlar
Şîi düşüncesinde rec’at gaybî bir konudur. Rec’atten kasıt imamlar ile onların takipçileri ve buna karşı onların, bir başka ifade ile düşmanların yani iman ve ehli küfrün rucûudur. Burada geri dönecek olanlar dünyada azaba uğramadan ölenlerdir. Zira Allah Kur’an-ı Kerîm’de dünyada helak edilenlerin bir daha geriye dönemeyeceklerini ifade eder.[108] Kummî’den rivayetle burada geri dönmeyeceklerden kastın rec’atle geri dönemeyecek olanlar olduğunu belirtmektedir. Muhammed Bâkır da aynı şeyleri söyledikten sonra, dünyada öldürenler ile öldürülenlerin dirilerek, öldürülenler kendilerini öldürenleri öldüreceğini ve haklarının geri alacaklarını söyler. Sonra onlar otuz ay daha yaşadıktan sonra öleceklerdir. Buna haşr-i evvel diyen Bâkır buna delil olarak da Neml Suresindeki bir ayeti[109] gösterir. [110]
Şiî âlimler rec’atle ilgili bazı sorulara açıklık getirmeye çalışmışlardır. Öncelikle rec’at subût-i teklif ile çeliştiği ifade edilmiştir. Zira kişinin tekrar dirilmesi ikinci teklife muhatap olması manasına gelir. Şiî âlimler bu konuda tam bir görüş birliği içinde değillerdir. Bazı gruplar her iki grubun da teklife muhatap olmadığını söylemekle beraber bir kısmı da teklifin ehl-i rec’atin iyi işler yapması anlamında mümkün olduğunu ancak ceza için rec’at edenlerin teklife muhatap olmayacağı ya da bir şekilde, onların durumlarında pozitife doğru bir hareketin söz konusu olmayacağını ifade etmişlerdir.[111] Yine rec’atte cezanın ahiret inancı ile çeliştiği ifade edilmiş, cezanın yalnızca ahirette ve ceza günlerinde olacağı vurgulanmıştır. Bu itiraza karşı Şiî âlimler cevap olarak, öncelikle ikinci kez hayata gelen kimsenin teklifinin devam ettiği ve teklifin inkıtâ’a uğramasının sona ereceği anlamına gelmediğini ifade etmişlerdir. Onlara göre zaten Allah kişinin rucû edeceğini ezelî bilgisi ile bilmektedir. Aynı zamanda aklen, naklen ve vicdanen cezanın muhtelif vakitlerde vukû bulduğu aşikârdır. Kişi yaptığı bir davranışın karşılığını dünyada görebildiği gibi, berzahta veya ahirette de görebilir. Dolayısı ile rec’at esnasında zalimlerin zulmünden dolayı ceza görmeleri uhrevî cezaları kaldırmaz.
İkinci olarak rec’atin tenasüh olduğu, kişilerin kabirlerde fena bulduğu ve tekrar dünyaya gelindiği takdirde aslî bedenlerini taşımadıkları itirazı yapılmaktadır. Rec’at latif cismin bir bedene bürünmesi olarak kabul edilirse bunun tenasüh olduğu ve küfrü gerektirdiği iddiası da söz konusu olmuştur. Şiî âlimler buna cevap olarak ise, bu dönüşün kıyametteki dirilme ile bir farkının olmadığını söylemişlerdir. Orada nasıl kişiler asli bedenleri ile dirileceklerse ve bu tenasüh manasına gelmeyecekse kıyametten önce dirilme manasındaki rec’atin de tenasüh anlamı taşımadığını iddia etmektedirler. Onlara göre zamanı geldiğinde kabirlerdeki toz ve zerrecikler ete kemiğe bürüneceklerdir.
Üçüncü itiraz noktası olarak ise insanın bu dünyada eceli gelmeden ve rızkı kesilmeden ölmeyeceği ve Kur’an-ı Kerîm’e de uygun olanın bu olduğu görüşüdür. Zira bu durumda ecelleri ve rızıkları olmadan rucûları muhaldir denebilir. Bu itiraza Şiî ulemâ, onların ecelleri ve rızıklarının kesilmesi ile öldüklerini söyleyerek cevap vermiştir. Onlar rucûlarında rec’atlari için yazılmış ecel ve rızıkları kararınca yaşayacaklardır. Kasabalarından çıkıp Allah’ın önce öldürdüğü sonra dirilttiği[112] topluluğa benzediği ifade edilmiştir. Şîa bunun da muhal olmadığı kanaatindedir.
Dördüncü olarak; şayet dönüş olsa Yezid ve Şa’mer gibileri tekrar dünyaya geldiklerinde, tövbe edip tövbeleri kabul olabilir itirazı gelmektedir. Onların imama intisab ederek yaptıklarından pişman olabilecekleri iddia edilmiştir. Bu takdirde Şîa şimdi onlara haksız yere lanet etmiş olacak ve berzahta çektikleri azap da haksız olacaktır. Tövbe ettiğinde ise kabul olmayacak olsa bu da haksızlık demek olacaktır itiraz olabilir. Cevaben; onlar her ne kadar dirildiklerinde bu mümkün olsa da kibir ve inatlarından dolayı yaptıklarından vazgeçici olmayacakları ifade edilmiştir. Allah zaten Kur’an-ı Kerîm’de onların her ne kadar “dünyaya tekrar dönsek de müminlerden olsak” demelerine rağmen dünyaya döndürüldüklerinde inkârlarından vazgeçmeyeceklerini bizlere bildirmektedir.
Bu konuda Şîa’ya yapılan altıncı itiraz noktası olarak da “Eğer böyle olup da rec’at hak olsaydı imanın şartlarında sayılması gerekmez miydi?” sorusu olduğunu yine Şiî kaynaklar aktarmaktadır.
Onlar Şîa’nın bunu imanın bir şartı olarak kabul etmediğini söylemektedirler. Bunun kâmil imanın bir şartı olduğu kanısındadırlar. İman için mükemmeliyâtın İslâm’ın şartlarında sayılması gerekmediğini düşündüklerini ifade ederler.
Böyle bir şey mutlak olsaydı, bunun sahih sünnet ve sahabeden vârid olan haberlerde kesin olarak belirtilmesi gerektiği, oysa bunun ancak ahâd haberle sabit olduğu, Mehdî hadisi gibi Hz. Peygamber’in bunun ayrıntıları ile bildirmesi gerektiği yönündeki yedinci itiraz noktasına ise cevaben; bu konuda ehl-i ismetten pek çok haber vârid olduğu ve bunun mütevâtir derecesine ulaştığı kanaatini taşımaktadırlar.
Hz. Peygamber’in kişi ölünce kıyameti gerçekleşmiş olduğuna dair hadisine binaen yapılan itiraza ise bunun mecazi bir kullanım olduğu, dolayısıyla rec’ate engel olmadığı şeklinde cevap verirler.
İnsanın öldüğü gün dünyadaki son ahiretteki ilk günü olduğu ve rec’at edecek kişiyi hangi kategoride değerlendirileceği yönündeki soruya da yine Şiî ulema, bu durumun mecazi olduğunu söyleyerek cevap verir.
Her ne kadar Şîa rec’ati imanın bir şartı olmadığını kabul etse de rec’at Şîa’nın en önemli ilkelerinden biridir. Şeyh Müfîd ’den nakledilen bir hadiste Şeyh Müfîd rec’ate inanmayanın kendilerinden olamayacağını ifade eder. Buna da Kuran’dan pek çok delil olduğunu ifade eder.[113]
Şîa haşrin iki tane olduğunu ve birinin genel diğerinin ise özel olduğunu söyler. Özel haşirde diriltilecekler bellidir, bu zaman herkes diriltilecek değildir. [114]
3- Şîadaki Rec’atin Değerlendirilmesi
Rec’at düşüncesi çoğu düşünür tarafından Şîa’ya sonradan giren bir akîde olarak kabul görmektedir. Delillerden sonuca gitmek yerine burada, sonuç ortaya konduktan sonra sonuca uygun deliller oluşturulmaya çalışılmıştır. Yapılan bu çabalarda genelde ayet, hadis veya önceki imamların sözleri tevil edilerek duruma uydurulmuştur. Her ne kadar zorlama tevillerle bir hükme varılmışsa da Kur’an-ı Kerîm’de bunu nakzeden pek çok ayet de mevcuttur.
Delil olarak öne sürdükleri ayetler Allah’ın kudretine delalet eden mucize kabilinden ayetlerdir.[115] Zira bu ayetler rec’atin gerekliliğini ortaya koymaz. Bu ayetler Allah’ın ibret için ortaya koyduğu ve Kur’an-ı Kerîm’de misal verdiği olay ya da haberlerdir.
Şîa’nın kendi içinden de rec’ata muhalif gruplar olmuştur. Bunlar rec’atin Şîa’nın genel manada anladığı şekilde vukû bulmayacağını ifade ederek rec’ati tevil etme yoluna gitmişlerdir. Onlara göre rec’at insanların ve ölülerin dirilmesi manasında değil, İslâm devletinin kurulması emir ve nehyin rucû’u şeklinde olacaktır. Ancak bu gruplar Şîa içinde rec’ati idrak edememekle, bunu anlayamamakla şiddetli bir şekilde tenkit edilmiştir. Zira rec’at düşüncesi zahir haberlerde tevil edilemeyecek kadar açık ve nettir. Dolayısı ile bunları tevil etmek mümkün değildir.[116]
D- İTİKÂDÎ İSLÂM MEZHEPLERİNDE REC’AT
E. Kohlberg tarafından kaleme alınan The Encyclopadia of İslâm’ın rec’at (Redj’at) maddesinde, rec’atin dört farklı manası olduğu vurgulanır. Bunlardan ilki ruhun sadece insana değil tenasüh anlamında bir hayvana da reenkarne olabileceği anlamına gelen rec’attir. İkincisi ruhun kutsallık atfedilerek bir imamdan diğer imama intikali manasında kullanılmıştır. Bu ikisi aynı zamanda tenasüh manasında da kullanılmakta ve daha çok gulat fırkalar tarafından kabul görmektedir. Üçüncü olarak otoritenin Şîaya geri dönmesi anlamında kullanılır. Son olarak da gaybetten geri dönmek manasını içerir. Her ne kadar rec’atle ilgili ilk iddia Abdullah b. Sebe tarafından ortaya atılsa da aslında bazı Arapların bu düşünceye çok da uzak olmadığı, Hz. Ömer’in Hz. Peygamber öldüğü zaman gösterdiği refleks ortaya koymaktadır. Zira İslâm öncesi Araplarda benze düşünceler olduğu bilinmektedir.[117]
Rec’at ilk etapta karizmatik liderin ölümü ile gösterilen refleksif bir davranıştır. Nitekim Hz. Ömer de Peygamberimiz öldüğünde “Resûlullah ölmemiştir, o ölmez, ancak Musa gibi Allah’la buluşmak üzere kaybolmuştur. Dönecektir. Onu öldü diyenin ayak ve ellerini keserim” şeklindeki çıkışı da buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak Ebû Bekir Zümer Suresi 31. ayeti okuyarak onu sakinleştirebilmiştir. Bir rec’at düşüncesi olmamakla beraber, bu konuda ilk refleks Hz. Peygamberin ölümünden hemen sonra vukû bulmuştur. Başka bir rivayette şöyle ifade edilir: Hz. Ömer kılıcını çekerek “Musa b. İmrân kırk gün kavminden uzaklaşarak O’nun yanına gidişi gibi Muhammed’de O’nun yanına gönderilmiştir. Allah’a andolsun ki o dönecektir. Kendine öldü diyenlerin ayaklarını kesecektir”[118] şeklinde ya da “Kim onun öldüğünü söylerde onu kılıcımla öldürürüm, o ölmedi Hz. İsa gibi göğe yükseltildi” şeklinde tepki göstermiştir. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir devreye girerek, “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kimde Allah’a tapıyorsa bilsin ki Allah diridir ölmez” dedikten sonra Âl-i İmrân Suresi’nin 144. ayetini okumuştur.[119] Ancak Hz. Ebû Bekir’in bu hareketinden sonra başta Hz. Ömer olmak üzere Müslümanlar sakinleşmiş ve Hz. Peygamber’in ölümünü kabul etmek durumunda kalmışlardır. Buradaki olay elbette Müslümanlar’ın rec’at fikrini benimsediklerini göstermez ancak bu rec’at fikrinin temel mantığı ile orantılı olarak insanların bu olguyu benimseme meyillerini göstermesi açısından önemlidir.[120] Hz. Ömer’in burada kastı her ne kadar bir rec’at fikri değilse de bu düşüncenin ne olduğuna dair bilgi sahibi olduklarını gösterir. Özellikle komşu coğrafya ve kültürlerden bu konuda bir etkilenme söz konusudur.[121]
Rec’at akidesinin menşe itibari ile iki kaynaktan geldiği kabul edilmektedir. İlk görüşe göre İslâm düşüncesine dışarıdan gelen bir tesirdir. Yahudi menşelidir. İlyas Peygamberin semaya kaldırılması ve onun yeryüzüne adalet, getirmekle için tekrar döneceği inancı ile paralellik arz eder. [122] Yahudilerdeki İlyas Peygamber’in geri döneceği inancı Hristiyanlarda İsa’nın geri döneceği şeklinde yansımıştır. İslâm dünyasına ise buradan girdiğini kabul edenler mevcuttur. Bu konuda ilk kez konuşan Yahudi dönmesi Abdullah b. Sebe’nin olması bu kanaati güçlendirmektedir. İkinci bir görüşe göre ise Sıffin Savaşı ve ardından Hz. Ali’nin öldürülmesi, Kerbelâ vakıası gibi olayların ardından Şîa hilafetin elden gidişi karşısında çıkış yolu olarak Ümeyyeoğulları’na karşı ciddi bir muhalefet çabası içine girmişlerdir. Grubun dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmasının ardından insanları etrafında toplayacak karizmatik liderlere ihtiyaç hissedilmiş ve imamet müessesesi bina edildi. Ve bu lidere dini bir takım vasıflar yüklediler. Bu liderler gerçek halifelerdir, masumdur, imamdır. Emevî saltanatın geçici olduğunu telkin ettiler. Daha sonra bu imamlara daha pek çok üstün vasıflar yüklediler. Nihâyetinde bu imamlar ölünce topluluğu dağılmaktan korumak için imamın tekrar döneceğini telkin ettiler.[123]
Şîa’nın da referans aldığı rec’at düşüncesini ilk ortaya atan kişi Abdullah b. Sebe’dir. Her ne kadar bu konuda bir ihtilâf söz konusu olmasa da Abdullah b. Sebe’nin aynı iddiayı birkaç farklı kişi için dile getirmesi, ya da Abdullah b. Sebe’nin kimliği hakkındaki belirsizlikler bu iddiaların hangisinin daha önce dillendirildiği konusunda bir belirsizlik doğurmaktadır. Kaynaklara göre İbn Sebe Hz. Ali’nin de hazır olduğu bir mecliste Hz. Peygamber’in de rec’at edeceğini şu şekilde ifade etmiştir; “Garip şey! İnsanlar İsa (as)’nın döneceğine inanıyorlar da Hz. Muhammed’in geleceğine inanmıyorlar. Hâlbuki Cenâb-ı hak, ‘(Resûlüm!) Kur’an’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir. De ki: Rabbim, kimin hidâyeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir.’ [124]âyetinde bunu açıkça ortaya koyuyor.” [125]
Bazı kaynaklar ilk olduğunu söylemekle beraber bazıları Hz. Peygamber’e rec’at istinadından sonra Abdullah İbn Sebe’nin Hz. Ali hakkında da rec’at iddiasında bulunduğunu ifade etmektedirler. İbn Sebe ona beşer üstü bir rol biçmiş ve ölmediğini öne sürmüştür. Daha sonra aynı düşünce Muhammed İbn Hanefiyye için ortaya atılmış, onunda ölmediği ve daha sonra mehdî olarak rec’at edeceği iddia edilmiştir.[126] Hicri II. Asrın başlarında İmam Azâm Ebû Hanife’nin hakkında yalancı olmakla nitelediği Câbir b. Yezid el-Cafî, Abdullah bin Sebe’ye uyarak Hz. Ali’nin rec’at edeceğini ileri sürdü. Buna delil olarak da “O söz başlarına geldiği (kıyamet yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dâbbe (mahlûk) çıkarırız da, bu onlara insanların ayetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” [127] ayetini delil gösterdi.[128] Bu daha sonra Şîa’nın temel inancı haline gelmiş ve Şiî ayaklanmalarında önemli bir rol oynamıştır.[129]
Rec’at türü düşüncelerin İslâm’a sonradan girdiği anlaşılmaktadır. Zira Abdullah b. Sebe, Muhtar es-Sakafî, Şair Kuseyyir, Hamza b. Ammâre, Şair es-Seyyid gibi rec’at fikri savunucuları bu tutumları ile sonraki dönem Şiîler’in habercileri olmuşlardır. Yine aynı devirde yaşayan ve Şiî olmayan İbrahim en-Nehâî gibi isimler de bu meyanda zikredilebilir. [130] Şîa’nın çeşitli kollarında rec’at hakkında farklı görüşleri vardır. Gurâbiyye, Temîmiyye, Sebeiyye gibi gulat fırkaları Hz. Ali’nin ilah olduğunu iddia edecek kadar işi ileri götürmüşlerdir.[131]
İlk dönemde Hz. Ali’nin ölmediğini söyleyen bazı gruplar onun bulutların üzerinde olduğunu ve rec’at zamanını beklediğini iddia etmişlerdir. Sebeiyye gök gürültüsünü Hz. Ali’nin sesi, şimşeği ise kamçısı olarak kabul eder.[132] Rec’at düşüncesi ilk gulat fırkaları olan Sebeiyye, Keysâniyye ve diğerlerinde sadece imam mehdînin rec’at edeceği şeklinde ifade edilirken, bu düşünce daha sonra İsnâaşeriyye Şîa’sı tarafından tüm imamları ve insanlardan da pek çoğunu kapsayacak şekilde tevil edilerek değiştirilmiştir. Şîa’dan bazı fırkalar rec’at görüşlerinden dolayı Rac’ıyye diye anılmışlardır.[133]
Rec’at düşüncesi bir bütün olarak ilk kez Keysâniyye’de görülmüştür. Muhammed b. Hanefiyye’yi imam ve mehdî olarak kabul eden Keysâniyye, onun 81 yaşında vefatından sonra bazı kollara ayrılmıştır. Bu gruplar rec’ati ‘gaib imamın veya mehdînin tekrar zuhuru’ anlamında kullanmışlardır. Onlar Muhammed b. Hanefiyye’nin ölmediğini Radvâ dağında yaşadığını yanında bir aslan ve kaplan tarafından korunduğunu, sabah akşam yiyeceğinin verildiğini bir gün geri döneceğini söylerler.[134] Yine bazı gulat fırkalar, gaib imamlarının ayda, gökyüzünde, herhangi bir gezegende ya da yeryüzünün herhangi bir yerinde olduğunu ve tekrar yeryüzüne ineceğini söylerler. Rec’at konusunda en çok ismi geçen bir diğer isim olan Hz. Ali,kendi döneminde kendine alenen bazı ulvî vasıflar isnat edenleri ya tevkîf ettirip sürdürmüş ya da onları idam ettirmiştir. Hz. Ali’nin küçük oğlu Muhammed Hanefiyye de Muhtar b. Ebû Ubeyd’in kendisi hakkında bu tarz ulvî ve mehdîlikle alakalı şeyler söylemekte olduğunu duyduğunda ona gadap etmiş, lanetlemiş ve ondan teberrî etmiştir.[135] W. Montgomery Watt’a göre Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’ye kadar herhangi bir rec’at düşüncesi dillendirilmemiş ve bu zamana kadar da mehdilik iddiası izhâr edilmemiştir. Ona göre mehdîlik hareketleri bu dönemde İslâm’ın gündemine girmiştir. Bu dönemden sonra rec’at düşüncesi özellikle Şiî fırkalar arasında hızlı bir şekilde yayılmıştır. İstikbalde gelecek ve yeryüzündeki adaletsizliği düzeltecek olan mehdî tasavvuru dinî bir ilke halini almıştır.[136]
Hz. Ali’nin şehit edilmesi, Hz. Hasan’ın hilafeti Muâviye’ye bırakması ve ardından Hz. Hüseyin’in hilafet arzusu ile çıktığı yolda şehit edilmesi, Şîa’nın ilk oluşumu esnasında mensupları üzerinde büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Muhtar es-Sakafî İbnu’l-Hanefiyye’yi mehdî olarak takdim etmiş, onun ölümünden sonra ölmediği ve rec’at edeceği düşüncesini bu karamsar ortamda bir çıkış yolu olarak sunmuştur. Şîa bu düşünce sayesinde sonraki dönemde umudunu hep canlı tutmuş ve bu fikri devam ettirmiştir. [137]
İslâm düşünürleri Şîa’daki rec’at akîdesinin temelinde Şiîler’in giriştiği isyanların tamamına yakınının bastırılmış ve baskı altında tutulmuş olmalarının yattığını ifade etmektedirler. Rec’at düşüncesi bu toplumları imamların ölmediklerini kabul etmeleri sayesinde, karizmatik bir imam etrafında toplayıp dağılmaktan kurtarmıştır.[138] Bu düşünce ile isyan eden ama başarısızlığa uğrayan gruplarda bugün olmasa bile mutlaka bir gün başarının geleceği düşüncesi hâkimdir. Mehdînin bir gün nihai başarı için geleceği düşüncesi, başarısızlığa uğrayan fırkaları dağılmaktan korumuştur.
Rec’at düşüncesini menşe olarak Hıristiyan etkisine bağlayan düşünceler de olmuştur. İbn Hazm Keysâniyye’den bahsederken onların şu görüşüne yer verir: “İsa; dönecek ve altın çağ başlayacaktır. Aslanlar, develer, kaplanlar sığırlar, kurtlar, kuzular bir arada yaşayacaktır. Çocuklar da yılanlarla korkmadan oynayacaktır” demektedir. Bu düşünce İşaya XI. babta zikredilen kehanet ile örtüşmektedir. İşaya’da “kurt kuzu ile beraber oturacak, kaplan oğlak ile beraber yatacak, buzağı ve genç aslan ve besili sığır bir arada olacak ve onları küçük bir çocuk güdecektir”[139] İrfan Abdulhamid de gulat fırkalarındaki rec’at inancının temellerinden birinin var olan Mesih inancından kaynaklandığını ifade eder. Şîa’nın gulat fırkaları mesih düşüncesindeki mesihin yerine Ali’yi ya da imamlarını ikâme etmişlerdir. Her iki düşüncede de zahiri ölüm söz konusudur. Mesih de aynı şekilde gizlenmiştir ve bir gün geri dönecektir.[140]
Goldziher çok yakın zaman kadar geri dönüş düşüncesinin Şiîlik dışındaki İslâm fırkalarında da var olduğunu belirtmektedir. Kafkas Müslümanları, Şamil’in öncüsü olan İstiklâl kahramanları Eliya Mansûr’un, Moskovalılar tarafından sürülmesinden (1791) yüz sene sonra kendi aralarına döneceğine inanmakta olduklarını ifade eder.[141]
Şîa mehdîlik ve rec’at düşüncesini tamamen içselleştirdikten sonra bu düşünce ile İseviyye, Yudgâniyye ve Yemin gibi Yahudi mezheplerini de etkilemişlerdir.[142] Rec’at’e inanan Şiîler İbn er-Rûhî’nin ölmediği ve Yahudileri uçarak Kudüs’e götürecekleri konusunda ikna etmişler ve pek çok kişinin surlardan atlayarak ölmesine sebep olmuşlar netice itibari ile bu yıla tayyarân yılı denmesine neden olmuşlardır.[143] Bu şekildeki bir mehdî düşüncesinin daha önce Yahudilikte olmadığı ancak VIII. Yüzyıldan sonra aynı vasıflara sahip mesihler birbirini takip ettikleri, bu sahte mesihlerin Yahudilerin Kudüs’e dönmesi için çaba harcadıkları ve sonuçta öldürülmekte oldukları görülür.[144] Mesih tabiri ile Yahudiler M.Ö. 220 yılına kadar yaşayan hükümdarları kastederken bundan daha sonra mehdî İsrail hükümranlığını yeniden kuracak ve adaletli bir toplum meydana getirerek insanlığı kurtaracak bir krala ve zamanın sonunda ortaya çıkacak eskatolojik bir karaktere bürünmüştür.[145] Dolayısı ile Şîa dışardan ithal ettiği bu düşünceyi kendine göre harmanladıktan sonra bunu etrafındaki topluluk ve düşüncelere de ihraç etmiştir.
Bazı Şiî gruplar kendi imamlarından başka bir grubun da toplu olarak rec’at edeceğine inanırlar. Ancak bunların rucu’u faziletlerinden değil bir zamanlar Ali’ye yaptıkları zulümden ötürüdür. Ali’ye reva gördükleri zulmün cezasını çekeceklerdir. Şerif el-Murtazâ Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in ahir zamanda rec’at edeceklerini ve bunların bir ağaca asılacaklarını söyler.[146] Kohlberg, Abbâsîler döneminde özellikle Zeydîler içinde rec’at düşüncesinin yayıldığını ve sonraki dönem on iki imam Şîası için de basamak teşkil ettiklerini söyler.[147]
Şiîler’in mehdî ve onun rec’ati konusundaki düşüncelerinin kaynağı ne olursa olsun eski dinlerdeki mesih inancına benzemektedir. Mehdîlerin hepsi belirli kişilerdir; yaşamışlar, mücadele etmişler yahut bir kenarda kalmış sonuçta öldürülmüşlerdir.
Şarkta pek çok topluluk mutlak otoriter rejimler ile idare edilmişlerdir. Bu topluluklar daima baskı altında olmuş ve hiçbir zaman haklarını talep edememişlerdir. Bu da baskı medeniyetinde yaşayanların kendi elleri ile kurtulacakları bir kurtarıcı düşüncesinin doğmasına neden olmuştur. Kurtarıcı düşüncesi eski şarkta hemen hemen tüm toplumlarda yerleşmiş bir düşüncedir. Habeşistan Hıristiyanları kralları Teodor’un kurtarıcı olarak geri döneceği günü beklerken, Moğollar Cengiz Han’ın ölümünden önce dokuz asır sonra dünyaya tekrar döneceği ve milletini Çin’in baskısından kurtaracağını vaat ettiğini söylemişlerdir.[148]
Zeydiyyye’nin ilk dönem fırkalarından olan Carûdiyye ise rec’at’i gaib imamın zuhuru olarak yorumlamıştır. Onlara göre Muhammed b. Nefsüzzekiyye gerçekten öldürülmeyip, gaybete girmiştir bir gün dönecektir.[149] Şiî fırkalar Muhammed el-Bâkır’dan sonra hemen hemen her imamın vefatından sonra mensupları fikir ayrılığına düşmüş ve çeşitli fırkalara ayrılmışlardır. Bu ayrılıkların en önemli nedeni de imamın ölüp ölmediği meselesi olmuştur. Bazıları öldüğünü kabul ederken bir kısmı ölmediğini gaybete girdiğini iddia etmişlerdir. Bazı aşırı fırkalar da imamın tenasüh ettiğini iddia etmişlerdir. Mesela Bâkıriyye’den bir grup el-Bâkır’ın, Nâvûsiyyeden bir grup Ca’fer es-Sâdık’ın, Museviyye’den bir grup Musa el-Kâzım’ın, İsmailîyye’den bir grup İsmail b. Ca’fer’in, Hasan Askerî’nin ölümünden sonra ortaya çıkan bir grup da Hasan el-Askerî’nin ölmediğini birgün beklenen mehdî olarak rec’at edeceğini iddia etmişlerdir.[150] Burada rec’at ile zuhur arasındaki ince farka da değinmekte fayda vardır. bazı düşünürler aslında rec’at ile zuhurun farklı şeyler olduğunu ifade etmişlerdir. Şîa içerisinde imamın ölmediğini gaybette olduğunu söyleyenlerin imamlarının rec’at değil zuhur edeceği ifade edilmiştir. Çünkü rec’at ölen bir kişinin geri dönmesini ifade eder. Oysa zuhur kelime manası olarak ortaya çıkmaktır ve gayb halindeki imamlar için daha doğru bir kullanımdır. Bunun yanında rec’at zuhuru da kapsayan bir terimdir.
Mehdîlerin ölümünden sonra ne zaman rec’at edeceği konusu da tartışmalıdır. İlk olarak 200 yıl sonra denmiş, bu zamanda zuhur gerçekleşmeyince bundan bin yıl, sonra bin iki yüzde olacağını söylemişlerdir.[151] Buna benzer durumlarda mehdinin gelişi gecikince, geliş zaman tevil edilerek daha sonraki yıllara te’hir edilmiştir.
