16 Mart 2011 için arşiv

HİDAYET

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Kıssadan Hisseler

Dünyaca ünlü Basketbolcu Hidayet TÜRKOĞLU eşiyle birlikte, Eminönü’nde geziyordu. Önce akvaryumcuları dolaştılar, Kapalıçarşı, Nuriosmaniye, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya, Sultanahmet, Topkapı Sarayı, Gülhane Parkı… derken, Yeni Caminin önüne kadar geldiler. Orada bağıra bağıra simit satan bir çocuk vardı. Basketbolcu birden durakladı… Sonra simitçiye yaklaştı:

– Simit’ in kaça koç?

– 750 kuruş abi. Çıtır çıtır…

– Tezgâhta kaç simit var?

– 70 – 80 tane var herhalde…

– Hepsini alsam ne tutar?

– Seksen desek 60 TL.

– Al sana 60 TL…

– Farz et ki hepsini aldım…

– Sağ ol abi… Sağ ol…
Basketbolcu bir ellilik bir onluk çıkartıp simitçinin önüne bıraktı. Eşi şaşkındı. Üç beş adım yürümüşlerdi ki eşine yaklaşıp fısıldadı.
– Hidayet sen deli misin?

– Yooo

– Peki, yemediğimiz simitlerin parasını niye verdin?

– Boş ver sorma.

– Diyelim ki soruyorum. Hem de ısrarla soruyorum.

– Öyleyse söyleyeyim.

– Lütfedersiniz beyefendi.

– Tablanın kenarı dikkatini çekti mi?

– Hayır.

– Baksan görecektin. Tahtaya bir isim kazınmıştı.

– Nasıl bir isim?

– Hidayet!

– Yoksa?

– Evet, o tezgâh, eskiden benimdi.
Bu hikâyeyi Hidayet TV 8 de katıldığı bir programda kendisi anlatmıştır…

NEDEN…?

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Kıssadan Hisseler

Devesiyle çölde yol almakta olan bir bedevi, bir tepeyi geçtiğinde güçlükle yürüyen, sıcaktan dudakları kurumuş bir adama rastladı. Issız çölde susuzluktan perişan olmuş adam bedeviyi görünce su istedi. Bedevî devesinden indi ve adama su verdi. Suyu kana kana içen adam birden bedevîyi iterek yere yuvarladı ve hemen deveye atladığı gibi kaçmaya başladı. Bedevî arkasından bağırdı: “Tamam, deveyi al, git! Ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!” Bedevinin bu isteğini tuhaf bulan hırsız, biraz duraklayıp: “Neden?” diye sordu. Eğer anlatırsan dedi bedevi; Bu olay her yere yayılır ve insanlar çölde muhtaç birini gördüklerinde asla yardım etmezler…

BEN BİLİYORUM

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Kıssadan Hisseler

Yaşlı bir adama sokakta yürürken bisikletli çarpmış ve hafif yaralanmış.

Etraftakiler hastaneye götürmüşler. Hemşireler, röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini söylemişler. Yaşlı adam huzursuzlaşmış; “acelesi olduğunu, röntgen istemediğini” söylemiş.

Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar.
-“Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı. etmeye giderim, gecikmek istemiyorum” demiş.

Hemşire; “Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz” deyince;

Yaşlı adam üzgün bir ifade ile: “Ne yazık ki karım Alzheimer hastası hiç bir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor” demiş.

Hemşireler hayretle: “Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?” diye sormuşlar.

Adam cevaplamış:”Ama ben onun kim olduğunu biliyorum.”

USTA VE ÇIRAK

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Kıssadan Hisseler

Usta bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta, öğrencisini uğurlamış. Çırağına “Yaptığın son resmi, şehrin en kalabalık meydanına koyar mısın?” demiş. “Resmin yanına bir de kırmızı kalem bırak. İnsanlara, resmin beğenmedikleri yerlerine bir çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmeyi de unutma” diye ilave etmiş. Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gitmiş. Resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasının yanına dönmüş. Usta ressam, üzülmeden yeniden resme devam etmesini tavsiye etmiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış. Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş. Fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını söylemiş. Yanına da, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki, resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam şöyle demiş: “İlkinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı.

İkincisinde, onlardan müspet, yapıcı, olumlu olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi.

• Emeğinin karşılığını, ne yaptığını bilmeyen insanlardan alamazsın.

• Değer bilmeyenlere sakın emeğini sunma.

• Asla bilmeyenle tartışma

MECNUN…

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Kıssadan Hisseler

Bir gün Mecnun çölde Leyla’yı düşünerek gezerken; namaz kılan bir faninin önünden geçer. Namazı bitirdikten sonra fani:

-Ey Mecnun beni görmüyor musun da namaz kılarken önümden geçiyorsun?