Şîa kendilerine özgü bir inanış olarak rec’at olayını kıyametten önce olacağını kabul eder. Bu rec’atte peygamber, halife ve imam olacaktır. Ancak bunlarla beraber sadece ehli iman ve imama tâbi olanların mı rec’at edeceği; yoksa hem düşmanları hem de dostları mı rec’at edeceği konusunda her iki ihtimal de mümkün gözükmektedir.[152] Peygamberin emira’l-mümininin ve imamın rec’atine inanmayanlara delil olarak Hz. İsa örneği delil olara öne sürmektedirler.[153] Bazılarının rec’atin gerçekleşeceğine inanmadıkları belirtildikten sonra bu gruplara göre mehdînin Abbâs oğullarından geleceğine inanıldığı belirtilir. Ancak Şiî fırkalara göre rec’at edecek mehdî ehl-i beytten gelecektir.[154]
a- Şîa’ya göre Rec’atin âlemetleri
el-Müfîd Mecâlîs adlı kitabında Huzeyfe b. Yemen’den rivayetle Hz. Peygamber’in “Allah’ın yeryüzünden velilerini ve has dostlarını yok edeceği ve yerine münafıklar sapıklar ve sapıklardan doğan bir millet çıkacağı, hatta elli kadının bir adama rastlayacağı ve beni sat ey Abdullah beni himaye et diyeceği” şeklinde bir haber rivayet etmektedir. Yine “altı yüz senenin akabinden gelen onlu yıllarda, yeryüzünü zulüm ve kötülüğün dolduracağı, ondan yirmi yıl sonra bütün ulemanın ortadan kalkacağı ve bir adam gibi adamın kalmayacağı, otuzlarda Fırat ve Nil’in suyunu çekeceği ve insanların etrafında ziraat yapamayacağı, kırklarda gökten taş yağacağı ve hayvanları yok edeceği, ellilerden sonra yırtıcıların insanlara musallat olacağı, atmışlarda güneşin tutulacağı, insan ve cinlerin yarısını öleceği, sonraki yetmişlerde müminlerin çıkacağı, sonraki seksenlerde kadınların hayvanlaşacağı, sonraki doksanlarda debbetü’l-arz’ın ortaya çıkacağı onunla beraber Hz. Âdem’in asası ve Süleyman’ın mührünün de ortaya çıkacağı, yedi yüz yılında güneşin kararını bir şekilde doğacağı ve sonrasını sormayın” dediği Câmiu’l-ahbâr’da rivayet edilmiştir.[155]
Şiî kaynaklar imamın rec’ati ile ilgili bunlara benzer pek çok hadis rivayet etmişlerdir. Ancak pek çok hadiste ortak nokta olan altı yüzüncü yılın geçmesiyle birlikte bu konudaki tutarsızlığı ortadan kaldırmak maksadı ile bu altı yüzüncü yılın bin yıldan sonraki (1600) altı yüzüncü yıl olabileceğini söylemişlerdir.[156] Bu rivayetlerdeki ortak nokta zamanın kötülüğü, zulmün her yanı kaplaması ve âlimlerin yok olması gibi ortak değerler taşımaktadır.
Bugünkü Şiîler’in ağırlıklı olarak yaşadıkları İran bölgesi çeşitli inanç ve dinlerin odak noktası olagelmiştir. İran, Çin ve Hindistan düşüncesinden etkilenmekle beraber bunların içinden belki de en fazla etkili olanı Zerdüştlük düşüncesi olmuştur. Onlara göre insan bu dünyadaki görevini yerine getirirse meleklerle birlikte en yüce makamı paylaşır. Eğer görevlerini yerine getiremezse zulmet âleminde hayatı devam eder. İnsan hayatında daima karanlık ile aydınlığın üstünlük mücadelesi vardır.[157] buradan hareketle şu söylenebilir ki, mehdinin rec’atinde iyi ile kötünün mücadelesi ön plandadır.
Şiî düşüncede imamların hadislerinin toplandığı eselerde rec’atla ilgili bazı rivayetlere yer verilmiştir. Dünyaya rec’at edecek ilk kişinin Hüseyin b. Ali olduğu rivayet edilmiştir. Ebû Ca’fer’in de Hz. Ali ile Hz. Peygamber’in rec’at edeceği konusunda şüphe olmadığını söylediği rivayet edilmiştir.[158]
Ebû Ca’fer’e Irak halkının rec’ati inkâr ettiği söylenince o, “Evet inkâr ediyorlar, hâlbuki onlar ‘o gün her ümmeti bölük bölük haşredeceğiz’[159] ayetine okuyorlar.” diye cevap vererek, bu ayetin rec’ate delil olduğunu söylemiş ve ıraklıların bunu anlamadıklarını söylemek istemiştir. Yine Ebû Ca’fer’den nakledilen bir hadiste Âl-i İmrân Suresi 157. ayette geçen “Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz” ayetinin tefsiriyle ilgili olarak, burada Allah yolunda öldürülenlerden kastın Hz. Ali ve onun zürriyeti olduğunu belirtilmiş ve “Andolsun ölseniz de öldürseniz de Allah’ın huzurunda haşrolunacaksınız”[160] şeklindeki bir sonraki ayetle birlikte burada kastın rec’at olduğu ifade edilmiştir.[161] Bununla beraber kaynaklar Şîa’nın önemli ismi İmam Ca’fer es-Sâdık’ın tenasühü reddettiğini ifade ederler. O tenasüh ehlini dinin esaslarından çıkarak dalalete sapmış gruplar olduklarını söylemiştir.[162]
Kuran’daki pek çok ayeti rec’at ile alakalandırarak tevil eden Şîi ulemâsı, Müddessir Suresi’nin “Ey bürünüp sarınan, kalk ve insanları uyar”[163] şeklindeki ilk ayetlerini yine rec’ate tevil ederek açıklamışlardır. Bundan kastın Hz. Peygamberin rec’ati olduğunu ve insanları da rec’at konusunda uyarması istendiği belirtilmiştir.[164]
Şiîler’in rec’at akîdesinin en temelinde karizmatik lider anlayışının önemli bir yeri vardır. Zira bu düşüncenin ilk tezahürleri karizmatik lidere duyulan arzudan kaynaklanmıştır. Bu meziyetleri kendinde barındırdığı kabul edilen ilk şahıs Hz. Ali olarak kabul edilmiştir. Bu aynı zamanda Şiîlik inancının temelini teşkil eder. Karizmatik lider olarak zamanla Hz. Ali’nin yanına başka isimler eklenirken, Hz. Ali’nin soyundan gelen pek çok kişi aynı vasıflarla tavsif edilmiştir. Bu süreç zamanla bu liderlerin insanüstü bir duruma doğru evrilmesine neden olmuştur.[165] İmâmiyye Şîası’nın masum ve halkı kurtuluşa erdirecek olan imamları, Hz. Ali’den bu yana giriştikleri iktidar mücadelelerini kaybetmeleri ve teker teker ölmeleri inançları açısından bir tenakuz teşkil etmiştir. İmamların ölümlerine inanmak istemeyenler ya onların ölmediklerini ya da öldüğünü ve kıyametten önce tekrar geri dönecekleri inancını geliştirmişlerdir. [166]
b- Gaybet
Sözlükte “insan bilgisinin dışında kalmak, duyularla algılanamamak, gizlenmek” anlamına gelen gayb kökünden isim olup “kaybolma, gizlenme” demektir. Şiî düşüncesine bağlı veya kaynağının Şiîlikten alan fırkaların tamamına yakınında gaybet ve rec’at düşüncesi bulunmaktadır. Bu fırkaların çoğunda üzerinde tevakkuf ettikleri imamın ölmediğini, gaybette olduğu ve rec’at edeceği düşüncesidir. Gaybet ile rec’at düşüncesi arasında bu bağlamda sıkı bir bağ bulunmaktadır. Bu inanışlarını temelinde Hz. Peygamber ve ilk imamlardan geldiği kabul edilen, imamın gaybete gireceği şeklindeki rivayetlerin büyük payı olduğu anlaşılmaktadır. Zira el-Usûlu’l-erbe’u-mi’e adı verilen ve imamlara muasır olan ashabı tarafından kaleme alındığı kabul edilen bu eserlerin önemli bir kısmı, imamın gaybete gireceği ve bir müddet sonra geri döneceği ile alakalı rivayetleri içerdiği nakledilmiştir. Ancak bu eserlerde kaim mehdî olacak imamın kimliği açıklanmadığı için bu durum Şiîler arasında karışıklıklara sebebiyet vermiştir. Nitekim ölen imamdan sonra onun bazı taraftarları kendi imamlarını kaim mehdî olarak kabul etmişlerdir. Şiîler’in çeşitli fırkalara ayrılmalarının en önemli nedenlerinden biri kaim imamın kimliğidir. Her imamın ölümünden sonra nerede ise kopmalar meydana gelmiştir. Günümüz Şîası’nın en önemli temsilcisi olan İmâmiyye Şîası da gaybetin aklen mümkün olduğunu kabul etmektedir. Dolayısıyla gaib imam da gün gelecek rec’at edecektir.[167]
1- İSNAAŞERİYYE/İMÂMİYYE FIRKALARI
İmâmiyye fırkaları kuruldukları günden bu yana kaim imamın rec’at edeceği günü her gün biraz daha iştiyakla beklemişlerdir. Bu iştiyak zamanla o kadar yükselmiştir ki bazı imâmî fırkalar Hz. Ali şahsında ifade ettikleri bu arzularla, Hz. Ali’yi beşer üstü bir varlık olarak görmeye başlamışlar, zamanla onu Tanrı mesabesine yükseltenler olmuştur. Hz. Ali’ye yükledikleri bu sıfatı her fırka zamanla kendi imamlarına da teşmil edecek şekilde genişletmiştir. Böylece imamın hayatta olduğu, ölmediği ve rec’at edeceği düşüncesi bir akîde olarak inanç sistemlerinde yer almıştır.[168]
Hasan el-Askerî kırk kişinin bulunduğu bir mecliste oğlu Muhammed’in kendinden sonra imam olduğunu ilan ettiği rivayet edilmektedir.[169] Bunlar kaim imamın ölmediğini ve yaşadığını iddia etmişler ve nasıl yaşadığı ile ilgili de Hızır ve İlyas’ı örnek göstermişlerdir.[170] İmâmiyye Mehdî Muntazar’ın küçük yaşta gaybete girdiğini ve zamanı geldiğinde rec’at edeceğini ve Allah’ın Resûlü’nün sünnetini tesis edeceğini iddia ederler.[171]
İsnâaşeriyye temsilcilerine göre göre rec’at akidesinin iki önemli yönü vardır. Birincisi on ikinci imam gaybettedir. Zuhur ettiğinde dünyayı zulüm ve her türlü kötülüklerden temizleyerek adaletle dolduracaktır. Bir diğeri de zalimler yaptıklarının hesabını vermek üzere rec’at edeceklerdir.[172]
İsnâaşeriyye Şîa’sına göre imamlar sırası ile Ali b. Ebû Talib, Hasan b. Ali, Hüseyin b. Ali, Ali Zeynelâbidîn b. Hüseyin, Muhammed Bâkır, Ca’fer es-Sâdık, Musa Kâzım, Ali er-Rızâ, Muhammed el-Cevâd, Ali el-Hadî, Hasan el-Askerî ve son olarak onun oğlu Muhammed el-Mehdî’dir. Muhammed el-Mehdî gaybete girmiştir ve henüz zuhur etmemiştir. El-Mehdî babası öldüğünde iki yaşındaydı. Bazıları onun dört ya da beş yaşında öldüğünü iddia etmişlerdir. Ancak İsnâaşeriyye İmâmiyyesi onun ölmediğini belirmiş, çeşitli yaşlar öne sürülmekle beraber en son on yaşında gaybete girdiğini iddia etmişlerdir. Şîa’nın pek çok grubunda rec’at inancı bulunmakla beraber rec’at edecek imamın kim olduğu üzerinde net bir ittifak yoktur.[173]
İmâmiyye olarak da isimlendirilen İsnâaşeriyye, on ikinci imam olarak kabul ettikleri ve mehdî unvanını verdikleri Muhammed Mehdî’nin Hille’deki evlerinde bulunan bir mahzene annesiyle girip gaybete girdiğini iddia etmektedir. Mehdî bir gün dönecek ve dünyada tekrar adaleti tanzim edecektir. İmâmîler her gece Mehdî’nin geleceğini umarak mahzenin kapısında durmakta ve geldiği zaman binmesi için de bir atı hazır bekletmektedirler. İbn Haldun bulunduğu çağa kadar bu geleneğin devam ettiğini ifade etmektedir.[174]
Goldziher rec’atin tüm İmâmiyye fırkalarında ortak ana unsur olduğunu ifade eder. Her ne kadar kaim imamın kim olduğu üzerinde bir ihtilâf söz konusu olsa da her fırkanın kendi kabul ettiği kaim imamın rec’at edeceği hususunda bir ihtilâf söz konusu değildir. Her fırka rec’at düşüncesini kendi imamlarına hamleder.[175]
İmâmiyye’de özellikle İmam Ca’fer’in ölümünden sonra çok farklı yorumlar ortaya çıkmıştır. Pek çok grup kendi imamının rec’at edeceğini ileri sürerken gâlî düşüncelere yönelen zümreler de çoğalmıştır. İmâmiyye tenasühü reddeder. Tenasühe inanan kâfir addedilir çünkü bu cennet ve cehennemin inkârı anlamındadır.[176]
a- Ca’feriyye
Muhammed Bâkır b. Zeynelabidîn ve oğlu Ca’fer es-Sâdık’a tabi olanlara verilen isimdir. Bu gruptan bir kısmı imameti bu ikisi ile sonlandırırken bir kısmı imameti başkalarında devam ettirmiştir. Şehristânî bu fırkanın Şîa fırkalarından olamayacağını ifade etmektedir. O, bunun için çeşitli sebepler sayarken, onun âlim, zahit hikmet ehli biri olduğunu ve onun rec’at edeceğine inanıldığını ifade eder. Ayrıca o anne tarafından Ebû Bekir’e baba tarafından Hz. Peygamber’e akrabadır. Eş-Şehristânî’ye göre İmam Cafer’e isnat edilen gulat fikirlerinin kendisi ile bir alakası yoktur. Kendisine nispet edilen pek çok şeyin aslı yoktur.[177] Ca’fer es-Sâdık’ın kaim mehdî olduğuna ve rec’at edeceğine inananlar Muhammed Bâkır’a kaim mehdînin kimliği sorulduğunda Ca’fer için “Hz. Peygamberin âl-i beytinin kaimi budur” diye cevap vermesini delil olarak kabul etmişlerdir. [178]
b- Bâkıriyye
Mezhepler tarihi kitapları Muhammed Bâkır taraftarlarının onu kaim imam olarak beklediğini ifade eder. El-Bağdâdî bu fasılda Muhammed Bâkır’ı mehdî muntazar olarak kabul edenlere onun ölümünün tevatür derecesinde olduğunu ifade ettikten sonra, Bâkır’ın mehdî olarak gösterilmesinin sebeplerinden biri olarak ceddi Hz. Peygamber’in ona selam göndermesini gösterenlere karşı çıkar. Çünkü Hz. Peygamber’in selam gönderdiklerinden biri olan Üveys el-Karânî’nin de Sıffîn’de öldüğünü ve bu ikisinin ölümünden sonra geri döneceğini beklemenin doğru olmadığını ifade eder.[179]
c- Nâvusiyye
Basra ehlinden Aclân b. Nâvus isimli kişiye tâbî olanlara verilen addır. O Muhammed Bâkır’dan sonra imametin nass ile Ca’fer’e geçtiğini ve onun hayatta olduğunu iddia etmiş, ölmeyeceğini ve daha sonra zuhur ederek rec’at edeceğini ifade etmiştir. Onun kaim mehdî olduğunu iddia eder. Yine Nâvus Hz. Ali’nin ölmediğini ve bâkî olduğunu iddia etmiştir.[180]
Bu grub mensuplarının bazıları imam olarak Ca’fer’den sonra Hasanı kabul ederek o öldüğünde onun ölmediğine hükmetmişlerdir. Onlara göre yeryüzü imamsız kalamayacağı için açık bir şekilde çocuğu yokken ölmesinin mümkün olamayacağını iddia etmektedirler. Onun iki gaybeti vardır. Şu an birinci gaybettedir. Sonra tekrar gaybete girecektir. [181]
Yine Nâvusiyye’den bir grup Hasan’ın öldüğünü fakat yaşamakta olduğunu iddia edenler olmuştur. “Kâim”e ölümden sonra kıyam eden manası vererek onun da kıyam edeceğini söylemişler ve ölmediğini iddia etmişlerdir. [182]
d- Kâmiliyye
Ebû Kâmil isminde birine nispet edilir. Bu kişi ashabı Hz. Ali’ye beyat etmediği için tekfir ederken Hz. Ali’yi de onlarla savaşmadığı için tekfir etmektedir. İmametin bir nur olduğunu kişiden kişiye geçtiğini söylemişlerdir. Bu nur bazen imamet bazen nübüvvet özelliği taşır. Yani bu ruhu taşıyan ya imam ya da nebîdir. Temelde ikisi de aynı şeydir. Ruhların tenasühü ile ölüm gerçekleştiğini iddia ederler. Bu grubun mensupları Ebû Kâmil’in kıyametten önce rec’at edeceğini iddia etmişlerdir. Ya da kıyametten önce rec’atin olacağını söylemişlerdir.[183]
e- Muhammediyye
Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebî Talib’in rec’atini bekleyen zümredir. Onun öldürüldüğüne ve öldüğüne inanmazlar. O insanların gözlerini önünde görünmezliğe bürünmüştür. Muhammed b. Abdullah’ın rec’atine kadar Necid civarındaki Hacir dağında bulunduğunu iddia ederler. O yeryüzünün zulümle dolması gibi, rec’atinden sonra yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Onlar aslında Muhammed’in ölmediğini, ölenin onun suretine girmiş olan şeytan olduğunu iddia etmektedirler. Onlardan Muğîre b. Saîd el-I’clî beklenen mehdînin adının Hz. Peygamber’in adı, babasının adının da Hz. Peygamber’in babasının adı olduğunu rivayet eden bir hadisi bu konuda da delil olarak sunmaktadır.[184]
f- Muhammediyye-Ashâb-u İntizâr
İsferayinî, Muhammediyye isminde diğer kaynakların haricinde başka bir İmâmiyye mezhebinden bahseder. Bunlar Ca’fer ve Hasan el-Askerî’inin imametin kabul etmemişler ve daha babası hayatta iken ölen Muhammed b. Ali el-Hâdî’nin imam olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre Muhammed kaim mehdîdir ve zamanı gelince rec’at edecektir.[185] Fahreddîn Râzî de aynı mezhebi Ashab-u İntizâr olarak adlandırır. Râzî bu mezhebin kendi dönemlerindeki İmâmiyye mezheplerinden biri olduğunu ifade eder. Râzî’ye göre onlar on dört masum ve on iki imamın varlığına inanırlar.[186]
g- Mûseviyye
Bu grup mensupları Ca’fer es-Sâdık’tan sonra oğlu Musa Kâzım’ı imam olarak kabul etmişler, imamlarının isminden dolayı Museviyye diye isimlendirilmişlerdir. Musa Kâzım’ın ölümünden sonra üç gruba ayrılmışlardır. Bunlardan büyük bir kısmı Ali Rıza’nın imametini kabul etmişlerdir. Bir kısmı da yedinci imam Musa Kâzım’da tevakkuf etmişlerdir. Bir kısmı “Musa öldü mü ölmedi mi bilemeyiz, böyle olunca da onu imam olarak tanımaya devam ederiz. Birisi bunun aksini ispat ederse o kişinin söylediği kişinin imametini tasdik ederiz” demişlerdir. Mûseviyye’nin ana gövdesini oluşturanlar ise Ca’fer es-Sâdık’ın oğlu Musa Kâzım’ı imamete ismen tayin ettiğini ve onun kaim mehdî olduğunu kabul ederler. Bu grup Musa Kâzım’ın ölmediğini, dünyanın doğu tarafına hâkim olup, dünyaya adaletle hükmetmedikçe de ölmeyeceğini ifade etmişlerdir.[187]
Bunlardan bir kısmı da Musa b. Ca’fer’in öldüğünü ancak kaim imam olarak tekrar rec’at edeceğini iddia etmişlerdir. Çünkü babası onu kaim olarak isimlendirmiştir. Yine bir grup onun öldüğünü ve durumunun İsa b. Meryem gibi olduğunu iddia etmişlerdir. Kıyam vaktinde rec’at edecektir. Zulümle dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır.[188]
Hasan el-Askeri’nin Ölümü Üzerine Ortaya Çıkan Fırkalar
İmâmiyye Şîa’sının kabul ettiği On iki İmam’ın on birincisi olan Hasan el-Askerî’nin erken yaşta beklenmeyen ölümü Şîa içinde bir buhrana neden olmuştur. Hasan el-Askerî’nin ölümünden sonra İmâmiyye içince pek çok fırka ortaya çıkmıştır.
h- Vâkıfiyye
On birinci imam Hasan el-Askerî’de tevakkuf edip onun kaim mehdî olduğunu kabul edenlere verilen addır. Üç gruba ayrılmışlardır.
a- el-Askerî’nin ölmediğini ve gaybette olduğunu öne sürenler birinci grubu oluşturur. Bunların deliline göre imam, kendinden sonra yerine geçecek ve halk tarafından kabul görecek bir halef tayin etmeden ölmesi mümkün değildir. Dolayısı ile kaim imam el-Askerî’nin kendisidir ve rec’at edecektir.
b- İkinci grup onun öldüğünü ancak daha sonra tekrar dirileceğini iddia etmişlerdir. Bu gruba mensup olanlar, Ca’fer es-Sâdık’tan rivayet edilen “Kaim öldükten sonra tekrar hayata döneceği için kaim diye isimlendirilmiştir” şeklindeki rivayete dayanarak el-Askerî’nin kaim imam olarak rec’at edeceğini iddia ederler.
c- Üçüncü grup ise imametin el-Askerî ile sona erdiğini işin vuzûha kavuşturulmasına kadar her hangi bir karar vermemeyi esas edinmişlerdir.[189]
i- Ca’feriyye
Ca’fer b. Ali el-Hâdî’ye mensup olanlar ve Ali el-Hâdî’den sonra oğlu Ca’fer’in imam olduğunu kabul edenlere verilen isimdir. Hasan el-Askerî’nin halef tayin etmediğini dolayısı ile imam tayin etmeden ölen kimsenin imam olmayacağını söyleyerek, onuncu imam Ali el-Hâdî’nin bizzat oğlu Ca’feri imam olarak tayin ettiğini kabul etmişlerdir. Onu kaim mehdî olarak rec’at edeceğini kabul ederler.[190]
j- Kat’ıyye
İmâmiyye’nin ana gövdesini oluşturan gruba mensup olduğu ifade edilmiştir. Bunlardan bir grup Muhammed b. Hasan’ın kaim mehdî olduğunu, öldüğünü ancak daha sonra rec’at edeceğini iddia etmektedir.[191] Başka bir fırka da Muhammed b. Hasan’ın ölmediğini ölmeyeceğini söylerler. O el-Gâibü’l-muntazar’dır. [192]
k- Umariyye
İmâmiyye’de İmam Ca’fer’den sonraki ihtilâfla ortaya çıkan bir fırkadır. Umariyye İmam Ca’fer’in oğlu Muhammed’in imam olduğunu ve onun rec’at edeceğini iddia etmiştir.[193]
2- GULAT-I ŞÎA
Mezhepler tarihi kitapları gulat fırkaları tanımlarken, fikir olarak aşırı uç fikirlere sahip olduklarını ifade etmişlerdir. Şiî âlimlerden Şeyh Müfîd’e göre gulat fırkalar hilafeti Hz. Ali ve onun nesebine has kılmaktan öte, onları peygamberlik ve ulûhiyet makamında görmelerinden dolayı gulat olarak adlandırılmaktadır. Tanrı’nın, kabul ettikleri imamlarına hulûl ettiğini iddia etmişlerdir. Mesela bunlardan olan Abdullah b. Sebe Hz. Ali’nin ilah olduğunu iddia etmiştir. Bazıları Allah’ın (Ma’meriyye) Hz. Ali, Hz. Muhammed, Hz. Fatıma, Hasan ve Hüseyin’e en sonunda da Ma’mere hulûl ettiğini savunurken bazıları (Hattâbiyye) da imamlarını rab olarak kabul etmişlerdir. Cenâhıyye Allah’ın ruhunun peygamberlere oradan da imamlara intikal ettiğini söylerken, Beyâniyye bunu bir adım öteye götürüp Ebû Hâşim Abdullah’tan sonra Beyan, kutsal ruhun kendine intikal ettiğini iddia etmiştir. [194]
Gulat-ı Şîa’nın görüşlerinin başında ahireti inkâr etmelerinin geldiği kabul edilmektedir. Onlar ödül ve cezanın bu dünyada olacağını iddia etmişlerdir. Ruhun bedenden bedene geçerek duruma göre ceza ve mükâfat göreceğini söylemişlerdir. Bu beden eğer bir insansa mükâfât, hayvansa ceza anlamı taşır. Kıyameti inkâr ederek ruhun bedenden bedene geçerek ikmal ettikten sonra, melekût âlemine yükseldiğini ve ölmeyeceğini belirtmişlerdir.[195]
Şehristânî gulat fırkaların rec’at ve tenasüh fikrini Mecûsîler, Mezdekiler, Hind Brahmanizmi, felsefe ve Sabiîler’den aldığını söylerken, el-Bağdâdî bunun kaynağının Sümeniyye ve Felsefe olduğunu söylemiştir. İslâm geldikten sonra da Kaderiye ve gulat fırkalar bu görüşleri devam ettirmişlerdir.[196]
a- Beyâniyye
Beyan b. Sem’ân et-Temîmî’ye tabi olanlara verilen bir isimdir. Bu grup imametin Muhammed b. Hanefiyye’ye geçtiğini ondan da oğlu Ebû Hâşim’e intikal ettiğini ondan da vasiyetle Beyan b. Sem’ân’a geçtiğini ifade ederler. Beyan’a ilâhî ruhun hulûl ettiğine inanırlar. Dolayısı ile artık o ölümsüzlük mertebesindedir. Rububiyyet mertebesine erişen imam, hali hazırda zahir olmasa da her an zuhur edebilme salahiyetine sahiptir.[197]
Bu fırka yine Muhammed İbn Hanefiyye’nin ölmediğini ve hayatta olduğunu iddia etmiş, meşhur şair Küseyyir de bununla ilgili bazı beyitler kaleme almıştır.[198] Bazı kaynaklar da Hz. Ali’nin ölmediğini iddia ettiklerini söylemiştir.[199]
b- Muğîriyye
el-Muğîre b. Saîd el-Becelî (Eş’arî, mezhebin kurucusunun ismini Mugîre b. Said el-Iclî olarak verir)[200] taraftarlarına verilen isimdir. O, Muhammed (Bâkır) b. Ali b. Hüseyin Ebû Ca’fer’den sonra imam olduğunu iddia etmiştir. Muğîre ölünce takipçileri arasında ihtilâf baş göstermiş, onlardan bir kısmı Muğîre’nin rec’atini beklemeye başlamıştır. Onlardan bir kısmı da İmam Muhammed’i beklenen imam oluğunu iddia etmiştir. Aynı iddiayı Muğîre kendisi de dillendirmiştir. O Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali’nin beklenen imam olduğunu iddia etmişti. Muhammed Bâkır ondan teberrî ederek onu lanetlemesine rağmen Muğîre ashabına onun rec’at edeceğini ve onun yaşadığını Mikail ve Cebrail’in onun döndüğünde ona beyat edeceğini söylemiştir.[201]
Eş’arî aynı fırkanın Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Ali’yi kaim mehdî olarak kabul ettiklerini, onun ölmediğini ve Hacir dağında bir yerde yaşadığını ve zamanı gelince rec’at edeceğini söyleyip, mehdînin rec’atine kadar da Muğîre’yi imam olarak kabul ettiklerini ifade eder.[202]
Taraftarları Muğîre’nin nebî olduğunu iddia etmişlerdir. Taraftarlarına göre Mığîre Allah’ın en yüce ismini bilmektedir. Onların mabudunun bir adam olduğunu, insanın âzâları gibi azalara sahip olduğunu ve başında bir taç olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre Allah en büyük ismi ile ölüleri diriltmektedir. Muğîre Allah’ın yaratmasıyla ilgili garip bir hikaye uydurmuş ve ayetleri de bu şekilde yorumlayarak tahrif etmiştir.[203] Muğîre Hz. Ömer’in şeytan olduğunu söylemiş, ölülerden dolayı yerin yarılacağını ve ölülerin rec’at edeceğini iddia etmiştir. [204]
Fırkanın başına Muğîre’den sonra Ca’fer el-Cu’fî geçmiş ondan sonra da Bekir el-A’ver el-Kattât liderliği ele almıştır. Taraftarları onun ölmediğini söylerken bu kişi mezhep mensuplarının mallarını yemiştir. Hâlbuki Muğîre onlara Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Ali’yi beklemelerini tavsiye ederek onun ölmemiş olduğunu ifade etmiştir.
Onlara göre imamet Ali, Hasan ve Hüseyin’den sonra Muhammed b. Abdullah b. Hasan b. Ali’ye geçmiştir. Onun beklenen mehdî olduğunu ifade etmişlerdir. Konuyla ilgili de Hz. Peygamberden mehdînin isminin kendi ismiyle, babasının isminin de kendi babasının adıyla aynı olacağı ile alakalı bir haber ihdas etmişlerdir. Muhammed b. Abdullah ortaya çıkıp öldürülünce grup içinde bazıları onun öldürülmediğini öldürülenin onun suretine girmiş şeytan olduğunu ve onun Hacir dağlarında bulunduğunu hurucu beklediğini iddia etmişlerdir. Hurucundan sonra Kâbe’de rükün ile makam arasında beyat alacağını savunmuşlardır.[205]
c- Mansûriyye
Ebû Mansûr el-Iclî’ye intisap edenlere verilen addır. O imametin Ali evladı arasında devrettiğini ve Bâkır diye maruf Ebû Ca’fer’de son bulduğunu iddia etmiştir. Daha sonra kendisini Muhammed Bâkır’ın halifesi ilan etmiştir. Kendisinin, Allah’ın huzuruna yükseldiğini ve burada sırtının sıvazlandığını, Tanrı’nın “oğlum, yeryüzüne ine ve insanlara tebliğde bulun” dediğini söylemiştir. Allah’ın yarattığı ilk insanın Hz. İsa sonra da Hz. Ali olduğunu iddia etmiştir. Ahireti inkâr ederek cennet ve cehennemin dünyada olduğunu ve onların aslında birer adam olduğunu iddia etmişlerdir.[206]
d- Cenâhıyye
Abdullah b. Muâviye taraftarlarına verin addır. Kûfe’den çıkan bir grup yolda Abdullah b. Muâviye’ye rastladıktan sonra ona bi’at etmişler ve gâlî düşünceleri benimsemişlerdir. Kendisini rab ve nebî olarak takdim etmiş ve müntesipleri de kendine ibadet etmişlerdir. Ruhların tenasüh ettiğini iddia etmişler, Allah’ın ruhunun Hz. Âdem’den başlayarak insanlarda hulûl ettiğin inanmışlardır. Kıyameti inkâr ederek dünyanın ebedî olduğunu iddia etmişlerdir. Ebû Müslim el-Horasanî’yi gönderdiği bir ordu ile onu öldürtmüşse de tarafları onun ölmediğini ve hayatta olduğunu iddia etmişlerdir.[207] Şîa’nın gâlîyle fırkalarını on beş olduğunu belirten Eş’arî Cenâhıyye fırkasının tenasühe inandıkları ve dünyanın sonu olmadığını öne sürdükleri için gâlî fırkalardan olduğunu belirtir.[208] Cenâhıyye ödül ve cezanın ruhların bir bedenden öbürüne intikali sonucunda yeni bedenlenmelerinde etkin olduğunu söyler. Bu bedenlenme insan suretince olabileceği gibi hayvan suretinde de olabilir.[209]
e- Beşîriyye
Kûfelilerden Benî Esed’in kölesi Muhammed b. Beşîr’in taraftarlarıdır. Onlara göre Musa b. Ca’fer ne ölmüştür ne de hapsedilmiştir. O hayattadır, gaib, kaim mehdîdir. O gaybeti vaktinde yerine Muhammed b. Beşir’i halife olarak tayin etmiştir.[210]
f- Hulûliyye
el-Bağdâdî Hulûliyye’nin on civarında fırkadan müteşekkil olduğunu söyledikten sonra, bunlara daha sonra yenilerinin de eklendiğini ifade etmiştir. Bu fırkaları sıralarken Sebeiyye, Beyâniyye, Cenâhıyye, Hattâbiyye, Nemîriyye, Muganneiyye, Rezzâmiyye, Berkûkiyye, Hılmâniyye, Hallâciyye, Uzafira, Hırmâniyye isimlerini zikreder.[211] Bunlar aşırı gulat fırkalardır ki Tanrı’nın bazı insanlara hulûl ettiğine inanırlar. Onlara göre insanların ruhu Allah’tan olup ilâhî menşelidir. Bedenler birer elbise olup onlar için elem ve lezzet söz konusu değildir. Eğer insan hayatta iken güzel işler yaparsa ruhu at, kuş veya öküz gibi güzel hayvanlara geçer, eğer kötü bir hayat geçirmişse ruhu köpek, merkep gibi zemmedilen hayvanlara geçer. İsyanı ölçüsünde bu şekilde kalır. Her iki durumda da bir müddet sonra tekrar insan olarak rec’at eder.[212]
Genel itibariyle hulûl inancı Hz. Ali ve ehli beyt eksenli inançlarda görülmektedir. Bu ilâhî ruhun evlad-ı Ali’de devrettiğine inanılmaktadır. Bazen bu hulûl sayısı sınırlı tutulurken zaman zaman hulûl çoğaltılabilir. Hulûl ettiğine inanılan imam ya da kişinin ilâhî bir özellik kazandığı ve dolayısı ile ölümsüzlüğe ulaştığı kabul görür. Genelde her fırka kendi imamlarını ilâhî bir vasıfla vasıflandırarak hulûle inanır. Bu imam artık ölmeyecektir, bu gün görünmüyor olsa bile zamanı geldiğinde tekrar rec’at etme istitâatı bâkidir.[213]
Malatî tenasüh fırkalarını Hulûliyye’den olduklarını söyler. Onlara göre Allah mekân ve bedenlerin üzerinde bir ruhtur. Ruhlar kadîm olan Allah’tan mütevelliddir. Beden libastır. Onun ruhu, elem, lezzet vs. yoktur. İnsanlar iyi işler işlediklerinde ruhları yararlı hayvanlarda rec’at eder. Burada bir müddet kaldıktan sonra tekrar insana rec’at eder. Yararlı hayvanlara intikal eden at, kuş vs. şer biri ise eşek veya uyuz bir köpeğe intikal eder. Orda elem ve ıstırab çeker. Bir müddet sonra insana döner, bu döngü böylece devam eder. Dünya hayatı ilenihaye devam eder. [214] el-Malâtî Sümeniyye ve Muhtâriyye fırkalarını da bu gruptan sayar.[215]
g- Râfızîler
Eş’arî Rafızîler’in on dört fırkadan müteşekkil olduğunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’nin hilafetini kabul etmedikleri için ashabın çoğunun dalalette olduğunu ifade etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetin kabul etmediklerinden bu isimle anılmışlardır. Onlar on ikinci İmam Muhammed mehdî’nin beklenen imam olduğunu ve rec’at edeceğini ifade ederler. [216]
3- ZEYDİYYE FIRKASI
Eş’arî Zeydiyye’yi Şîa’nın üç ana grubundan biri olarak kabul eder.[217] Bunlara Zeydiyye adı verilmesinin nedeni ise, Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebî Talib’e intisap etmeleridir. Zeydiyye içinde bazı fırkalar rec’at fikrine karşı olduklarını beyan ederken[218] bazıları da rec’at fikrini kabul etmişlerdir.
a- Cârûdiyye
Ebû’l-Cârûd’un müntesipleri olduklarından bu isimle anılmışlardır. Zeydiyye’nin kollarından biri olan Cârûdiyye bazı imamlarının ölmediğini ve rec’at edeceklerine inanır.[219] Cârûdiyye genel olarak Hasan ve Hüseyin oğullarından imametini izhâr edip küffâra karşı kılıç kuşanan kimsenin imam olarak kabul edileceğini söylerler. Bunun yanında bazı gruplar ehli beytten bazı kişilerde tevakkuf etmişler ve onların kaim mehdî olduğunu iddia etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı Muhammed b. Abdillah b. Hasan’ı kaim mehdî olarak kabul etmiş, onun rec’atini beklemektedirler. Bunlar kaim imam olarak İmâmiyye’deki Muhammediyye grubu ile aynı kişi üzerinde görüş birliği içindedirler. [220] Yine bir grup Tâlikân adlı yerin emiri Muhammed b. Kasım’ın ölmediğini rec’at ederek rakiplerine gâlîp geleceğini iddia etmişlerdir. Başka bir grup da Kufe valisi Yahya b. Ömer hakkında aynı iddiayı dillendirmiştir. [221]
Cârûdiyye içinden Muhammed b. Abdullah b. Hasan’ın ölmediğini iddia eden bir grup onun yeryüzü zulmetle dolduğunda yeryüzüne tekrar adaleti sağlamak üzere ineceğini benimsemiştir.[222]
Bir diğer grup olan Yahya b. Ömer’in ölmediğini söyleyenler Yahya b. Ömer’in yeryüzünün zulümle dolduğu gibi, adaletle dolduracağını söylerler. Onlara göre Ali b. Ebû Talip kaimdir aynı zamanda onun ölmemiş olduğunu söyleyenler de vardır.[223]
Eş’arî bunlara ilaveten isim vermeksizin Zeydiyye’den başka bir fırkanın kıyametten önce ölülerin rec’atini inkâr etmediklerini dolayısı ile kabul ettiklerini ifade eder.[224]
Carûdiyye fırkası göre ruhun intikali yalnızca insan bedenleri arasında olur başka bir bedende hastalıklı veya acılı olarak azabı tadar. İyi amel işleyenler genç yakışıklı bir bedenle mükâfatlandırılacaklardır.[225]
4- GALİYYE VE BATINİYYE FIRKALARI
Gulat fırkalar kabul ettikleri imamlar ve özellikle Hz. Ali hakkındaki görüşlerinde aşırıya gittiklerinden dolayı gâlî fırkalar olarak isimlendirilmişledir. Mezhepler tarihi kaynakları gulat fırkaların bir kısmının aşırı görüşlerinden dolayı İslâm çizgisinden çıktığını belirtmektedir. Gâlîyye ruh-u ilâhînin kendilerince kabul edilen imamların bedenlerine girdiklerini kabul ettikleri gibi imamların birinin ölmesi ile ruhunun diğer imama geçtiğini de kabul ederler.[226] Gulat fırkalar Hz. Ali döneminde görünmeye başlamış ve genelde İbn Sebe gibi Hz. Ali hakkında aşırıya yönelmişlerdir.[227] Gulatın en önemli ortak özellikleri teşbih, bedâ, rec’at ve tenasüh inançlarıdır.[228]
a- Sebeiyye
Sebeiyye gulat fırkaların ilki olarak kabul edilebilir. Fırkanın kurucusu kaynaklarda İbnu’s-Sevdâ, İbn Sebâ, İbn Sebe el-Himyerî gibi isimlerle anılmış olan Abdullah b. Sebe’dir. Abdullah b. Sebe’nin San’alı zenci bir anneden dünyaya gelen bir Yahudi olduğunu belirtilmiştir. Kimliği hakkında pek çok spekülatif bilgi bulunan Abdullah b. Sebe’nin Hz. Osman zamanında Müslüman olarak[229] önce Hicâz olmak üzere, Basra, Kûfe, Şam gibi şehirlerde bulunduğu aktarılmıştır. Buralarda gulat düşüncelerini yaymaya gayret sarf etse de pek başarılı olamamış, oradan Mısır’a geçerek burada Hz. Peygamber’in rec’at edeceğine dair fikrini ortaya atmıştır. Her peygamberin bir vâsîsi olduğunu söyleyip Hz. Peygamber’in vâsîsinin de Hz. Ali olduğunu belirtmiştir. Böylece Hz. Ali’yi düşünce sisteminin merkezine koyarak Şîi gruplardan destek görmüştür.[230] Abdullah b. Sebe İslâm’da ilk gâlî fırkalarının oluşumuna ön ayak olmuş, en önemli düşünce olan mehdî, imam ve rec’at fikirlerini ilk olarak ihdas etmiştir.[231] el-Bağdâdî İslâm’da ilk ihtilâflardan bahsederken bunlardan bir tanesinin de Râfızîler’in ortaya çıkışı olduğunu belirttikten sonra, Abdullah b. Sebe’nin ilk bidat fikirleri ortaya atan isim olduğunu söyler. El-Bağdâdî Hz. Ali’yi ilah olduğunu söylemelerinden dolayı aslında Sebeiyye’nin İslâm fırkalarından sayılmayacağını da ifade etmiştir.[232]
Bazı kaynaklarda Abdullah b. Sebe ile Ammar b. Yasir’in aynı kişi olduğu ile alakalı bilgiler yer alır. İslâm âlimlerinin büyük kısmın reddettiği bu iddianın, mümkün olabileceğini savunanlar daha çok Abdullah b. Sebe’nin varlığını reddetme eğilimindedirler. Özellikle Ammar’ın Hz. Osman’a karşı mücadelesi ile Abdullah b. Sebe’nin durumunda paralellik olduğu yönünde görüşler mevcuttur. Abdullah b. Sebe konusunda İmâmiyye Şîa’sı da ona ta’n eder.[233]
İslâm tarihi kaynaklarına göre İslâm tarihi içerisinde rec’ati ilk ortaya atan kişi Abdullah b. Sebe’dir. Aynı zamanda Sebeiyye adlı aşırı Şiî bir fırkanın da kurucusu sayılan Abdullah b. Sebe annesi Sanalı Yahudi bir köledir. Sebe Hz. Osman döneminde Müslümanlığı kabul etmekle beraber İslâm beldelerinde sapık fikirlerin ortaya çıkmasında etkin rol oynamıştır. Abdullah b. Sebe Hz. Ali döneminde önce kendini nebî olduğunu sonra da ilah olduğunu iddia etmiştir. Bu gâlî düşüncelerinden dolayı Hz. Ali tarafından sürgün edilmiştir.[234] O “insanların İsa’nın döneceğine inandıkları halde Muhammed’in döneceğini kabul etmemeleri şaşılacak şeydir, Hâlbuki Allah ‘Ey Muhammed Kur’an-ı Kerîm’e uymayı sana farz kılan Allah seni döneceğin yere döndürecektir.’[235] buyurmaktadır. Binaenaleyh Muhammed dünyaya dönmeye İsa’dan daha layıktır” diyerek rec’at fikrini ilk dillendiren kişi olmuştur. Abdullah b. Sebe daha sonra Hz. Peygamberin vâsîsinin Hz. Ali olduğunu ve Hz. Ali’nin halife yapılmayarak hakkının gasp edildiğini iddia etmiştir. Özellikle Abdullah b. Sebe’nin bu düşüncesi rec’at akîdesinin Şiî fırkalar içinde yayılmasının ana nedenlerinden biri olmuştur. [236]
Abdullah b. Sebe Hz. Ali’ye ilâhî bir vasıf vermiş, Hz. İsa’nın ölümünü kendine örnek alarak, ölenin Hz. Ali değil insan suretine girmiş şeytan olduğunu söylemiştir. Ona göre Hz. Ali, İsa’nın göğe yükselmesi gibi gökyüzüne yükselmiştir. Nasıl ki Yahudi ve Hıristiyanlar Hz. İsa’nın ölümü konusunda yalan konuşuyorlarsa aynı şekilde Hâricîler ve diğerleri de Hz. Ali’nin ölümü hakkında yalan konuşmaktadırlar. Ali de İsa gibi dönecektir. Beklenen mehdî Hz. Ali’den başkası değildir.[237]
İbn Sebe el-Hımarî, Ali b. Ebî Talib’in ölmediğini ve bulutların üstünde olduğunu, yer ve gök arasında bulutların emrinde hareket ettiği söyler. [238] İbn Sebe’ye göre Hz. Ali bulutlardadır, sesi şimşek, tebessümü yıldırımdır. Şimşek veya yıldırım sesi duyduklarında “Selam sana olsun yâ emira’l-mü’minin” diye selam verirler. O bir müddet sonra yeryüzüne inerek yeryüzünde adaleti tekrar tesis edecektir. Onlar gaybet, rec’at, tevakkuf, imamların ilâhî bir cüz taşıdıkları ile ilgili ilk fikirleri ortaya atmışlardır. [239] İlk imam Hz. Ali’ye ölümsüzlük sıfatı eklendiği ve rec’at edeceğini söylendiği için Şîa’nın halefleri de sonradan bunu imamlarının değişmez bir vasfı olarak kabul etmiştir.[240]
el-Malâtî eserinde Sebeiyye’yi dört fırkaya ayırmıştır. Bunlardan birincisi Hz. Ali’nin ölmediğini, ölümün onun için söz konusu olamayacağını, diri olduğunu ifade etmiştir. Sebeiyye’nin ikinci fırkası ise Hz. Ali’nin ölmediğini ve bulutlarda olduğunu söylemişlerdir. Bu gruptan üçüncü fırka da Hz. Ali’nin öldüğünü fakat kıyametten önce rec’at edeceğini, onunla beraber kabir ehlinin de diriltileceğini, dünyada adaleti tesis edeceğini söylemişlerdir. Sebeiyye’nin dördüncü fırkası ise Muhammed b. Ali’nin imametine inanmışlar ve onun Radvâ dağında olup ölmediğini ve diri olduğunu iddia etmişlerdir.[241]
Sebeiyye’ye göre Hz. Ali ölmemiştir. Ölen Hz. Ali suretine giren şeytandır. Bu düşünce aynen Hz. İsa’nın ölümü ile ilgili Hıristiyanların görüşüne tam bir paralellik arz eder. Kıyametten önce dünya nasıl zulüm ile dolmuşsa Hz. Ali rec’at ettiğinde zulmü bertaraf edip adaleti tesis edecektir. Onlar sadece Hz. Ali için değil genel manada ölülerin rec’at edeceğini de söylerler. Hımyerî bir şiirinde “O gün döner insanlar geriye, dünyaya büyük hesaptan önce” demektedir.[242]
b- Keysâniyye
Şîa’nın genel çizgileri ile rec’at ve mehdî görüşlerini Keysâniyye’den ilham alarak kabul ettiği belirtilmektedir. Keysâniyye’nin ise fikir babalığını Muhtar es-Sakafî yapmaktadır. Bundan dolayı da Muhtâriyye olarak da adlandırılır. Muhtar, aslen Taifli olup babasıyla birlikte Medine’ye geldiği, babası Irak’a gidip “Cisir” savaşında ölünce, Hâşimoğulları’nın yanında yetiştiği rivayet edilmektedir.[243] es-Sakafî faaliyetlerinin daha başından itibaren Muhammed el-Hanefiyye için Mehdî sıfatını kullanmıştır. Bu da daha sonra rec’at ve gaybet kavramlarının ilk tezahürleri olarak kabul edilebilir.[244] Çeşitli kaynaklarda Keysân’ın kimliği ile ilgili farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şehristânî Keysân’ın Hz. Ali’ni kölesi olduğunu ifade eder.[245] Keysân ile Muhtar es-Sakafî’nin aynı kişi olup olmadığı konusunda da fikir ayrılığı vardır. Eski kaynaklar Keysân ile es-Sakafî’yi bir saymaktaydılar. Bunların aynı kişi olduğunu kabul edenler Keysân’ın Muhtar es-Sakafî’nin lakabı olduğunu söylemişlerdir. Günümüz araştırmacıları ise bunların farklı kişiler olduğunu kabul etmektedirler. Mezhepler tarihi kitapları esas manada mezhebin kurucusunun Keysân olduğunu ve Muhtar’ın Keysân’a tâbi olduğunu ifade etmektedirler. Muhtar, Keysâniyye’nin sistematikleşmesini sağlamıştır. Şehristânî ise konuyla ilgili iki ayrı mezhepten bahseder.[246] el-Bağdâdî de Muhtar es-Sakafî ile Keysân’ın aynı kişi olduğunu ve lakabının Keysân olduğunu ifade eder.[247] Rivayete göre o küçük yaşta babası tarafından Hz. Ali’ye verilmiş, o da onun başına elini sürerek “Keys, Keys” dediğini için Keysân ismi ile anılmıştır.[248]
Şîa’nın tüm gruplarında ilk üç imam hakkında nerede ise bir ittifak söz konusudur. Ancak Hz. Hüseyin’den sonra imamın kim olacağı konusu Şia’daki ilk ayrılık nedeni olmuştur.[249] Keysâniyye diğerlerinden farklı olarak imametin nass ile sabit olduğunu ve Hz. Ali’den sonra da diğer fırkaların aksine Hasan ile Hüseyin’i atlayarak direkt İbn Hanefiyye’nin imam olduğunu söylemiştir. Çünkü Basra’da Hz. Ali’nin bayrağını Hasan veya Hüseyin’den biri değil Muhammed Hanefiyye taşımıştır.[250]
Keysâniyye taraftarları Muhammed b. Hanefiyye’nin ölmediğini ve rec’at ederek yeryüzünü adaletle dolduracağını söylemişlerdir. Yine tenasüh dini akidelerinden biridir. Keysâni mensubu şair Kuseyyir şiirlerinde de Muhammed b. Hanefiyye’nin rec’at edeceğini söyler.[251] Muhammed Hanefiyye’nin Radvâ dağında olduğunu, kendini koruyan sağında aslan ve solunda kaplan olduğu halde, iki pınar bulunduğu, su ve bal aktığı, adaleti tesisi için rec’at edeceğini iddia etmişlerdir.[252] İbn Hazm Keysâniyye’nin Muhtar b. Ebî Abid’e mensup olduklarını ve Zeydiyye’nin bir kolu olduğunu iddia eder.[253]
Sebeiyye ile Keysâniyye düşünce olarak bir birlerine çok benzemektedir. Bu iki fırka arasında rec’at konusundaki temel fark Keysâniyye’ye göre imam Radvâ dağındadır ve oradan rec’at edecektir. Sebeiyye’ye göre ise imam semâvî bir makama yükselmiş hayatını orada sürdürmektedir, oradan rec’at edecektir.[254]
Keysâniyye’den bir grup (Ebû Amrâ’nın grubu) Hasan ve Hüseyin’in imametinden sonra kimin imam olacağı konusunda ihtilâf etmişler bir kısmı Hasan, oğlu Abdullah, Abdullah’ın oğlu Muhammed, sonra da Muhammed’in kardeşi İbrahim’i imam olarak kabul etmişlerdir. Halife Mansûr zamanında isyan etmişler, başarısızlığa uğrayıp tevkif edilmiş ve idam edilmişlerdir. Onlar da Muhammed’in rec’at edeceğini ileri sürmüşlerdir. Bu grup da Hasan oğullarından pek çok kimseyi imam olarak kabul etmişler, bunlar üzerinde tevakkuf ettiklerinin de rec’at edeceğini iddia etmişlerdir.[255]
Keysâniyye’den bir grup Ebû Hâşim Abdullah b. Muhammed b. El-Hanefiyye’den sonra kardeşinin oğlu Hasan b. Muhammed b. El-Hanefiyye’nin imam olduğunu iddia etmişlerdir. Bunlar Muhammed b. Hanefiyye’nin rec’atini beklemektedirler. Çünkü Ebû Hâşim onu imam olarak vasiyet etmiştir. Onlar Muhammed b. Hanefiyye’nin hayata dönerek yeryüzünde hâkimiyetini tesisi edeceğini iddia ederler. Eş’arî bu grubun kendi döneminde çölde yaşadıklarını ve Muhammed b. Hanefiyye’nin rec’atine kadar kimseyi imam olarak kabul etmediklerini ifade eder.[256]
Keysâniyye’den bazı gruplar da Ebû Müslim Serrâc’ın ölmediğini ve bir gün Ortaya kesinlikle çıkacağını iddia etmişlerdir. Yine bazıları da; Abdullah b. Muâviye de diridir. İsfahan dağındadır ve ortaya çıkma gününü beklemektedir. [257]
Eş’arî Keysâniyye’nin on iki grup olduğunu söyler ve bunları Şîa’nın alt kolları arasında sayar.[258]
c- Ebû Müslimiyye
Süleyman İbn Kesîr’den sonra Abbâsî davasını başına Ebû Müslim geçerek kendisinin ehli beyt mensubu olduğunu kabul ettirmiştir. Kendisi Merv civarında ilk kez ortaya çıkmakla beraber kısa sürede Emevîler’in de güçsüzlüğünden faydalanarak kuvvet kazanmıştır. Kaynaklarda nakledildiğine göre Mecûsîler, Zerdüştler gibi diğer dinlerden de pek çok kişi Müslüman olarak intisap etmiştir. Ancak daha sonra Ebû Müslim’in öldürülmesi ile henüz yeni Müslüman olan ve İslâmî düşünceyi tam olarak idrâk edememiş bazı gruplar onun öldüğüne inanmamışlardır. Onun beklenen imam olduğunu ve ondan sonra imametin kızı Fatıma’ya geçtiğini iddia etmişlerdir. İshâk et-Türkî adında biri onun ölümünden sonra Mâverâünnehir’e kaçtığı ve burada kendisini Ebû Müslim’in dâîsi olduğunu ve üstadın Rey şehrinde gizlenmiş olduğunu ileri sürmüştür. Bazıları da onun Zerdüşt tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul etmişler ve zamanı geldiğinde Ebû Müslim’in rec’at edeceğine inanmışlardır.[259]
d- Rezzâmiyye
Ebû Müslim taraftarları ondan sonra ihtilafa düşmüşler ve çeşitli fırkalara ayrılmışlardır. Bunlar Ebû Müslim el-Horasânî hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Rezzâmiyye, Ebû Müslim’in öldüğünü söylerken Ebû Müslimiyye onun ölmediğini, ölenin onun suretine giren şeytan olduğunu ve hayatta olduğunu, zamanı geldiğinde rec’at edeceğini iddia etmişlerdir. [260] Rezzâmiyye ise Rezzam b. Rızam’a[261] intisap ederek Ebû Müslimiyye’den ayrılmışlardır. Onlar rec’at’in yanında ruhun tenasühünü de caiz görmüşlerdir.[262]
e- Harbiyye
Keysâniyye’den Abdullah b. Amr b. Harb’a müntesip fırkaya verilen isimdir. Bunlar Ebû Hişâm b. Muhammed b. El-Hanefiyye’nin, Abdullah b. Amr b. Harb’i imam olarak tayin ettiğini ve Ebû Hişâm’ın ruhunun ona intikal ettiğini söylemişlerdir. Ancak daha sonra Harb’in yalan söylediğini anlamaları üzerine Medine’ye giderek Abdullah b. Muâviye b. Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Talib’e intisap etmişleridir. Onun ölümü üzerine üç görüş ortaya atmışlardır. Bu gruplardan bir tanesi onun öldüğünü iddia ederken bir kısım fırka mensupları onun ölmediğini ve Isfahan dağlarında olduğunu ve ölmeyeceğini, Benî Hişâm’a komutanlık yapacağını, dolayısı ile günün birinde rec’at edeceğini iddia etmişlerdir. Bu konudaki son grup da yine aynı şekilde onun ölmediğini iddia ederken bir gün insanların idaresini eline alacağını ifade etmişler ve onun Hz. Peygamber’in müjdelediği kaim mehdî olduğunun ifade etmişlerdir.[263] Harbiye tenasühe inanırken, Allah’ın ruhunun Hz. Peygamber’e oradan Hz. Ali’ye sırası ile Hasan’a, Hüseyin’e, Muhammed el-Hanefiyye’ye, oğlu Ebû Hâşim’e son olarak da Abdullah b. Amr b. El-Harb’a geçtiğini iddia ederler. Her biri on yedi rekat, on beş vakit namazın varlığını iddia etmekle beraber hiç biri namaz kılmazlar.[264]
İbnü’l-Harb’in taraftarlarından bir grup Esbât’ın (torun, şan-şeref sahibi, budun) dört olduğu ve bunların da imamlar olduğu konusunda fikir birliği içindedirler. Esbât sözünden dönmemek, hata ve yanlış yapmamak konusunda güvenilir kimselerdir. Torunlardan birisi iman ve doğruluk torunudur ki o Hz. Ali’dir. Bir torun nur ve cennette pınardır ki o Hasan’dır. Bir diğeri huccet ve musîbet torunu olan Hz. Hüseyin’dir. Son torun ise hikmetlere vakıf olacak, bulutlara binecek, rüzgârları estirecek, selleri coşturacak, Rum’un kapısını kapatacak, yönetimin yanlışlıklarını düzeltecek, yedi kat yere ulaşacak, hakka yakın ve zulme uzak duran bir kişi olacaktır. O da beklenen mehdî gerçek İmam Muhammed b. Ali el-Hanefiyye’dir. Muhammed hayatta iken bu tür özellikleri onda görmeyince ve herkesin gözü önünde ölünce, hayal kırıklığının bir sonucu olarak, onun ölmediğini, sadece arayanların kendisini bulamaması için yerine kendisine benzeyen birini koyduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber de kendi yatağına Hz. Ali’yi koyduğunu ifade etmişlerdir. Allah Radvâ dağında iki aslan ve iki panterin arasında onu gizlemiştir. Bazı taraftarı da dönüşünün uzadığı kanaatini taşımaktaydılar. Atmış yılsonunda gelmesi gerekirken gelmeyince başka tevil yolları aramışlardır. Onun hala Radvâ’da olduğunu ve meleklerin onunla görüştüğünü söylemişlerdir. Bu konuda bir nebze de olsun hayal kırıklıklarını şiirlerle ifade ettiler.[265]