Mecnun:

-Ey fani ben Leyla’yı düşünürken seni görmedim, sen Mevla’yı düşünürken beni nasıl gördün???

Ey Oğul!

Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..

Ey Oğul!

Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va’dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.

Oğul!

Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.

İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir…

Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözüpek) derler.

En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..

Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı… Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..

Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.

Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.

Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…”

BİR ÇOCUĞUN GÖZÜYLE RAMAZAN…

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Eğlencelik

Ramazan 1
Bu gün evde bir acayiplik var. Herkes sessizce işine okuluna gidiyor. Annem ‘Zeynep hadi sana kahvaltı hazırlayalım’ dedi.
Kimse yemek yemiyor, su içmiyor. Ablam bile!
Ramazan 5
Önce diyet yaptıklarını sanmıştım. İzledim hepsini. Akşama doğru hepsi sessizleşiyor. Sofrayı hazırlayıp ezanı bekliyorlar. Onları böyle seyretmek, öyle hoş ki. Başka zaman, susmak bilmeyen ablamın bu hali içten içe güldürüyor beni. Ama gülmeye cesaretim yok.
Ramazan 9
‘Niye böyle yapıyorlar?’ Ablama sordum, ‘Büyüyünce anlarsın..’ dedi. Zaten başka ne der ki… Anneme sordum, Ramazan dedi. Babama sordum, Oruç dedi.
Ramazan 11
Bu Ramazan ve Oruç isimli iki kişi, bizimkilere yeme-içme yasağı koymuş demek. Arkadaşım Fatıma’ya sordum. Onun ailesine gündüzleri yemek yemiyor su içmiyormuş.
Ramazan 14
Kaşık çatal sesleri, konuşmalar duydum. Uyandım. Babama haber vermeye koştum, yatağında yok! Çaresiz, huysuz ablamın odasına koştum. O da yok! Korkmadım, Ben bu hırsızların hakkından gelirim!’ dedim. Aldım elime paspasın sapını, aniden açtım mutfak kapısını. Sopamı havaya kaldırdım öylece kaldım oracıkta. Bizimkiler yemek yiyorlar! Vay uyanıklar. Gündüz Oruç ile Ramazan’dan korkup gece yiyorlar. Birde üstüme gülüyorlar… Korkaklar.
Ramazan 17
Önceleri, Oruç ile Ramazan’ı bulup şikayet etmeyi düşündüm. Fakat ablamın yemek yemedikçe pamuk gibi yumuşadığını fark ettim. Babam ile Annem de artık tartışmıyorlar. O zaman devam. Belli ki Oruç ve Ramazan iyi kalpli iki amca.
Ramazan 19
Her gün bize beyaz başörtülü teyzeler geliyor. Oturup birlikte Kur’an okuyorlar. Her zaman ki gibi mobilyadan, gelinden, kaynanadan, konuşmuyorlar. Ellerini açıp herkese dua ediyorlar. Sevim teyze de başını örtmüş. Çok da yakışmış.
Ramazan 21
Her şey aynen devam ediyor. Televizyonlar bile uslu uslu konuşuyor. Hepsi akşam ezan okuyor. İftar iftar deyip bütün şehir birden yemeğe başlıyor. Ne hoş.
Ramazan 22
Oruç’u merak ediyorum. Geçen gün Ayşe teyzem Annemle konuşuyorlardı. Şöyle şöyle yaparsam Oruç bozulur mu? Yok böyle olursa Oruç kaçar mı? Demek ki Oruç, çok duygulu birisi. İnsanlar kötü bir şey yapınca bozuluyor. Kötülüğü gördüğü yerden kaçıyor. Oruc’u ve Ramazan’ı artık iyice merak ediyorum. Onlarla tanışmaya can atıyorum.
Ramazan 25
Bu günlerde herkes Kadir gecesinden bahsediyor. Şimdiye kadar gecesi olan bir adam göremedim. Bu Kadir de kim? Bin aydan hayırlı gecesi varmış. O gece uyumamak, namaz kılmak, Kur’an okumak önemliymiş.
Ramazan 26
İftarı çok sevdim. Akşam yemek yemeye İftar diyorlar. Gece yemek yemenin adı da Sahur. İftar sonrası eğlenceler oluyor. Babam camilere götürüyor bizi. Herkes sokaklarda, camide, neşe içinde.
Ramazan 28
Merak içinde beklerken uyuyakaldım. Kadir, gecesiyle beraber gelmiş gitmiş. Ben göremedim. Anlayamıyorum. Bu yüzden ağabeyimi çok özlüyorum. Ablama soru sormaya kalksam, bana doya doya gülüyor. Sonra da arkadaşlarına anlatıyor, birlikte gülüyorlar. Sinir oluyorum. Abim uzak bir şehirde üniversitede okuyor. ‘Abim ne zaman geliyor?’ diye anneme soruyorum. ‘Bayram gelsin, o da gelecek’ diyor. Oruç, Ramazan, gece gelen Kadir’den sonra şimdide Bayram!.. Soramıyorum ‘Bayram kim?’ diye. Neden o gelmeden abim gelemiyor? Belki de abimin arkadaşıdır. Çok özledim abimi. Bayram’ı da alsın gelsin tanışalım.
Ramazan 29 /Arefe
Sonunda bir hanım ismi duydum. Arife diyemiyorlar mı ne? Arefe diyorlar. Niye Arefe? ‘Arife’ olması gerekmiyor mu? Yengemin adı gibi yani… ‘Arefe geliyor, daha temizliği bitirmedik.’ diyor Annem. Demek ki Arife teyze çok titiz. İyice telaşlandılar. Bir Bayram diyorlar, bir Arefe, harıl harıl çalışıyorlar. Temizlik yapılıyor. Yemekler hazırlanıyor. Anneme ‘Bayram ne zaman gelecek?’ dedim, ‘Arefe’den sonra’ dedi. Demek ki Bayram ile Arefe evli değil. Akraba da değil. Kafam karma karışık. Salih abim bi gelse de her şeyi bana anlatsa. Ve Bayram geldi. Sabah kalktığımda, herkesi kahvaltıda yakaladım!. Oruç öldü herhalde diye düşündüm. Gece Abim gelmiş. Sevinçten haykırdım. Çok özlemişiz birbirimizi. Bütün olanı biteni bir güzel anlattım Abime. Yüzüme bakarken, bana tebessüm ettiğini gördüm. Ablama sormamakla ne iyi ettiğimi anladım. Abimin tebessüm ettiği yerde, Ablam kahkaha atar. Abime küser gibi yaptım, hemen gönlümü aldı. Bana her şeyi baştan anlattı, bu sefer de ben gülmeye başladım. Abimden söz aldım. Kimseye anlatmayacak, konuştuklarımızı yazmak için izin istedi. Ben de izin verdim.. Ramazan günlüğü işte böyle ortaya çıktı. Abim buna bir de isim buldu: 5 Yaş Sendromu. Sendromu anlamadım. Ama olsun, Abime güveniyorum. Gerçi Ablama göre 4 yaşındayım. Annem 5 yaşında olduğumu söylüyor. Babam daha 4 yaşından gün almadı diyor. Abim bu konu beni aşar diyor. Bayramı çok sevdim. Ama Ablam tekrar o sinirli haline dönecek diye, Ramazanın gidişine çok üzüldüm. Bizim için her gün Ramazan olsa!…
Ne iyi olur…