f- Kerbiyye
Ebû Kerb ed-Darîrî’ye mensup olanlara verilen addır. Onlara göre Muhammed b. El-Hanefiyye kaim mehdîdir ve ona bu adı Hz. Ali vermiştir. El-Hanefiyye ölmemiştir, ölemez de hatta bu mümkün değildir. Hanefiyye’nin Radvâ dağında hayatta olduğunu iddia ederler. Sağında aslan solunda kaplan onu korumaktadır. Hurûc edeceği zamana kadar orada bulunacaktır. Şu an gaybet halindedir ve zamanı gelince rec’at edecektir. Ondan sonra bir imam yoktur, olması da caiz değildir. O dönünceye kadar bâkî imamdır.[266]
g- Hâşimiyye
Hâşimiyye’den bir grup Ebû Hâşim’in çocuğu olmadığı için Abdullah b. Amr b. Harb el-Kindî’yi vâsî tayin ettiğini söylemişlerdir. Ebû Hâşim’in ruhunun ona hulûl ettiğini belirtmişlerdir. Abdullah’a mensup olanlar da bedenleri bir elbise olarak görüp tenasühü kabul etmişlerdir. Ödül ve cezanın yeni bedenlenme ile alakası olduğunu söylemişlerdir.[267]
h- Mubârekiyye
İmam Ca’fer’den sonra imametin oğlu İsmail’e geçtiğini ve onun hayatta iken ölmediğini iddia edenlerden bir gruba Mubârekiyye dendiği ifade edilmiştir. Bunlar da İsmail’in rec’at edeceğini ifade etmişlerdir.[268]
i- Hâbıtıyye-Hadesiyye
Ahmet b. Hâbıt ve el-Fazl el-Hadesî taraftarlarının oluşturduğu gruplardır. Bunlar aynı zamanda Mutezilî Nazzâm’a intisab etmiş kişilerdir. Şehristânî’ye göre bunlar öncelikle mesih konusunda Hıristiyanlar ile aynı görüştedirler ve mesihe ilâhî vasıflar yüklerler. Allah insanoğlunu bu dünyadan başka bir yerde yaratmış sonra orada sevap işleyenleri nimetlendirmiş, isyan edeni azaba düçâr etmiş ve bazı konularda itâat ederken bazı durumlarda isyan edeni ise dünyaya göndererek beden elbisesini giydirmiştir. Bazılarını insan bazılarını hayvan şeklinde günahlarına nispeten teşekkül ettirmiştir. Ve daha sonrada amellerine göre defâatle dünyaya gelip gitmişlerdir. Bunların tenasüh konusunda kelamcılar, felsefeciler ve Tenasühiyye’nin sözlerini mezcettikleri belirtilmiştir.[269]
j- Sümeniyye
Ruhun çeşitli şekillerde rec’at edeceğine kanidirler. İnsan ruhu bir köpek bedeninde rec’at edebilirken, bir köpeğin ruhu insan bedeninde tekrar dünyaya gelebilir.[270]
k- Hattâbiyye
Ebû Hattâb Muhammed b. Ebî Zeyneb el-Esedî (Beni Esed’in kölesi) mensup olanlara verilen addır. İmam Ca’fer’in ilah olduğunu söylemişler, bu söz Ca’fer’e ulaşınca onları lanetlemiş ve tart etmiştir. Onlara göre “asıl”, insanın kemâl ile donatılmış hali olup insan kemâl derecesine ulaştığında melekûta rec’at etti denir. İmamlarının ilahlar derecesine ulaştığını iddia etmişlerdir. Dünyanın sonsuz olduğuna inanarak ahireti inkâr etmişlerdir. Mükâfat ve ceza dünyadadır. İnsanlar defâatle dünyaya rec’at ederek tekrar bedenlenir. [271] Bu fırkanın beş gruptan oluştuğu belirtilmiştir. İmamların konuşan peygamberler olduğunu iddia ederler. Allah yarattıklarına biri konuşan diğeri sâmit (susan) iki elçi gönderir. Hz. Muhammed natık, Ali sâmit elçidir. Onlar şuan hayattadırlar. Ebû Hattâb’ın nebî olduğuna ve ona inanmanın farz olduğunu iddia etmişler. İmamları ilahlar olarak görmüşler, Hz. Hüseyin’in çocuklarının Allah’ın oğulları ve dostları olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ca’fer b. Muhammed’in ilah olduğunu ama Ebû’l-Hattab’ın ondan daha büyük olduğunu iddia ederler.[272]
l- Muammeriyye (Ma’meriyye)
Eş’arî Muammeriyye’yi Hattâbiyye’nin bir kolu olduğunu ifade eder. Ebû Hattab’dan sonra Muammer denilen birinin olduğunu ifade ettiler. Ona da diğerine ibadet ettikleri gibi ibadet ettiler. Dünyanın ebedî olduğunu iddia ettiklerini söylemiştir. Cennetin insanın nimet ve afiyette olduğu, Cehennemin de bunun tam tersi olduğu dolayısı ile insanın hak ettiği ödül ve cezayı yaşamak için dünyaya defâatle rec’at edeceğini kabul etmişlerdir. Onlara göre ölüm yoktur sonuçta ruhlar melekût âlemine yükselinceye kadar bu devam eder.[273] a
m- Bezîğıyye
Bezîğ b. Musa taraftarlarına verilen addır. Ca’fer b. Muhammed’in Allah olduğunu iddia ederler. Onlardan olan bir kimsenin ölmediğini melekût âlemine yükseldiğini söylerler.[274]
n- Umeyriyye
Umeyr b. Beyân el-Iclî’ye mensup olanlara verilen addır. Kendi mensuplarının ölmediğini söyleyen fırkalara karşı çıkarken sadece imamların ve nebîlerinin ölmeyeceğini iddia ederler. Aynı zamanda Ca’fer’e taparlar. [275]
Kutsal Ruh’un İmamdan İmama Geçtiğini İddia Edenler
Eş’arî, Ruhu’l-Kudüsün –ki bu Allah’tır- Hz. Peygamber’de bulunduğunu iddia eden ve ondan sırasıyla Hz. Ali’ye, Hasan’a, Hüseyin’e, Ali b. Hüseyin’e, Muhammed b. Ali’ye, Ca’fer b. Muhammed’e, Musa b. Ca’fer’e, Ali b. Musa’ya, Muhammed b. Ali’ye, Ali b. Muhammed’e, Hasan b. Ali’ye, Muhammed b. Hasan’a geçtiğini ve hepsinin ilah olduğunu, ölmediklerini kabul eden bir gruptan bahsederken bunları herhangi bir isimle isimlendirmemiştir.[276]
o- Keyyâliyye
Ahmet b. Keyyâl’e mensup olanlara verilen addır. Ahmet b. Keyyâl, Ca’fer Sâdık hakkında bazı gulat düşünceleri yaymaya kalkmış ancak İmam Ca’fer’den beklediği iltifatı göremeyince önce kendini imam olarak ilan etmiş, sonra da kendisinin kaim mehdî olduğunu iddia etmiştir. Bu gruba göre insan ruhu en süflî hallerden en ulvî hallere doğru devamlı bir yolculuk halindedir. Bundan dolayı da devamlı bir devir söz konusudur. Kaim mehdî rec’atiyle (İmâmiyye genelde rec’at ile zuhuru aynı manada kullanmıştır. Zuhur gaybetteki imamların bir manada rec’atini ifade eder) insanlık tekâmülünü tamamlayacaktır. [277]
p- Mufavvıza
Eş’arî on beşe ayırdığı gulat fırkalarından isim vermeden[278] son bir fırkadan daha bahseder ki, onların Hz. Ali’nin bulutlarda olduğuna inandıklarını ifade eder. Bu fırka ile alakalı rec’at fikrinden bahsetmese de bu görüşün bir rec’at düşüncesini benimseyenler tarafından kabul edildiği aşikârdır. Zira bazı gâlî fırkalar Hz. Ali’nin ölmediğini bulutlarda olduğunu ve şimşek ve yıldırımın onun fiillerinden olduğunu ve zamanı gelince rec’at edeceğini söyledikleri görüş ile paralellik arz eder.[279]
r- İsmailîyye-Sebeiyye
Yedi imam tanıdıklarından dolayı aynı zamanda Sebeiyye olarak da adlandırılan İsmailîyye,[280] İsnâaşeriyye Şîa’sında altıncı imam Ca’fer-i es-Sâdıktan sonra kimin imam olacağı konusunda düşülen görüş ayrılığında İsmail’i imam olarak kabul etmiştir. Şehristânî İsmail’den sonra imameti devam ettirip kendi zamanına kadar gelenlerin bu adla anıldığını ifade etmektedir.[281] Eş’arî ise Ca’fer b. Muhammed’in öldüğünü ve ondan sonra oğlu Ca’fer b. İsmail’in imam olduğunu iddia edenlere bu ismin verildiğini belirtir. Kaynaklara göre İmam Sâdık, İsmail ölüp de cenazesi teşyî edilirken, tabutu birkaç kere indirmiş, kefenin baş tarafını açarak yüzünü açmış, onu cenazede bulunanlara göstermiştir. Böylece onun öldüğünü tespit etmiştir. Bundan anlaşıldığı kadarı ile İsmail’in taraftarları daha o hayata iken bazı aşırı düşüncelere meyletmişlerdir. İmam Cafer, İsmail’in taraftarları arasında onun ölümsüzlüğü yönünde ölümünden önce veya sonra bir meyil görmüş olacak ki, onun öldüğünü taraftarlarına da açık bir şekilde göstermek istemiştir.[282] Ancak buna rağmen taraftarları İsmail’in ölmesinin söz konusu olmadığı belirtilmiştir.[283] Gün gelecek imam olarak onların başındaki yerini almak için rec’at edecektir. Zira bu konuda nass ve Ca’fer b. Muhammed’in vasiyeti vardır. Ca’fer es-Sâdık’ın büyük oğlu İsmail, İmam Ca’fer daha hayatta iken ölmesi sonucu İsmailîler nassın değişmeyeceğini ve İsmail’in imam olduğunu iddia etmişlerdir. Hatta İsmail’in ölmediğini ve Abbâsîlerden gizlenmek için takiyye yaptığını ifade etmişlerdir.[284] İsnâaşeriyye Şîası ise imametin Ca’fer’in diğer oğlu Musa Kâzım’a geçtiğini savunmuşlardır. İsmailîler imam olarak İsmail’in oğlu Muhammed’i kabul etmişlerdir. İsmailîyye de Muhammed b. İsmail’in ölümünden sonra iki gruba ayrılmıştır. Bir grup Muhammed b. İsmail’in ölmediğini ve rec’at edeceğini söylemiştir ki bu gruba Karâmita denmiştir. Karâmita’dan ayrılan bir grup daha sonra Fatımî Devleti’ni kurmuştur. El-Muntazır Billâh’ın ölümünden (H. 487) sonra İsmailîler iki gruba ayrılmıştır. İsmailîler imamlarının rec’at edeceğini söylemişlerdir.[285]
İsmailîler’den bir grup İsmail’den sonra imametin Abdullah Eftah’a geçtiğini onun rec’at edeceğini ileri sürmüşlerdir. Çünkü İsmail ölmüş ve kendinden sonra imam olacak bir evlat bırakmamıştır.[286]
Mezhepler tarihi kaynaklarına göre İsmailîyye haşri, cennet ve cehennemi reddederek tenasüh düşüncesini benimsemiştir. Onlara göre insanların yaptıklarının ödül ve cezası bir sonraki hayatlarında bedenlenmelerine göre belirlenir. [287] İsmailîyye kendi inançları dışındaki insanların ruhlarının hayvan bedenleri ile bedenleneceğini de ifade etmişlerdir.[288]
1- Vâkıfa/Memtûriyye
İsmailîyye’den bir grup İsmail’den sonra imametin babasının “Sizin yedinciniz kaimdir, dikkat edin o Tevrat sahibinin ismidir” kavlince kaim imam olarak Musa’nın ölmediğini ve rec’at edeceğini iddia etmiştir.[289] Yeryüzünün doğusundan batısına sahip olacağını, böylece zulümle dolmuş olan dünyaya adalet getireceğini iddia etmişlerdir. Ca’fer’den sonra oğlu Musa imamdır. Bu gruba el-Bağdâdî aynı zamanda Memtûriyye[290] de denildiğini belirtirken Eş’arî Musa b. Ca’fer’de vakfettiklerinden dolayı Vâkıfa olarak da adlandırıldığını ifade eder.[291] Yine bu gruptan Mûsâiyye ya da Mufaddaliyye adı verilen bir grubun Musa b. Ca’fer’in ölümü hakkında görüş beyan etmediklerini ve ölüp ölmediğini bilmediklerini ancak başka biri imam olarak ortaya çıkıncaya kadar onu imam olarak kabul edeceklerini söyledikleri belirtilmiştir. [292]
2- Karâmita
Eş’arî Karâmita’nın Hz. Ali’nin imamlığını nass ile kabul ettiklerini ifade etmiştir. Onlar sırası ile Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Ali Zeynelâbidîn, Muhammed Bâkır, Ca’fer Sâdık ve ondan da torunu İsmail’in oğlu Muhammed’in imam olduklarını kabul ederler. Ve bu sıralamanın tayin ve nass ile sabit olduğu fikrindedirler. Muhammed b. İsmail’in ölmediğini, onun seleflerin de haber verdiği yedinci imam olduğunu ve yeryüzü hâkimiyeti kurmadıkça ölmeyeceğini, uygun zamanda bunu tesis için gaybetten rec’at edeceğini iddia ederler.[293] Karâmita cennet ve cehennemin varlığını inkâr etmiştir. Ölenin insan değil ceset olduğunu, bir nur olan ruhun tekrar doğarak dünyaya rec’at ettiğini ifade etmişlerdir. Tenasühün varlığını kabul ederek ahiret ile ilgili anlatılan her şeyin bu dünyada var olduğunu kabul etmişlerdir. Dolayısı ile insanın yaptıklarının karşılığını sonraki yaşamlarında elde edeceğini söylerler.[294] İbn Hazm Zekeriyya Râzî’nin el-İlmü’l-İlâhî aldı eserinde de Karmatîlerin de tenasühe inandığı ifade edilir.[295]
İsmailîyye’den bir grup İsmail el-Mektûm’un ölümünden sonra onun rec’at edeceğini söylemişler. Kıyamete yakın dönecek olan mehdî nazarı ile beklemeye başlamışlardır. Bunlara Karâmîta denir.[296]
3- Vâkıfiyye
Şehristânî Vâkıfiyye’nin diğer milel kitaplarının aksine başka bir gruba izafe eder. Ona göre Vâkıfiyye Ali b. İsmail üzerinde tevakkuf edip onun ölmediğini ve rec’at edeceğini iddia eden gruba verilen isimdir.[297]
4- Ka’tıyye
İsmailîyye’den bir grup Musa’dan sonra imametin oğlu Ali b. Musa’ya geçtiğini iddia edenlere denir. [298] İsmailîler ruhun hayvan bedenine girdiğine inanmamakla beraber insanların imamı tanıyıncaya kadar ölüm ile doğum arasında gidip geleceklerine inanırlar. İmamı tanıyan ruhlar ise nur âlemine yükselerek bir daha dünyaya dönmeyecektir. Buradaki rec’atin bir reenkarnasyon inancı olduğu görülmektedir.[299]
5- Mübârekiyye
Bazı kaynaklar gâlî fırkaları içinde yer verdikleri başka bir fırka ile aynı ada sahip başka bir fırkadan daha bahsedeler. Bu aynı isimle anılan bu fırka İsmail’in öldüğünü ve imametin oğlu Muhammed b. İsmail’e geçtiği iddia edenlere verilen addır. Bunlar daha sonra bunun üzerinde tevakkuf etmişler ve onun gaib imam olarak rec’at edeceğini iddia etmişlerdir.[300]
6- Müsta’liyye
el-Müsta’lî Ebî Kasım Ahmed’e nispetle bu adı almıştır. Davetin merkezi Selâhaddin Eyyûbî’nin Fatımîlerin ortadan kaldırmasından sonra Yemen’e kaydırmıştır.[301]
E- GÜNÜMÜZ İSLAM FIRKALARINDA REC’AT
Günümüzde ülkemizde veya İslâm dünyasında mevcut belli başlı İtikâdî İslâm Fırkaları’nda rec’at düşüncesi veya bu düşüncenin versiyonları çeşitli şekillerde yer almaktadır. Özellikle tenasüh, reenkarnasyon, ruh göçü, yeniden bedenlenme gibi rec’at düşüncesinin mahsulü düşüncelerin varlığı, bu konuda gerek kadîm veya kadük mezheplerden gerekse günümüzdeki diğer İslâm mezhepleri veya diğer din ve düşüncelerden etkilendiklerini göstermesi açısından önem arz etmektedir.
1- NUSAYRÎLER
Şiî kaynaklardan mülhem bilgilere göre Nusayrîyye’nin kurucusu İbnü’n-Nusayr en-Nemîrî, İsnâaşeriyye imamlarından Ali en-Nâkî, Hasan el-Askerî, Muhammed el-Mehdî’nin imamet devrelerine ulaşmıştır. Ali en-Nâkî devrinde adı geçen imamın ilahlığını, kendisinin onun tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu ileri sürdüğü, gulüv ve tenasühe yöneldiği, haramları helal saydığı nakledilmektedir. Bir başka rivayette ise İbnü’n-Nusayr’in on birinci imam Hasan el-Askerî’nin babı olduğunu iddia ettiği, on ikinci İmam Muhammed el-Mehdî’nin gaybete girmesiyle de bablık mercîinin kendisine intikal ettiğini iddia ettiği belirtilmektedir.[302]
Nusayrîlerin tenasüh anlayışına göre evren yaratılırken kendilerinin birer yıldız olarak yaratıldığına inanırlar. Onlar işledikleri günah sebebiyle dünyaya gönderilmişlerdir. Onlara göre kâfir olan kişiler –ki bunlar Nusayrîyye’ye mensup olmayanlardır- göklere asla yükselemeyecektir. Onlar İblis’in sulbünden yaratılmıştır. Kâfir, insan suretinde terkip edilir ancak Allah dilediğinde onun ömrünü bitirir. Meshe uğradığı zaman bir daha insan suretine dönemez. Şâyet bu kişi ailesine karşı iyi ise aslan, kaplan ya da benzeri bir hayvan olarak rec’at eder. Kendisinde kuvvet ve cesaret bulur. Eğer ailesine karşı iyi değilse ve onlara eziyet eden biri ise ayı, domuz, maymun veya benzeri rezil hayvanlardan biri olarak tekrar doğar. Bu haliyle insanlar arasında aşağı, adi ve pis bir konumdadır.[303]
Nusayrîlerin asıl inancı Ali’nin ilahlığıdır. Bu fırkaya mensup olanlar Ali’nin bizzat ilah olduğunu yahut ulûhiyyetin Ali’ye hulûl ettiğini iddia ederler. Onlara göre Ali mutlak manada gayb ve ilahtır. Ulûhiyyetin Ali’ye hulûl ettiğini, inananlara göre yaratılıştan itibaren ilahlığın hulûlünün yedi devri olduğunu iddia ederler. Habil, Şit ve Âdem’de başlayan ilâhî zuhur daha sonra Sam, İsmail, Harun, Şem’ûnu’s-safâ (Butrus) ve en son ve en mükemmel olmak üzere Ali b. Ebû Talib’de zuhur etmiştir. Başka bir düşünceye göre Allah daha önce Hâbil ismi ile Âdem’de, Şit ismi ile Nuh’ta, Yusuf ismi ile Yakup’ta, Yûşâ ismi ile Musa’da, Bâtıra adıyla İsa’da ve Ali ismi ile Muhammed’de zuhur etmiştir.[304]
Günümüzde Arap Alevîliği olarak da bilinen Nusayrîlerde ve onların yaşadıkları bölgelerde rec’at ve benzeri inançlara sıkça rastlandığı görülmektedir. Ruh göçü olarak Türkçede karşılığını bulan ve “insanın ölümden sonra ruhunun başka bir bedende tekrar dünyaya gelerek hayatını devam ettirmesi” olan tenasüh ve reenkarnasyon inancı, özellikle güney bölgelerimizde yaşayan Nusayrîler tarafından geniş bir şekilde kabul edilmektedir. Onlardan bir grup bunun, fırkayı nâciye olmalarının bir sonucu olduğunu ifade etmektedir. Ancak yine aynı bölgede yaşayan menşe itibari ile Anadolu’nun farklı yerlerinden gelen bir grup Alevî ise bu inancı reddetmektedir.[305]
Nusayrîler kendi dinlerindeki günahkârların Müslüman, Yahudi vb. inançlara mensup olarak rec’at edeceğine inanırlar. Hz. Ali’yi hiç tanımamış günahkârlar deve, katır, merkep, köpek vb. olarak rec’at edeceklerdir.[306] Nusayrîlerde yeniden dünyaya gelmede yedi kademe vardır. Bu yedi kademeden geçen mü’min (Nusayrî) ruh aslında inmiş olduğu yıldızlara yeniden yükselir. Bu nazariye aslında Babil’de neşet etmiş olup, İran inanışlarına orada da Yeni Eflatuncular ve İrfânîlere geçmiş olan ruhun yedi kat göğe yükselmesi inancının bir sentezidir.[307] Nusayrîlerde sonraki hayattaki ceza düşme olarak adlandırılır. Ancak düşme kesinlikle bir cansıza doğru olmaz. Bu düşme en aşağı mertebesi hayvan olarak bedenlenmedir. Eğer Tanrı insanın yeterli derecede ceza çektiğine kani olursa onu tekrardan insan suretinde yaratır. Bu süreç insanın bir nur haline dönüşümüne kadar devam eder.[308] Aslında Nusayrîler’de görülen bu inanç cennetten kovulma allegorisinin bir benzeridir. Zira onlar insanların aslında birer yıldız olarak yaratıldığını ancak günah işlemelerinden dolayı yeryüzüne düştüğüne inanırlar. Kişinin amacı tekrar o ulvî makama ermektir ve bu mesabeye ulaşabilmek için de defâatle dünyaya gelmesi icap etmektedir. Bu dünya bir manada insanın yapmış olduğu bu hatadan dolayı onun sürgün yeri ve cehennemdir.[309]
Nusayrîler ölülerini normal cenaze merasimine benzer şekilde hazırlarlar. Bunlara ilave olarak kişi eğer vasiyette bulunmuş ise vasiyet ettiği elbise kefenin altına giydirilir. Bekâr kız ya da erkeğin ellerine kına yakılır. Bazen şahsî eşyalarının bir kısmı mezarına konur. Tüm bunlar ölümle her şeyin son bulmadığını gösteren işaretlerdir.[310] Bu yöre halkına göre insan yaptığı kötülüklere karşılık ceza olarak kötürüm veya hayvan olarak bu dünyaya tekrar geleceğine inanılır. Dolayısı ile her ne kadar bu düşünce mensupları ölüm sonrası ve ahiretle ilgili, cennet, cehennem, haşir, mizan vb. kavramlara Kuran’da ifade edildiği gibi inandıklarını söyleseler de bir muğlaklık söz konusudur.[311]
Yeniden doğmayı bir gereklilik olarak gören Nusayrîler’in en önemli gerekçesi adalettir. Onlar bazı insanların uzuvlarının eksik olması, bazılarının çok uzun yaşarken bazılarının erken ölmesi, bazıları refah ve mutluluk içindeyken bir kısım insanların fakirlik ve mutsuzlukla boğuşması vb. durumlarda adaletsizliğin söz konusu olduğunu kabul ederler. Oysa mutlak adil olan Allah’a bu adaletsizlik yaraşmayacağından, O bu adaletsizliği ortadan kaldırmak için tekrar bedenlenmeyi mümkün kılmaktadır.[312]
Türkiye’de yeniden doğmaya en bariz şekilde inanan en önemli grup Nusayrîlerdir. Özellikle Akdeniz çevresinde Adana, Mersin, Hatay üçgeni Türkiye’nin neredeyse tüm yeniden doğma iddialarının yer aldığı alan olmakla birlikte bu iddia sahiplerinin tamamı Nusayrî inancına mensup kişilerdir.[313]
Türkiye’de sadece bu bölgede görülen bu inanç bazı soru işaretlerini gündeme getirse de bu inanç mensuplarına göre aslında reenkarnasyon dünyanın her yerinde ve inancında görülür. Ancak buna inanmayan toplumlarda çocukları reenkarnasyonla ilgili söyledikleri birer deli saçması olarak görülüp bastırıldığı için zamanla reenkarnasyonun izleri de yok olmaktadır.[314]
Nusayrîler’deki yeniden doğuş inancı daha çok tenasühe yakın durmaktadır. Ölen kimseni ruhu bir hayvan, bitki ya da bir insanda da geri dönebilir. Bundan dolayı bitkiler ve hayvanlar da dâhil tüm canlılar hürmet görür. Onlara göre insan en az yetmiş kere dünyaya gelmektedir. Nusayrîlerin yaşadığı mahalle ve köylerde en az üç-beş yeniden bedenlenme örneği görülebilmektedir. Ayrıca Nusayrîlerde yeniden doğma inancına bağlı olarak ölünün ardından daha az yas tutulduğu gözlenmiştir.[315]
Yeniden bedenlenme Nusayrîler tarafından inanç esaslarından biri olarak kabul görür. Buna göre ruh ölümle bedenden ayrıldıktan sonra yeni bedenle tekrar dünyaya dönmektedir. Onlara göre beden sadece bir elbisedir. Onun hiçbir varlık değeri yoktur. Asıl olan ruhtur. Yeni bedenlenme kişinin önceki hayatında nasıl yaşadığı ile doğru orantılıdır. Onlara göre Nusayrî mümin yıldızlar arasında yerini almadan önce yedi defa tehavvül geçirir. İnsan daha önce yaşadığı hayatta günahkâr olarak yaşamışsa sonraki hayatında Müslüman veya Hıristiyan olarak dünyaya gelir. Bu hal günahlardan arınıncaya kadar devam eder. Ali’yi ilah tanıyıp ona kulluk etmeyenler fıtratlarına göre deve, köpek, katır, koyun vb. şekillerde veyahut kötü ruhlar daha necis hayvanların bedenlerinde hayat bulurlar. Onlara göre ödül veya cezanın karşılığı cennet veya cehennem değil ruhların girdikleri bedenlerin nevidir. Mesh ve neshin azabı kâfirler için devirler boyu devam eder. Muhammed el-Mehdî ortaya çıkınca onları insan şekline döndürdükten sonra öldürecektir. Onlara göre kâfirler kaim mehdînin zuhurundan önce insan şeklinde döndürülmeleri ve azaptan kurtulmaları için tazarru ederler. [316]
Hatay bölgesinde yaşayan Nusayrîler üzerine yapılan bir araştırmada buradaki Nusayrî cemaatinin %85’inin tenasüh inancını benimsedikleri görülmektedir. Bu inanç sahiplerinin pek çoğu kendisi veya yakın akrabalarından bir veya birkaç kişinin reenkarne olduğunu iddia ederek bu inançlarını delillendirmişlerdir. Tenasühe inanmadığını kaydeden %15’lik inanç mensupları ise bu düşüncenin ilme ve mantığa aykırı olduğunu düşündüklerini, kendilerinin veya çevrelerinin benzer bir olaya şahit olmadığını iddia etmişlerdir.[317]
Nusayrîlerin iddia ettikleri reenkarne olaylarına bakıldığında çoğunun ilk ölümlerin bir cinayet, vahşice bir ölüm ya da bir trajedinin yattığı gözlemlenmektedir. Yine en çok dile getirilen durumlardan bir tanesi de reenkarne olanların çoğunun kendini bir önceki hayatında çok önemli, zengin ya da meşhur biri olduğunu iddia etmeleridir. Yine yeniden doğma ile ilgili, cinsiyet değişikliği olmaması, yatağında ölen, ya da hastalıktan öle yaşlı insanların olmaması, yeniden doğanların ilk yaşamlarında genelde genç ya da çocuk yaşlarda olduklarını söylemesi, sonraki yaşamda cins değiştirmenin söz konusu olması, ölüm ile yeni yaşam arasındaki zamanın çok kısa olması, ölen kişinin ailesinin fal baktırmak veya rüya görmek yolu ile şartlandırılması gibi yeniden doğma ile ilgili bir takım kuralların gelenekselleşmiş hale geldiği görülmektedir.[318]
2- DÜRZÎLER
Şiîliğin İsmailîyye kolundan neşet eden Dürzîlik, Fatımî halifelerinden el-Hâkim Biemrillâh el-Mansûr b. El-Azîz Billah’ın veziri Hamza b. Ali tarafından kurulmuştur. Dürzîlere göre el-Hâkim halife olduktan üç ay sonra batınî anlayışa dayalı olarak Allah’ın birliğini, marifetini yaymak üzere etrafa dâîler gönderir. İsmailîlerin yedi devir inancına uygun olarak yedişer yıl süreyle üçer kişi tarafından yürütülen propaganda faaliyeti hilafetin yirmi birinci yılında el-Hâkim’in 1 Muharrem 408 yılında güneşin batışı ile söylediği “… Artık size hiç kimse zarar veremeyecek, şu anda artık dalalete düşürülmeyeceksiniz. Müminlerin emiri sizin için bir nizam olacak ve gelecek günler sizlere ilâhî hikmet yağacak” sözleriyle yeni bir devrin açılışı yapılmıştır. Böylece el-Hâkim ulûhiyyete adım atarken Hamza b. Ali de bu hareketin imamı olarak tayin edilmiştir. Hamza ilk iş olarak herkesi hidâyete, davete çağırmaya başlamıştır. Dürzîler Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı hâkimiyetine girerken, bundan sonra sık sık Osmanlı İmparatorluğu ile sorun yaşamışlardır.[319]
Hâkim Biemrillâh (h. 411) kendisine Allah’ın hulul ettiğini söyleyerek İsmailî hareketinin başına geçti. Sonra ortadan kayboldu. Dürzîler onun ölmediği, beklenen mehdî olduğu ve rec’at edeceği iddiası ile İsmailîler’den ayrılmıştır.[320] Dürzîler’de ruhun ölmesi veya dirilmesi söz konusu değildir. Kıyamet günü ruhların gelişmesinin son mertebesidir. Cennet ilâhî bilgi demektir. O içinde ölümün olmadığı gerçek hayattır.[321]
Dürzîler Hâkim Biemrillâh’a Tanrı’nın hulûl ettiğini ileri sürmüşler ve onun ölmediğini, beklenen mehdî olduğunu iler sürerek İsmailîler’den ayrılmışlardır.[322] Zaman zaman kendisini Hâkim olarak tanıtan ve onun rec’at ettiğini söyleyen Dürzîlik mensupları çıkmıştır. Mesela Şam’a tayin edilen Dürzî dâîlerden olan Sükeyn Hâkim’e çok benzemesinden faydalanıp 434 (1042) yılında kendisinin Hâkim Biemrillâh olduğunu ve rec’at ettiğini belirterek Kahire’de karışıklıklar çıkmasına neden olmuştur. Yine Dürzîler’in önemli isimlerinden olan ve Dürzîliği savunmak için pek çok risale yazan Bahâeddîn 111. risalesini yazdıktan sonra gaybete girmiştir..[323]
Dürzîler’e göre Hz. Ali’ye inanmayanlar maymun, köpek veya domuz olarak rec’at edecektir.[324] Carra de Vaux Dürzîliğin kurucusu olan Hamza’nın karşı çıkmasına rağmen Dürzîler halk içindeki inançların bir kısmını Nusayrîlerden etkilenerek benimsediklerini ifade eder.[325] Nitekim bazı kaynaklar Hamza b. Ali’nin Nusayrîleri tenasühe inandıkları için şiddetle eleştirdiğini ifade ederler.[326]
Onlara göre normal şartlarda sevap ve ceza ilâhî adalet kaidesine göre işlediği için insan ruhunun başka bir hayvana geçmesi zulümdür. Ruhların ilâhî adaletten yararlanabilmeleri ancak zamanın yeni bir imkân tanımasıyla gerçekleşebilir. Bu yüzden ruha şerriyle veya hayrıyla, kısalığıyla ve uzunluğuyla sadece bu hayatta tek bir beden değil, değişik zamanlarda değişik bedenler gerekmektedir. Dürzîlere göre eğer ruh insani olmayan bir beden edinirse, o zaman bu beden insanın gerçekliğinin idrak edilmesi yönüyle, bedenin varlığının amacını alt üst eder. Diğer taraftan eğer ruh fiziksel bir vasıtadan mahrum kalırsa amaç ortadan kalkar ve mutluluğa erişemez. Çünkü mutluluk ve acının hissedilmesi sadece fiziksel dünyada olur. Dürzîlere göre ruhun tamamlayıcısı olan beden, ruhun var olmasını harekete geçirir ve onun gelişmesini sağlar. Ben vasıtası ile insan ruhu kendi varlığını elde eder. Bundan dolayı ruh, bir bedenden mahrum olamaz. Bu sebeple onu yitirdiğinde bir başkasını edinir. Beden vasıtası ile insan ruhu kendisinin bilincinde olmaya başlar. Dürzîliğin önemli isimlerinden Muktenâ Bahâeddin bir insanın bedeni olmaksızın ruhun devam edebileceğine karşı çıkar.[327]
Ruh bedenden bedene geçerek her çeşit yaşamı tecrübe eder. Böylece insan farklı zaman dilimleri içerisinde zenginliği, fakirliği, yüksek ve alt tabakaları, sağlık ve hastalığı yaşamış olur. Dürzî inancına göre eğer böyle bir nizam söz konusu olmasaydı, insanlar arasında ilâhî adalet gerçekleşmiş olmazdı. Muktenâ Bahâeddin insanın geçmiş amellerinin değerlendirileceğini, buna göre insan ruhunun yaptıklarına göre ödüllendirileceğini ve cezalandırılacağını ifade ederken bunun aklın ve adaletin bir gereği olduğunu söyler. Dolayısı ile önceki hayat sonrakini etkilemektedir. Ancak bu sadece maddî durumlarla ilgili olup, ruhun gelişme dönemindeki ödüllendirme ve cezalandırmaya işaret etmemektedir. Dürzîler ruhun beden değiştirmesini tekammüs nazariyesi (gömlek değiştirme) ile açıklamaktadırlar. Buna göre bir ruh insanlar arasında geçiş yaparken, devir aynı cinsler arasında olur. Erkek erkek bedenine, kadın kadın bedenine girdiği gibi bir Dürzî ruhu ancak bir Dürzî’ye, bir Hıristiyan’ınki de ancak bir Hıristiyan’a geçer.[328]
3- YezidiLER
Klasik mezhepler tarihi kitapları her ne kadar Yezidiliği Hâricîler’in İbâdîler kolundan ayrılmış olduğu söylenen Yezid b. Ebî Uneyse’ye nisbetle bu adla ansalar da, bu görüş fazla rağbet görmemiştir. Diğer bir görüş de Yezidi isminin eski İran dinindeki hayır Tanrısı “İzd” veya “Yezdân” kelimesinden geldiği belirtilmiştir. Asıl manada Yezidilik İranî ve Âsûrî unsurların karışmasından ortaya çıkan bir nevi Mecûsîliği temsil ettiği belirtilmektedir. Mezhebin doğuşu hakkında gerçeğe en yakın rivayet ise mezhebin Yezid b. Muâviye’ye nisbet edildiği ve menşeini Şeyh Adiy b. Musâfir’in oluşturduğu yönündeki görüştür. Nitekim bu topluluğun bir nur olarak gördükleri, diğer insanlar gibi doğmadığına inandıkları ve Sultan Yezid diye andıkları, Yezid b. Muâviye’den dolayı bu adla adlandırıldıkları hususu gerçeğe daha yakın durmaktadır.[329]
Yezidilerin inanç olarak Mani ve Zerdüşt dininden beslendiği ifade edilmektedir. Yine bunların yanında putperestlik, Yahudilik, Hıristiyanlık, Şamanizm, Sâbîlik vb. pek çok kültür ve dinden etkilendiği belirtilmektedir. Zira bu inançlarda iki Tanrı’nın varlığı kabul edilir ki, bunlardan biri şeytandır. Kötülükleri doğuran şeytandan korunmak, onun kötülüklerinden uzak kalmak için kendisine tapınmak gerektiğine inanılır. Zira şeytan Tanrıyla birleşmiştir. İkincisi ise aydınlığı doğuran Tanrı olan Güneş’tir.[330]
Yezidileri iki kutsal kitabından biri olan Kitabul-cilve’de iyilik Tanrısı Melek Tâvûs; kendi buyruklarına uyanların diğer insanlar gibi ölmeyeceğini, hiç kimsenin bu dünyada kendi belirlediği zamandan daha fazla kalamayacağını, ancak kendisinin istemesi halinde kişinin ruhunu iki, üç hatta daha fazla başka bedenlerle tekrar dünyaya gönderebileceğini ve bunun evrensel bir yasa olduğunu söyler.[331]
Yezidilere göre Tanrı meleklerden ilki olarak şeytanı yaratmıştır. Ancak daha sonra şeytan kibre düşünce cehenneme atılmıştır. Orada yedi bin yıl kalan şeytan, pişmanlıktan o kadar ağlamış ki gözyaşlarından yedi küp dolmuştur. Allah onun bu pişmanlığını görerek bağışlamış ve onu diğer meleklere üstün kılmıştır. Tanrı ona Melek Tâvûs adını vererek onunla birleşmiştir. Gözyaşları ile dolu yedi küp Şeyh Adiy’in yeryüzünden dönünceye kadar cehennem ateşini söndürmek için orada saklıdır. Görülen o ki şeytanın Tanrı hüviyetine bürünmesi, cehennem ateşinin sönecek olması neticesinde dünyada yapılanlara karşı ödül ve ceza karşılığı ortadan kalkmış olmaktadır. Ancak yine de dünyada kötülük vardır. Cezayı hak edenler bulunmaktadır. Ölüm ötesi hayat ve cehennem ortadan kalkınca dünyada yapılan işlerin karşılığının ne olacağı muallakta kalmaktadır. İşte Yezidiler bu paradokstan çıkmak için ödül ve cezanın yine dünyada olacağı tezini ileri sürmüşlerdir. Herkes din gününü beklerken geçmek zorunda kaldıkları, birbirini izleyen reenkarnasyonlar esnasında davranışlarının bedelini ödeyecektir. Kötüler köpek, domuz, eşek, kısrak veya başka hayvanlar suretinde reenkarne olacaktır. Bunlar yaptıklarının cezasını çektikten sonra tekrar insan suretinde doğarlar. Eğer ölen kişi Yezidilerin kast sistemindeki basamaklarından birinde ise ve bulunduğu basamağın hakkını ifa etmiş ise sonraki hayatında bir üst basamakta dünyaya gelerek mükâfatını almış olur. Eğer fakir biri ise ve hayatında iyi davranışlar içinde olmuşsa o zaman da bir derece yükselir. Bunun aksine kötü davranışlarda bulunmuşsa, insanlara zararı dokunduysa, soysuzluk etmiş, kan dökmüşse, hırsızlık veya buna benzer davranışlar içinde olmuşsa, domuz veya köpek gibi aşağılık bir halde rec’at eder. Cezayı hak eden kişi bu şekilde yedi reenkarnasyondan geçer. Sonra zor şartlarda geçinen ve kimsenin merhamet etmediği bir insan suretinde tekrar yeryüzüne gelir. Eğer bir insan orta halde yani iyilikleri kötülüklerine eşdeğer ise ölümünden sonra koyun, keçi veya ceylan olarak bedenlenir. Benzer hayvanların yaşamlarını yaşayan kimse tekrar insan suretinde doğar. Bazıları yedi kereye kadar tür ve konum değiştirir. Sonunda gayret sarf ederek bir kralın veya prensin safkan atı mertebesine yükseldikten sonra ikinci kez insan suretinde ulaşırlar. Dolayısı ile Yezidiler de tenasühe inanan bir başka gruptur.[332]
Carra de Vaux İslâm Ansiklopedisi için yazdığı “Tenasüh” maddesinde, Yezidilerin dünyanın sonsuz olduğuna inandıklarını, ahiret ve mahşere inanmadıklarını ifade eder. Onlara göre Cennet ve cehennem bu dünyada vardır. Kişi yaptığı iyilik ve kötülüklerinden dolayı bu dünyada ödüllendirilir veya cezalandırılır. İnsanın en büyük idolü Şâhid b. Câr’ı her zaman göz önünde tutarak, daha iyi olmak için çaba göstermesi gerekmektedir. İnsanın görevi Azda’nın (Yezidilerin Tanrısı-Ahurda Mazda) ona emanet ettiği dünyayı iyileştirmek ve kendini ıslah etmektir. Azda yüce yargıçtır. O, iyi olana bir sonraki yaşamında durumunu daha da iyileştirmesini kolaylaştırır. İnsan ölümsüzdür ve kaderi önceden çizilmemiştir. Kişiler kendi kaderlerin tasarlanmasına katılırlar. Bu dünyadaki birçok büyük kişi daha önceki yaşamlarındaki işledikleri kötülüklerden dolayı daha alt düzeyde yer alır. Ya da alt düzeydeki biri üst düzeye çıkabilir. Kişi şimdiki yaşamındaki filleri ile sonraki yaşamındaki konumunu tayin eder.[333] Ruhlar insanlar veya hayvanların vücudunda veyahut birbirini yetmiş iki yıllık fasıla ile takip eden varlıklarda dolaşırlar.[334] Ölüm yokluk değil bir gömlek-beden değiştirmedir. Yezidiler ruhun ölümsüzlüğüne inanırlar.[335] Ölen kişi eğer eceli ile ölememişse yanına en kıymetli elbiseleri, paraları, ziynet eşyaları vs. tabuta konur. Bunun manası hesap vermek üzere Münker ve Nekir geldiğinde keçeyi serip onlara ekmek ve peynir ikram edecektir. Kabul ederlerse ne ala, ancak kabul etmezlerse ölü eline aldığı topuzla onları kovalayacaktır.[336] Ayrıca Yezidiler mehdînin tekrar geleceğine de inanırlar. Ölülerine okudukları telkin duasında buna dair bir pasaj mevcuttur.[337]
4- KÂDIYÂNÎLİK
Kâdıyânîlik XIX. yüzyılın sonlarına doğru Mirza Gulam Ahmed Kâdiyânî tarafından kurulan mezhebe verilen addır. Fırka önceleri kurucusunun adından dolayı Mirzâiyye, mensup olduğu yerle ilgili olarak da Kâdiyâniyye adıyla anılmıştır. Fakat Gulam taraftarlarının resmi kayıtlarda belli olmalarını sağlamak amacıyla 1900 yılında Ahmediyye adını almıştır. Farklı isimlendirmelere rağmen mezhep İslâm dünyasında Kâdıyânîlik ismiyle meşhur olmuştur.[338]
Mirza Gulam Ahmed, 1885 yılından itibaren kendisinin bir takım özelliklere sahip olduğunu ileri sürerek tedrîcî olarak bazı iddialarda bulunmuştur. Aynı zamanda mezhebinde temel görüşleri olan müceddidlik, mehdî, mesih, kısmi peygamberlik ve Hinduların Krişna-Avatarı şeklinde iddialarda bulunmuştur.[339]
Gulam Ahmed 1891 yılından itibaren vahiyler aldığını, İsa b. Meryem’in fani bir ölümle öldüğünü ve kendisinin Müslümanların beklediği mesih ve mehdî olduğunu iddia etmiştir. Onun bu konudaki görüşleri şöyledir: Hz. İsa çarmıhta ölmemiştir. O öldü zannedilerek mağara şeklindeki mezara konduktan sonra kendine gelmiş ve merhem-i İsa denilen bir ilaçla iyileştirdikten sonra İncil’i yaymak ve özellikle “On İsrail Kabilesi”ni aramak üzere Keşmir’e seyahat etmiştir. Orada 120 yaşlarında ölmüş ve Srinagar’a defnedilmiştir. Bu bakımdan ahir zamanda kıyametten evvel gelmesi beklenen mesih, İsa b. Meryem değil, yaratılış bakımından ona benzeyen ancak Muhammed ümmetinden olan biri olacaktır. Üstelik Müslümanların beklediği mehdî ve mesih aynı kişidir ki o da Mirza Gulam Ahmed Kâdıyânî’dir. O hem Hz. Muhammed hem de Hz. İsa’nın manevî gücünü taşımakta olduğu için barışçıdır, cihadını kılıçla değil propaganda ile yapıp İslâm’ı yayacaktır. Öte yandan davasının doğruluğunu ispat için ileri sürdüğü deliller, kendisine indirilen vahiyler, ilhamlar ve kerametleri sebebi ile ona inanmak zaruridir. Yine o 1904 yılında Müslümanlar için mehdî, Hıristiyanlar için mesih olduğu gibi Hindular için de “Krişna” olduğunu ilan eder.[340]
Gulam Ahmet kendisinin Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların beklediği mehdî olduğuna dair pek çok delil ortaya koymuştur.[341] Ancak o yaşadığı dönemde kendisini mehdî olarak ilan ederken rec’at edeceğine dair herhangi bir açıklamada bulunmamıştır. Kâdıyânîlik inanç esasları açısından Eş’ariyye ve Maturîdiyye mezheplerinden çok farklı değildir. Âmentü’deki iman esaslarını aynen kabul etmektedirler. İslâm’ın şartlarında da daha çok Hanefilere tabidirler. Dolayısıyla rec’at konusunda beklenen mehdî ve mesihin geldiğini ve rec’at edecek olan mehdî ve mesihin Hz. İsa olmadığını kabul ederler. Rec’ate dair herhangi bir görüşleri bulunmamaktadır.
5- ALEVÎLER
Homojen bir yapı arz etmeyen Anadolu Alevîleri çok farklı ahiret ve ölüm sonrası düşünce mevcuttur. Çok farklı düşüncelerin ve görüşlerin olduğu Anadolu Alevîlerinde ahiret inancı net değildir. Anadolu’daki Alevîlerin üçte birinin Türk olmadığı vurgulanmaktadır. Bu üçte birlik kısmın çoğunu Zazalar ve Kürtler oluşturur. Bu gruplarında inanç olarak Nusayrîler’in inanç sistemine daha yakın durdukları belirtilmektedir. Dolayısı ile özellikle Nusayrîlik, Dürzîlik gibi yeniden doğma inancını taşıyan gruplara yakın olan Alevî grupları aynı düşünceden etkilendikleri görülmektedir. Özellikle Türk olmayan Alevîlerin, İran dinleri olan Zerdüşt, Mani, Mazdek gibi dinlerden etkilendikleri belirtilmektedir.[342]
Bir kısım Alevilerin ahirete inanmadığını belirten İsmail Metin bunu çeşitli şekilde Alevî büyüklerinin sözleri ile desteklemektedir. Alevilere göre dünya ve ahiret birbirlerinin muadili olduğunu belirtir. Bu düşüncedeki Alevîlere göre her şeyin başlangıcına dünya, bitimine ise ahiret denir. Mesela şarap, zina gibi durumlarda ilk önce tatlı bir lezzetin hasıl olduğu, işte bu sevincin ardından insana bir lezzet ve pişmanlık geldiği belirtildikten sonra işte bu lezzetin dünya, pişmanlığın ise ahiret olduğu kabul edildiği iddia edilmiştir. Hâlbuki bunların her ikisi de bu dünyada vaki olmaktadır.[343]
Bektaşiler de ruhun bir bedenden diğerine geçmesini ifade eden “don” ya da “sır” kelimesini kullanırlar. Onlar tenasüh kavramı aya benzetilirler. Bektaşiler ruhun bir bedenden diğerine girerek olgunlaştığı kanâatini taşırlar.[344] Aynı zamanda Bektaşilerin menkıbelerinde hulûl inancına da yer verilmiştir. Allah Hz. Âdem veya Hz. Ali suretinde hulûl etmiştir. Dolayısıyla Ali’nin ve Âdem’in zuhur etiği kişilerde aynı zamanda Tanrı da zuhur etmiş olmaktadır.[345]
Alevî geleneğinde ortak olarak kabul gören bazı evliyalarının başka bedenlerle tekrar dünyaya geldiği ile ilgili çeşitli menkıbeler ya da kabuller vardır. Bu konuda Hz. Ali’nin Hacı Bektaş’ın bedeninde, Hacı Bektaş’ın da öldükten sonra Abdal Musa’nın bedeninde tekrar dünyaya geldiği, Otman Baba’nın Hz. Ali olduğu gibi inançlara sahip oldukları ifade edilmiştir.[346] Özellikle Bektaşilerin önde gelen ve tanınmış şahsiyetlerin Hz. Ali’nin ruhunu taşıdığı, evliyaların bedenlerinde defâatle bedenlendiği vurgulanmıştır.[347]
Tenasüh inancı İmâmiyye Şîa’sında şiddetle reddedilmesine rağmen özellikle Anadolu’da Aleviler tarafında canlı tutulmuştur. Bu gün Tahtacılar ve Kızılbaş Kürtlerde tenasüh inancı bütün yönleri ile yaşamaktadır.[348] Anadolu’da muhtelif Kızılbaş zümrelerinde tenasüh inancının değişik cephelerini sergileyen pek çok örnek bulunmaktadır. Özellikle hetarodoks kesimde bu düşüncenin yaygınlık kazanmasının nedenleri arasında atalar kültü önemli bir yer eder. Böylece Budizm’den giren tenasüh inancı atalar kültü sayesinde kendine kolayca yer bulmuştur.[349]
6- SÜLEYMAN ATEŞ
Günümüzde ilahiyat ve diyanet camiasının rec’at ve tenasüh fikrini kesin bir dille reddettikleri muhakkaktır. Ancak bir isim var ki hem Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış olması hem de yıllardır İlahiyat Fakülteleri’nde hocalık yapmış olması açısından bu farklı görüşü dikkate şayandır. Süleyman Ateş klasik İslâm literatüründen farklı bir şekilde bu konu hakkında muhtelif fikirlere sahiptir.
Ateş Bakara Suresindeki “Siz ölü iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.”[350] şeklindeki ayeti yorumlarken bu tarz ayetlerin reenkarnasyon savunucuları tarafından delil olarak kullanıldığını ifade etmektedir. Ateş burada genel olarak İslâm âlimlerinin kişinin sperm ve nutfe halini kastederek bu evrenin ölüm evresi olarak kabul ettiklerini, ancak bunun yanlış olduğunu söylemektedir. Zira sperm canlıdır ve bilinçli hareket eder. Ölüm hali ile sperm halinin değil; ruhun bedensiz halinin kastedildiğini ifade etmektedir. Yeni bedenle dünyaya gelen ruh önceki bedenin tüm ruhu değil bilinci olduğunu söylemektedir. Dolayısı ile bir ruh bilinç ayırımı yapmaktadır. Böyle bir ayrım bir bakıma zorunlu görünmektedir çünkü başka bedende tekrar dünyaya geldiğini söyleyen kişi ile ölen kişi arasında bir iki gün bazen bir iki hafta zaman dilim olmaktadır. Oysa ruh ana rahmindeki ceninde baştan itibaren vardır. Canlılık ruhun değil şuurun bir fonksiyonu olarak görünmektedir.[351]
Süleyman Ateş, cezayı hak eden kimselerin ruhlarını hayvan bedenlerinde tekrar dünyaya gelmesi demek olan tenasühün kâinata egemen olan evrime, bilimsel gerçeklere ve Kuran’a aykırı olduğunu ifade etmektedir. Ruhun olgunluk kazanarak kâinatın külli ruhuna katılması amaç edinilirken, bu seviyeye ulaşamayan ruhların ceza görmek için hayvan bedenine geçmeleri mümkün değilken, bunların gerekli olgunluğa ulaşması için insan bedeninde bedenlenmelerinde bir sakınca görmemektedir. Yani tenasüh değil reenkarnasyon mümkündür.[352]
Ateş’e göre Kur’an-ı Kerîm’de Bakara[353] ve Mülk[354] Surelerinde geçen ve benzeri ayetlerde, ölümün hayattan önce zikredilmesi de yine aynı sonuca götürmektedir. Buradaki ikinci dirilme ba’s ba’de’l-mevt değil dünyaya ikinci kez gelmeyi ifade etmektedir. Ateş devamla şöyle demektedir: “Acaba burada ölümle bedenden ayrılmış ruhun, yeniden bedenlenerek bedensel hayata getirildiğine mi işaret edilmektedir? Bu takdirde ölümün hayattan önce anılması son derece uygun ve anlamlıdır. Çünkü insanın bu hayatına bir ölüm gelmiş, bu hayat bir ölümü izlemiştir. Böylece elbet ölümün önce anılması tam hikmettir.”[355]
Süleyman Ateş Mü’minûn Suresi’ndeki geçen “Nihâyet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: “Rabbim! der, beni geri gönder;” “Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım.” Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır”[356] şeklindeki ayetlerle alakalı şunu ifade etmektedir. Bu ayetlerde ruhun tekrar dünyevi bedene döndürülemeyeceği manası çıkarılabilirse de, burada ruhun hiç dünyaya dönmeyeceği değil tekrar bedenleneceği zamana kadar bir geçit, yani bir ara zaman bulunduğu anlatılmaktadır. Ayette ruhun ba’s olunacağı kesindir. Cumhura göre bu ba’s ahirette olacaktır. Ahiret bedenlenmesi muhakkak ama acaba bu ayette olgunlaşmamış ruha bir kez daha dünyada bedenlenme fırsatının verileceği anlatılmış olamaz mı? İhtiyatı elden bırakmayan Ateş bunun imkân dâhilinde olduğunu ifade eder. Önemli olanın kıyameti inkâr etmeme olduğunu, bununla beraber bir kimsenin rec’at etmesinin ve buna inanmanın bir sakıncası olmadığını söyler.[357]
SONUÇ
Ölüm öteden beri insanlığın en çok merak ettiği olaylardan biri olarak kabul edilegelmiştir. Her canlının bir gün mutlak tadacağı bir gerçek olarak tarif edilen ölüm, insan için pek çok bilinmezleri de beraberinde ihtiva eden bir olgudur. Tarih içerisinde ölüm bilinmezliğini bir şekilde aşmak isteyen insanoğlu, ölüm ile ilgili çeşitli teoriler geliştirmişlerdir. İlahi olarak tanımlanan dinler, ölümden sonra hayatın devam ettiği ve insanın dünyada yapıp ettiklerine binaen ödül ya da cezayı ihtiva eden bir öte dünya anlayışını insanlara sunmuştur. Ölümün kaçınılmaz bir gerçek olarak önünde durduğu insanoğlu, insanı ruh ve bedenden müşterek bir yapı olarak kabul ederek ruhun kişinin ölümsüz yanını temsil ettiğini kabul etmiştir. Bazı toplumlarda, çalışmamızın da ana konusu olan, insanın ölümden sonra tekrar dünyaya rec’at edeceğine dair görüşler bulunmaktadır.
Araştırmanın ana konusu olan rec’at terimi, İslâm literatürü ve kaynaklarında geniş bir manayı ihtiva edecek şekilde kullanılmıştır. İslâm literatüründe kelime ilk kez terim manasında, Abdullah b. Sebe tarafından Hz. Peygamber’in rec’at edeceği söylenerek kullanıldığı kabul edilmektedir.[358] Yine Hz. Ömer’in de Hz. Peygamberin rec’at edeceğini söylediği rivayetler arasında yer almaktadır. Bu iki kullanımdan da anlaşıldığı üzere, daha ilk kullanımlarda kelime mesih düşüncesi ve mesihin recati ile ilişkilendirilmiştir. Daha sonra Eş’arî de Makâlât’ü-İslamiyyîn adlı eserinde Râfıza’nın rec’at hakkındaki görüşlerine yer verirken tenasüh görüşünü de rec’at başlığı altında vererek, terimi en geniş anlamı ile kullanmıştır.[359] Tüm bu etimolojik tahlillerden çıkan sonuç, aslında kelimenin bu gün kullanılan dar anlamından öte, dünyaya geri dönme ile alakalı pek çok terimi ihtiva eden şemsiye bir terim olduğudur.
Rec’at ruhsal ve bedensel olarak pek çok geri dönüş inancını ihtiva eden bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Rec’at tanımı içine giren geri dönüşleri şu şekilde sıralayabiliriz.
a- Rec’at kelimesinin terim olarak ifade ettiği anlamlardan ilki, Şiî düşüncede kendine yer bulmuş olan kıyametten önce toplu dirilme olayıdır. Zira TDV İslâm Ansiklopedisi’ndeki aynı adı taşıyan maddede özellikle bu konu işlenmiş, terim Şia’nın kullandığı manaya hasredilmiştir. Bu genel itibariyle İmammiyye olarak da adlandırılan İsnâaşeriyye Şîa’sının bir akidesidir.