MUTLULUĞUN RESMİ

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Kıssadan Hisseler

Hani Meşhurdur, Nazım Hikmet Ressam Abidin Dinoya sorar:

“-Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

İşin kolayına kaçmadan ama gül  yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil

ne de; ak örtüde elmaların,

ne de; akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini.

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”

Abidin Dino uzun uzun düşünür, alır fırçayı eline ve aşağıdaki resmi yapar.

Hakikaten güzel bir resim, ama hayali. Bense gerçeğini buldum hemen altında ve sizlerle paylaşmak istedim.

DEĞERİNİ BİLMEK

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Kıssadan Hisseler

Vaktiyle ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini imtihan etmek ister. Onun eline iri bir pırlanta verip: “Oğlum” der “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.” Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve “Şunu alır mısınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. Mürit teşekkür edip çıkar. Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gider: Buna ne verirsiniz?” diye sorar Semerci şöyle bir bakar, “Bu der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.” Mürit en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantayı nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilave eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Mürit sorar: Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” Mürit, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: ”Ne olur bunu bana sat. Dükkanımı,  evimi,  hatta arsalarımı vereyim.” Mürit emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır. Şeyh sorar: “Bundan ne anladın?” Müridin verdiği cevap çok doğrudur: “Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir.”

NE GÜZEL CAHİLDİK

Yayınlandı: 16 Mart 2011 / Kıssadan Hisseler

Dışarıda kar…
Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa… Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu…
Sucuk lükstü.
Yumurta lezzetli.
Ekmek her zaman ekmek gibi…
Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım…

Dışarıda kar…
İçeride kanaat…
İçeride huzur…

Televizyon yoktu.
Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.
Kestane közlemek bütün bir gecenin mutluluğuydu.
Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar…
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası…

Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi?
Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.
Çay da kokardı…
Domates de…
Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.

Dışarıda kar…
İçeride huzur…
Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi… Kimin umurunda…
Ne güzel cahildik.
Mutluluğun resmini çiziyorduk…