İsnâaşeriyye Şîa’sının müstakil bir fırka olarak gelişmesiyle, rec’at ayrı bir anlam kazanmış ve “imamlar ile onlara zulmedenlerin kıyamet kopmasından önce diriltilip yeniden dünyaya gelmesi” şeklinde tanımlanmıştır.[360] Bu manada rec’atin ilk kez ne zaman ortaya çıktığı bilinmemekle birlikte bunun hicrî IV (X.) yüzyılın ikinci yarısında sonra neşet ettiği belirtilmektedir. Çünkü mezhebin dört temel hadis külliyatından ilki olan Küleynî’nin el-Kâfî’sinde buna dair bir rivayete yer verilmemiştir. Rec’ati bir inanç şekli olarak ortaya koyan Şeyh Sadûk fırkanın inançlarına dair yazdığı risalesinde rec’ati kıyametten önce dünyaya toplu dönüş olarak açıklamış ve bunun tenasühle ilgisi olmadığını ifade etmiştir. Kur’an-ı Kerîm’de rec’atle ilgili deliller olduğunu söyleyerek bunu ayetlerle açıklamaya çalışmıştır.[361] Şerif Murtazâ rec’at konusunda Müslümanlar ve muvahhidler arasında fikir ayrılığının söz konusu olmadığını ifade eder. Ona göre rec’atin mümkünlüğü konusunda da bir problem yoktur. Çünkü yoktan yaratan Allah, cevheri hayli hayli vücuda getirebilir. Bu konuda olabilecek yegâne ihtilâf ancak bedenlerin tekrar var edilmesinde ayniyetin vacip olmamasındadır. O da zorunlu değildir. Allah kişiyi istediği şekilde tekrardan var edebilir.[362]
Rec’at Şîa’nın en önemli akidelerinden biridir. Hatta Şiî imamlar rec’ate inanmayanın kendilerinden sayılmayacağını ifade etmektedirler. Şîa’nın önemli isimlerinin pek çoğu bunun hak olduğunu ve insanların kıyametten önce rec’at edeceklerini ifade etmişlerdir.[363] İmâmiyye’nin rec’at ile ilgili olarak bu dirilmenin bedenî olup olmayacağına dair pek bilgi olmamakla beraber, bazı düşünürler bunun bedenî bir dirilmeyi kapsamadığı görüşündedir. Bunun bir tür ruhani bedenlenme olduğu ifade edilmiştir. Bazıları da ruhun her şekli alabildiği ön kabulü ile bu bedenlenmenin de bir şekle müntesip vuku bulacağını ama bu şeklin keyfiyetinin bilinmediğini vurgulamıştır. Bu dirilmede iyilerin ruhları isterlerse dünyada sahip oldukları eksiklikleri hâvî bir şekilde bedenlenirken, isterse kemâl bir şekilde bedenlenebilecektir. Ancak bu bedenlenmede kendilerinden hesap sorulacak kötüler ise son derece çirkin bir vaziyette ya da alçak hayvanlar suretinde görüneceklerdir.[364]
b- İkinci olarak rec’at genel olarak mehdi olduğu düşünülen kişilerin, ya da karizmatik liderin geri dönmesi etmesi anlamında kullanılmıştır. Bu da iki şekilde karşımıza çıkmaktadır. Birincisi bu liderin öldüğü ama zamanı geldiğinde beklenen mehdi olarak rec’at edeceği düşüncesidir. İkinci olarak ise beklenen kişinin ölmediği, taraftarlarınca bilinen ya da bilinmeyen bir mekânda bunduğu ve zamanı gelince zuhur edeceği inancıdır. Bu kişinin mutlak manada bir mehdi olması gerekmemekte, karizmatik bir liderin de mehdi olarak vasfedilmeksizin rec’at edeceğine dair görüşler vardır. Şunu da ifade etmek gerekir ki tüm mehdilerin rec’at edeceğine dair bir görüş yoktur.
Mehdî inancı tarihin her döneminde ve her kültürde görülen bir düşüncedir. Mehdî kurtarıcı fikrinin menşe olarak Sümerlerde doğduğu Babil ve Mısır’da gelişimine devam ettiğine yönelik iddia sahipleri, buna delil olarak Mezopotamya’da Tanrı’nın kendinin veya göndereceği bir hükümdarla dünyayı düzelteceği inancının yaygın olmasını gösterir.
Mehdîlik fikrinin İslâm âlemindeki seyrine bakılarak ilk olarak neşet ettiği yerin Kûfe olduğu iddia edilmektedir. Zira Şiilerin beşiği olan Kûfe’de pek çok düşünce tartışılmakla beraber, Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecûsîlik gibi dinler de tartışma konusu yapılmıştır. Burası çeşitli yerlerden gelenlerden oluşan kozmopolit bir kent olarak kurulduğu için, dışardan gelen fikirler kolay yayılma imkânı bulmuştur. Mitolojik inançlar, felsefî akımlar burada kabul görmüştür. Aynı zamanda Şiilerin uzun süredir maruz kaldıkları haksızlıklar, kendilerinde intikam hisleri doğurmuş ve haksız yere ölen ya da öldürülen imamlarının ölmediği düşüncesine yönelmelerine sebep olmuştur. İslâm tarihinde resmi otoriteye karşı ayaklanan gruplar, bunu başaramadıklarında veya liderlerinin ölmesi ve öldürülmesi durumunda da yine aynı yola başvurmuşlar, liderlerinin tekrar döneceğini söylemişlerdir.
İslâm kaynaklarında mehdî kelimesi hem peygamberin kıyametten önce geleceğini bildirdiği hem de Hulafa-i Râşidîn veya Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz gibi tarihî etkinliği çok olan kimseler için bir şeref unsuru olarak kullanılmıştır. Mehdî kavramı rec’at fikri ile doğrudan alakalıdır. Özellikle Şia tarafından kabul edilen gaybet ve buna bağlı rec’at düşüncesi mehdî-mesih düşüncesinin de ilk basamağını teşkil eder. Rec’at edecek gaib imam, mehdî-mesih düşüncesinde ölmeyen mehdî-mesih’in imam olarak sistematize edilmesinden başka bir şey değildir. Şia mehdî yerine imamı koyarak aynı düşünceyi benimsemiştir. Fonksiyonları açısından da bakıldığında her mehdînin icra ettiği fonksiyonun aynısı imama yüklenmiştir. Mehdî düşüncesi Şîa hâricînde İslâm düşüncesinde de görülmekle beraber rec’atle bağıntılı olarak Şia’da öne çıkmaktadır.
Ehl-i Sünnet inancında da ahir zamanda gelecek ve dünyayı huzura eriştirecek bir mehdînin varlığından bahsedilir. Ancak bu mehdî Şia inancından farklı olarak yaşamış ve var olan bir mehdîden öte, insanlar arasından bir kişinin bu görevi üstlenmesi ile gerçekleşecektir. Bu düşüncedeki Ehl-i Sünnet mensupları bu konu ile alakalı kitap ve sünnetten deliller de sunmuşlardır. Nitekim Tirmizî, Nesâî, Ebû Davûd, İbn Mâce gibi hadis kitaplarında bununla ilgili haberler bulunmakla beraber Sahîhayn’da bu tür bir haberlerin olmadığı vurgulanmıştır.[365]
Tarihte rec’at edeceğine inanılan bir mehdî ya da kişinin şimdiye kadar tekrar dünyaya döndüğüne dair bir olay vâkî değildir. Her ne kadar daha önce yaşayan kimselerin ruhlarını taşıdıklarını iddia edenler çıksa da bunu ispat edilmesi de mümkün gözükmemektedir. Özellikle Şia’da rec’at edeceğine inanılan mehdî ya da kişilerin bir türlü dönmemesi de inanç mensupları arasında ihtilafa neden olmuştur. Daha önce öngörülen tarihler revize edilmiş, teviller yapılmıştı.
c- Üçüncü olarak rec’at mesihin dönüşünü kapsayacak şekilde de kullanılmaktadır. Aslında farklı bir düşünce gibi görünmekle beraber Mesih inancı da recatin bir şubesi durumundadır. Zira Abdullah b. Sebe Hz. Peygamberinin Mesih İsa gibi göğe yükseldiğini söylemesi ve geri dönüşünü, rec’at terimi ile ifade etmesi recatin mesih kavramını da içerdiğini göstermektedir. Mamafih rec’at etmeyecek olan bir mesih düşünülemez. Dolayısı ile rec’at düşüncesinin esasları Mesih düşüncesinde de geçerlidir. Mesih de ölmeyen, bir yerde (Allah katında) yaşayan, geri dönecek deccala karşı savaşacak dünyaya adaletle hükmedecek bir karakterdir.
Mesih inancı ile ilgili olarak da iki düşünceden bahsedebiliriz. Birinci olarak Mesih daha önce gönderilmemiş, var olmayan bir kurtarıcının gelmesi manasında kullanılır. Bu manada Kur’an’da da kullanılmıştır. Kuran’da peygamberler kendinden sonra gelecek peygamberlerden kurtarıcı vasfı ile söz etmişlerdir.[366] Kurtarıcı fikri bazen ıslahatçı bir karakter olarak karşımıza çıkarken, bazen geçmiş çağlardaki altın çağı tekrar ihya edecek bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çoğu zaman bir kral olarak karşımıza çıkmaktadır. Kralların birer mesih olarak telakki edildiği durumlar buna örnektir. Diğer bir Mesih beklentisi ise hayır ve şer kuvvetlerin, tarihi ve sürekli mücadelesine dayanmaktadır. Allah’ın düşmanı olan şeytan bu dünyada beşerî kuvvetler vasıtası ile işlerini yürütmektedir. Zalim yöneticiler, putlara tapanlar, inkârcılar, Allah’a ortak olduğunu kabul edenler ile onlara karşı koyacak bir kurtarıcı düşüncesi oluşturur. Bu kurtarıcının da bazen tarihte yaşayan bir peygamber bazen de peygamber soyundan biri olduğu kabul edilmiştir. Mesih Yahudilerde Hz. Davut soyundan biri olup Yahudileri kurtaracaktır. Hıristiyanlığa göre Hz. İsa Mesih olarak ikinci defa gelecek ve Tanrı’nın krallığını yeniden kuracaktır. İslâm inancında ise Hz. İsa kıyametten önce inerek deccalı öldürecek ve yeryüzünde İslâm’ı hâkim kılacaktır. Mesih kelimesinin olumlu manasının yanında olumsuz manası da kullanılmaktadır. Deccal için de mesih tabiri kullanılmakla birlikte, deccal yalancı mesihtir.
Ehl-i Sünnet düşüncesinde Mesih Hz. İsa’dır. Ehl-i Sünnet âlimleri Mesihin rec’atinden sonra insanların onun ardında namaz kılacaklarını ifade etmişlerdir. Mesihin rec’at zamanı ile ilgili net bir zamandan bahsedilmese de bazı alametlerinden bahsedilir. Mesih aşure günlerinde, cumartesi günü, belde-i mükerreme Mekke’de, rükün ile makam arasında, önünde Cebrail’in “Allah için beyate” nidalarıyla gelecektir. İslâm dünyasında da mesih hakkındaki hâkim görüş mesihin ölmediği ve kıyametten önce rec’at edeceği şeklindedir. Klasik mesih anlayışında Hz. İsa’nın öldürülmediği ve ölmediği dolayısı ile Allah katına yükseltildiğine inanılır. Hz. İsa’nın yerine ölen ona ihanet eden havârîdir. Bunları da Kur’an ayetleri ile delillendirirler. Hz. İsa’yı Allah, Hz. İdris gibi kendi katına canlı olarak yükseltmiştir.
d- Dördüncü olarak ise rec’at İster tenasüh ister reenkarnasyon manasında olsun ruhun geri dönüşü anlamında kullanılmıştır. Burada da aslında geri dönen ruhtan çok şuurdur. Ruh aynı zamanda insanın düşünen, şuur sahibi bölümdür. Beden ise sadece ruhun kalıbı olarak görülmektedir. Klasik mezhepler tarihi kitapları bu manada rec’atin İslâm fırkaları içinde de çokça görüldüğünü ifade etmişlerdir. Birbirinden bağımsız nerede ise dünyanın dört bir yanında, tarihte ve günümüzde görülen bu tür düşünceler de rec’at terimi ile ifade edilebilmektedir. Özellikle tarihte ve günümüzde gulat ismi ile müsemma pek çok fırka mezkûr düşünceyi taşımaktadır.
Öncelikle rec’at düşüncesinin doğuran temellerin neler olduğu önem kazanmaktadır. Rec’at düşüncesinin oluşumunda ruh/nefs ve ölüm telakkileri önemli bir ön koşul olarak görünmektedir. Çeşitli kültür ve inanç sistemlerinde ruhun mahiyeti ve ölüm anlayışı, yeniden bedenlenme ve rec’at düşüncesinin oluşumunda birinci derecede etkilidir. Rec’at düşüncensin temelinde ruhun ölümsüzlüğü fikri yatmaktadır. Bu düşünceye göre aslolan ruhtur, beden sadece ruh için bir araçtır. Şuur, tecrübe ve olgunlaşma ruhta olur. Dolayısı ile aslında ruhun başka bir bedende yeniden hayat bulması kişinin recatini ifade eder. Zira bedeninin aynı beden olup olmaması çok da önemli değildir. Beden insanın maddî, geçici, yok olucu, fesada uğrayıcı yanını ifade eder.
Rec’at düşüncesini benimseyen gruplarda bedenden bağımsız olarak var olan bir ruhun, ölümden sonra varlığını devam ettirdiği inancına yaygın olarak kabul görmektedir. Buna binaen ilk dönemden bu yana düşünce sistemleri ve gayri ilâhî dinlerde ortaya çıkan yeniden dünyaya gelme inancı, ilâhî dinlerin en önemli özelliklerinden biri olan ahiret inancı açısından kabul edilmez bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Özellikle İslâm dininin sunduğu ölüm gerçeği ve ahiret inancı açısından ölen kimsenin bedenen tekrar dünyaya dönmesi veya ruhen başka bedene intikali şeklinde bir geri dönüş mümkün değildir. Kuran, sünnet ve icmâ ile sabit olup, imanın esaslarında biri olarak kabul edilen ahiret inancına göre insan öldükten sonra, ilk sur üfürüldüğünde tüm mahlûkat nihâyet bulacaktır. Ardından ikinci surla beraber toplu dirilmenin gerçekleşeceği zamana kadar ölen bir kimsenin tekrar dirilmesi veya dünyaya dönmesi söz konusu olmayacaktır. Rec’at düşüncesi, ahiret inancını yok saymanın yanında, kıyametten sonra vuku bulacak olan, Kitap ve Sünnet’te vârid olan hükümleri de yok saymaktadır.
İlahi dinlerin ortak düşüncesine göre insanlar yaptıkları eylemlerden sorumludur ve bu sorumluluğun karşılıklarını ahirette göreceklerdir. Rec’at düşüncesi nasların yanı sıra aklî ilkeler bakımından da çelişkiler doğurmaktadır. Her şeyden önce insan bilincinin sürekliliği ve kişisel kimliğin korunması, hem klasik hem de çağdaş felsefî ve psikolojik yaklaşımlar açısından temel bir ön kabul olarak benimsenmiştir. Buna göre dünyaya rec’at iddialarının makul olabilmesi için insanın, şu anda neticesini yaşadığı öne sürülen önceki hayatını hatırlaması gerekmektedir. Oysaki, bu konuda bir ön kabulün olduğu toplumlar ve düşüncelerden başka hiçbir yerde insanlar, bundan önceki hayatları ile alakalı herhangi bir bilgiye sahip değillerdir. Tam tersine insanlar bambaşka bir şuur ve benlik sahibi olduklarını hissetmektedirler. Ahlaki olarak da, insanın hatırlamadığı önceki yaşamına bağlı olarak bir ödül ya da cezaya muhatap olması doğru değildir. Kalıtımsal özellikler, insan sayısının artması gibi pek çok çelişki de yine cevap bekleyen sorular arasındadır.
Günümüzde, özellikle Türkiye’de yeniden doğmaya inanan gruplar arasında en önemli ortak noktanın çevresel faktörler olduğu görülmektedir. Zira bu tür iddiaların hepsi, yeniden doğmaya inanan gruplar arasından çıkmaktadır. Toplumun tamamına yakının inandığı bir düşünceden, orada bulunan bir kimsenin de etkileneceği muhakkaktır. Bu düşüncenin bu gruplarda inanılmama olasılığı Türkiye’nin herhangi bir yerindeki bir kişinin buna inanması kadar zordur. Zira çocuk doğduğu evde yeniden doğduğuna inandığı bireylerle birlikte yaşamakta ve kendisine bir kedi ya da köpeğe iyi davranmasını, onun dedesi, amcası veya ninesi olabileceğini söyleyen bir ebeveynin eğitimiyle hayata bakmaktadır.
Yeniden doğma manasında rec’at inancının görüldüğü toplumlarda sağlam bir ahiret inancının olmadığı da görülmektedir. Her ne kadar Kuran’a ve Hz. Peygamber’e inandıklarını söyleseler de, tarihten gelen içe kapanma reflekslerinden ötürü bu konularda sağlam ve doğru bilgilerden mahrumdurlar. Bu konulardaki bilgilerinin yok denecek kadar az olduğu yapılan araştırmalarda gözlemlenmektedir.
Siyasî görüş farklılıkları da yeniden doğma manasında rec’at düşüncesinin zeminini oluşturan nedenlerden biridir. Zira bu fırkalar tarih boyunca kendilerine haksızlık edildiğini, aynı şekilde Hz. Ali’nin hakkının alındığını düşünmektedirler. İlk dönemden bu güne kadar kendilerini mazlum olarak gören gruplar, rec’at düşüncesini bir sığınak ve reaksiyonlarının neticesinde psikolojik bir savunma refleksi olarak görmüşlerdir. Ancak bu kapalı toplum inancının son dönemde modernite ile birlikte, özellikle genç nesiller arasında bir gevşeme yaşadığı muhakkaktır. Bu düşüncenin yeni sorulara ve ihtiyaçlara cevap veremediği gözükmektedir. Yine tarihi süreçte rec’at düşüncesinin devamlılık sağlamasında en önemli unsur bu grupların dede, şeyh vb. diye andıkları din adamlarının bu inancı katı bir şekilde savunmalarıdır. Aynı bölgelerde farklı gruplarda da aynı inançlar gözlemlenmekte olup bu da gruplar arası etkileşimin olduğunu göstermektedir.[367]
Rec’at ve türevleri ile alakalı düşünceye mensup gruplarda ahiret inancı da farklılık gösterir. Örneğin Nusayrîler’de cennet ve cehennem insanın kendi içindedir. İnsan iyiyse iyi yaşam sürer, kötüyse kötü bir yaşam sürer. Ruh bedenden bedene girip süresini ya da sınavını tamamladıktan sonra Tanrı tarafından cennete ya da cehenneme gönderilir. Burada cennet kemâle ermiş insanlar için, nur ehline karışma ya da nur haline dönüşmedir. Cehennem ise bitki haline dönüşmedir.[368]
Recatin varlığını kabul eden fırkaların iddia ettikleri reenkarne olaylarına bakıldığında, çoğunun ilk ölümlerinde bir cinayet, vahşice bir ölüm ya da bir trajedinin yattığı gözlemlenmektedir. Yine en çok dile getirilen durumlardan bir tanesi de reenkarne olanların çoğunun kendini bir önceki hayatında çok önemli, zengin ya da meşhur biri olduğunu iddia etmeleridir. Yine yeniden doğma ile ilgili, cinsiyet değişikliği olmaması, yatağında ölen, ya da hastalıktan öle yaşlı insanların olmaması, yeniden doğanların ilk yaşamlarında genelde genç ya da çocuk yaşlarda olduklarını söylemesi, sonraki yaşamda cins değiştirmenin söz konusu olması, ölüm ile yeni yaşam arasındaki zamanın çok kısa olması, ölen kişinin ailesinin fal baktırmak veya rüya görmek yolu ile şartlandırılması gibi yeniden doğma ile ilgili bir takım kuralların gelenekselleşmiş hale geldiği görülmektedir.[369]
Son olarak şunu ifade etmek gerekir ki İslâm kaynaklarında rec’at edecek kişi ya da kişilerin mahiyeti hakkında net bir bilgi yoktur. Şia’da kıyametten önce vuku bulacak haşir manasındaki recatin nasıl olacağı konusunda tartışmalar mevcut olmakla beraber bu konuda da fikir birliği yoktur. Recatin ruhî olacağını söyleyenler olduğu gibi, bedenî olacağını da söyleyenler mevcuttur. Bedenî olacağını söyleyenler içinde aslî bedenler ile haşrin olacağını savunanlar yanında yeni bedenler ile bu rec’atin vâkî olacağını söyleyenler de bulunmaktadır. Genel manada ise İslâm kaynaklarında rec’at, dünyaya geri dönmek olarak tanımlanmış, mahiyeti üzerine durulmamıştır. Bundan dolayı rec’at, ruhî geri dönüş, bedenî geri dönüş, farklı bedenlerde geri dönüş, şuurun yeni bedende hayat bulması vb. pek çok manayı ihtiva edecek şekilde şemsiye bir terim olarak kullanılmıştır.
KAYNAKÇA
Kitaplar
Abdulbâkî, Muhammed Fuâd, el-Mu’cemü’l-müfehres li-elfâzı’l-Kurâni’l-Hakîm, Kahire, trz.
Abdulhamid, İrfan, Dirasât fî Fırak ve’l-akâidü’l-İslâmiyye, Beyrut, 1984.
Abdulhamid, İrfan, İslâm’da İtikadi Mezhepler ve Akâid Esasları, trc. M. Saim Yeprem, İstanbul 1981.
Abdulhamid, Muhsin, İslam’a Yönelen Yıkıcı Hareketler, trc. M. Saim Yeprem, Ankara, 1973.
Abdulmün’ım, Muhammed Abdurrahman, Mucemün el-Mustalahâtü’l-elfazu’l-fıkhiyye, Mısır, tsz., II.
Abdülaziz b. İbrahim es-Semini el-Musabî, Kitap Maâlimü’d-Din, Umman 1986.
Adam, Hüdaverdi, Bazı Kelâm Problemleri, Sakarya 1998.
Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, Beyrut, 1954, III.
Ahmed Rıza, Mucemün Metnü’l-luğa, Beyrut 1958, II.
Ahmed, Mustafa, Diraset Tarihu’d-devlerti’l-Arabiyye, Bağdat, 1984.
Akkad, Abbas Mahmud, el-İnsan fi’l-Kur’an, Mısır 1998.
Âmirî, ayetullah İbrahim, el-İman el-Mehdi, İran, 1997.
Andrews, Ted, Reenkarnasyon Geçmiş Yaşantılar, trc. Enver Günsel, İstanbul, 2004.
Arıkdal, Ergün, Ansiklopedik Metapsişik Terimler Sözlüğü, İstanbul, 1984.
Arjomand, Said Amir, Authority and Political Culture in Shi’ism, New York 1988.
Armstrong, Alen, Tanrının Tarihi, trc. Oktay Özel, Hamide Koyukan, Kudret Emiroğlu, Ankara 1999.
Atay, Hüseyin, Ehl-i Sünnet ve Şîa, Ankara, 1983.
Aydın, Mehmet, Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ankara 1995.
Aydın, Münire, (der.), Müslüman Düşünürlere Göre Ruh Kavramı, , İstanbul tsz.
Bağdâdî, Ebû Mansur Abdülkahir b. Tahir b. Muhammed Temimi Abdülkahir, el-Fark Beyne’l-fırak, Beyrut 2003.
Bağdâdî, Ebû Mansur Abdülkahir b. Tahir b. Muhammed Temimi Abdülkahir, Mezhepler Arasındaki Farklar, trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1991,
Bağdâdî, Ebû Mansur Abdülkahir b. Tahir b. Muhammed Temimi Abdülkahir, Usûli’d-dîn, Beyrut, 1981.
Bağlıoğlu, Ahmet, İnanç Esasları Açısından Dürzîlik, Ankara, 2004.
Baloğlu, Bülent, İslâm’a Göre Tekrar Doğuş Reenkarnasyon, Ankara, 2001.
Baybal, Sami, İbrahimi Dinlerde Mesihin Dönüşü, Konya 2002.
Bîrûnî, Ebû’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed, Tahkik mâ li’l-Hind, thk. Ali Safa, Beyrut 1983.
Bostanî, Muallim Butros, Muhitu’l-Muhit, 1983 Beyrut.
Cafer b. El-Hasen, Necmeddin Ebî’l-Kasım, el-Meslek fi Usuli’d-din, İran, tsz.
Cevad Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab, Beyrut 1970.
Cevad, Seyyid, el-İmâmü’l-Mehdî ve Zuhuruhû, Kuveyt, 1985.
Cevherî, Ebû Nasr İsmail b. Hammad, es-Sıhah, Beyrut, 1990, I.
Coşkun, Ali, Mehdilik Fenomeni, İstanbul 2004.
Cüveynî, Ebü’l-Meali İmamü’l-Harameyn Rükneddin Abdülmelik, Kitabü’l-İrşâd ilâ Kavâtıi’l-edille fî Usuli’l-i’tikad, thk. Muhammed Yusuf Musa, Mısır 1950.
Çaycı, Sadi, Ruhçuluğa Göre Kur’an Öğretisi, İstanbul 1986 .
Çobanoğlu, Cem, Reenkarnasyon, İstanbul 2001.
Dalkılıç, Mehmet, İslâm Mezheplerinde Ruh, İstanbul, 2004.
Denis, Leon, Gerçek Varlık Ruhtur, trc. Yavuz Keskin, İstanbul 1995.
Dozi, Raynhard, Tekmile el-Meâcimi’l-Arabiyye, trc. M. Selim en-Naîmî, Irak 1982, V.
Dugayım, Semih, Mustalihâ İlmi Kelâmi’l-İslâmiyye, Beyrut, 1998, I.
Dutt, Romesh Chunder, History of İndia, edt. Williams Jackson, I .
Ebû Hüzâm, Enver Fuad, İslamü’l-Muvahhidîn, Beyrut 2006.
Ebû Zehra, Muhammed, el-İmam es-Sâdık, Kahire, tsz.
Encausse, Papus Gerard, Reenkarnasyon, trc. Halûk Özden, İstanbul 1999.
Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1998.
Esbehanî, el-Hüseyn Muhammed, el-Müfrredât fî Garib’l-Kur’an, thk. Muhammed Ahmed Halefullah, Mısır 1970.
Eş’arî, Ebû Hasan Ali b. İsmail, İlk Dönem İslam Mezhepleri, trc. Mehmet Dalkılıç Ömer Aydın, İstanbul, 2005.
Eş’arî, Ebû Hasan Ali b. İsmail, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, thk. Muhyidin Abdulhamid, Beyrut, 1995, I.
Evrensel Yasa Tekrar Doğuş, Bilyay Vakfı, İstanbul 1997.
Ezdî, Fadl b. Şâzân , el-Îzâh, Tahran, 1984.
Fahri, Macid, Tarîhu’l-felsefeti’l-İslamiyye, Beyrut 1974.
Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, İstanbul, 2001.
Fığlalı, Ethem Ruhi, İmâmiyye Şiası, Ankara tsz.
Fığlalı, Ethem Ruhi, Kâdiyânîlik (Ahmediyye Mezhebi), İzmir, 1986.
Firuzâbâdî, Tercüme-i Kâmûs, trc. Mütercim Ahmet Efendi, İstanbul, 1888.
Gafârî, Nasır b. Abdullah , Usûl-ü Mezhebi’ş-Şîa, y.y., 1993, II.
Gazzâlî, Ölüm ve Sonrası, trc. Hüseyin Okur, İstanbul, 2004.
Geisler, Norman L., Baker Encyclopedia of Christian Apologeticcs, Michigan, 2002.
Goldziher, Ignaz, el-Akide ve’ş-şeriyye fi’l-İslam, ter. Muhammed Yusuf Musa, Beyrut, tsz.
Goldziher, Ignaz, İslam’da Fıkıh ve Akaid, trc. İlhan Başgöz, Ankara 2004 .
Gölpınarlı, Abdulbaki, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiîlik, İstanbul, 1979.
Gündüz, Şinasi, Din ve İnanç sözlüğü, Ankara, 1998
Hacı Bektaş-ı Veli, Vilâyetname, hzr. Abdulbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1958.
Hamed, Muhammed, ed-Diyânâtü’l-Yezîdiyye, Suriye, 2002.
Hançerlioğlu, Orhan, İslâm İnançları Sözlüğü, İstanbul 1984.
Hanefî, Hasan, et-Türâs ve’t-Tecdîd, Beyrut, 1988, IV.
Harun, Abdüsselam Muhammed, Mucem Makayısü’l-luga, Beyrut, tsz., II.
Hasan el-Irakî, Ebû Muhammed Osman b. Abdullah b., Sapıklarla Dinsizlerin Çeşitli Mezhepleri, trc. Yaşar Kutluay, Ankara 1962.
Hasenî, Haşim Maruf, Usûlü’t-teşeyyu’, Beyrut, tsz.
Hatib Abdulkerim, el-Mehdiyyü’l-Muntazar ve Men Yentezırûneh, Kahire 1980.
Havfî, Ahmed Muhammed, Edebü’s-siyase Fi’l-asri’l-Ümevî, Beyrut, 1965.
Hayât, Muhammed, Kitabü’l-intisâr, Beyrut 1957.
İbn Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman b. Ali, Telbîs-ü İblîs, Kahire 1949.
İbn Haldun, Ebu Zeyd Veliyyüddin Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddime, trc. Süleyman Uludağ, İstanbul 1982, I.
İbn Hazm, Ebû Muhammed b. Ali b. Ahmed b. Saîd ez-Zahirî, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ahva ve’n-Nihal, Mısır 1317, I.
İbn Manzûr, Lianü’l-Arab, Beyrut, tsz.
İbn Sînâ, el-Adhaviyye fi’l-meâd, Beyrut, tsz.
İhsaî, Ahmed b. Zeyneddin, Kitebü’r-reca’ Beyrut 1993.
İlhan, Avni, Mehdilik, Kaynak Yayınları, İzmir 1976.
İmam Rabbânî, Mektubat (371. Mektup), trc. M. Metin Zirek, İstanbul, 2006.
İnan, Abdulkadir, Eski Türk Dinî Tarihi, İstanbul 1976.
İsfehânî, Ebû’l-Kasım Râgıb, Mutluluğun Kazanılması, terc. Lütfi Doğan, İstanbul 1974.
İsfehânî, Ebû’l-Kasım Râgıb, Müfredat Elfâzu’l-Kurân, Şam, 2002.
İsferayînî, Ebü’l-Muzaffer İmadüddin Şahfur b. Tahir, et-Tebsîr fi’d-Din, thk. Kemal Yusuf el-Hût, 1983 Beyrut.
İsmail b. Abbad, el-Muhît fi’l-luğa, thk. M. Hasan Yasin, Beyrut tsz., I.
Kafiyeci, Muhammed b. Süleyman, Menezilü’l-ervâh, Mısır 1991.
Kâşânî, Molla Muhsin, İlmü’l-yakîn, Kum 1979, II.
Kâşifü’l-Gıtâ, ayettullah, Caferi Mezhebi ve Esasları, trc. Abdulbaki Gölpınarlı, İran, 1992.
Kazvînî, Seyyid Muhammed, el-İmamü’l-Mehdi, Beyrut 1987.
Kefevî, Eyyub b. Musa el-Hüseyni Ebü’l-Bekâ, Külliyât, Beyrut, 1993.
Kermî, Hasan Said, el-Hadî, Beyrut 1942, II.
Keser, İnan, Kent Cemaat Etnisite, Ankara, 2008.
Kutluay, Yaşar, İslâm ve Yahudi Mezhepleri, İstanbul 2001.
Lescot, Roger, Yezidiler, trc. Ayşe Meral, İstanbul, 2001.
Malâtî, Ebû Hüseyin Muhammed b. Ahmed, et-Tenbîh ve’r-red, İstanbul 1936.
Mesûdî, Ebû Hüseyin Ali b. Hüseyin b. Ali, Mürûcu’z-Zeheb ve Meâdînü’l-Cevher, Mısır, 1964, II.
Metin, İsmail, Aleviliğin Anayasası, İstanbul, 1999,
Muğniyye, Muhammed Cevad, Felsefetü’l-Mebde’ ve’l-meâd, Beyrut, 1983.
Muhammed Bâkır Meclisî, Bihâru’l-envâr, Beyrut, tsz., LIII.
Muhammedî, er-Reyyî, Mizânü’l-hikme, Kum, 1982, IV.
Mumford, Jonn, Karma Felsefesi Elkitabı, terc. Pınar Şavaş, İstanbul, 2003.
Murtazâ, Ahmet b. Yahya b., Tabakâtü’l-Mu’tezile, Beyrut 1961.
Murtazâ, eş-Şerif , Resâilü’ş-Şerif, Kum 1984, II.
Müseyyer, Seyyid Ahmed, er-Ruh Fî Dirâsâti’l-mütekellimîn ve’l-felâsife, Kahire 1998.
Necmeddin, Ebû’l-Kasım, el-Meslek fî Usûli’d-dîn, Nşr. Rızâ Üstâdî, Meşhed, 2003.
Nedvî, Ebû’l-Hasan, el-Kâdiyânî, Cidde, 1971.
Nevbahtî, Ebû Muhammed Hasan b. Musa b. Hasan, Fıraku’ş-Şîa, Irak, 1936.
Nevbahtî, Ebû Muhammed Hasan b. Musa b. Hasan, Şiî Fırkalar, trc. Hasan Onat vd. Ankara, 2004.
Nikhilananda, Swami, Hinduizm terc. Aslı Özer, İstanbul 2003.
Nisaburi, Ebü’l-Abbas Fazl b. Şazan b. Halil İbn Şazan, el-İzâh, Tahran 1984.
Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, İstanbul 1990.
Ocak, Ahmet Yaşar, Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul, 1983.
Onbulak, Sinân, Ruhi Olaylar ve Ölümden Sonrası, İstanbul 1975.
Râzî, Fahreddîn, İtikâdü’l-fırak, Beyrut, 1982.
Râzî, Fahreddin, Tefsîru’l-kebîr, Beyrut, 1934, VI.
Roux, Jen-Poul, Altay Türklerinde Ölüm, terc. Aykut Kazancıgil, İstanbul 1999.
Sadr, Muhammed Bâkır, Tarih-u Gaybetü’l-kübrâ, Kum, tsz.
Sami, Abdurrahman, Rumûzu’l-Hikem, İstanbul 1287.
Samuk, Fevzi, Necati Ağıralioğlu, Kur’an-ı Kerim’e Göre Meryemoğlu Mesih Hazreti İsa, İstanbul 1998.
Sarıkçıoğlu, Erkan, Dinlerde Mehdî Tasavvurları, Samsun 1997.
Sarıtoprak, Zeki, İslâm İnancı Açısındna Nüzûl-i İsa Meselesi, İzmir, 1997.
Semerkandî, Seyyid Alaeddin Ali Bin Yahya, Bahru’l-ulûm, Beyrut, tsz. I.
Semu, Azad Said, el-Yezîdîyye, Beyrut, 2001.
Şâtî’, Aişe Abdurrahman binti, el-Kur’an ve Kazaya’l-İnsan, Kahire 1999.
Şehbenderzâde, Ahmed Hilmi, Tarih-u İslâm, İstanbul 1326.
Şehristânî, Ebu’l-Feth Taceddin Muhammed b. Abdülkerim, el-Milel ve’n-nihal, thk. Muhammed b. Ferid, Kahire, ty., I.
Şeyh Müfîd, Ebu Abdullah İbnü’l-Muallim Muhammed b. Muhammed, Evâilü’l-makâlât, Beyrut, 1993.
Şeyh Sadûk, Ebû Cafer Muhammed b. Ali İbn Babeveyh el-Kummî, Risaletü’l- İtikidiyyeti’l-İmâmiyye, trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1978.
Taberî, Ebu Cafer İbn Cerir Muhammed b. Cerir b. Yezid, Tarihu’t-Taberî, Beyrut, tsz., IV.
Tabbâre, Afîf Abdulfettah, Ruhu’d-dinî’l-İslamî, Beyrut 1964.
Tâcirineseb, Hüseyin, Mehdilik ve İmam Mehdî, trc. Davut Duman, Ankara, 2001.
Tahir b. Ali, Muhammed, Mecmeu Bihâri’l-envâr, Medine, 1994.
Taşpınar, İsmail, Duvarın Öteki Yüzü, İstanbul 2003.
Temîmî, Ebû Mansûr, Usuliddin, Beyrut, 1981.
Teymûr, Ahmet, el-Yezîdîyye, Kahire, 1347 h.
Toker, Ali, Oniki İmam, İstanbul, 2002.
Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmine Giriş, İstanbul 1981.
Tori, Welate, Bir Kürt Düşüncesi Yezidilik ve Yezidiler, İstanbul, 2000.
Tuayme, Sabir, el-Akâîdü’l-Bâtıniyye, Beyrut, 1986.
Tuffaha, Ahmed Zeki, en-Nefsü’l-Beşeriyye ve Nazariyyetü’l-Tenasühiyye, Lübnan 1987.
Türk, Hüseyin, Anadolu’nun Gizli İnancı Nusayrîlik, İstanbul, 2005.
Uyar, Mazlum, Ahbârîlik, İstanbul, 2000.
Vloten, Gerlof Van, Emevî Devrinde Arap Hâkimiyeti Şîa ve Mesih Akîdeleri, Ankara 1986.
Watt, W. Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1981.
Wippler, Migene Gonzalez-, Ölümün Ötesi, trc. Elif Kara, İstanbul 2004.
Yaşar, Tanıl, Çemberin İçindeki İnanış Yezidilik, İstanbul, 2008.
Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dîni Kur’an Dili, İstanbul, 2000, I.
Yılmaz, Hüseyin, Budist Metafiziği, Ankara, 2007.
Yitik, Ali İhsan, Hint Kökenli Dinlerde Karma İnancının Tenasüh İnancıyla İlişkisi, İstanbul, 1996.
Yusuf, Seyyid Hüseyin, el-İslâm ve’t-tenasüh, Beyrut, 1970.
Zavî, Tahir Ahmed, Tertibü’l-Gamûsu’l-Muhît, Libya 1972, II.
Zemahşerî, Esâsü’l-Belağa, thk. Mezid Naim, Şevki Muarra, Beyrut 1998.
Zemahşerî, Carullah Mahmud b. Amr, el-Keşşâf, Beyrut, 1997, I.
Zencânî, İbrahim, Akaîdü’l-İmâmiyye, Kum, 1984, II.
Zeyûr, Ali, el-Felsefetü’l-Hindiyye, Beyrut 1983.
Makaleler
Abdulhamid, İrfan, “İslâm Tefekküründe Ruh Meselesi”, trc. M. Saim Yeprem, Nesil Dergisi, II. sy. 7 Nisan 1978.
Anesaki, M., “Transmigration”, Ancyclopedia Religion and Ethics, Edinburg, 1980, XII.
Aşkar, Mustafa, “Reenkarnasyon (Tenasüh) Meselesi ve Mutsavvıfların Bu Konuya Bakışlarının Değerlendirmesi”, Tasavvuf, Ankara, 2000, sy. 3.
Ateş, Süleyman, “Reenkarnasyon”, Kur’an Mesajı İlmî Araştırmalar Dergisi, 1999, sy. 13-14-15.
Aydın, Mehmet, “Şeytana Tapma”, AÜİFD, XXIII.
Bahadır, Selim, “Ölüm Üzerine Tıbbi Çeşitlemeler”, Cogito, sy.40.
Baloğlu, Bülent, “İbn Hazm’da Tenasüh Anlayışı”, DEÜİFD, İzmir, 1998, sy. 10.
Boydaş, Vahdi, “Ruh Göçü”, Diyanet İlmi Dergi, Ankara, 1995, XXXI, sy. 2.
Bulut, Halil İbrahim, “Şiî Fırkalarda Gaybet ve Ric’at İnancı”, İslâmiyât, 2004, VIII, sy. 1.
Calverley, E. E., “Nefs”, İA, İstanbul, 1974, IX.
Çetin, Mustafa, “Kuran Işığında Reenkarnasyon” Diyanet İlmi Dergi, XXXI, sy. 4.
Demirci, Kürşat, “Tenasüh”, İİİGYA, IV.
Fığlalı, Ethem Ruhi, “Abdullah b. Sebe”, DİA, I.
Fığlalı, Ethem Ruhi, “Yezidilik”, Türk Ansiklopesidi, XXXIII.
Gimaret, D., “Tanâsukh”, EI², Leiden, 1998, X.
Gölcük, Şerafeddin, “Reenkarnasyon”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2002.
Günaltay, M. Şemseddin, “Tenasüh Akîdesi”, Sebîlü’r-reşâd, sy. 255.
Günaltay, M. Şemseddin, “Hind ve İran-ı Kadimde Tenasüh”, Sebîlü’r-reşâd, sy. 257.
Günaltay, M. Şemseddin, “Kadim Yunanalılarla Kurun-ı Vustada Tenasüh”, Sebîlü’r-reşâd, sy. 258.
Günaltay, M. Şemseddin, “Karn-ı Âhirde Tenasüh”, Sebîlü’r-reşâd, sy. 259.
Güngör, Harun, “Eski Türklerde Din ve Düşünce”, Türkler, Edt. Hasa Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca, Ankara, 2002.
Has, Kenan, “Dinler Tarihi Perspektifinden Tartışmalı Bir Kavram; Reenkarnasyon”, İslami Araştırmalar Dergisi, XVII, sy. 4.
Hizmetli, Sabri, “İtikadi Mezheplerin Doğuşu”, AÜİFD, XXVI.
İlhan, Avni, “Gaybet”, DİA, XIII.
Jay Weider, “Ölüm Ötesi Dönüşüm”, http://www.hermetics.org/ka-ba.html, trc. Kemal Menemencioğlu, Simya Dergisi (Alchemy Journal), II, sy. 1.
Kafesoğlu, İbrahim, “Eski Türk Dini”, Türkler, Edt. Hasa Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca, Ankara, 2002.
Kırca, Celal, “İslâm Dinine Göre Reenkarnasyon”, EÜİFD, Kayseri, 1986, sy. 3.
Kocasavaş, Yıldız, “GökTanrı İnancı” Türkler, Edt. Hasa Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca, Ankara, 2002.
Kohlberg, E.; “Radj’a” EI², VIII.
Long, J. Bruce, “Reincarnation” The Encyclopedia of Religion, Newyork, 1987, XII.
Öz, Mustafa, “Dürzîlik”, DİA, İstanbul, 1994, X.
Öz, Mustafa, “İmâmiyye Şiasında Onikinci imam ve Mehdi İnancı”, MÜİFD, 1995.
Öz, Mustafa, “Nusayrîyye”, Türkiye’de Aleviler, Bektaşiler ve Nusayrîler, İstanbul, 1999.
Zahir, Süleyman, “et-Tenasüh”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, Dimeşk 2002, VI.
Pearson, A. C., “Transmigration”, Encyclopedia of Religion and Ethics, Edinburg, 1980, XII.
Petrie, N. W. M. Flinders, “Transmigration”, Encyclopedia of Religion and Ethics, Edinburg, 1980, XII.
Salt, Alparslan, Cem Çobanlı, “Reenkarnasyon”, Dharma Ansiklopedi, İstanbul 2001.
Sever, Erol, “Yezidilik”, İA, XIII.
Şeltut, Mahmûd, “İsa’nın Ref’i”, AÜİFD,1978, XXIII.
Thomas, N. V., “Transmigration”, Encyclopaedia of Religion and Ethics, Edinburg, 1980, XII.
Thamos, “Gnostisizm”, http://www.hermetics.org/Gnosis2.html.
Tuffahe, Ahmet Zeki, “Reenkarnasyon”, ODMÜİFD, trc. Metin Yasa, , Samsun, 1998, sy. 10.
Uludağ, Süleyman, “Bektaşi ve İran; Temaslar ve Bağlantılar Üzerine Müzakereler”, Türkiye’de Aleviler, Bektaşiler, Nusayrîler, İstanbul, 1999.
Ünverdi, Mustafa, “Kuran’da Ahiret İnancı Bağlamında Adana ve Hatay Bölgesindeki Tenasüh ve Reenkarnasyon İnancının Değerlendirilmesi” ÇÜİFD, IV, sy. 2.
Üzüm, İlyas, “Nusayrîlik”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIII.
Üzüm, İlyas, “Rec’at”, DİA, İstanbul, 2008, XXXIV.
Vaux, Be Carra de, “Tenasuh”, İA, İstanbul 1979, XII.
Waardenburg, Jacques , DİA, “Mesih”, XXIX.
Werblowsky, R. J. Zwi, “Transmigration” Encyclopedia of Religion SE, USA, 2005, XIV.
Whitall, N. Perry, “Reincarnation”, Studies in Comparative Religion, England, 1980, XIV.
Yasa, Metin, “Reenkarnasyon Beşeri Ruhun Ölümsüzlük Arzusunu Tatmin Eder mi?”, OMÜİFD, Samsun, 1997, sy. 9.
Yasa, Metin, “Reenkarnasyon” OMÜİFD, Samsun, 1998, sy. 10.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Mehdi”, DİA, 2003 Ankara, XXVIII.
Zahir, Süleyman, “et-Tenasüh”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, Dimeşk 2002, VI,.
Zegzûg, Muhammed Hamdi, “er-rec’a”, el-Mevsûati’l-İslâmiyyeti’l-âmme, Kahire, 2001.
“İnsanlığı Birleştiren Gerçekler”, http://www.bilyay.org.tr/default_ic.asp?kat=2&id=4.
“Varlıksal İlkeler” http://www.bilyay.org.tr/default_ic.asp?id=3&kat=2&sf=1.
[1] Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, s. 544; Mustafa Çetin, “Kuran Işığında Reenkarnasyon” Diyanet İlmi Dergi, XXXI, sy. 4, s. 122.
[2] Kürşat Demirci, a.g.m, 332.
[3] Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 544; Mustafa Çetin, a.g.m., s. 122.
[4] Gerlof Van Vloten, a.g.e., s. 54.
[5] Sabri Hizmetli, a.g.m., XXVI, 676; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 34.
[6] Gerlof Van Vloten, a.g.e., s. 54.
[7] Mustafa Çetin, a.g.m., s. 126.
[8] Mustafa Aşkar, a.g.m., s. 87.
[9] Mustafa Çetin, a.g.m., s. 126.
[10] İbn Cevzî, Telbîs-ü İblîs, Kahire 1949, s. 80-81.
[11] M. Şemseddin Günaltay, “Hind ve İran-ı Kadimde trenasüh”, Sebîlü’r-reşâd, sy. 257, s. 369.
[12] Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 142.
[13] Metin Yasa, “Reenkarnasyon Beşerî Ruhun Ölümsüzlük Arzusunu Tatmin Eder mi?”, OMÜİFD, 1997, sy. 9, s. 239.
[14] Metin Yasa, a.g.m., s. 240.
[15] Celal Kırca, “İslâm Dinine Göre Reenkarnasyon”, EÜİFD, Kayseri, 1986, sy. 3, s. 225.
[16] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 248.
[17] Cem Çobanoğlu, a.g.e., s. 60-61.
[18] Cem Çobanoğlu, a.g.e., s. 69-70.
[19] Cem Çobanoğlu, a.g.e., s. 70-72.
[20] Cem Çobanoğlu, a.g.e., s. 74; bkz. Hürriyet Gazetesi 2 Şubat 1982 tarihli sayısından naklen.
[21] Cem Çobanoğlu, a.g.e., s. 84.
[22] Cem Çobanoğlu, a.g.e., s. 75.
[23] Cem Çobanoğlu, a.g.e., s. 79; bkz. Hürriyet Gazetesi 20 kasım 1988 tarihli sayısından naklen,
[24] Papus, a.g.e., s. 87.
[25] Süleyman ez-Zahir, “et-Tenasüh”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, Dimeşk 2002, VI, 879.
[26] Mustafa Ünverdi, “Kuran’da Ahiret İnancı Bağlamında Adana ve Hatay Bölgesindeki Tenasüh ve Reenkarnasyon İnancının Değerlendirilmesi” ÇÜİFD, IV, sy. 2, s. 291.
[27] Mustafa Ünverdi, “a.g.m., s. 295-297.
[28] Ahmed Zeki Tuffaha, a.g.e., s. 74-76; Metin Yasa , “Reenkarnasyon” OMÜİFD, 1998 Samsun, sy. 10, s. 445 vd.
[29] Mustafa Ünverdi, a.g.m., s. 291.
[30]“(Resûlüm!) Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vâdinden asla dönmez. Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. El-Hac 22/47.
[31] Avni İlhan, a.g.e., s. 30.
[32] Sabri Hizmetli, a.g.m., s. 667; Halil İbrahim Bulut, “Şiî Fırkalarda Gaybet ve Ric’at İnancı”, İslâmiyât, 2004, VIII, sy. 1, s. 140.
[33] Yaşar Kutluay, a.g.e., s. 291; Sabri Hizmetli, a.g.m., s. 668; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 142.
[34] Sabri Hizmetli, a.g.m., s. 668;
[35] İrfan Abdulhamid, Dirâsât fî Fırak ve’l-akâidü’l-İslâmiyye, s. 32-33.
[36] M. Şemseddin Günaltay, “Kadim Yunanlılarla Kurun-ı Vustada Tenasüh”, Sebîlü’r-reşâd, sy. 258, s. 385.
[37] Avni İlhan, a.g.e., s.28
[38] Jen-Poul Roux, a.g.e., s. 185.
[39] İbn Hazm el-Fasl fi’l-Milel ve’n-Nihal, Mısır 1318 h. s. 180.
[40] Hasan Hanefî, et-Türâs ve’t-Tecdîd, 425.
[41] Ignaz Goldziher, el-Akîde ve’ş-şeriyye fi’l-İslâm, s. 191; İrfan Abdulhamid, İslâm’da İtikadi Mezhepler ve Akâid Esasları, , s. 34.
[42] Ignaz Goldziher, a.g.e., s. 192.
[43] Ignaz Goldziher, a.g.e., s. 193.
[44] Yaşar Kutluay, a.g.e., s. 292; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 141-142.
[45] Nasır b. Abdullah Gaffarî, Usûl mezhebi’ş-Şîa, II, 912.
[46] Muhammed Hayât, Kitabü’l-İntisâr, Beyrut 1957, s. 95-97; Bağdâdî, a.g.e., s. 121.
[47] “Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günnü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.” Âl-i İmrân 3/185.
[48] Bağdâdî, a.g.e., s. 170.
[49] Mustafa Aşkar, a.g.m., s. 90.
[50] Eş’arî, a.g.e., I, 119.
[51] İbn Hazm a.g.e., s. 180
[52] İbn Haldun, a.g.e., I, 561;
[53] İbn Haldun, a.g.e., I, 562
[54] Muhammed Ebû Zehra, el-İmam es-Sâdık, s. 238; Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, , III, 246.
[55] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 28; İlyas Üzüm, “Rec’at”, DİA, XXXIV, 505; Nasır b. Abdullah Gafârî, Usûl mezhebi’ş-Şîa, II, 911.
[56] Muhammed Bâkır Meclisî, Bihâru’l-envâr, Beyrut, tsz., LIII, s. 136-138; eş-Şerif el-Murtazâ, Resailü’ş-Şerif, Kum 1984, II, 135-140; Molla Muhsin Kâşânî, İlmü’l-yakîn, Kum, 1979, II, s. 822.
[57] Nasır b. Abdullah el-Gafârî, a.g.e., II, 911.
[58] Ahmet Zeki Tuffahe, “Reenkarnasyon”, ODMÜİFD, trc. Metin Yasa, sy. 10, Samsun, 1998, s. 452-453.
[59] İlyas Üzüm, “Rec’at”, DİA, XXXIV, 505.
[60] E. Kohlberg; “Radj’a” EI², VIII, 372; Ethem Ruhi Fığlalı, İmâmiyye Şîası, Ankara tsz., s. 222.
[61] Nasır b. Abdullah Gafârî, a.g.e., II, 912-913.
[62] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e., s. 240.
[63] Şeyh Müfid, Evâilü’l-makâlât, s. 77-78.
[64] Molla Muhsin el-Kâşânî, a.g.e., II, 823.
[65] İbrahim Zencânî, Akaîdü’l-İmâmiyye, Kum, 1984, II, 228.
[66] Şazân Nisaburi, el-İzah, s. 381; Nasır b. Abdullah Gafârî, a.g.e., II, 911; Muhammed Ebû Zehra, a.g.e. s. 238; Said Amir Arjomand, Authority and Political Culture, s. 170.
[67] Şeyh Sadûk, Risâletü’l-itikâdi’l-İmâmiyye, trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1978, s. 66-70; Mazlum Uyar, Ahbârîlik, İstanbul, 2000, s. 83.
[68] Neml 27/83.
[69] Kehf 18/47.
[70] Ahmed Zeki Tuffâha, a.g.e., s. 72.
[71] Bağdâdî, a.g.e., s. 65.
[72] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e., s. 249.
[73] el-Bakara 2/243.
[74] el-Bakara 2/259.
[75] “Bir zamanlar: Ey Musa! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız, demiştiniz de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.” el-Bakara 2/55-56.
[76] “Allah o zaman şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes ruh (Cebrail) ile desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken de yetişkin çağında da insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun. Hani İsrailoğullarını (seni öldürmekten) engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mucizeler) getirdiğin zaman içlerinden inkâr edenler, “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” demişlerdi” el-Mâide 5/110.
[77] “Onlar,mağaralarında üçyüz yıl kadar kaldılar ve dokuz yıl da buna ilave etmişlerdir” el-Kehf 18/25.
[78] en-Nahl 16/38.
[79] Muhammed Bâkır Meclisî, a.g.e., LIII, s. 140.
[80] en-Nahl 16/39.
[81] Şeyh Sadûk, a.g.e., s. 66-72; Nasır b. Abdullah Gafârî, a.g.e., II, 917-920.
[82] en-Neml 27/83.
[83] el-Kehf 18/ 47.
[84] Molla Muhsin el-Kâşânî, a.g.e., II, 823; İbrahim Zencânî, Akaîdü’l-İmâmiyye, II, 228.
[85] es-Secde 32/21.
[86] el-Mü’min 40/11
[87] İlyas Üzüm, a.g.m., XXXIV, 505.; Nasır b. Abdullah Gafârî, a.g.e., II, 920.
[88] el-Kasas 28/85.
[89] İbrahim Zencânî, a.g.e., II, 229; Nasır b. Abdullah Gafârî, a.g.e., II, 920.
[90] Muhammed Bâkır Meclisî, a.g.e., LIII, s. 138-142; İbrahim Zencânî, a.g.e., II, 229-233, 239.
[91] “Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vâsîyet etsinler. Eğer o kadınlar, (kendiliklerinden) çıkıp giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden size bir günah yoktur. Allah azîzdir, hakîmdir.” el-Bakara 2/240.
[92] Molla Muhsin el-Kâşânî, a.g.e., II, 822-823.
[93] bkz. Muhammed Bâkır Meclisî, a.g.e., LIII, 30-144.
[94] Nasır b. Abdullah Gafârî, a.g.e., II, 911; İlyas Üzüm, a.g.m., XXXIV, 505.
[95] Nasır b. Abdullah Gafârî, a.g.e., II, 913; Muhammed Hayyât, Kitabü’l-intisâr, Beyrut, 1957, s. 95.
[96] İbrahim Zencânî, a.g.e., II, 238-239; er-Reyyî Muhammedî, Mizânü’l-hikme, Kum, 1982, IV, 58.
[97] İlyas Üzüm, a.g.m., XXXIV, 505.
[98] Said Amir Arjomand, a.g.e., s. 169-171.
[99] Molla Muhsin el-Kâşânî, a.g.e., II, 824-825; eş-Şerif el-Murtazâ, a.g.e., II, 140.
[100] İlyas Üzüm, a.g.e., XXXIV, 505.
[101] Muhammed Ebû Zehra a.g.e., s. 240.
[102] bkz. Krallar 2:1-12; Malaki 5:6; Makos 9:2-13.
[103] İlyas Üzüm, a.g.m., XXXIV, 505.
[104] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e., s. 240-241.
[105] Eş’arî, a.g.e., , I, 119.
[106] Ethem Ruhi Fığlalı, İmâmiyye Şîası, s. 222.
[107] Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e., s. 222.
[108] el-Enbiyâ, 21/95.
[109] “O gün, her ümmet içinden ayetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak (hesap yerine) sevkedilirler”. Neml 27/83.
[110] Muhammed Bâkır Meclisî, a.g.e., LIII, s. 135-136; Ahmed b. Zeyneddin İhsaî, Kitebü’r-Reca’, Beyrut 1993, s. 19.
[111] eş-Şerif el-Murtazâ, a.g.e., II, 136-137.
[112] el-Bakara, 2-258.
[113] Muhammed Bâkır Meclisî, a.g.e., LIII, s. 136.
[114] Muhammed Bâkır Meclisî, a.g.e., LIII, s. 136.
[115] Nasır b. Abdullah Gafârî, a.g.e., II, 925-928.
[116] Muhammed Bâkır Meclisî, a.g.e., LIII, s. 139.
[117] E. Kohlberg, a.g.m., VIII, 371; Hasan Hanefî, a.g.e., IV, 427-428.
[118] E. Kohlberg, a.g.m., VIII, 371; Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e., s. 146.
[119] “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır”. Al-i İmrân, 3/144; Burada okunan ayetle ilgili ez-Zümer 39/30-31 veya el-Enbiya 21/34 ayetlerinin de olduğu yönünde rivayetler mevcuttur.
[120] Eş’arî, a.g.e., I, 86; Bağdâdî, a.g.e., s. 19; Şehristânî, a.g.e., I, 36.
[121] Şehristânî, a.g.e., I, 36; Yaşar Kutluay, a.g.e., s. 54; Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e., s. 146; Sabri Hizmetli, a.g.m., XXVI, 669.
[122] Avni İlhan, a.g.e., s. 37.
[123] Avni İlhan, a.g.e., s. 3 38-39.
[124] El-Kasas 28/ 85; Oysa müfessirler Bu ayetin, Mekke ile Medine arasında hicret esnasında nazil olduğu rivayet edilmiştir. ayette, Hz. Peygamber’in, zulme uğratılarak çıkarıldığı yurdu Mekke’ye döndürüleceğine işaret buyurulduğu belirtilmektedir. “Döndürülecek yer”den maksadın, ahirette en yüksek makam olduğu da söylenmiştir.
[125] Avni İlhan, a.g.e., İzmir, s. 31; Yaşar Kutluay, a.g.e., s. 291; Nasır b. Abdullah Gaffarî, Usûl a.g.e., II, 912; Ethem Ruhi Fığlalı, İmâmiyye Şîası, s. 57-58; Yaşar Kutluay, s. 63; Abdülkerim el- Hatıb, el-Mehdîyyü’l-Muntazar Vemen Yentezırûneh, s. 32-33.
[126] İgnaz Goldziher, İslâm’da Fıkıh ve Akaid, s. 253; Yaşar Kutluay, a.g.e., s. 291.
[127] en-Neml 27/82.
[128] Avni İlhan, a.g.e., s. 32.
[129] Sabri Hizmetli, a.g.m., XXVI, 670.
[130] Sabri Hizmetli, a.g.m., XXVI, 670.
[131] Avni İlhan, a.g.e., s. 51.
[132] Avni İlhan, a.g.e., s. 53.
[133] Nasır b. Abdullah Gaffarî, a.g.e., II, 912; Ethem Ruhi Fığlalı, İmâmiyye Şîası, s. 146-147.
[134] İlyas Üzüm, a.g.m., XXXIV, 504.
[135] İbn Haldun, I, 561; E. Kohlberg, a.g.e., VIII, 371.
[136] W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesin Teşekkül Devri, s.56-57; Macid Fahri, Tarîhu’l-felsefeti’l-İslâmiyye, Beyrut 1974, s. 74.
[137] Sabri Hizmetli, a.g.m., XXVI, 666.
[138] Avni İlhan, a.g.e., s. 33.
[139] Yaşar Kutluay, a.g.e.,, s. 289.
[140] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 84.
[141] Goldziher, İslâm’da Fıkıh ve Akâid, s. 255.
[142] Yaşar Kutluay, a.g.e., s. 292.
[143] Yaşar Kutluay, a.g.e., s. 293.
[144] Yaşar Kutluay, a.g.e., s. 290.
[145] Jacques Waardenburg, “Mesih”, DİA, XXIX. 307.
[146] Avni İlhan, a.g.e., s. 33.
[147] E. Kohlberg, a.g.m., VIII, 372.
[148] Avni İlhan, a.g.e., s. 35.
[149] İlyas Üzüm, a.g.m., XXXIV, 505.
[150] İlyas Üzüm, a.g.m., XXXIV, 505.
[151] Avni İlhan, a.g.e., s. 48.
[152] Ahmed b. Zeyneddin İhsaî, a.g.e., s. 43-44.
[153] Nisa suresi 4/157-158.
[154] Ahmed b. Zeyneddin İhsaî, Kitebü’r-Reca’a.g.e., s. 43-44.
[155] Ahmed b. Zeyneddin İhsaî, a.g.e., s. 46-47
[156] Ahmed b. Zeyneddin İhsaî, a.g.e., s. 47
[157] Haşim Maruf el-Hasenî, Usulü’t-Teşeyyu’, s. 144
[158] Muhammed Bâkır Meclisî, Bihâru’l-envâr, LIII, s. 39.
[159] en-Neml 27/83.
[160] Âl-i İmrân 3/158.
[161] Muhammed Bâkır Mecisî, a.g.e., LIII, s. 40-41.
[162] Seyyid Hüseyin Yusuf, a.g.e., s. 82.
[163] el-Müddessir 74/1-2.
[164] Muhammed Bâkır Meclisî, a.g.e., LIII, s. 42.
[165] Ethem Ruhi Fığlalı, İmâmiyye Şîası, s. 145.
[166] Bekir Topaloğlu, Kelam İlmine Giriş, İstanbul 1981, s. 211.
[167] Avni İlhan, “Gaybet”, DİA, XIII, 410-412; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 140.
[168] Fahreddîn Râzî, İtikâdü’l-fırak, Beyrut, 1982, s. 53; Ignaz Goldziher, el-Akide ve’ş-şeriyye fi’l-İslâm, s. 191; Ahmed Muhammed el-Havfî, Edebü’s-siyase Fi’l-asri’l-Ümevî, Beyrut, 1965, s. 206; W. M. Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 342-344.
[169] Ebû’l-Kasım Necmeddin, el-Meslek fî Usûli’d-dîn, Nşr. Rızâ Üstâdî, Meşhed, 2003, s. 280-282.
[170] Şehristânî, a.g.e., thk. Muhammed b. Ferid, Kahire, ty., I, 178.
[171] Muhammed Hamdi Zegzûg, “er-rec’a”, el-Mevsûati’l-İslâmiyyeti’l-âmme, Kahire, 2001, s. 670.
[172] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e., s. 238; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 29; Ethem Ruhi Fığlalı, İmâmiyye Şîası, s. 222.
[173] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e., s. 238.
[174] İbn Haldun, a.g.e., I, 562; Ignaz Goldziher, el-Akide ve’ş-şeriyye fi’l-İslâm, s. 191; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 155-156.
[175] Ignaz Goldziher, el-Akide ve’ş-şeriyye fi’l-İslâm, s. 191.
[176] Şeyh Saduk, Risaletü’l- İtikidiyyeti’l-İmâmiyye, s. 79.
[177] Şehristânî, a.g.e., I, 173-174; Fahreddîn Râzî, İtikâdü’l-fırak, s. 53; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 149; Muhammed Hamdi Zegzûg, a.g.m., s. 670.
[178] Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 150.
[179] Bağdâdî, a.g.e., Beyrut 2003, s. 66-67; İsfarayinî, et-Tebsîr fi’d-dîn, s. 37.
[180] Eş’arî, a.g.e., I, 100; Bağdâdî, a.g.e., s. 67; Şehristânî, a.g.e., I, 174; Fahreddîn Râzî, İtikâdü’l-fırak, Beyrut, 1982, s. 53; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 150; İsfarayinî, et-Tebsîr fi’d-dîn, s. 37.
[181] Şehristânî, a.g.e., I, 178.
[182] Şehristânî, a.g.e., I, 178.
[183] Bağdâdî, a.g.e., s. 60-61; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 60; İsfarayinî, a.g.e., s. 35; Şehristânî, a.g.e., I, 182; Abdulkâhir el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 331.
[184] Bu konuda Hz. Peygamberin “ O mehdînin ismi benim ismim ile babasının ismi de babamın ismi ile uygunluk arz eder” şeklinde bir hadisinin bulunduğunu iddia ederler. bkz. Bağdâdî, a.g.e., s. 63-65; İsfarayinî, a.g.e., s. 36; Abdulkâhir el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 331.
[185] İsferayinî, a.g.e., s. 36; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 154.
[186] Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 56.
[187] İsferayinî, a.g.e., s. 38; Nevbahtî, Fıraku’ş-Şîa, Irak, 1936, s. 80; a.g.m., s. 150.
[188] Nevbahtî, Fıraku’ş-Şîa, Irak, 1936, s. 80.
[189] Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 152-153.
[190] Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 153.
[191] İsferayinî, a.g.e., s. 39; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 154.
[192] İbn Hazm, a.g.e., s. 181; Eş’arî, a.g.e., s. 90-91.
[193] Şehristânî, a.g.e., I, 47.
[194] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 75-76; İrfan Abdulhamid, s. 55-56.
[195] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 80.
[196] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 82-83.
[197] Eş’arî, a.g.e., I, 97; Bağdâdî, a.g.e., s. 216; Şehristânî, a.g.e., I, 161; Abdulbaki Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiîlik, İstanbul, 1979, s. 137; Abdulkâhir el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, Beyrut, 1981, s. 331.
[198] Eş’arî, a.g.e., I, 66; Bağdâdî, a.g.e., s. 48-49; İsfarayinî, a.g.e., s. 32; Nevbahtî, a.g.e., s. 28-29; E. Kohlberg, a.g.m., VIII, 371; Ahmed Muhammed el-Havfî, Edebü’s-siyase Fi’l-asri’l-Ümevî, Beyrut, 1965, s. 207; Hüseyin Atay, Ehli Sünnet ve Şîa, Ankara, 1983, s. 45.
[199] Abdulbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 137; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 80.
[200] Eş’arî, a.g.e., I, 72.
[201] Şehristânî, a.g.e., I, 184; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 331.
[202] Eş’arî, a.g.e., I, 98.
[203] Eş’arî, a.g.e., I, 72.
[204] Eş’arî, a.g.e., I, 73.
[205] Eş’arî, a.g.e., I, 72; Bağdâdî, a.g.e., s. 218, 220.
[206] Eş’arî, a.g.e., I, 75; Bağdâdî, a.g.e., s. 221-222; Şehristânî, a.g.e., I, 185; Ebû Mansur et-Temîmî, Usuliddin, Beyrut, 1981, s. 233; Abdulbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 138; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 58; Abdulkâhir el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 331; Hüseyin Atay, a.g.e., s. 46.
[207] Bağdâdî, a.g.e., s. 222-223; Abdulkâhir el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 331.
[208] Eş’arî, a.g.e., I. 66; Ahmed Muhammed el-Havfî, a.g.e., s. 206.
[209] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 80.
[210] Nevbahtî, a.g.e.,. 83; Hüseyin Atay, a.g.e., s. 51.
[211] Bağdâdî, a.g.e., s. 228.
[212] Bağdâdî, a.g.e., s. 228-238; el-Malâtî, et-Tenbîh ve’r-red Alâ Ehli’l-hevâ ve’l-bid’a, Beyrut, 1968, s. 22.
[213] Bağdâdî, a.g.e., s. 228-238.
[214] Malâtî, a.g.e., s. 17-19.
[215] Malâtî, a.g.e., s. 12.
[216] Eş’arî, a.g.e., I, 89.
[217] Eş’arî, a.g.e., I, 136.
[218] Örneğin el-Butriyye fırkası rec’at fikrini kabul etmediğini açıkça ifade etmiş, Yakûbiyye ise bunu kabul etmemekten öte bunu kabul edenlere de karşı olduklarını ifade etmişlerdir. bkz. Eş’arî, a.g.e., I, 144.
[219] Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 206.
[220] Eş’arî, a.g.e., I, 141; Bağdâdî, a.g.e., s. 40; İsfarayinî, a.g.e., s. 27; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 148; Hüseyin Atay, a.g.e., s. 77-79.
[221] Eş’arî, a.g.e., I, 141-142; Malâtî, a.g.e., s. 23; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 52; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 148; İsferayinî, a.g.e., s. 28; Hüseyin Atay, a.g.e., s. 32-34; Bağdâdî, a.g.e., s. 41; İsfarayinî, a.g.e., s. 27.
[222] İbn Hazm, a.g.e., s. 179.
[223] İbn Hazm, a.g.e., s. 179; Bağdâdî, a.g.e., s. 41; İsfarayinî, a.g.e., s. 27, Hüseyin Atay, a.g.e., s. 78.
[224] Eş’arî, a.g.e., I, 145.
[225] Malâtî, a.g.e., s. 18.
[226] Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 225.
[227] Şehristânî, a.g.e., I. 44.
[228] Şehristânî, a.g.e., I, 181.
[229] Bazı yazarlar İbn Sebe’nin daha önce Müslüman olduğunu ifade ederler. Hz. Peygamberle ilgili ifadesini Hz. Peygamberin vefatından sonra dile getirdiği, ancak yeterince ilgi görmediği belirtilmiştir. Aynı kaynakta İbn Sebe’nin Hz. Ebû Bekir,Ömer ve Osman devirlerinde fikirlerini yayamadığı ve Hz. Ali döneminde tekrar sahneye çıktığını söyler. bkz. Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 145.
[230] Ebû Cafer et-Tabarî, Tarihu’t-Taberî, Beyrut, tsz., IV, s. 340-341; Ahmed Muhammed el-Havfî, a.g.e., s. 206; Ahmed Emin, a.g.e., III, 237; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 83-84.
[231] E. Kohlberga.g.m., VIII, 371; Muhsin Abdulhamid, İslâm’a Yönelen Yıkıcı Hareketler, s. 36.
[232] Bağdâdî, a.g.e., s. 28; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 57; Nevbahtî, a.g.e., s. 22-23.
[233] Hüseyin Atay, a.g.e., s. 30.
[234] Bağdâdî, a.g.e., s. 213; Sabir Tuayme, el-Akâîdü’l-batıniyye, Beyrut, 1986, s. 34-35.
[235] el-Kasa 28/85.
[236] Şehristânî, a.g.e., I, 181; Ethem Ruhi Fığlalı, “Abdullah b. Sebe”, DİA, I, 133-134; Macid Fahri, a.g.e., s. 74.
[237] Bağdâdî, a.g.e., s. 213; Şehristânî, a.g.e., s.181; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 84.
[238] İbn Hazm, a.g.e., s. 180; Ahmed Muhammed Havfi, a.g.e., s. 207.
[239] Şehristânî, a.g.e., I, 182.
[240] Macid Fahri, a.g.e., s. 74.
[241] Malâtî, a.g.e., s. 18.
[242] Eş’arî, a.g.e., I, 88; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 84; Abdulkâhir el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 332; Nevbahtî, a.g.e., s. 22-23; E. Kohlberg, a.g.m., VIII, 371; Ahmed Muhammed el-Havfî, a.g.e., s. 208.
[243] Hüseyin Atay, a.g.e., s. 36.
[244] Abdulbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 137; Ethem Ruhi Fığlalı, İmâmiyye Şîası, s. 141; Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, III, 236.
[245] Şehristânî, a.g.e., I, 158.
[246] Hüseyin Atay, a.g.e., s. 37-39.
[247] Bağdâdî, a.g.e., s. 46; Nevbahtî, a.g.e., s. 23.
[248] Nevbahtî, Şiî Fırkalar, trc. Hasan Onat vd., Ankara, 2004, s. 101; Abdülkerim el- Hâtıb, a.g.e., s. 30.
[249] Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 143;
[250] Nevbahtî, a.g.e., s. 23.
[251] Bazı Keysaniyye grupları Muhammed b. Hanefiyye’nin ölmediğini Medine yakınlarındaki Radva dağında sağ olarak bulunduğunu zamanı geldiğinde oradan inip imameti geri alacağını söyleyerek bu konudaki ilk görüşleri ortay koymuştur. Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 201; Peygamberin Küçük torunu ki ölümü tatmayacaktır/ Tâ ki orduların başında sancak taşıya/ Radva’da kayboldu bir müddet görünmeyecektir/ Orada bal ve su onun yanında akmaktadır. Keseyyir bu beyitleri ile Muhammed Hanefiyye’nin rec’at edeceğine işaret eder. Bkz. Gerlof Van Vloten, Emevî Devrinde Arap Hâkimiyeti Şîa ve Mesih Akîdeleri, trc. M. Sait Hatipoğlu, Ankara 1986, s. 53; Şehristânî, a.g.e., I, 156; E. Kohlberg, a.g.m., VIII, 372.
[252] Bağdâdî, a.g.e., s. 31, 47, 58-59; Şehristânî, a.g.e., I, 158; D. Gimaret, a.g.m., X, 182; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 80; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 62; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 146-147; İsferayinî, a.g.e., s. 33-34; Nevbahtî, a.g.e., s. 29; Ahmed Muhammed el-Havfî, a.g.e., s. 206.
[253] İbn Hazm, a.g.e., s. 179.
[254] Gerlof Van Vloten, a.g.e., s. 53.
[255] Şehristânî, a.g.e., I, 46.
[256] Eş’arî, a.g.e., I, 94.
[257] İbn Hazm, a.g.e., s. 180.
[258] Eş’arî, a.g.e., I, 91-92.
[259] Gerlof Van Vloten, a.g.e., s. 78-79.
[260] Eş’arî, a.g.e., I, 96; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 84.
[261] Bazı kaynaklar fırkanın ismini Rizzâmiyye ya da Rizâmiyye olarak da verir.
[262] Şehristânî, a.g.e., I, 162.
[263] Eş’arî, a.g.e., I, 97; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 147; İlyas Üzüm, a.g.m., XXXIV, 505; Ahmed Muhammed Havfi, a.g.e., s. 206.
[264] Eş’arî, a.g.e., I, 67; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 59; Nevbahtî, Şiî Fırkalar, s. 111; Hüseyin Atay, Ehli Sünnet ve Şîa, s. 42.
[265] Nevbahtî, Şiî Fırkalar, s. 113-119.
[266] Eş’arî, a.g.e., I. 92; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 62; İsfarayinî, a.g.e., s. 31; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 146; Nevbahtî, Fıraku’ş-Şîa, s. 27; Hüseyin Atay, a.g.e., s. 40-42.
[267] Bağdâdî, a.g.e., s. 48; Şehristânî, a.g.e., I, 160; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 63; İsfarayinî, a.g.e., s. 32; Nevbahtî, Şiî Fırkalar, s. 123; Nevbahtî, Fıraku’ş-Şîa, s.31.
[268] Şehristânî, a.g.e., I, 47; Fahreddîn Râzî a.g.e., s. 54.
[269] Şehristânî, a.g.e., I, 79-82.
[270] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 83.
[271] Bağdâdî, a.g.e., s. 222-223; el-Bağdâdî bu fırkayı gulat fırkalardan olduğunu ifade eder.; Şehristânî, a.g.e., I, 186; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 58; Abdulkâhir el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 331.
[272] Eş’arî, a.g.e., I, 76-77; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 85; Hüseyin Atay, a.g.e., s. 47.
[273] Eş’arî, a.g.e., I, 78; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 80; Hüseyin Atay, Ehli Sünnet ve Şîa, s. 48.
[274] Eş’arî, a.g.e., I, 79.
[275] Eş’arî, a.g.e., I, 79; Hüseyin Atay, a.g.e., s. 50.
[276] Eş’arî, a.g.e., I, 83.
[277] Şehristânî, a.g.e., I, 187-188; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 61.
[278] Kitabın Mehmet Dalkılıç ve Ömer Aydın tarafından yapılan Türkçe çevirisinde bu grubun ismi Mufavvıza olarak belirtilmiştir. Ancak bu ismin neye binaen verildiğinden bahsedilmemiştir. bkz. Mehmet Dalkılıç Ömer Aydın, İlk Dönem İslâm Mezhepleri, İstanbul, 2005, s. 47.
[279] Eş’arî, a.g.e., I, 88.
[280] Abdulbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 88; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 66.
[281] Şehristânî, a.g.e., I, 47; 196-198.
[282] Abdulbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 88; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 151.
[283] Eş’arî, a.g.e., I, 100; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 54.
[284] Bağdâdî, a.g.e., s. 68; Şehristânî, a.g.e., I, 175; Abdulbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 89.
[285] İbn Haldun, a.g.e., I, 769; Abdulbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 90; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 66-70; W. M. Watt, a.g.e., s. 339-340.
[286] Şehristânî, a.g.e., I, 47.
[287] Sabir Tuayme, el-Akâîdü’l-batıniyye, s. 125.
[288] Sabir Tuayme, a.g.e., s. 133.
[289] Şehristânî, a.g.e., I, 47, 176; Nevbahtî, Fıraku’ş-Şîa, s. 81.
[290] Bağdâdî, a.g.e., s. 70; Halil İbrahim Bulut, a.g.m., s. 144; Nevbahtî, Fıraku’ş-Şîa, s. 81.
[291] Eş’arî, a.g.e., I, 103.
[292] Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 54; Nevbahtî, a.g.e., s. 81; Hüseyin Atay, a.g.e.,, s. 50.
[293] Eş’arî, a.g.e., I, 101; Fahreddîn Râzî, a.g.e., s. 79; Sabir Tuayme, a.g.e., s.237-240; Muhsin Abdulhamid, İslâm’a Yönelen Yıkıcı Hareketler, s. 46; İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 67.
[294] Malâtî, a.g.e., s. 20-21.
[295] A. Bülent Baloğlu, “İbn Hazm’da Tenasüh Anlayısı”, s. 54.
[296] İrfan Abdulhamid, s. 46; Macid Fahri, a.g.e., s. 74.
[297] Şehristânî, a.g.e., I, 176.
[298] Şehristânî, a.g.e., I, 176; Bağdâdî, a.g.e., s. 71.
[299] Mustafa Çetin, a.g.m., s. 123.
[300] Şehristânî, a.g.e., I, 175; Bağdâdî, a.g.e., s. 71; bkz. Şehristânî, a.g.e., I, 47; Fahreddîn Râzî a.g.e., s. 54.
[301] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 70-71.
[302] Mustafa Öz, “Nusayriyye” Türkiye’de Alevîler, Bektaşiler ve Nusayriler, İstanbul, 1999, s. 181-182; İlyas Üzüm, “Nusayrîlik”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIII, 271.
[303] Adnan Bülent Baloğlu, İslâm’a Göre Tekrar Doğuş, s. 70.
[304] Mustafa Öz, a.g.m., s. 187.
[305] Mustafa Ünverdi, “Kuran’da Ahiret İnancı Bağlamında Adana ve Hatay Bölgesindeki Tenasüh ve Reenkarnasyon İnancının Değerlendirilmesi” ÇÜİFD, IV, sy. 2, s. 290.
[306] Be Carra de Vaux, “Tenasuh”, İA, İstanbul 1979, XII, 159; Mustafa Çetin, a.g.m., s. 123; İlyas Üzüm, a.g.m., XXXIII, 272.
[307] Carra de Vaux, a.g.m., XII, 159,; Vahdi Boydaş, “Ruh Göçü”, Diyanet İlmi Dergi, Ankara, 1995, XXXI, sy. 2, s. 36.
[308] İnan Keser, Kent Cemaat Etnisite, Ankara, 2008, s. 64.
[309] Hüseyin Türk, Anadolu’nun Gizli İnancı Nusayrilik, İstanbul, 2005, s. 258.
[310] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 243-246.
[311] Mustafa Ünverdi, a.g.m., s. 291-292.
[312] Mustafa Ünverdi, a.g.m., s. 293-294.
[313] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 257.
[314] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 257.
[315] İlyas Üzüm, a.g.m., XXXIII, 271-273; Hüseyin Türk, a.g.e., s. 257.
[316] Mustafa Öz, a.g.m., s. 190.
[317] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 261-262.
[318] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 264-273.
[319] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, İstanbul, 2001, s. 219-220; Mustafa Öz, “Dürzîlik”, DİA, İstanbul, 1994, X, 40.
[320] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 70.
[321] Ahmet Bağlıoğlu, İnanç Esasları Açısından Dürzilik, Ankara, 2004, s. 183.
[322] İrfan Abdulhamid, a.g.e., s. 49.
[323] Mustafa Öz, a.g.m., X, 43.
[324] Mustafa Çetin, a.g.m., s. 123.
[325] Carra de Vaux, a.g.m., XII, 159.
[326] Mustafa Öz, a.g.m., X, 43; Ahmet Bağlıoğlu, a.g.e., s. 172.
[327] Enver Fuad Ebû Hüzâm, İslâmü’l-Muvahhidîn, Beyrut 2006, s. 330-342; Ahmet Bağlıoğlu, a.g.e., s. 172.
[328] Enver Fuad Ebû Hüzâm, a.g.e., s. 344-354; Mustafa Öz, a.g.m., X, 41; Ahmet Bağlıoğlu, a.g.e., s. 173.
[329] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, s. 257-258.
[330] Welate Tori, Bir Kürt Düşüncesi Yezidilik ve Yezidiler, İstanbul, 2000, s. 53.
[331] Bülent Baloğlu, İslâm’a Göre Tekrar Doğuş Reenkarnasyon, s. 72; bkz. Mehmet Aydın, “Şeytana Tapma” AÜİFD, XXIII, s. 359.
[332] Roger Lescot, Yezidiler, trc. Ayşe Meral, İstanbul, 2001, s. 61-62; Muhammed Hamed, ed-Diyânâtü’l-Yezîdiyye, Suriye, 2002, s. 233-234; Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, s. 261; Welate Tori, a.g.e., s. 53-56; Ahmet Teymûr, el-Yezîdîyye, Kahire, 1347 h., s. 6-8; Azad Said Semu, el-Yezîdîyye, Beyrut, 2001, s. 104-107, 111; Bülent Baloğlu, a.g.e., s.71; bkz. Erol Sever, Yezidilik; thk. Menzel, “Yezîdîlik”, İA, XIII. 416; Ethem Ruhi Fığlalı, “Yezîdîlik”, Türk Ansiklopedisi, XXXIII. 443.
[333] Bülent Baloğlu, a.g.e., s. 72-73, bkz. E. Sever, Yezidilik, s. 119; Mustafa Çetin, a.g.m, s. 122.
[334] Carra de Vaux, a.g.m., XII, 159; Muhammed Hamed, a.g.e., 235.
[335] Welate Tori, a.g.e., s. 80-81; Tanıl Yaşar, Çemberin İçindeki İnanış Yezidilik, İstanbul, 2008, s. 175; Azad Said Semu, a.g.e., s. 103.
[336] Tanıl Yaşar, a.g.e., s. 176-177.
[337] Mürit kişi! Önce konuşuyordun, sonra da konuş / Mehdî kalkacak, ezanları ve çanları kaldıracak/ Cami kilise ve (qadî)leri yıkacak, kimse İsa Musa ve Muhammed adına ant içmeyecek / Herkes Sultan Yezit ve Sultan Hâdî (Adiyy) adın ant içecek. bkz. Welate Tori, a.g.e., s. 82-83; Tanıl Yaşar, a.g.e., s. 178.
[338] Ethem Ruhi Fığlalı, Kâdiyânîlik (Ahmediyye Mezhebi), İzmir, 1986, s. 41; Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, s. 231.
[339] Ethem Ruhi Fığlalı, Kâdiyânîlik (Ahmediyye Mezhebi), İzmir, 1986, s. 118.
[340] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, s. 234; Ethem Ruhi Fığlalı, Kâdiyânîlik (Ahmediyye Mezhebi), s. 119-140; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, el-Kâdiyânî, Cidde, 1971, s. 57-61; Sabri Hizmetli, a.g.m., XXVI, 678.
[341] Ethem Ruhi Fığlalı, Kâdiyânîlik (Ahmediyye Mezhebi), s. 125-142.
[342] Süleyman Uludağ, “Bektaşi ve İran; Temaslar ve Bağlantılar Üzerine Müzakereler”, Türkiye’de Alevîler Bektaşiler Nusayriler, 158.
[343] İsmail Metin, Alevîliğin Anayasası, İstanbul 1999, s. 88.
[344] Ahmet Yaşar Ocak, Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, 1983 İstanbul, s. 141
[345] Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 140.
[346] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 253; Bektaşi Şairi Kul Hasan bir kıtasında, aslan olup yol üstünde oturan/ Selman idi ona nergis getiren/ kendi cenazesin kendi götüren/ hünkâr Hacı Bektaş, Ali kendidir. Yine Hz. Ali’nin ruhunun Otman Baba tarafından da taşındığı Muhyiddin Abdal’ın şu beytinde yer almaktadır. Yüzün gören yoksul bay olur/ kâfirler imana gelir/ seni sevmeyenler n’olur/ Şâh-ı Kerem Ali’sin sen. Hacı Bektaş’ın şeyhi Lokman Perende’nin hacdan dönüşünü kutlamak üzere gelen Horasan erenleri o zaman henüz çocuk yaşta bulunan Hacı Bektaş’ın kerametlerine bir türlü inanmak istemezler. Bunun üzerine sırrını açıklamak zorunda kalır. Orda bulunanlar Ali’nin biri alnında biri avucunda iki ben oluğunu söylerler. Hacı Bektaş alnındaki ve avucundaki yeşil benlei gösterinde oradakiler Hz. Ali’nin yaşadığını anlarlar ve af dilerler. bkz. Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 135; Hacı Bektaş-ı Veli, Vilâyetname, hzr. Abdulbaki Gölpınarlı, 1958 İstanbul, s. 7.
[346] Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., 139; bkz. Pir Sulan Abdal kendisi ile ilgili şu beyitte yer verir. Pir Sultanım şu dünyada/ dolu geldim, dolu benim/ bilmeyenler bilsin beni/ ben Ali’yim Ali benim.
[347] Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 139; bkz. Pir sulan abdal kendisi ile ilgili şu beyitte yer verir. Pir Sultanım şu dünyada/ dolu geldim, dolu benim/ bilmeyenler bilsin beni/ ben Ali’yim Ali benim.
[348] Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 142.
[349] Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s. 143.
[350] el-Bakara 2/28.
[351] Süleyman Ateş, “Reenkarnasyon”, Kur’an Mesajı İlmî Araştırmalar Dergisi, 1999, sy. 13-14-15, s. 81-82.
[352] Süleyman Ateş, a.g.m., s. 92.
[353] “Siz ölü iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.” el-Bakara 2/28.
[354] “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır” el-Mülk 67/2.
[355] Süleyman Ateş, a.g.m., s. 92-93.
[356] el-Mü’minûn, 23/99-100.
[357] Süleyman Ateş, a.g.m., s. 93-94.
[358] Şehristânî, a.g.e., I, 181; Ethem Ruhi Fığlalı, “Abdullah b. Sebe”, DİA, I, 133-134; Macid Fahri, a.g.e., s. 74.
[359] el-Eş’arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, thk. Muhyidin Abdulhamid, Beyrut, 1995, I, 119;
[360] Muhammed Ebû Zehra, el-İmam es-Sâdık, s. 238; Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, , III, 246.
[361] İrfan Abdulhamid, Dirâsât, s. 28; İlyas Üzüm, “Rec’at”, DİA, XXXIV, 505; Nasır b. Abdullah Gafârî, Usûl mezhebi’ş-Şîa, II, 911.
[362] Muhammed Bâkır Meclisî, Bihâru’l-envâr, Beyrut, tsz., LIII, s. 136-138; eş-Şerif el-Murtazâ, Resailü’ş-Şerif, Kum 1984, II, 135-140; Molla Muhsin Kâşânî, İlmü’l-yakîn, Kum, 1979, II, s. 822.
[363] Nasır b. Abdullah el-Gafârî, a.g.e., II, 911.
[364] Ahmet Zeki Tuffahe, “Reenkarnasyon”, ODMÜİFD, trc. Metin Yasa, sy. 10, Samsun, 1998, s. 452-453.
[365] Muhammed Ebû Zehra, el-İmam es-Sâdık, Kahire, s. 239.
[366] “Hani Allah, peygamberlerden: “Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz” diye söz almış, “Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?” dediğinde, “Kabul ettik” cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu.” Âl-i İmrân 3/81.
[367] Mustafa Ünverdi, a.g.m., s.295-297.
[368] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 258.
[369] Hüseyin Türk, a.g.e., s. 264-273.